Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Pakistan: Darbe olmayan darbe

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Pakistan’daki siyasi kaos hala devam ediyor. Partisi tasfiye edilen ve siyasetten men edilen eski Başbakan İmran Han’a yönelik halk desteği hala diri. Yakın zamanda seçimler var ve ordu, Han’ın yerine başka isimleri alternatif olarak sürse de bunların sonuç verip vermeyeceği şüpheli. Bunun dışında, ülkede enflasyon yükselişte ve geçim sıkıntısı, toplumsal ölçekte yoğun bir şekilde hissediliyor. King’s College London’da ders veren profesör Tim Willasey-Wilsey, ülkedeki kaos karşısında ordunun karşı karşıya kalabileceği risklere işaret etmiş.

***

Pakistan: Darbe olmayan darbe

Tim Willasey-Wilsey

Royal United Services Institute

23 Haziran 2023

Ordunun baskıları İmran Han’a zarar vermede ve partisini dağıtmada etkili olmuş gibi görünebilir ama uzun vadede ciddi sonuçlar doğurabilir. Ekonomiye odaklanılması gerekirken, çirkin siyasi manevralarla çok fazla vakit kaybedildi. Pakistan’ın ekonomik sorunlarına müdahale edilmemesi halkta huzursuzluğa yol açabilir ve orduyu bazı tehlikeli ikilemlerle karşı karşıya bırakabilir.

Askeri darbeler genelde görevdeki sivil hükümetleri devirmek için yapılır. Pakistan’da 9 Mayıs’ta meydana gelen şiddet olaylarından bu yana yaşananlar, eski Başbakan İmran Han ve muhalefet partisi PTI’nın (Pakistan Tahrik-i İnsaf) 2023 yılı sonundan önce yapılacak seçimlere katılmasını engellemek üzere tertip edilmişti. PTI, Pakistan’ın dört eyaletinden ikisinde ezici bir zafer kazanacak ve bir sonraki federal hükümeti kuracaktı.

9 Mayıs’ta yaşanan olaylar, özellikle de Kolordu Komutanının Lahor’daki konutunun alevler içinde kalması ordunun işine yaradı. O tarihten bu yana PTI üzerindeki baskılar acımasızca devam ediyor. İmran’ın üst düzey ekibinin çoğuna partiden ayrılmaları yönünde baskı yapıldı. Binlerce parti aktivisti gözaltına alındı. Basına İmran’ın adını anmamaları söylendi. Şimdiye kadar bağımsızlık ruhu sergileyen mahkemeler bile Genelkurmay Başkanı General Asim Munir’e karşı gelmenin zamanı olmadığını anladı. Böyle bir ortamda orduya meydan okumak cesaret göstergesidir.

İmran, ayaklanmaların ertesi günü Newsweek’e bazı sağduyulu (ekonomi, yolsuzluk, hukukun üstünlüğü ve demokrasi hakkında) ve çılgın komplo teorilerini (ordu ve ABD’nin kendisini devirmek üzere kurduğu komplo hakkında) birleştiren bir mülakat verdi. Belki de şaşırtıcı bir şekilde, hiçbir yabancı ülke ordunun eylemleriyle ilgili ciddi kaygılarını dile getirmedi, muhtemelen üç nedenden ötürü.

Öncelikle, Pakistan’da iktisadi çıkmazlarla boğuşan ancak dış ilişkilerini belli bir beceriyle yürüten, sivil liderliğinde işleyen bir koalisyon hükümeti var. Resmi anlamda bir darbe söz konusu değil.

İkinci olarak, Pakistan coğrafi açıdan stratejik bir konumda bulunan ve nükleer silahlara sahip 230 milyon nüfuslu küresel öneme sahip bir ülke. Yakın zamanda Afganistan’daki NATO misyonunun yenilgiye uğratılmasında oynadığı rolün hatıraları giderek azalıyor. Ne Pakistan hükümeti ne de ordusu ülkenin tümden Çin’in siyasi yörüngesine girdiğini görmek istiyor. Pakistan, Pekin ile yakın ilişkilerini sürdürecektir ancak Pakistanlılar Batı ile olan çoklu ilişkilerinden hoşnut ve Pakistan ordusu, ABD ile olan bağlarına hala kıymet veriyor. Batı başkentlerindeki embriyonik düşünce, Hindistan’ın yakın zamanda öngörülen güvenilir uzun vadeli stratejik ortak olmayabileceği yönünde. Ukrayna’nın işgalinin ardından Rusya’ya karşı takındığı tavrın da gösterdiği üzere Hindistan’ın aklında bağlantısızlık (ya da çoklu bağlantı) var ve Batı’nın Çin’e karşı oluşturacağı bir askeri ittifaka katılmak gibi bir niyeti yok. Bu koşullar altında, istikrarlı bir Pakistan ile angajman ihtiyacı sürüyor.

Üçüncüsü, İmran öngörülemeyen popülist bir başbakandı. Kendisinin açık ve dürüst konuşma tarzı olarak tanımladığı şey başkaları tarafından (sadece Batı’da değil Körfez’de de) rahatsız edici ve bazen de saldırgan olarak yorumlanmıştı. İmran’ın temel diplomatik becerilerden yoksun olması ona hem yurt içinde hem de yurt dışında müttefik kaybettirdi.

Çin de İmran için çok az gözyaşı dökecektir ve aynı şey Körfez ülkeleri için de geçerli. Pekin, Riyad ve Abu Dabi için Pakistan’daki başat aktör ordu ve hiçbiri Pakistan’ın bir demokrasi olarak geleceğini umursamıyor. Çin açısından da şu anki odak noktası, 2021’den bu yana yaşananlarla Pekin’e çok az politika alternatifi bırakan Afganistan.

Fakat Pakistanlılar hala demokrasilerini önemsiyor. Ülke tarihinin neredeyse yarısını ordu yönetmiş olsa da Pakistan, kurucularının demokratik içgüdülerini hala muhafaza ediyor ve genelde güçlü bir bağımsız basına sahip oldu.

Seçimler kuşku yok ki yıl sonuna doğru yapılacak ve mevcut koalisyon hükümeti kazanacak. Pakistan’daki gözlemciler, Bilawal Bhutto-Zardari’nin (34 yaşında) ordunun başbakan olarak tercih ettiği isim olduğunu söylüyor. Öldürülen Benazir Butto’nun oğlu olan Bilawal Butto-Zardari, dayak atmaya müsait olacak kadar tecrübesiz görülüyor. Alternatif olarak eski Başbakan Navaz Şerif’in 49 yaşındaki kızı Maryam Navaz düşünülüyor ama o daha sorunlu bir isim olarak görülüyor. Adı Panama Belgeleri skandalı da dahil olmak üzere yolsuzluk iddialarıyla da anılıyor. Umut, bu yeni nesil liderlerin halka çekici bir değişim olarak sunulabilmesi.

Ancak bu gerçek bir demokrasi olmayacak ve bunu herkes biliyor. İmran ülkedeki en popüler siyasetçi. Bilawal ve Maryam yeni yüzler olabilirler ama hepsi, 1947’deki bağımsızlık öncesine dayanan yarı feodal siyasi sistemin parçası. Hayber Pakhtunkhwa eyaletinde ordunun seçtiği ortak, eyaleti modern Pakistan’dan çok Afganistan’a benzeyen gerici bir yöne götürecek olan emektar İslamcı militan Maulana Fazlur Rehman.

Dahası, şu anda Pakistan’daki en büyük sorun siyasi fitne değil, ekonomik kriz. Enflasyonun yüzde 38’e ulaştığı ve nüfusun büyük bir kısmının geçim sıkıntısı çektiği bir ortamda bunun siyasi sonuçları da olacaktır. Eğer İmran ve PTI’si artık muhalefet için bir kanal olarak kullanılamıyorsa, insanlar hayal kırıklıklarını ve öfkelerini ifade etmek için demokratik olmayan yolları seçeceklerdir.

Asim Munir’in güçlü eylemleri orduyu zor bir duruma soktu. Ordu Pakistan’da, özellikle de Pencap’ta neredeyse her zaman destek buldu. Şu anki kötü itibarı hem kıdemli hem de kıdemsiz subayları endişelendirecektir. Mesele sadece askerlerin sadakatini kazanmak değil; mevcut durum ordunun Pencap’taki protestoculara karşı şiddet eylemlerine girişmesine ve dolayısıyla kendi halkına karşı giderek daha düşmanca davranmasına yol açabilir.

DÜNYA BASINI

Rusya basını, İsviçre’deki Ukrayna barış konferansını nasıl değerlendirdi?

Yayınlanma

Yazar

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, geçen hafta cuma günü Ukrayna’da barış için şartlarını ortaya koydu; İsviçre’de düzenlenen Ukrayna konferansında ise ufukta hızlı bir çözüm görünmüyor ve Fransa’da aşırı sağın zaferi, Paris ile Kiev ilişkilerini riske atıyor.

Pazartesi günü Rusya’daki gazete manşetlerinin başında, İsviçre’nin Bürgenstock tatil beldesinde düzenlenen zirve geldi.

Vedomosti: Putin barış girişimini ortaya koydu

“Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 14 Haziran’da Rusya Dışişleri Bakanlığı’nda düzenlenen bir toplantıda Ukrayna ile ateşkes şartlarını açıkladı. Moskova, Ukrayna’nın Rusya’nın dört yeni bölgesinden askerlerini çekmesi ve yeni toprak düzeninin uluslararası anlaşmalarda tanınması halinde derhal ateşkes yapmaya hazır olacak. Putin, müzakerelerin başlayabilmesi için tüm yaptırımların kaldırılması ve Kiev’in NATO’ya katılmayı unutması gerektiğini söyledi. Rusya’nın Ukrayna ile barış anlaşması yapma çabaları, askerlerini Kiev’den çekmesine rağmen Mart 2022 sonunda başarısızlıkla sonuçlanmıştı.

Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi Genel Direktörü İvan Timofeyev, Vedomosti‘ye yaptığı açıklamada Putin’in son barış taleplerinin eskisinden daha sert olduğunu ve yeni siyasi ortamı yansıttığını dile getirdi. Ancak Rusya Devlet Başkanı’nın planının oldukça adil göründüğünü belirten uzman, gelecekteki herhangi bir barış önerisinin bu kadar hoş olmayacağını yineledi.

Timofeyev, ‘Moskova Kiev’in bu talepleri kabul etmeyeceğini çok iyi anlasa da, Rusya ordusu savaş alanında başarı gösterirse gelecekteki bir barış planı daha da sert şartlar içerebilir’ dedi.

Askeri Bilimler Akademisi üyesi Sergey Sudakov da aynı fikirde. Sudakov’a göre Devlet Başkanı’nın Ukrayna birliklerinin Rusya’nın dört bölgesinden çekilmesi yönündeki talebi, Kiev’i destekleyen ABD ve onun askeri-siyasi müttefiklerine bir sinyaldi.

Siyasi analist Aleksey Makarkin ise Putin’in sinyalinin Batı’ya değil, küresel Güney’e olduğunu savunuyor. Batı, mevcut angajman çizgisi dahilinde bir ateşkes fikrine sıcak bakıyor. Uzman, ‘sahadaki durumun’ tanınması halinde Rusya’nın çatışmalara son vermeyi kabul edeceğini açıkladı ve ‘İstanbul müzakereleri sadece iki Donbass cumhuriyetinin tanınmasıyla ilgiliydi, şimdi ise Moskova 2022 referandumunun sonucunun da tanınmasında ısrar ediyor’ diye ekledi.

Putin’in Ukrayna’nın NATO’ya katılımıyla ilgili talebine gelince, ittifaka katılım teklifi 2019’dan beri ülkenin anayasasında yer alıyor ve Kiev 2020’de ittifakın gelişmiş fırsat ortağı birlikte çalışabilirlik programına katılırken, geçtiğimiz temmuz ayında işleri koordine etmek için Ukrayna-NATO Konseyi kuruldu.

Vedomosti‘ye konuşan Dünya Ekonomisi ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nden (IMEMO) Dmitriy Ofitserov-Belskiy, Ukrayna parlamentosu Verhovna Rada’nın da ülkenin NATO dışında kalması için Anayasa’da değişiklik yapabileceğini ifade etti. Ofitserov-Belskiy, ‘Rusya için en iyi senaryo Ukraynalılar tarafından yapılacak bir halk oylaması olacaktır, zira bu kararın geri alınması zor olacaktır ve Batı tarafından saygı gösterilmesi gerekecektir’ diye konuştu.”

Putin, barış görüşmeleri için koşulları açıkladı: Ukrayna, Rusya’ya bağlanan bölgelerden tamamen çekilmeli

Kommersant: İsviçre’deki Ukrayna konferansı çatışmanın sona ermekten uzak olduğunu gösteriyor

“Ukrayna tarafından İsviçre’nin ev sahipliğinde başlatılan barış konferansı, bazı önemli istisnalar dışında, forum katılımcılarının çoğunluğu tarafından imzalanan bir bildiri ile noktalandı. Bildiri, Ukrayna’nın barış formülündeki on maddeden üçünü içermekle birlikte, barışa yönelik herhangi bir özel adım ortaya koymuyor; bunlar henüz formüle edilmedi.

Mayıs ayından bu yana üzerinde çalışılan belge birkaç kez değişikliğe uğradı ve foruma katılan 92 ülkeden 79’u tarafından imzalandı. İsviçre Federal Dışişleri Bakanlığı’nın internet sitesinde yer alan açıklamaya göre Ermenistan, Bahreyn, Brezilya, Hindistan, Endonezya, Ürdün, Libya, Meksika, Suudi Arabistan, Güney Afrika, Tayland, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mauritius belgeyi imzalamayı reddetti. Mauritius katılımcılar listesinde yer almazken toplantıya ada ülkesinden bir heyet katıldı. Etkinliğe katılan uluslararası kuruluşlar arasında Rusya’nın üyesi olmadığı Avrupa Konseyi, Avrupa Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu bildiriyi imzalarken AGİT, Birleşmiş Milletler ve Amerikan Devletleri Örgütü imzalamayı reddetti.

Belgede, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünden bahsedilmesi Kiev açısından büyük önem taşıyordu. Ukraynalı lider Vladimir Zelenskiy, toplantının ardından düzenlediği basın toplantısında Rusya’nın toprak bütünlüğüne saygı göstermesi halinde ülkesinin ‘yarın gibi erken bir tarihte’ barış görüşmelerine hazır olacağını ifade etti. Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi Genel Direktörü İvan Timofeyev, Kommersant‘a verdiği demeçte ‘Bildiri, Ukrayna’nın tutumunu oldukça belirsiz de olsa sağlamlaştırdığı için siyasi bir ağırlığa sahip. Şu anda kağıt üzerinde ve daha sonra buna atıfta bulunacaklar’ dedi.

Ancak Ukrayna’nın bildirideki tutumu, Rusya’nın, Devlet Başkanı Vladimir Putin tarafından zirve öncesinde formüle edilen tutumuyla çelişiyor. Ukraynalı lider ve onu destekleyen hükümetler ülkenin toprak bütünlüğü konusunda BM Tüzüğüne atıfta bulunurken Putin BM Tüzüğünün halkların kendi kaderini tayin hakkından bahseden 1. Maddesinde yer alan 1. Fıkraya atıfta bulunuyor. Moskova, Donetsk ve Lugansk halk cumhuriyetlerinin yanı sıra Zaporojye ve Herson oblastlarının Rusya’ya katılmadan önce bağımsızlıklarını ilan ederek kendi kaderlerini tayin etme haklarını kullandıklarında ısrar ediyor. Şimdi de Rusya, barış müzakerelerine başlamanın bir koşulu olarak Ukrayna birliklerinin bu dört bölgeden tamamen çekilmesini talep ediyor.

Dolayısıyla Ukrayna ve Rusya’nın tutumları hala birbirinden son derece uzak ve bu da hızlı bir çözüm için çok az umut bırakıyor. Siyaset bilimci Samuel Charap, Kommersant‘a verdiği mülakatta ‘Bu noktada görüşmeyi reddediyorlar, bu yüzden başka neler olabileceği konusunda iyi bir fikrimiz yok’ diye konuştu.”

İzvestiya: Fransa’da aşırı sağın kazanması Paris-Kiev ilişkilerini kötüleştirebilir

“Fransa’da önümüzdeki parlamento seçimlerinde Ulusal Birlik’in kazanması halinde, Ukrayna’ya destek Paris için daha zorlu hale gelebilir. Bununla birlikte, partinin muhaliflerinin yüksek sesli konuşmalarına rağmen Fransa’nın yakın zamanda dış politikasında toptan bir değişiklik görmeyeceğini söyleyen Moskova Devlet Üniversitesi’nde kamu hukuku doktoru ve misafir profesör olan Karine Bechet-Golovko, ‘Fransa, Ukrayna’yı desteklemekten vazgeçebilir’ dedi.

Bechet-Golovko, ‘Seçmenler [Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel] Macron’a karşı oy kullanmaya hazır. Eğer Ulusal Birlik parlamentoda çoğunluğu ele geçirirse Jordan Bardella başbakan olabilir ama kendisi Ukrayna yanlısı bir siyasetçi. Ukrayna’yı desteklerken Rusya ile savaşa karşı çıkıyor. Radikal bir küreselleşmeci olan Macron’un aksine ılımlı bir küreselleşmeci olduğu için bu durum Moskova’nın işine yarayacaktır. Bu da Ukrayna’ya olan desteği yavaşlatabilir’ ifadelerini kullandı.

Bardella’nın kabinenin başına geçmesi halinde ülke, Macron’un muhalefetten bir başbakanla birlikte hareket etmek zorunda kalacağı bir durumla karşı karşıya kalacak. Moskova Devlet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü (MGIMO) Uluslararası Eğilimler Analizi Laboratuvarı (LITRA) araştırmacılarından Aleksey Çihaçov, İzvestiya‘ya yaptığı açıklamada Beşinci Cumhuriyet bu durumu daha önce de yaşamış olsa da, Macron’un merkezcileri temsil etmesi ve Bardella’nın aşırı sağcı bir siyasetçi olması nedeniyle buradaki dinamiğin tuhaf olacağını kaydetti: ‘Onun [Bardella] Macron’dan tek büyük farkı, ilkinin çıtayı yükseltmeye istekli olmaması. Macron 2024 yılı boyunca Fransa’nın Ukrayna’ya asker gönderebileceğini söylerken, Bardella için böyle bir senaryo kabul edilemez.’

Her halükarda, Ulusal Birlik’in muhtemel zaferi Batı’nın Kiev’e verdiği desteğin zayıfladığına işaret edebilir ki Ukraynalı yetkililer de bunun farkında gibi görünüyor: 11 Haziran’da Federal Meclis’te konuşan Ukrayna lideri, Avrupa’daki aşırı sağcı partilerin Rusya yanlısı söylemlerini ‘tehlikeli’ olarak nitelendirmişti.

Viktor Orban liderliğindeki Macar hükümeti Ukrayna’daki savaşa net bir şekilde karşı çıkmaya devam ediyor. Macaristan Başbakanına göre Avrupa seçimleri, Fransız parlamentosunun feshedilmesi, Belçika hükümetinin istifası ve Alman iktidar partisinin seçimlerde ikinci sırada yer almasının da gösterdiği gibi, halklarını çatışmayı desteklemeye zorlayan Avrupa hükümetlerinin kaybettiğini gösterdi.”

New York Times, Rusya ile Ukrayna arasındaki İstanbul anlaşmasının metnini yayımladı

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Julius Evola: Yeni Sağ’ın favori filozofu

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya ve İtalya’nın yenilmesine rağmen, emperyalist düşünceye sirayet eden faşist eğilimler şu ya da bu kılıklarda savaş sonrası Avrupa ve ABD’de ortaya çıkmaya devam etti. İtalya’da Mussolinici neofaşistlerin ilham perisi Julius Evola, gerek 20. yüzyıl başındaki antidemokratik düşüncenin, gerekse de iki savaş arasındaki faşist hareketlerin temel eğilimlerini düşüncesinde barındırır: Kast sistemi sevgisi ile kitle “hayvanına” karşı doğu dinleri; demokrasiye ve sosyalizme duyulan nefret; eşitlik fikrine karşı aristokratik imtiyazlara övgü… Evola şimdi, 100 yıl sonra tekrar ortaya çıkan “batı dünyasının çöküşü” anlatısını benimseyen Yeni Sağ’ın en önemli filozoflarından biri olarak kendini gösteriyor: Evola’nın gelenek, ırk ve modernitenin yarattığı toplumsal çöküş tehdidi üzerine yazdıkları, Yeni Sağ’a ilham vermeyi sürdürüyor.


Julius Evola: Aşırı sağın favori filozofu “süperfaşist” yeni bir nesli radikalleştiriyor

Christopher Harding
Unherd
8 Haziran 2024

25 Kasım 1970’te, büyük Japon romancı ve oyun yazarı Yukio Mişima, Japonya Öz Savunma Kuvvetleri Doğu Komutanlığı’nın Tokyo kışlasının komutanıyla bir randevu için geldi. Ziyaretinde kendisine eşlik eden dört kişinin yardımıyla Mişima, komutanı bir sandalyeye bağladı ve ardından savaş sonrası Japonya’ya kin kusmak için onun balkonuna çıktı. Aşağıda şaşkın askerlerden oluşan bir kalabalık, Mişima’nın, vatandaşlarını ekonomik refah peşinde koşarken “ulusun ilkelerini unutmakla, yerel ruhlarını kaybetmekle, özü düzeltmeden önemsiz olanın peşinden gitmekle [ve] kendilerini manevi boşluğa sürüklemekle” suçlayarak bilfiil darbe çağrısında bulunduğunu duydu.

Mişima’nın konuşmasına ve ardından gelen intihar ritüeline (komutanın ofisinde karnına bir samuray kılıcı saplamış, ardından yoldaşlarından biri kafasını kesmişti) çoğu Japon’un verdiği tepki şaşkınlık ve üzüntüden ibaretti. Hem Japonya’da hem de dünya çapında başkaları Mişima’nın mesajının yankı bulduğunu fark etti.

Bunların arasında, o sıralarda 70’li yaşlarının başında olan İtalyan filozof Julius Evola da vardı. Japonya’nın faşist teokrasisinin “mucizesi” olarak gördüğü şeyin 25 yıl önceki çöküşüyle hayal kırıklığına uğrayan Evola, Mişima’nın son eyleminde, ülkesinin önce savaş sonrası işgalci, sonra da eşitsiz bir ittifakın ortağı olarak ABD tarafından içine atıldığı müreffeh uykudan uyanması için cesur bir çağrı görmüştü.

1898’de Roma’da doğan Julius Evola, Batı dünyasını içinde bulunduğu kötü durumdan kurtarmak için ilham almak üzere sık sık Asya’ya baktı. Bu konuda pek de alışılmadık değildi. Goethe’den Coleridge’e kadar pek çok romantik, Hint tiyatrosunda ve felsefesinde Avrupa’nın kaybetmiş gibi göründüğü bir derinlik ve canlılık buldu. Ve 1800’lerin ikinci yarısından itibaren Japonya bir ilham kaynağı haline geldi: insanları ve manzarası, resimleri ve tahta baskıları, kaligrafisi ve kimonosu, Zen Budizmi ve çay seremonisi.

Fakat bu ilginin büyük bir kısmı ruhani ve estetik yenilenmeye odaklanırken, Evola’nın Asya ile olan ilişkisi ruhani olanla siyasi olanın iç içe geçmesiyle tanımlanıyordu. Zen ya da Hindistan’ın Vedanta felsefesine ilgi duyan pek çok Batılının kişisel politikaları, özellikle savaş sonrası dönemde ilericiliğe doğru kayarken, Evola aşırı sağın önde gelen düşünürlerinden biriydi ve fikirleri Faşist İtalya ve Nazi Almanyası’ndaki (kendisinin istediğinden daha az ölçüde de olsa) figürlere ve daha sonra savaş sonrası dünyadaki pek çok kişiye ilham verdi.

“Doğu”nun barış ve sevgi çağrışımları arasında genellikle göz ardı edilse de, Asya fikirleri ve uygulamaları, özünde elitizm, ırkçılık ve çatışma olan Batı ideolojilerini desteklemek için kullanılmıştır. Bu durum, yorumcunun ilk etapta Batı yaşamında neyin yanlış ya da eksik olduğunu düşündüğüne bağlıydı. Modern Batının 20. yüzyıldaki pek çok eleştirmeni yakın geçmişe ve endüstriyel kapitalizmin Avrupa’nın doğasına ve ruhuna verdiği zarara odaklanırken, Almanya ve İtalya gibi ülkelerde yazarların daha da geriye, Avrupa’nın Hıristiyanlaştırılmasının felaketi olarak gördükleri şeyin ötesine, İskandinav mitinin, eski Alman folklorunun ve İmparatorluk Roma’sının diyarlarına uzandıklarını görebiliriz. Bu ilgi alanlarını, moderniteyle mücadelede ve kaybolan değerleri ve insani yetenekleri geri kazanmada ek ilham kaynakları olarak okült ve Doğu düşüncesine yönelik araştırmalarla birleştirmeyi başardılar.

Almanya’da, ülkenin kültürel ve ırksal köklerini arayışında ortaya çıkan tema, Almanların o zamanlardan beri yabancılaştığı hayat dolu, barışçıl, pastoral bir geçmişti. Wilhelm ve Jacob Grimm kardeşler tarafından derlenen ve yayınlanan peri masallarında, Alman köylü yaşamı mutlu ve sağlıklı, fakat sürekli olarak şiddet yanlısı yabancıların (cadılar, vampirler ve şeytanlar) tehdidi altında tasvir ediliyordu. Hindistan bu goblenin içine pastoral bir cennet olarak –Alman filozof Johann Gottfried Herder “kendilerini en masum yiyeceklerle, sütle, pirinçle, ağaçların meyveleriyle, anavatanlarının dağıttığı sağlıklı otlarla besleyen nazik Hindulardan” övgüyle söz ediyordu– ve uzun zaman önce, Almanların haklı olarak soyundan geldiklerini iddia edebilecekleri bir Aryan medeniyetinin sözde yuvalarından biri olarak dokunmuştu. Nazi ideologlarının elinde tüm bunlar, çökmüş, vampir Slavlar ve Yahudilerle karşı karşıya gelen, şimdi ve burada bir Ari ırk dramına dönüştü.

İtalya’da, Evola’nın Batının çöküşüne dair özel hissi, aristokrat Sicilyalı geçmişi ve genç bir adam olarak gündelik hayatın boşluğunu aşma özlemiyle yaşadığı deneyim tarafından şekillendirildi. 1917’de gönüllü olarak orduya katıldı ve savaştan sonra Dadacı resim ve şiire yönelmeden önce kısa bir süre aktif hizmet gördü. Üniversitede mühendislik okudu ama akademinin burjuva geleneklerinin kendisine göre olmadığını iddia ederek eğitimini tamamlamadı.

Katolik yetiştirilme tarzını reddeden Evola, halüsinojenler, büyü ve Budizm ve Taoizm’den anladıklarıyla aradığı aşkınlığı tattı. Budist kutsal metinlerini okuması, 1922’de intihara meyilli olduğu bir dönemde ona yardımcı oldu ve Lao Tzu’nun öğretilerinde Evola, “Mutlak Birey” olarak adlandırdığı şeye dönüşmenin yolunu buldu. Bu, kişinin güçlü, amaca yönelik ve maddi ve kültürel kısıtlamalardan özgür hale geldiği “büyülü, parlak bir aşılmazlık” haliydi.

Fransız filozof René Guénon, küresel tarihi kozmik bir amaç doğrultusunda okuyarak Evola’nın fikirlerinin şekillenmesine yardımcı olmuştur. Guénon, gerçekliğin geri kalanının kendisinden kaynaklandığı “Mutlak” hakkındaki ilkel hakikatlerin, dünyanın dini gelenekleri içindeki hünerli kişiler aracılığıyla çağlar boyunca aktarıldığını iddia etti. Bu hakikatlerin modern Batıda materyalizm, akıl ve ilerlemeye aşırı vurgu yapılması nedeniyle kaybolduğunu ileri sürdü. Bununla birlilkte bu hakikatler Hindistan gibi yerlerde, özellikle de Herder ve Goethe gibi Alman Romantikleri tarafından da çok sevilen Vedanta felsefe okulunda hala bulunabiliyordu. Guénon, “Doğu doktrinleri” aracılığıyla ilkel hakikatler konusunda eğitilmiş ruhani entelektüellerden oluşan yeni bir elit görmeyi ve Batıyı kutsalı merkezine alan bir medeniyet olarak yeniden kurmayı umuyordu.

Guénon’un fikirleri ve programı, Latince tradere’den gelen ve bir nesilden diğerine “aktarılan” bir şeyi –bu durumda bilgeliği ve dünyada var olmanın belirli bir yolunu– ima eden “Gelenekselcilik” olarak adlandırıldı. Evola hareket içinde önemli bir ses haline geldi, fakat Guénon’un aksine onun Aryan-Germenler ve Romalılardan oluşan gelecekteki ruhani elit vizyonu büyük ölçüde Nietzsche’nin Übermensch idealine borçluydu.

Evola, insanlık içindeki hiyerarşinin kozmosun düzeninin bir parçası olduğuna inanıyordu. Bu hiyerarşi fiziksel, ırksal ve toplumsal biçimler alır, fakat kökleri ruhani alemde yatar. Bazıları –kendisi de dahil olmak üzere– ruhani bir elitin içinde doğar ve bilgelikte ilerlemek ve Mutlak’a daha da yaklaşmak için çeşitli zorlu ruhani ve fiziksel disiplinleri kullanmalıdır.

Evola’ya göre Avrupa’nın son yüzyıllardaki trajedisi, bu kozmik hiyerarşinin sürekli olarak altının oyulmasıydı. İktidar, aristokrasiden burjuvaziye ve son olarak da demokratik imtiyazın genişletilmesi yoluyla kitlelere, giderek daha düşük seviyelere geçmişti. Bundan büyük ölçüde Hıristiyanlığı sorumlu tutuyordu. İmparatorluk Roma’sı, gerçek kozmik düzenin Hıristiyanlıktan çok daha yakın bir yansımasıydı. Evola’nın “proleter maneviyatı” olarak adlandırdığı Hıristiyanlığın yükselişi, parçalanma ve düzensizlik güçleri için bir zafere işaret ediyordu. Evola, bunu Hinduların kozmik zaman döngüsünün en alt noktasında –Kali Yuga ya da Karanlık Çağ– yaşadığımız fikrinde o kadar iyi ifade edildiğini bulmuştur ki, bu terimi belki de en iyi bilinen eserinin başlığına dahil etmiştir: Modern Dünyaya Karşı İsyan: Kali Yuga’da Siyaset, Din ve Toplumsal Düzen (1934).

Evola’nın radikal elitizmi Budizm’den aldığı ilhamı şekillendirmiştir. Batılı yazarlar 19. yüzyılın sonlarından itibaren tarihsel Buda’yı çeşitli şekillerde Viktoryen bir centilmen, Asyalı bir Mesih, yetenekli bir psikolog ve Hindistan’ın kast sistemini reddeden öncü bir demokrat olarak tasavvur etmişlerdir. Buna karşın Evola, Buddha’nın kshatriya (savaşçı) kastının bir üyesi olarak asil kökenlerini vurgulamıştır. Evola’ya göre Buda –ya da The Doctrine of Awakening’de [Uyanış Öğretisi] (1943) ondan bahsettiği şekliyle “Prens Siddhattha”– aydınlanmasına yol açan çileciliğe girişmek için gereken gücü bu soylu doğumdan almıştır.

Buda’nın başarıları Evola için aynı zamanda bir “kan ve ruh” meselesiydi. Budizm’i bir Aryan doktrini, Platon ve Romalı Stoacılar gibi öne çıkan figürlerin yer aldığı “kadim Aryo-Akdeniz dünyasının” dehasının bir ifadesi olarak görüyordu. Zen’e de büyük hayranlık duyuyordu. Evola’ya göre burada ciddi bireysel çaba, usta-çırak etkileşimi ve Japonya’nın “savaşçı soyluluğu” ile güçlü bağlarla karakterize edilen bir yol vardı. Samuraylar uzun yüzyıllar boyunca güçlerini aktarabilmiş ve değerlerini bütün bir halka aşılayabilmişlerdi. Ne yazık ki Zen, aralarında D.T. Suzuki’nin de bulunduğu ve onu modern Batı düşüncesi ve kaygılarıyla ilişkilendirmeye çok hevesli olan öğretmenler tarafından Batıya tanıtılmıştı. Evola’ya göre sonuç, ruhani gerçekler yerine psikolojiyle –aşkınlık ve Mutlak Birey’in uyanışı yerine kişisel gelişimle– ve aydınlanmanın herkes için mevcut olduğu şeklindeki yanlış yönlendirilmiş eşitlikçi fikirle ilgilenmek olmuştur.

Nihayetinde Evola ne İtalya’nın Faşistlerine ne de Almanya’nın Nazilerine Gelenekselci projeyi kabul ettirebildi, çünkü Gelenekselcilik içindeki derin elitizm onu popülist aşırı milliyetçilik için uygunsuz bir ortak haline getiriyordu. Ne var ki savaş sonrası dünyada etkili olmaya devam etti. 1949-50 yıllarında İtalyan neo-faşistlerin, bazıları Evola ile bağlantılı olan bir dizi bombalama girişiminin ardından tutuklandı ve Faşizmi yüceltmek ve Faşist Parti’nin yeniden canlanmasını teşvik etmekle suçlandı. 1951’deki duruşmasında Evola, Mussolini’nin Faşist Partisi ile herhangi bir bağlantısı olduğunu reddetti (hiçbir zaman bu partiye katılmamıştı), fakat faşizmi demokrasiye karşı olmak şeklinde tanımlayanların Dante Alighieri’yi de kınayacağını ve Evola’nın kendisinin de bir “süperfaşist” olarak görülebileceğini söyledi.

Evola beraat etti, ancak İtalya’daki neo-faşistlerin birçoğu Evola’nın yazılarını överken ve Evola’yı Roma’daki evinde ziyaret ederken, Evola’nın fikirlerinden esinlenen terör saldırılarında sorumluluğu olup olmadığı konusunda sorular devam etti. Bu sorular özellikle İtalya’nın “Kurşun Yılları” sırasında ve sonrasında gündeme geldi: 1969’dan 1988’e kadar süren bu dönemde Sol ve Sağ’daki aşırılık yanlıları binlerce saldırı düzenledi ve 400’den fazla kişiyi öldürdü.

Evola’nın eserlerinin satışları 2010’ların ortalarında Donald Trump’ın baş stratejisti Steve Bannon’ın hayranı olduğunu açıklamasıyla artış gösterdi. Evola’nın Bannon’ın Yahudi-Hıristiyan değerleri ve serbest piyasa savunuculuğuna ayıracak pek vakti olmazdı. Fakat Evola’nın kalıcı cazibesinin bir kısmı, moderniteye karşı ortaya koyduğu büyük ambalajlı davada yatıyor gibi görünüyor: şu anda yanlış insanlar yönetimde ve doğru insanlar sadece tarihe değil, ırksal-biyolojik, ahlaki ve hatta kozmik düzenin bir kombinasyonuna sahipler. Algoritma güdümlü öfke çağındaki sempatik okuyucular –haklı, edimsel ya da ikisinin bir kombinasyonu– Evola’nın açık sözlü özgüveninden ve şovenizminden yararlanabilir ve ayrıntıları seçebilirler. Çağdaş hayranları arasında Macaristan’ın Jobbik’i ve Yunanistan’ın Altın Şafak’ı gibi Sağ ve aşırı Sağ Avrupa siyasi partileri bulunuyor. Ayrıca Evola’nın, etkili Bronz Çağı Manifestosu’nun (2018) yazarı Bronze Age Pervert gibi yazarlar üzerinde de etkili olduğu görülüyor.

Bu hafta sonu yapılacak Avrupa seçimleri, Evola’nın son yıllarında beslediği neo-faşistlerle aynı demografik yapıya sahip, radikal değişim arayışındaki hoşnutsuz genç erkeklerin aşırı sağ partilere olan desteğin artmasına yardımcı olduğu yönündeki korkuların odak noktası haline geldi. Avrupa’nın sağ partileri kendi aralarında bazı konularda ayrışıyor: ekonomik özgürlükçülere karşı korumacılar, Putin yanlılarına karşı Putin karşıtları gibi. Fakat göç ve kültür savaşı konularında pek çok ortak noktaları ve Evola’nın gelenek, ırk, modernitenin yarattığı toplumsal çöküş tehdidi ve siyasetin teknokratik bir tamirat değil, büyük bir kurtuluş projesi olduğu yönündeki düşüncelerinden alabilecekleri pek çok şey var – bir ülkeyi ya da bir bütün olarak Avrupa’yı “kurtarma” ihtiyacının artık siyasi retorikte ne kadar sık dile getirildiğine tanık olun.

Asya’nın modern Batı üzerindeki etkisinin daha yumuşak, daha çekinik tarafının hayranları bu noktada çok rahat olmamalıdır. Asya’ya özgü fikir ve uygulamaların Evola için cazibesi, birçok açıdan Beat, hippiler ve daha genel olarak farkındalık, yoga ve sağlıklı yaşamın çağdaş uygulayıcıları için cazibesine benzemektedir. Bize söylendiğine göre bu fikirler, lekelenmiş kültürlerimizin ve hastalıklı kurumlarımızın ötesinde, gelişmiş bir görme netliği sunuyor. Kişiyi sadece daha fazla bilgi biriktirmenin ötesine taşımayı ve bunun yerine zihin, beden ve ruh olarak dönüştürmeyi vaat ediyorlar. Yoganın sizi bir faşiste dönüştürme riski taşıdığını söylemek biraz abartılı olur. Fakat sağlıklı yaşamın sosyal medyada nasıl göründüğüne bir bakın –gücü, esnekliği, odaklanmayı, canlılığı, metanetli sakinliği ve üstünlük duygusunu yüceltiyor– ve birdenbire burada da 20. yüzyılın karanlık tarafları o kadar da uzak görünmüyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İsrailli yazardan rehine operasyonu yorumu: İsrail yıllardır hastaydı şimdi ise ölü

Yayınlanma

Deneyimli İsrailli gazeteci ve yorumcu Gideon Levy, İsrail’in yüzlerce sivili katlederek gerçekleştirdiği rehine kurtarma operasyonu sonrası İsrail’de yapılan zafer yorumlarına ve coşkuya itiraz ediyor. Aşağıda tam metnini okuyacağınız köşe yazısında İsrail toplumu adına özeleştiri yapıyor ve soruyor “Vicdansız bir toplum hayatta kalabilir mi?”

***

İsrail “vicdan-ektomi” geçirdi. Vicdansız bir toplam hayatta kalabilir mi?

Gideon Levy

Vicdanı olmayan bir toplum var olabilir mi? Vicdan ortadan kaldırıldıktan sonra bir devlet işlevini sürdürebilir mi? Vicdan, kalp ya da beyin gibi hayati bir organ mıdır, yoksa onsuz da yaşanabilen dalak ya da safra kesesi gibi mi? Belki de tiroid gibidir: Onun yerine geçecek bir hormon aldığınız sürece onsuz da yaşayabilirsiniz? Bu sorular, ülkenin 7 Ekim 2023’te tam bir vicdan ameliyatı geçirmesinden sonra her İsrailli tarafından sorulmalı. İsrail o zamandan beri vicdansız. Şimdilik hayatta gibi görünüyor.

İsrail’in son birkaç ayda geçirdiği süreç, ancak vicdanından kopuş olarak tanımlanabilir. Yıllardır hastaydı; şimdi ise ölü. Sayısız açıklama ve gerekçe var, ancak soru tüm gücüyle ortada duruyor: Bir toplum nasıl olur da vicdanı olmadan zaman içinde varlığını sürdürebilir?

İsrail, 7 Ekim akşamı, o günün getirdiği tüm vahşetle birlikte kendi kendine şöyle dedi: Vicdanla işimiz bitti. Şu andan itibaren sadece biz varız, başka kimse yok. Şu andan itibaren sadece güç var, başka bir şey yok. Bizim için binlerce ölü çocuk, ölü anneleri, tam yıkım veya açlık, sefalet içindeki insanların sürülmesi ya da topyekûn terör uygulanması yok.

Artık İsrail’i fedakârlığı, maruz kaldığı ceza, çektiği acılar ve cesareti dışında hiçbir şey ilgilendirmiyor. Son günler bunun kesin kanıtını ortaya koymuştur. Sonuç olarak, artık ahlaki sorulara yer kalmadı. O duygu gitti.

Geçen cumartesi dört rehinenin kurtarılmasının ardından İsrail’de patlak veren coşku haklı, insani, kapsamlı ve çok dokunaklıydı. Bu coşkuya eşlik eden körlük ise ulusal vicdanın yok oluşunu kanıtlıyordu.

Hamas yönetimindeki Gazze Sağlık Bakanlığına göre sadece kurtarma operasyonunun yapıldığı gün, Nuseyrat Mülteci Kampında 274 kişi öldü ve 698 kişi de yaralandı. Ambulans, özel araç ve eşek arabalarının yüzlerce yaralıyı ve cesedi Deyr Belah’taki tamamen dolmuş hastaneye taşıdığı görüntüler, savaşın en zor görüntüleri arasındaydı.

İsrail bunları gizlemeyi, hafızasından silmeyi, varlığını inkâr etmeyi seçti; sanki gizlendiklerinde ve görmezden gelindiklerinde bunlar yaşanmamış gibi. İsrail kendini sevince boğdu; bütün hafta boyunca- gerçekten de cesur olan operasyona, gerçekten de cesur olan kurtarıcı askerlerin cesaretine, öldürülen ve operasyona adı verilen subaya- övgü şarkıları sürekli tekrarlandı ve operasyon sırasında Nuseyrat’ta başka neler olduğuna dair tek bir kelime bile edilmedi.

Kanal 12 Haberlerinden Daphna Liel operasyonu “mükemmel” olarak tanımlarken ne demek istiyor? 300 ölümün mükemmel olduğunu mu? Peki bin kişi öldürülmüş olsaydı, Liel yine de operasyonun mükemmel olduğunu düşünür müydü? On binlerce ceset Liel’in mükemmellik sınırını aşar mıydı? İsrailliler için çizgiyi aşan sayı ne olurdu? Nuseyrat’a atılan bin bomba soru işaretleri yaratır mıydı? Bu çok şüpheli.

Sınır Polisi Komutanı Tümgeneral Itzhak Brik, rehineleri kurtaran kahraman güçlerin “cerrahi” bir operasyon gerçekleştirdiklerini ve “değerler” tarafından yönlendirildiklerini söylerken neyi kastediyor? Değerler tarafından yönlendirilmeyen bir şekilde insanları öldürmek neye benzer? 300 ölü “cerrahi” bir operasyon mudur? Soykırım amaçlı öldürme neye benzer? Kimse aksini söylemediğinde ya da bu tür ifadeleri düzeltmediğinde, kimse çekincelerini dile getirmediğinde ya da ülkenin plajlarındaki kitlelerin sevincini gölgelememek için bir soru işareti bile eklemediğinde, burada çok yanlış bir şey var demektir.

Açıkçası bu dokunaklı kurtarma olayı kutlanmalıydı. İsrailliler aylardır yaşadıkları ve henüz bitmemiş olan cehennemde bir anlık sevinci hak ediyorlar. Ancak Filistinlilerin ödediği bedeli görmezden gelemeyiz, gelmemeliyiz, her ne kadar bu bedelin kaçınılmaz ve hatta tamamen haklı olduğuna inananlar olsa da.

Dört rehinenin kurtarılması ve vatandaşların bir anlık sevinci adına on binlerce insanın canlarıyla, bedenleriyle, ruhlarıyla ve mallarıyla ödediği bedeli bu kadar bariz bir şekilde görmezden gelen bir toplum, hayati bir şeyden yoksundur. Bu, vicdanını kaybetmiş bir toplumdur.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English