DÜNYA BASINI
Zelenskiy’in Batı’ya başarısız yolculuğu
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.tr
Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz değerlendirme yazısı, Wu Cheng’en’in klasik eseri Batıya Yolculuk ile Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy’in fiyaskoyla sonuçlanan Washington ziyareti arasında nüktedan bir karşılaştırma yaparak başlıyor. Bireyin ruhani olgunlaşma sürecini anlatan derin bir alegori olan Batıya Yolculuk, keşiş Tang Seng ve yoldaşlarının zorluklarla dolu serüveninin, yalnızca fiziksel bir yolculuk değil, aynı zamanda bilgelik ve hakikatin keşfiyle sonuçlanan bir içsel dönüşüm olduğunu anlatıyordu. Ukrayna’nın “Batı’ya yolculuğu” ise Tang Seng’in hakikati bulma çabasına hiç benzemiyor, zira onunki emperyalizmin çizdiği rotaya hapsolmuş bir figürün yola çıkması daha çok. Nitekim Washington’un kapılarında yapılan görüşmeler, Batı’nın stratejik hesaplarına mahkûm edilmiş bir devletin, efendisinden daha fazla silah, daha fazla destek dilenme çabasından ibaret. Bu hazin hikâye, yalnızca Ukrayna’ya değil, Batı’nın “müttefiklik” söyleminin ardında yatan gerçekleri görmek istemeyen herkese ders niteliğinde.
Başarısız bir “Batıya Yolculuk”
Andrey Kortunov
Russian International Affairs Council
4 Mart 2025
Çev. Leman Meral Ünal
Ming hanedanlığı döneminde Wu Cheng’en tarafından yazılmış, ünlü Batıya Yolculuk, Çin edebiyatının klasik romanlarından biri olmaktan çok daha fazlasıdır. Bu eser, aynı zamanda ruhani aydınlanma ve kendini yetiştirmenin, iç şeytanlarla savaşmanın ve kişinin kaderini keşfetmesinin büyülü bir sembolüdür; dönüşüm ve kefaret, gurur ve tevazu, öfke ve sakinlik gibi kavramlar hakkında bir hikayedir bir nevi. Tam da buradan hareketle, Volodimir Zelenskiy’in Washington’a gerçekleştirdiği son seyahatin onun için başarısız bir Batıya Yolculuk olduğu söylenebilir. Bu, Zelenskiy’in sadece tüm siyasi kariyeri boyunca yaşadığı en büyük aksiliklerden biri değil, modern dünya ve bilhassa Amerika Birleşik Devletleri’ne bakışını sarsması gereken bir şok olmuştur. Beyaz Saray’da 28 Şubat’ta yapılan görüşmenin olası yansımaları sadece ABD-Ukrayna ilişkileri üzerinde değil, muhtemelen tüm küresel siyaset üzerinde kalıcı etkiler bırakacak.
Görev tamamlandı
Ziyaretin arifesinde Moskova’daki pek çok kişi sadece endişeli değil, aynı zamanda olası sonuçları hakkında da ciddi kaygılar taşıyor olmalıydı. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve Birleşik Krallık Başbakanı Keir Starmer, Zelenskiy’in Beyaz Saray’a giden yolunu özenle döşemişlerdi; her ikisi de Ukraynalı mevkidaşlarından önce Donald Trump’ı ziyaret etmiş ve ABD liderini, önceki açıklamalarında Vladimir Putin ile bir “anlaşma” yapma niyetini dile getirmesine rağmen, Kiev’e azami desteği sürdürmesi için ikna etmeye çalışmışlardı. Peki ya, yetenekli bir aktör ve profesyonel bir iletişimci olan Zelenskiy, Trump’ı Ukrayna’ya güçlü Amerikan güvenlik garantileri sağlama gerekliliği konusunda ikna edebilseydi? Ya Beyaz Saray Moskova’ya daha fazla baskı uygulayabilmek için Kiev’e 2025 yılında daha fazla askeri ve siyasi destek sözü verseydi? Ya da öngörülemez ve tutarsız ABD Başkanı nihayet çok da uzak olmayan bir gelecekte Ukrayna’nın NATO üyeliğinin önünü açmaya karar verseydi?
Neyse ki tüm bu kaygı ve endişelerin yersiz olduğu ortaya çıktı. Macron ve Starmer’ın Washington’daki çabaları tamamen boşa çıktı. Oval Ofis’te her iki tarafın da nezaketli protokol sözleriyle başlayan Trump-Zelenskiy görüşmesi, nihayetinde şikâyetler ve karşılıklı serzenişlerin hâkim olduğu sert ve duygusal bir tartışmaya dönüştü. Beyaz Saray, daha önce hiç bu kadar açık bir diplomatik nezaketsizliğe sahne olmamıştı. ABD Başkan Yardımcısı JD Vance, konuşmanın başında Ukraynalı misafirin Ukrayna’daki duruma ilişkin değerlendirmesinin samimiyetini ve güvenilirliğini açıkça sorgulayarak görüşmenin tonunu belirledi. Trump ise Zelenskiy’in karşı karşıya olduğu durumu son derece açık bir dille özetliyordu: “İyi bir konumda değilsiniz. Şu anda elinizde kartlar yok.”
Batılı mevkidaşlarının sevgilisi olmaya alışmış Ukrayna Devlet Başkanı’nın böylesine sert bir yaklaşım karşısında afalladığı açıktı; karşı atağa geçmeye çalışsa da pek başarılı olamadı. İtirazları, ABD liderliğine ve genel olarak Amerika’ya yönelik bir saygısızlık göstergesi olarak yorumlandı. Sonuç olarak, Zelenskiy’in son üç yıldır Amerikan liderlerine yönelik giderek artan taleplerde bulunma stratejisi ters tepti. Trump, Ukrayna’nın baskısına boyun eğmeye niyeti olmadığını iç kamuoyuna göstermek zorundaydı.
Planlanan basın toplantısı iptal edildi ve Zelenskiy Beyaz Saray’dan eli boş, durumu hafifletmeye yönelik herhangi bir strateji geliştirme imkânı bile olmadan ayrıldı. ABD ile Ukrayna arasındaki ikili ilişkilerin geleceği belirsizliğini koruyor; nitekim aynı şey Rusya-Ukrayna anlaşmazlığının çözümünde ABD’nin angajmanının geleceği için de söylenebilir. Görüşmenin tam olarak hangi noktada kontrolden çıktığı ve titizlikle hazırlanan etkinliğin resmi protokolden sapmasını neyin tetiklediği psikologlara kalmıştır, ancak toplantının sonuçlarının Ukraynalı lider açısından beklenmedik ve son derece yıkıcı olduğu açık.
Hasar sınırlaması mümkün mü?
Elbette ABD’nin Kiev’e yönelik askeri ve siyasi desteğinin aniden ve geri dönülmez şekilde sonlandırılacağını iddia etmek yanlış olur. Bu türden yardım programlarında kurumsal ataletten kaynaklanan bir süreklilik söz konusudur ve Biden yönetimi, Ukrayna liderliğinin tam da bu tür beklenmedik durumlarla başa çıkmasına yardımcı olabilmek adına Kiev’e mümkün olduğunca fazla yardımı önceden tahsis etmişti. Aynı şekilde, Trump’ın aniden ve kesin bir biçimde Rusya yanlısı bir tutum benimsediği sonucuna varmak da hatalı olacaktır; zira, Amerikan Başkanı Kremlin ile gelecekte yapılacak müzakerelerde daha fazla manevra alanına sahip olabilmek için Rusya karşıtı yaptırımlarını 2026 başına kadar uzatmıştı. Ve elbette ABD genelinde Zelenskiy’e desteğini sürdüren birçok aktör hâlâ mevcut; bu gruplar yalnızca siyasal açıdan etkili olan Ukrayna diasporasıyla sınırlı kalmayıp, Washington’daki nüfuz sahibi bir dizi siyasetçiyi de içeriyor. Dolayısıyla, ABD-Ukrayna stratejik ortaklığının herkesin gözü önünde çözülmesini izlemeyecek birçok kişi olduğu açık. ABD’nin Ukrayna eksenindeki iç siyasi savaşları hiç şüphesiz devam edecek ve şu aşamada bunların nasıl neticeleneceğini tahmin etmek biraz zor.
Diğer küresel aktörlerin olası hamleleri açısından top şimdilik Avrupa’nın sahasında gibi gözüküyor. Avrupa Birliği ve Birleşik Krallık liderleri şu anda zorlu bir seçimle karşı karşıyalar: Ya Trump’ın yanında yer alarak Ukrayna’ya verdikleri desteği azaltmayı ve ABD ile birlikte Zelenskiy’e baskı yapmayı tercih edecekler ya da tam tersi, Washington’un muhtemelen 2025’ten itibaren bırakacağı boşluğu doldurmak adına Kiev’e yönelik askeri ve mali yardımlarını artırarak ABD Başkanı’na meydan okuyacaklar.
Tarihsel olarak, Avrupa devletlerinin Washington’da alınan kararları olduğu gibi takip etme eğiliminde olduğu bilinir, ancak mevcut koşullar altında bu eğilim Avrupa hükümetlerinin sadece küçük bir azınlığında karşılığını buluyor. Gerçekten de, Trump’ın ABD’nin Rusya-Ukrayna savaşındaki tutumundaki ani değişikliğine uyum sağlamak, Avrupa Birliği (AB) açısından yalnızca bir aşağılanma anlamına gelmeyecek, aynı zamanda AB’nin bir jeopolitik aktör olarak varlık göstermediğinin de açık bir ilanı olacaktır. Bazıları şimdiden Transatlantik ittifakının 1956’daki Süveyş Krizi’nden bu yana benzeri görülmemiş bir baskı altında olduğunu ileri sürüyor; zira o dönemde ABD, Fransa, Birleşik Krallık ve İsrail’i Mısır’a karşı yürüttükleri savaşı durdurmaya zorlamıştı. Şimdilik Avrupa’da, Ukrayna’ya yönelik desteğin süreceğine dair bir hava esmeye devam etse de bu söylemin modern askeri teçhizat ve yüz milyarlarca avroya tekabül edecek somut yardımlara dönüşüp dönüşmeyeceğini zaman gösterecek. Kaldı ki mesele yalnızca para da değil; şu anda Washington tarafından Kiev’e tedarik edilen sofistike ABD yapımı silah sistemlerinden bazılarının Avrupa’da tam anlamıyla eşdeğer bir karşılığı yok ve yakın vadede de bu tür benzerler ortaya çıkmayacağa benziyor.
Avrupa ülkelerinin bütçe öncelikleri arasında birçok başka kalemin yer aldığı ve Euro Bölgesi’nin ekonomik durumunun pek de iç açıcı olmadığı dikkate alındığında, kıtadaki hükümetler bu belirsizlik ortamında hareket etmek zorundalar. Avrupa ülkeleri, ABD ile bir ticaret savaşı ihtimaliyle karşı karşıya olmalarının yanı sıra, Washington ile Çin’e yönelik politikalar konusunda da görüş ayrılıkları mevcut. Tüm bu manzara, Ukrayna konusunda Trump ile yaşanacak olası bir krizi ve mevcut gerilimleri daha da derinleştirebilir. Sadece Macaristan Başbakanı Viktor Orbán ve Slovakya Başbakanı Robert Fico değil, kendisini AB’nin doğal lideri olarak konumlandırmaya çalışan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve İtalya Başbakanı Giorgia Meloni için dahi Brüksel ile Washington arasında net bir tercih yapmak neredeyse imkânsız. Bu tercih yapma konusundaki yetersizlik, Avrupa’nın ABD’den “stratejik özerklik” yönündeki çabalarını kaçınılmaz biçimde zayıflatacaktır.
Kremlin için bir fırsat mı?
Her halükârda, Zelenskiy’in Batı’ya Yolculuğu’nun başarısızlığı, zaten hızla değişen ABD-Rusya ilişkilerine yeni bir ivme kazandırıyor. Zelenskiy’in Beyaz Saray’daki beceriksiz ve hayal kırıklığı yaratan performansı, Rus tarafına çatışmanın sürdürülmesine dair tüm sorumluluğu Kiev’e yükleme imkânı tanıyor. Başkan Trump, Ukraynalı liderle yaptığı görüşme sırasında, Putin’e yönelik aşağılayıcı ya da küçümseyici olarak yorumlanabilecek herhangi bir ifadeden bilhassa kaçınmıştır. Yine, Zelenskiy’in Putin’in barışçıl bir çözüme gerçekten ilgi duymadığı ve aksine Ukrayna devletini tamamen yok etmeye takıntılı olduğu yönündeki tezlerini kabul etmeyi de net bir biçimde reddetmiştir. Dahası, Trump bir kez daha Putin’in “kardeş kavgası” niteliğindeki bu çatışmayı mümkün olan en kısa sürede sona erdirmeye içtenlikle bağlı olduğunu söyledi. Zelenskiy’in Batı’ya Yolculuğu’nun fiyaskoyla sonuçlanması, ABD Başkanı’nı Rus liderle devam eden temaslarına daha fazla ağırlık vermeye sevk edebilir.
Zelenskiy’in Washington ziyaretinden hemen önce, ABD ve Rusya diplomatlarının İstanbul’da, iki ülke arasındaki neredeyse tamamen kopmuş diplomatik iletişim kanallarını yeniden tesis etmeye yönelik önemli bir toplantı gerçekleştirdiği de not edilmelidir. Bu görüşme oldukça verimli geçmiş, yeni temaslara dair planlar belirlenmiş ve değişen ikili ilişkilerin dinamiklerini pekiştirecek bir ABD-Rusya zirvesi ufukta belirmeye başlamıştır.
Yine de Rusya’da ABD ile esaslı bir diyaloğun yeniden başlatılmasının arzu edildiği konusunda geniş bir fikir birliği olduğunu söylemek abartılı olur. Uzman çevrelerin ve Rus kamuoyunun büyük bir kısmı, Donald Trump’a, tıpkı diğer ABD liderleri gibi, güvenilemeyeceğine ve güvenilmemesi gerektiğine ve Beyaz Saray’da hangi yönetim kalırsa kalsın Rusya-ABD ilişkilerinin çatışmacı olmaya mahkûm olduğuna kesin olarak inanıyor. Amerikan karşıtı söylemlerin güçlü şekilde yankılandığı Moskova’da, hâkim tutumları değiştirmek kolay olmayacaktır. Aslına bakılırsa, son haftalarda uluslararası gelişmeler, Rusya’nın yerleşik dış politika anlatısını kökten sorgulamaya açtı. Bu anlatıya göre, “Anglosakson” ittifakının başını çektiği sözde “kolektif Batı” Rusya’ya varoluşsal bir meydan okuma sunuyor ve onu tamamen yok etmeye değilse bile stratejik bir yenilgiye uğratmaya kararlı. Ancak bugün gelinen noktada, “Anglo-Sakson” ittifakının çökmekte olduğu ve Rusya karşıtı direncin Atlantik Okyanusu’nun doğu kıyısında [Avrupa] batı kıyısından [ABD] çok daha güçlü olduğu ortaya serilmiştir. Bu değişimin Rusya’da doğru bir şekilde özümsenmesi ve sindirilmesi gerekiyor belki de.
Her halükârda, Rus halkının çoğunluğu Moskova ve Washington arasındaki bitmek bilmeyen çatışmalardan bıkmış durumda; bu yüzden de ikili ilişkilerin temelden sıfırlanmasını değilse dahi en azından gerginliklerin bir nebze olsun azaltılmasını memnuniyetle karşılayacaktır. ABD’nin, Zelenskiy’i şahsen ikna edemese bile, en azından Ukrayna siyasal elitini Moskova ile barışçıl bir çözüm için daha gerçekçi bir tutum benimsemeye yönlendirme potansiyeline sahip olduğu yönünde umutlar ise geçerliliğini koruyor.
Ya ABD Avrupa’yı terk ederse?
Beyaz Saray’daki Trump-Zelenskiy görüşmesinin kötü sonuçlanması, sabırsız ve öngörülemez yapısıyla bilinen ABD Başkanı’nı Rusya-Ukrayna çatışmasını çözme çabasından uzaklaştırabilir. Nitekim, Trump’ın, daha önce büyük bir önem atfettiği “nadir toprak elementleri anlaşması”na olan ilgisini de kaybettiği öne sürülüyor. Bu anlaşma, Beyaz Saray’daki görüşme esnasında resmen imzalanacaktı; ancak Trump, son aşamada bunun çabaya değmeyeceğine karar vermis olsa gerek. Belki de bunun yerine, dikkatini Orta Doğu’ya, Çin ile ilişkilere ya da ABD’nin Batı Yarımküre’deki hegemonik konumunu pekiştirmeye yönlendirecek. Trump, siyasi yatırımlarından hızlı geri dönüşler elde etmek isteyen bir lider; Rusya-Ukrayna savaşının böyle bir getiri sunmadığı durumda, “anlaşmaları” başka yerlerde arayabilir.
Avrupa’daki krizin ABD’nin aktif katılımı olmadan çözülmesi daha mı kolay olur? Rusya’daki bazı çevreler, Washington’un Avrupa meselelerine ne kadar az burnunu sokarsa kıtanın güvenliğinin o kadar iyi olacağını savunuyor. Ancak, böylesi bir varsayımın kesin doğruluğunu kabul etmek mümkün değil. ABD’nin Avrupa’dan tamamen çekilmesi, Avrupa’nın genel stratejik istikrarı üzerinde olumsuz etki yaratabilir- en azından kısa vadede, birçok yeni güvenlik tehdidi ve belirsizlik yaratabilir ve hatta yeni bir dünya savaşı riski doğurabilir. Şayet Transatlantik ittifakı zamanla ortadan kalkacaksa, etrafındaki herkesin bunun mümkün olduğunca düzenli ve sorunsuz şekilde çözülmesiyle meşgul olması gerekir.
İlginizi Çekebilir
DÜNYA BASINI
Trump’ın İran planını Gazze bozabilir
Yayınlanma
60 dakika önce30/03/2025
Yazar
Harici.com.tr
Çevirmen notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz değerlendirme yazısı, Batı merkezli jeopolitik okumaları temel alan ve ABD dış politikasını bu kurumsal çerçeve içerisinde anlamlandırmaya çalışan Atlantic Council’den. Her ne kadar makale, Washington’un bölgesel stratejisinin içsel çelişkilerini doğrudan sorgulamasa da, satır araları, emperyal tahayyüllerin kırılgan doğasını ele veren ipuçları barındırıyor. Trump yönetiminin İran’ı sınırlandırma hedefiyle bölgesel müttefikleri arasında bir denge tesis etme çabası, İsrail’in Gazze’deki savaşına koşulsuz destek verdiğinde bir paradoksa dönüşüyor. Makale de, ABD’nin Yemen, Suriye ve Lübnan’da “istikrar” söylemi altında İran’a karşı mevzilenme girişimlerini aktarırken, aynı zamanda Gazze’de süregiden savaşın bölgedeki güç dengelerini nasıl altüst edebileceğine dair örtük bir eleştiri sunuyor. Ne var ki ABD’nin bölgedeki varlığı, istikrarı sağlamak bir yana, sadece savaşları derinleştiren ve halkları kendi kaderlerine yabancılaştıran bir emperyal tahakküm mekanizması olarak işlemeye devam ediyor.
Trump’ın Orta Doğu stratejisi bir İran anlaşması üzerine kurulu; fakat Gazze bu denklemi bozabilir
Alan Pino
Atlantic Council
21 Mart 2025
Çev. Leman Meral Ünal
ABD Başkanı Donald Trump ve danışmanlarının Orta Doğu için kapsamlı bir stratejisi var mı, yoksa bölgede yanmaya devam eden ateşi söndürmeye dönük geçici çabalar mı sarf ediyorlar? Beyaz Saray’ın, Yemen’deki İran yanlısı bir milis grubu olan Husilere, Kızıldeniz’deki gemilere ve İsrail’e yönelik saldırılarındaki rolleri nedeniyle hava saldırıları düzenleme kararı, bu soruyu gündemde tutuyor. Ancak bu soruya verilecek yanıt, Yemen’in çok ötesine uzanan sonuçlar doğuracaktır.
Bazı yorumcular Trump’ın Orta Doğu politikasının doğaçlama ve kaotik olduğu hükmünü şimdiden vermişe benziyor. Ancak Trump’ın politik stratejisinin merkezinde İran ile bir nükleer anlaşma sağlamak ve İran’ın bölgedeki zararlı etkisini sınırlamak olduğu düşünüldüğünde, ABD yönetiminin İran, Yemen, Suriye ve Lübnan’a yönelik attığı adımlar, bu temel amaca hizmet eden hamleler olarak değerlendirilebilir. Buna karşılık yönetimin İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Gazze’deki savaşı yeniden başlatma kararına verdiği destek, Trump’ın İran ile mücadelede ihtiyaç duyacağı bölgesel desteğin altını oyma riski taşıdığından pek de akılcı görünmüyor.
Yemen: Mesele tamamen İran ile ilgili
ABD’nin 15 Mart’ta Husilere karşı başlattığı saldırıların birden fazla hedefi var gibi görünüyor. İlk hedef örgütün gemilere ve İsrail’e yönelik saldırılarını durdurmak. ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth bir röportajında bunu “Husiler saldırılarını durdurduğunda biz de durduracağız” diyerek dile getirdi. Ancak ABD yetkilileri, Husilere silah ve istihbarat sağlayan İran’ı bu saldırılardan sorumlu gördüklerini açık şekilde belirtiyorlar. Nitekim Trump’ın kendisi de Husilerin geri adım atmaması halinde İran’ın bir bedel ödeyebileceğini—muhtemelen İran’a yönelik bir askeri saldırı da dahil olmak üzere—söyledi.
ABD’nin Husilerin füze ve insansız hava aracı saldırılarını susturma konusunda göstereceği başarı, İsrail ve ABD çıkarlarına karşı en aktif İran vekil grubu olan Husilerin tehdidini azaltacaktır. Bu, bilhassa, İsrail ordusunun askeri operasyonları sonucu ciddi ölçüde zayıflayan Hizbullah ve Hamas’ın ateşkes ilanı sonrası daha da önem kazanıyor. Tabii Gazze’deki savaşın tekrar alevlenmesinin, Hamas’ı yeniden öne çıkardığını da hatırda tutmak gerek.
ABD’nin Husilere karşı güç gösterisinde bulunması ve İran’ı sıranın kendisine gelebileceği konusunda uyarması, Trump’ın Tahran’ı nükleer programı konusunda müzakerelere zorlama amacıyla tutarlı görünüyor. Husilere karşı başlatılan bu kampanya, İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’in Trump’ın müzakerelere başlama teklifini reddetmesinden sadece bir hafta sonra geldi. Bir de tabii Husilerin geçtiğimiz hafta İsrail’in Gazze’ye yardımı kesmesine misilleme olarak Kızıldeniz’deki İsrail gemilerine dönük saldırıları yeniden başlatma tehdidinin de hemen sonrasına tekabül ediyor.
İran: Müzakere edin ya da savaş riskini göze alın
Husilere yönelik saldırılar, Trump’ın dolaylı biçimde dile getirdiği uyarıya somut bir yan katıyor. Bu uyarıya göre, İran’ın nükleer silah eşiğine geldiği izlenimini veren nükleer ilerlemelerini durdurma ve geri çevirme konusunda herhangi bir ilerleme kaydedilmemesi halinde, ABD ve/veya İsrail, İran’ın nükleer tesislerine karşı yıkıcı askeri saldırılar gerçekleştirebilir. Nitekim Trump yönetimi, İran’ın nükleer programını hedef alan bir saldırıya hazır olduğu mesajını pekiştirmek amacıyla İsrail ile ortak hava tatbikatları da düzenledi. Bu tatbikatlarda, İran’ın yer altındaki nükleer tesislerini delici bombalarla vurabilecek kapasiteye sahip bir ABD B-52 bombardıman uçağı ile İsrail’e ait F-15I ve F-35I savaş uçakları, “bölgesel tehditlerle başa çıkma kabiliyetlerini artırmak amacıyla operasyonel koordinasyon pratiği” yaptı. Zaten İran, Ekim 2024’te İsrail tarafından ülkenin en gelişmiş hava savunma sistemlerinin imha edilmesinden bu yana, ABD destekli olası bir İsrail saldırısına karşı koyma kapasitesinin önemli ölçüde zayıfladığının da farkında.
ABD, ayrıca İran’ın halihazırda zayıf ve zor durumdaki ekonomisini hedef alarak, ülkeye yönelik “azami baskı” yaptırımlarını yeniden devreye sokmakta ve bu yaptırımları sıkı bir şekilde uygulama taahhüdünde bulunuyor. Örneğin, Trump yönetimi, İran’a yönelik yaptırım rejimindeki açıkları kapatmayı planladığını belirtmişti. Bu kapsamda, son dört yılda Çin ve İran tarafından geliştirilen ve İran’ın Çin’e petrol sevkiyatına yönelik yaptırımları aşmasını sağlayan hayalet gemi ağı ile ikincil şirketleri hedef almayı amaçlıyor. İran’ın Çin’e petrol satışından elde ettiği milyarlarca dolarlık gelir, ülke ekonomisi için adeta bir can simidi işlevi görmüş ve rejimin nükleer programı konusunda taviz vermeye karşı direnmesine yardımcı olmuştur.
Suriye ve Lübnan: İstikrar, İran’a karşı koymaya yardımcı oluyor
Trump yönetimi Yemen’de askerî harekât yürütüp İran’a tehditler savururken, ABD’li yetkililer eş anlı olarak Suriye’de istikrarı teşvik etmeye ve Lübnan’daki ateşkes anlaşmasının bozulmamasını sağlamaya yönelik sessiz bir çaba sarf ediyor. ABD’li askeri yetkililer, Suriye’deki yeni hükümet ile IŞİD’e karşı mücadelede ABD müttefiki olan, Kürtlerin öncülüğündeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) arasında 10 Mart’ta varılan anlaşmanın sağlanmasında önemli bir rol oynadı. Bu anlaşma, Kürtlerin yeni Suriye ordusuna entegrasyonu yolunda önemli bir adım teşkil ediyor ve Kürtlerle yaşanabilecek olası bir çatışma ihtimalini ortadan kaldırarak yeni Suriye hükümetinin elini rahatlatıyor. Bu durum, yeni hükümetin Suriye’nin kuzeyindeki önemli enerji kaynaklarına erişim sağlaması ve ülke topraklarının tamamı üzerinde kontrol tesis etme hedefi açısından gerekliydi.
ABD açısından bakıldığında ise, bu anlaşma İran ve onun vekil güçlerinin Suriye’de yeniden bir askeri varlık inşa etme veya buranın İran’dan Lübnan’a [Hizbullah’a] silah taşımak için bir güzergâh olarak kullanılma riskini azaltıyor. Diğer yandan, Kürtlerin ve onlarla ittifak hâlindeki grupların, son iki yılda Suriye-Irak sınırına yakın bölgelerde kendini yeniden yapılandırmaya çalışan ve saldırılarını artıran IŞİD’e karşı doğu Suriye’de ABD güçleriyle iş birliğinin sürmesini de sağlıyor.
Benzer şekilde, Lübnan’da da bir ABD temsilcisi, Kasım 2024 ateşkes anlaşmasının tam anlamıyla uygulanmasını engelleyen sorunları çözmek amacıyla Lübnanlı ve İsrailli yetkilileri bir araya getirmeyi planlıyor. ABD’nin burada üç temel hedefi var: Birincisi, İsrail-Lübnan sınırına ilişkin süregelen anlaşmazlıkları çözmek. İkincisi, Hizbullah’ın yeniden güç kazanmasını engellemek için Lübnan Silahlı Kuvvetleri (LAF) ile Birleşmiş Milletler barış gücü unsurlarının Güney Lübnan’a tam olarak konuşlandırılmasını sağlamak. Üçüncüsü ise, İsrail ordusunun, kuzey İsrail’deki evlerine dönen sivilleri korumak amacıyla hâlihazırda Güney Lübnan’da işgal ettiği beş noktadan çekilmesine imkân verecek koşulların sağlanması.
Hizbullah’tan gelen tehditlere karşı Lübnan ordusunun kendisini etkin şekilde savunma kapasitesini artırmak ve yeni Cumhurbaşkanı Joseph Aoun ile Başbakan Nawaf Salam’a duyduğu güveni gösterebilmek amacıyla ABD Dışişleri Bakanlığı, dış yardım dondurma kararına istisna getirerek LAF’a 95 milyon dolarlık bir fonu onayladı.
ABD’nin ateşkes anlaşmasının bozulmasını önlemeye, Lübnanlı liderleri ve kurumları güçlendirmeye yönelik çabaları, bu tür adımların, Hizbullah ve İran’ın güç kazanmasına imkân tanıyan istikrarsızlık ve devlet zafiyetini engellemek açısından taşıdığı önemin farkında olunduğunu gösteriyor.
Gazze: ABD’nin İsrail’e desteği, İran’ın çabalarını baltalıyor
Buna karşılık, Gazze söz konusu olduğunda, Trump yönetiminin Netanyahu’nun savaşı yeniden başlatma kararına verdiği destek, İran’ı sınırlandırmaya yönelik daha büyük çaplı hedefiyle çelişme ihtimali taşımakta. İsrail’in Hamas’a yönelik geniş çaplı hava saldırıları ve bu hafta kara birliklerini yeniden Gazze Şeridi’ne sokması, ardından Hamas’ın Tel Aviv’e gerçekleştirdiği roket saldırısı, bu terörist grupla ucu açık bir çatışma riskini de ortaya çıkarıyor. Son günlerdeki sokak protestolarında da görüldüğü üzere, bu yeniden başlayan çatışma, savaşın yeniden başlatılmasına karşı İsrail toplumunda yaygın bir muhalefet olduğu için, İsrail içindeki bölünmeleri daha da derinleştirme potansiyeline sahip. Bu gerilim ve Netanyahu’nun Gazze’de savaşı sürdürme kararı birlikte düşünüldüğünde, İsrail’in dikkatini İran’la nasıl başa çıkılacağına odaklanmaktan uzaklaştırma riski de taşıyor kuşkusuz.
Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e düzenlediği korkunç saldırıyla sonuçlanan güvenlik zafiyetlerinin sorumlusu olarak düşünülen Netanyahu, İsrail halkına hesap vermemek için savaşı sürdürmeye çalışabilir. Şu aşamada, savaşı devam ettirmesi onu hala iktidarda tutuyor; zira Netanyahu’nun koalisyonundaki aşırı sağcı üyeler, savaş sona erdikten sonra Hamas hâlâ Gazze’de iktidarda kalırsa hükümetten çekileceklerini söyleyerek tehdit savurmuş, bu da hükümetin çökmesine yol açabilecek bir tabloyu yaratmıştır.
ABD’nin Gazze’deki savaşın sürdürülmesine verdiği destek, halkları ezici bir çoğunlukla Filistinlilere sempati duyan ve Gazze’deki büyük can kayıpları ile yıkımdan dehşete düşen Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve diğer Körfez ülkeleriyle ilişkileri zora sokma ihtimali de taşıyor. Bu da, ABD’nin İran’a yönelik politikasına dair birleşik bir cephe kurma çabalarını daha da karmaşık hâle büründürüyor.
Üstelik savaş devam ettiği müddetçe, ABD, Suudi -İsrail normalleşmesini sağlama hedefine de ulaşamayacak; çünkü Suudiler, savaş devam ederken ve İsrail’den gelecekteki bir Filistin devletine yönelik açık bir taahhüt gelmedikçe böyle bir adımı değerlendirmeyeceğini net şekilde ortaya koydular.
Ne ters gidebilir ki? Pek çok şey!
Dolayısıyla, Trump yönetimi Ortadoğu’ya yönelik tutarlı bir stratejinin birçok unsuruna sahip olsa da, ABD’nin bölgeye yönelik politikasında ters gidebilecek pek çok şey var.
Peki bu nasıl olabilir? Öncelikle, uzun süreli bir askeri harekata rağmen Husileri bastırmak düşünülenden çok daha zor olabilir. Yine Tahran, Washington’ın blöfünü görüp, ABD yaptırımları hafifletmeye başlamadan nükleer programı konusunda müzakere etmeyi reddedebilir. Bu türden senaryolar, Beyaz Saray’ı Husilere karşı operasyonlarını yoğunlaştırmaya ve İran’a karşı büyük bir askeri saldırıya başvurmaya ya da geri adım atarak zayıf görünmeye zorlayabilir. Lübnan ve Suriye’de istikrar sağlama çabaları boşa çıkabilir ve bu durum her iki ülkeyi de İran ve Hizbullah’ın yeniden istikrarsızlaştırıcı girişimlerine açık hâle getirebilir. Gazze ise her durumda İsrail için uzun vadeli bir bataklık ve ABD’nin bölgedeki ortaklarıyla daha güçlü iş birliği kurma çabalarına zarar veren ciddi bir sürtüşme kaynağı olabilir.
Yine de Trump ekibinin hakkını teslim etmek gerekirse, bir planla gelmek her zaman plansız olmaya tercih edilir. Ancak Orta Doğu’da başarı, hızla değişen olaylara uyum sağlamayı ve esnekliği gerektirir. Şayet diğer tüm çabalar başarısız olursa ki bu, geçmişte neredeyse tüm ABD yönetimlerinin karşılaştığı bir durumdur– Trump ekibinin doğaçlama davranması gerekecektir.
DÜNYA BASINI
Signal bir Amerikan hükümeti operasyonudur
Yayınlanma
21 saat önce29/03/2025
Yazar
Emre Köse
Son günlerde Amerikalı gazeteci Goldberg, yanlışlıkla Yemen’deki savaş planlarının tartışıldığı bir mesajlaşma grubuna dahil edildi. Goldberg, yayımladığı “Trump yönetimi bana yanlışlıkla savaş planlarını mesajla gönderdi” başlıklı yazısında, önce ulusal güvenlik yetkililerinin yer aldığı bir Signal grubuna eklendiğini, ardından Hegseth’in bu grupta Yemen’e yönelik askeri operasyonlarla ilgili ayrıntıları paylaştığını belirtti. Goldberg’in aktardığına göre, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Waltz, 11 Mart’ta Signal üzerinden kendisiyle iletişime geçti ve iki gün sonra Yemen’deki Husilere yönelik saldırıların tartışıldığı sohbet grubuna katılması için davet aldı. Yazısında bu durumu anlatan Goldberg, “ABD ulusal güvenlik yetkilileri beni yaklaşan Yemen saldırılarıyla ilgili bir sohbet grubuna ekledi. Önceleri bunun gerçek olamayacağını düşündüm. Fakat kısa süre sonra bombalar düşmeye başladı,” ifadelerini kullandı.
Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü Brian Hughes, olayın doğruluğunu teyit etti. ABD Başkanı Donald Trump ise konuyla ilgili kendisine yöneltilen bir soruya, “Bu konuda herhangi bir bilgim yok,” yanıtını verdi. Tartışmalar hala devam ediyor.
Sovyet asıllı Amerikalı gazeteci ve yazar Yasha Levine, bahse konu olan popüler gizlilik odaklı mesajlaşma uygulaması Signal’ın aslında Amerikan hükümeti tarafından yürütülen operasyonu olduğunu söylüyor. Levine’a göre, uygulama CIA’in yan kuruluşu olarak tanımladığı Radio Free Asia’dan (Open Technology Fund aracılığıyla) milyonlarca dolarlık başlangıç fonu alarak kuruldu. Levine, Signal’ın kurucusu Moxie Marlinspike’ın ABD’nin yumuşak güç aygıtlarıyla olan işbirliğine dikkat çekerek, uygulamanın güvenilir olmadığını ve bu konuyu Surveillance Valley adlı kitabında detaylandırdığını belirtiyor.
Signal bir hükümet operasyonudur
Yasha Levine
16 Ocak 2021
Signal, bir CIA yan kuruluşu tarafından yaratıldı ve finanse edildi. Dostunuz değil.
Dünyanın önde gelen kripto uzmanlarının favorisi olan gizlilik odaklı sohbet uygulaması Signal, yeniden gündemde. Twitter ve Facebook’un MAGA Maydan* internet tasfiyesinin (bunu Facebook’un WhatsApp uygulamasından veri çekmeye başlayacağına dair duyurusu takip etti) ardından Signal, gezegende en çok indirilen mesajlaşma uygulaması oldu.
The New York Times bu konuda yazıyor. Edward Snowden bu konuda tweet atıyor ve hayranlarına hayatta kalabilmesinin tek nedeninin Signal olduğunu söylüyor (Rusya’nın güvenlik aygıtı tarafından gece gündüz korunuyor olması gerçeğini değil). Hatta Elon Musk bile insanlara Signal kullanmalarını söylüyor. Uygulamaya o kadar çok insan akın ediyor ki, sistem çöküyor.
Uygulamanın bu kadar popülerleştiği göz önüne alındığında, periyodik kamu hizmeti duyurumu yapmanın tam zamanı olduğunu düşünüyorum: Signal, bir CIA yan kuruluşu tarafından yaratıldı ve finanse edildi. Evet, bir CIA yan kuruluşu. Signal dostunuz değil.
İşte inkâr edilemez gerçekler.
Signal, uzun boylu, sıska, rastalı saçları olan, sörf yapmayı ve teknesiyle denize açılmayı seven kriptograf “Moxie Marlinspike” tarafından yönetilen kâr amacı güden bir şirket olan Open Whisper Systems tarafından geliştirildi. Moxie, Tor’un şimdilerde dışlanmış baş radikal destekçisi Jacob Appelbaum’un eski bir arkadaşıydı ve benzer sahte radikal bir oyun oynadı; ancak Jake’in dolandırıcılık sanatındaki ham yeteneği ve adanmışlığıyla asla boy ölçüşemedi. Yine de Moxie, kendini tehlike ve gizem havasına büründürüyor ve muhabirlere yaşı dahil hiçbir kişisel bilgiyi ifşa etmemeleri konusunda zorluk çıkarıyor. Sürekli Büyük Birader korkusundan bahsediyor ve FBI’daki dosyasıyla ilgili hikayeler anlatıyor.
Peki Moxie, federal hükümet için ne kadar büyük bir tehdit?
Şu kadar büyük: 2011’de şifreleme girişimini Twitter’a sattıktan sonra Moxie, Amerika’nın yumuşak güç rejim değişikliği mekanizmasıyla —Dışişleri Bakanlığı ve Yayın Yönetim Kurulu (şimdiki adıyla U.S. Agency for Global Media) dahil— yurt dışındaki İnternet sansürüne karşı teknoloji geliştirmek üzere işbirliği yapmaya başladı. Bu ilişki, bir sonraki girişimine yol açtı: Hükümet tarafından finanse edilen bir dizi şifreli sohbet ve sesli mobil uygulama. Signal’a merhaba deyin.
Bugün Signal’ın web sitesine bakarsanız, her türden ünlü desteğini bulacaksınız; Edward Snowden, Laura Poitras ve hatta Jack Dorsey… Ayrıca bir ‘bağış yap’ düğmesi bulacaksınız; bu arada, bu butona basmamalısınız zira Signal’ın bugünlerde bol miktarda teknoloji oligarkı parası var. Bulamayacağınız şey ise Signal’ın köken hikayesini açıklayan bir ‘hakkında’ bölümü; bu hikaye, tarihi 1951’e kadar uzanan ve 1970’lerde katı anti-komünist Kore tarikatı Moon ile olan ilişkisi de dahil olmak üzere her türlü tuhaf olayı içeren bir CIA yan kuruluşu olan Radio Free Asia‘dan alınan birkaç milyon dolarlık başlangıç ve geliştirme sermayesini içeriyor.
Signal’ın ABD hükümetinden tam olarak ne kadar para aldığı kestirmek zor, zira Moxie ve Open Whisper System, Signal’ın finansman kaynakları konusunda şeffaf davranmadı. Fakat Signal’ı finanse eden Radio Free Asia kanalı olan Open Technology Fund tarafından kamuya açıklanan bilgileri toplarsanız, Moxie’nin ekibinin dört yıllık bir süre içinde —2013’ten 2016’ya kadar— en az 3 milyon dolar aldığını biliyoruz. Bu, Signal’ın federal casuslardan aldığı minimum miktar.
Üç milyon dolar bugünlerde çok gibi görünmeyebilir, özellikle de Signal operasyonunu sürdürmek için yakın zamanda WhatsApp oligarklarından büyük bir nakit akışı aldığı düşünülürse. Ancak bu erken ABD hükümeti başlangıç sermayesi olmadan bugün Signal’ın olmayacağını bilmek önemli. Ve bu sizi düşündürüyor: Eğer Signal’ın süper kripto teknolojisi gerçekten federal ajanlar ve oligarşimizin gücü için bir tehdit oluşturuyorsa, federal casuslar neden onun yaratılmasını finanse etsin? Ve neden Facebook ve Google onun süper güvenli protokollerini benimsemek için acele etsin? Hımm…
Geçen hafta Parler’ın kapatılma şeklinden de görebileceğiniz gibi, emperyal oligarşimiz bir uygulamayı iptal etmek istediğinde, bunu anında ve intikamcı bir şekilde yapabilir. Fakat Signal, Amerika Birleşik Devletleri’nin her şeye gücü yeten gözetim güçlerine sözde bir tehdit olmasına rağmen yaşamaya ve gelişmeye devam ediyor.
Radio Free Asia ve Open Technology Fund nedir? Ve ABD hükümeti neden Signal gibi kripto teknolojisini finanse etsin? Bunun da ötesinde, kâr amaçlı gözetim üzerine kurulu olan Silikon Vadisi, neden Signal’ın sözde kırılamaz gizlilik teknolojisini benimsesin?
Signal’ın hükümet destekçilerinin geçmişi ve kripto teknolojisinin Amerika’nın emperyal mekanizmasına nasıl entegre olduğu konusunu etraflıca ele aldım. Hatta kitabımda bu konuya tam iki bölüm ayırdım. Bunları burada tekrar yayımlamayacağım. Ancak hikayenin tamamını öğrenmek isterseniz, Surveillance Valley kitabımı yerel kitapçınızdan edinebilirsiniz. Veya yazdığım bazı makalelere göz atabilirsiniz…
(*) Yazar, burada 6 Ocak 2021’deki Kongre binası baskınına atıf yapıyor.

İsrail’in en yüksek mahkemesi Netanyahu’yu durdurabilir mi?
Bibi’nin iki üst düzey yetkiliyi görevden alma hamlesinin ardından büyük hesaplaşma kapıda.
David E. Rosenberg / FP
Önümüzdeki haftalarda, İsrail demokrasisinin geleceğiyle ilgili büyük bir mücadele yaşanacak. Demokratik normları ve hukukun üstünlüğünü temsil eden tarafın bu mücadeleyi kazanacağının hiçbir garantisi yok.
Bir tarafta, devletin diğer organları zayıflatma ve sadık isimleri öne çıkarma hedefiyle geçen hafta iki kilit İsrailli yetkiliyi görevden almaya çalışan Başbakan Binyamin Netanyahu var. Diğer tarafta ise Yüksek Mahkeme yer alıyor. Teorik olarak Netanyahu’nun gündeminin bazı bölümlerini engelleme gücüne sahip olan mahkeme, pratikte ise kararlarını tanımamaya kararlı ve yetkilerini aşındırmaya çalışan bir hükümetle karşı karşıya.
Bu anayasal bir çıkmaza dönüşürse, Netanyahu’nun iktidara dönüşünden bu yana İsrail’i sarsan sokak protestoları yeniden alevlenebilir. Ülkeye dair genellikle temkinli açıklamalarda bulunan bazı etkili İsrailliler bile olası bir iç savaş konusunda uyarıyor.
Bu krizi tetikleyen olaylar, hükümetin son günlerde peş peşe aldığı iki karar oldu: İç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ın görevden alınması ve Başsavcı Gali Baharav-Miara’nın görevden alınma sürecinin başlatılması. Netanyahu, Bar’a olan güvenini kaybettiğini ve onu görev için “fazla yumuşak” bulduğunu belirterek kararı savundu. Adalet Bakanı Yariv Levin ise uzun süredir görevden almak istediği Baharav-Miara’yı “uygunsuz davranış” ve hükümetle “önemli ve uzun süredir devam eden görüş ayrılıkları” nedeniyle hedef aldı.
Hem Şin-Bet Direktörü hem de Başsavcı, hükümet tarafından atanan isimler olsa da onları görevden almak basit ve kolay bir prosedür değil.
Normal koşullarda, Şin-Bet Direktörü’nün görevden alınması idari hukuk çerçevesinde ele alınır; kararın gerekçelendirilmesi ve “makul” bulunması gerekir. Başsavcı ise ancak bir danışma komitesi kararıyla görevden alınabilir.
Ancak şu anda koşullar normal değil. Yasal düzenlemeler, hükümetin hem hukuki hem de ahlaki kurallara bağlı kalacağı varsayımıyla hazırlanmıştı. Netanyahu’nun geçmişteki hükümetleri de dahil önceki hükümetler de bu yetkililerle anlaşmazlıklar yaşanmıştı, fakat hiçbir zaman görevden alma yoluna gidilmemişti.
Ancak Netanyahu, tıpkı ABD Başkanı Donald Trump gibi, gücüne sınır koyan bu mekanizmalardan rahatsızlık duyuyor ve siyasi rakiplerini hedef almaktan geri durmuyor. Ve yine Trump gibi Netanyahu da liderlerinin iktidar hırsını kendi toplumlarını yeniden şekillendirmek için kullanan ideologların yardım ve desteğini alıyor.
Baharav-Miara, Yüksek Mahkeme’yi ve yargı organının diğer kurumlarını zayıflatacak “yargı reformu” projesi dahil hükümetin anayasaya aykırı olduğunu düşündüğü eylemlerini ısrarla reddettiği için bir engel olarak görülüyor.
Bar ise normalde hükümetin hedefi olmayacak bir güvenlik bürokratıydı. Ancak Şin-Bet’in görevleri arasında İsrail demokrasisini korumak ve ulusal güvenliğe yönelik tehditleri araştırmak da bulunuyor. Bu görevler onu hükümetle karşı karşıya getirdi.
İsrail’de “devlete sızma” tartışması: “Dün vatan haini ilan ettiniz yarın idam edersiniz”
Netanyahu hükümetinin demokratik normlara karşı açtığı savaş, Baharav-Miara ve Bar’ı görevden alma girişiminden çok önce başlamıştı. İlk adım, 2022 sonunda hükümetin kurulmasının hemen ardından Levin’in yargıyı siyasetin kontrolüne almayı hedefleyen kapsamlı “yargı reformu” planını açıklamasıyla atıldı. Bu reform girişimi, geniş çaplı sokak protestoları, Yüksek Mahkeme’nin iptal kararları ve 2023 Ekim’inde yaşanan Hamas saldırısıyla birlikte rafa kalktı.
Ancak hükümetin yargı reformunu yeniden gündeme getirmeyi beklediği açıktı. Levin uzun süredir yargıyı “yozlaşmış ve solcu” olmakla suçluyor. Hükümetin aşırı sağcı ve dindar ortakları ise Yüksek Mahkeme’yi, İsrail’i daha dindar ve muhafazakâr bir topluma dönüştürme çabalarının önündeki en büyük engel olarak görüyor.
Netanyahu bu görüşleri paylaşmasa da yargı reformu sayesinde hakkında devam eden yolsuzluk davalarından sıyrılma ihtimali vardı. Protestolar, davalar ve savaşın baskısıyla, zamanla o da aşırı sağın bürokratları düşman olarak gören önermesini yavaş yavaş kabul etmeye başladı. Netanyahu eskiden “derin devletin” kendisini yıkmaya çalıştığına dair iddiaları sosyal medyadaki destekçilerine bırakırdı şimdi artık bu ifadeleri bizzat kendisi de kullanıyor.
Netanyahu, Trump’ın izinde: Yargıya ‘derin devlet’ suçlaması
Yargı reformunu yeniden başlatmak için uygun zaman geçen sonbaharda geldi. Hamas, Hizbullah ve İran’a karşı savaşlarda İsrail üstün görünse de savaş atmosferi sokak protestolarını bastırmak için yeterince yoğun bir ortam sağladı. Ayrıca Trump’ın yeniden iktidara gelişiyle birlikte, Beyaz Saray artık demokratik olmayan adımlara ses çıkarmayacaktı.
Ancak bu kez hükümet, yeni protestolara yol açma olasılığı daha düşük olan kademeli bir yaklaşımı tercih etti. Bu ay başında, Meclis yargıçları disiplin altına alan kurulun kontrolünü koalisyon milletvekillerine devreden bir yasayı onayladı. Yargıç atamalarını siyasallaştıracak bir başka yasa tasarısı da şu an Meclis’te. Son adımlar ise Şin-Bet Direktörü ve Başsavcının görevden alınması oldu.
Bu siyasi mücadele, Yüksek Mahkeme’de görülecek görevden alma davalarının arka planını oluşturacak. Ancak davaların içeriği, teknik olarak “çıkar çatışması” olup olmadığı sorusu etrafında şekillenecek.
Bar yönetimindeki Şin-Bet, Netanyahu’nun ofisinden sızdırıldığı iddia edilen gizli belgeler ile Katar’dan Netanyahu’ya yakın kişilere yapılan ödemeleri araştırıyordu. Ayrıca polis teşkilatına aşırı sağcı örgütlerin sızmasını da araştırdığı ortaya çıktı. Muhalifler, Netanyahu’nun Bar’ı görevden almasının yasal açıdan gerekçelendirilebilir görünse de asıl amacının bu soruşturmaları durduracak bir ismi atamak olduğunu savunuyor. Bu nedenle yargı müdahale etmeli.
Aynı durum başsavcı Baharav-Miara için de geçerli. Kendisi, Netanyahu’nun yolsuzluk, rüşvet ve güveni kötüye kullanma suçlamalarıyla yargılandığı davanın başsavcısı. Şu sıralar Netanyahu haftada iki kez Tel Aviv’deki mahkemede ifade veriyor. En azından teoride, sadık bir kişinin bu pozisyonda olması İsrail liderinin mahkumiyetten kaçmasını kolaylaştırabilir.
Yüksek Mahkeme, şimdiden Bar’ın görevden alınmasını durduran geçici bir tedbir kararı aldı ve konuyla ilgili temyiz başvurularını 8 Nisan’da dinleyecek. Mahkeme dört farklı karar verebilir: Temyiz başvurularını tamamen reddedebilir, hükümete kararını yasal çerçeveye uygun şekilde yeniden düzenlemesini emredebilir, Bar’ın birkaç ay içinde istifa etmesini öngören bir uzlaşma önerebilir ya da görevden alma kararını tamamen iptal edebilir. Sonuncusu olursa, büyük bir çatışma başlayacak demektir.
Yüksek Mahkeme Baharav-Miara’nın görevden alınmasına müdahale etmese bile süreç normalde aylar sürecek. Önce hükümetin oluşturduğu bir komitenin karar vermesi gerekiyor. Ancak hükümet, bu süreci hızlandırmak istiyor. Levin, Baharav-Miara’ya istifa etmesi yönünde baskı yapıyor ve son iki yıldır ona yönelik yıpratma kampanyasını sürdürüyor.
Yüksek Mahkeme harekete geçecek mi? Mahkeme Başkanı Isaac Amit kararlı bir isim ve Bar davasına bakan üç kişilik heyet hükümet aleyhine karar verme ihtimali yüksek olan daha liberal yargıçlardan oluşuyor. Öte yandan, Netanyahu, Levin ve hükümet üyeleri uzun süredir mahkemeyi itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Onlara göre mahkeme tarafsız olmadığı gibi hükümeti yargılama hakkına da sahip değil. Levin, Amit’in ocak ayında mahkeme başkanı olarak atanmasına karşı çıktı ve o zamandan beri onu boykot ediyor.
Normal şartlarda, Yüksek Mahkeme’nin kararı, ne kadar tatsız olsa da hükümet için bağlayıcı. Ancak bu kez hükümet kararları tanımama sinyalleri veriyor. Geçici tedbir kararının ardından bazı bakanlar, nihai kararın da tanınmayabileceğini açıkladı. Mahkemeyi ya geri adım atmaya zorlayacaklar ya da müdahil olmaktan caydıracaklar.
Bu durumda, hükümet ile yargı arasındaki güç dengesi İsrail halkı tarafından belirlenecek. Eğer anketler doğruysa, halk “derin devlet” argümanına inanmıyor. Yüksek Mahkeme’ye hükümetten daha fazla güveniyor. Geçen hafta sonu ülke genelinde 100 binden fazla kişi Bar’ın görevden alınmasına karşı protesto gösterileri düzenledi.
Ancak bu protestoların etkili olması için çok daha büyük ve uzun süreli olması gerekiyor. Bu da garanti değil. Gazze’deki savaşın yeniden alevlenmesi, aşırı sağcı Itamar Ben-Gvir’in hükümete dönüşü ve protestolara karşı sert polis müdahaleleri, 2023’teki gibi kitlesel protestoların tekrarını zorlaştırabilir. Aylar süren savaşlar ve krizlerin ardından, halk artık yorgun olabilir. Netanyahu’nun umudu da tam olarak bu.

Trump’ın İran planını Gazze bozabilir

Colani, yeni Suriye hükümetini açıkladı

Signal bir Amerikan hükümeti operasyonudur

Gagavuzya lideri Gutsul hakkında 20 gün tutuklama kararı

Fransa, savunma sanayisi için 450 milyon avroluk fon kuruyor
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 1
-
ORTADOĞU2 gün önce
Suriye İnsan Hakları Takip Komitesi: Sahil bölgesinde soykırım işlendi
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye federasyona mı gidiyor?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Avrupa’nın ABD ile ilişkileri stratejik bağımlılıktan stratejik özerkliğe dönüşüyor
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
İngiltere, Ukrayna’ya binlerce asker göndermeye hazırlanıyor
-
DÜNYA BASINI6 gün önce
Batı medyası ve siyasetinden temkinli İmamoğlu değerlendirmeleri
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Ekrem İmamoğlu’na gözaltı dünya medyasının gündeminde
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Netanyahu’nun asıl hedefi