Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Rusya gözünden Türkiye’nin Orta Asya politikası

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, 25 Şubat 2022 tarihinde Russian International Affairs Council’de (RIAC) yayımlandı. RIAC, 2010 yılında aralarında Rusya Dışişleri Bakanlığının da bulunduğu bir dizi devlet kurumunun öncülüğünde yaşamına başlayan bir düşünce kuruluşudur. Yani RIAC, doğrudan Kremlin’e bağlı olmasa da devletin merkeziyle güçlü ilişkilere sahiptir. Makale, Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından Ankara’nın ilgi odağı olan Orta Asya’daki Türkiye bağlantılı faaliyetlerin Rusya tarafından dikkatle takip edildiğini gösteriyor. Yazarlar, belirli bir ihtiyat payı bırakmakla birlikte, Türkiye’nin bölgedeki etkisinin hâlâ sınırlı olduğunu savunuyorlar. Dahası, Ankara’nın bölgeyle kurduğu ilişkilerde açık ya da örtülü dile getirdiği pantürkist söylemlerin yalnızca Rusya tarafından değil, Çin ile İran’ca da pek hoş karşılanmayacağını ima ediyorlar. Türkiye’nin doğrudan Sovyet sonrası Orta Asya’ya nüfuz etmek için kurduğu TİKA’ya pek az yer ayrılması ise makalenin eksikliği olarak göze çarpıyor. Metindeki bir dipnot makalenin orijinalinde de bulunmaktadır, kalan dipnotlar ve metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.

Türkiye’nin Orta Asya’daki Politikası: İhtiraslar Sağlam Bir Temele mi Dayanıyor?

25 Şubat 2022
Grigory Lukyanov-Nubara Kulieva

Son zamanlarda uluslararası toplumun dikkati Orta Asya’ya[1] odaklandı. Bu, genellikle Orta Asya’yla doğrudan ya da dolaylı bağlantılı olaylar nedeniyledir; Taliban’ın iktidara gelişi, Kazakistan’daki durum, KGAÖ’nün (Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü) artan faaliyetleri, vb. Türkiye, kendisini “Türk dünyası”nın lideri olarak konumlandırarak ve Rusya ve Çin gibi bölge dışı başlıca aktörler kadar olaylara müdahil olmaya çalışarak bu gelişmeler arasında özellikle aktif hale geldi.

Gelgelelim, bu faaliyetin başlangıcı Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle aynı zamana rastladı, ki bu, Türkiye’nin Batı bloğunun ileri karakolu olarak önemini zayıflattı ve Türkiye’nin nüfuzunun yeni kurulan Orta Asya devletlerine yayılması konusunu gündeme getirdi. Laik demokratik siyasi sistem, İslami değerlere saygı, sosyal yönelimli devlet politikaları ve piyasa ekonomisini birleştiren Türk kalkınma modeli bu bağlamda kilit araç olarak görülüyordu. Devletlerin etnik ve mezhepsel yakınlığı faktörü ek bir öneme sahipti ve Türkiye’nin Türkî ülkelerin uluslararası temsilcisi statüsünü geliştirmesi lehine bir argüman olarak kullanıldı. Bununla birlikte bölge devletleri bir başka “hükümdar”ın liderliğinde gelişmelerini sürdürmek istemediler ve Türkiye bu devletlerle ekonomik, kültürel ve insani etkileşimlerle yetinmek zorunda kaldı.

Türkiye’nin Orta Asya Ülkeleri ile Başlıca İşbirliği Alanları

İktisadi İşbirliği

Bugün Türkiye’nin bölgesel konumunu güçlendirme girişimleri, Orta Asya devletleriyle ekonomik işbirliğini derinleştirmeye dayanıyor. Ankara, Orta Asya’yı öncelikle ulaştırma altyapısı yatırımlarında gelecek vaat eden bir bölge olarak görüyor. Yeni otoyolların ve ulaşım güzergahlarının oluşturulması, eski Sovyet cumhuriyetlerinin Rusya’ya olan altyapı bağımlılığının aşılmasında etkilidir, bu nedenle bölge ülkeleri bu kadar çok proje önermektedir. Aralık 2018 Türk Konseyi emtia fuarına katılanlar, Orta Asya’daki Türk yatırımlarının 85 milyar doları aştığını kaydetti. Türkiye yakın zamanda Aşkabat’ta uluslararası bir liman inşa etmek ve Türkmenbaşı Uluslararası Limanı’nı yeniden inşa etmek gibi birçok büyük ölçekli projeye yatırım yaptı. Ayrıca 2020 yılında TAV Havalimanları Holding, Kazakistan’ın en büyük şehri Almatı’daki havalimanının yüzde yüz hissesini satın aldı. Diğer planlar da iddialı: Türkiye, Çin ile birlikte, Türk dünyasını birbirine bağlayacak bir ulaşım arteri olan Hazar-ötesi bir ulaşım güzergahını hayata geçirmeyi planlıyor. Bu koridoru inşa ettiğinde Türkiye Orta Asya’ya doğrudan erişimi garantiye alacak, karşılığında sanayi ihracatını ve hammadde ithalatını artıracak. Bölge, Türkiye’nin enerji arzını çeşitlendirmesi açısından da Ankara’yı ilgilendiriyor. Ankara, Güney Gaz Koridoru projesinin bir parçası olan Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) boru hattı üzerinden Kazakistan petrolünün dağıtımını ve Trans-Anadolu boru hattı üzerinden Türkmenistan’ın gaz dağıtımını artırmayı hedefliyor. Bu tür planlar, Ankara’nın Rusya, Orta Asya, Azerbaycan ve Doğu Akdeniz’den Avrupa’ya gaz taşıyan bir Avrasya “enerji merkezi” olma niyetini göstermektedir.

Ankara’nın hedeflerine ulaşmak için hatırı sayılır kaynaklara sahip olduğu not edilmelidir: Orta Asya’daki ülkeler ve Türkiye radikal biçimde farklı iktisadi yapılara sahipler, dolayısıyla Türkiye, bu ülkelerin kendilerinin üretemediği metalara yönelik taleplerini karşılayabilir. Gelgelelim iyi gelişmiş bir altyapının olmaması nedeniyle ihracat sınırlıdır. 2010 ve 2020 yılları arasında Türkiye ile Orta Asya ülkeleri arasındaki ticaret hacmi 5,5 milyar dolardan 6,3 milyar dolara yükseldi. Bu rakam, Ankara’nın toplam dış ticaret hacminin yüzde 1,5’inden biraz fazlasını oluşturuyor ve bu da bölgede önemli bir büyüme potansiyeli olduğunu gösteriyor. Türkiye en çok Özbekistan ve Kazakistan’la ticaret yapıyor. Bu devletlerin her biri ile ticaret hacmi 2 milyar doları aşıyor, fakat Türkiye her iki ülkenin de en büyük üç ticaret ortağı arasında bile değil. Türkiye’nin Rusya ve Çin ile rekabet etmesi zor ve Ankara’nın Orta Asya’daki ekonomik varlığını oluşturmadaki başarıları, bu daha önemli aktörlerin elde ettiği başarıların yanında sönük kalıyor.

Askeri İşbirliği

İktisadi işbirliğini hızlandırmanın yanı sıra, Türkiye Orta Asya devletleriyle askeri ilişkilerini de güçlendirmeyi arzuluyor. Burada öncelikle bölge ülkeleriyle ikili temaslardan, yakın zamanda yeni bir seviyeye ulaşan temaslardan bahsediyoruz. Günümüzde, bir Turan Ordusu –Türk devletlerinin katıldığı bir askeri blok– kurma fikri kapsamlı şekilde tartışılıyor. 2013 yılında Türkiye, Azerbaycan, Kırgızistan ve Moğolistan’ı içeren Avrasya Askerî Statülü Kolluk Kuvvetleri Teşkilâtı’nın (TAKM) kurulmasının ardından bu yönde ilk adımlar atıldı. Kazakistan da TAKM’ye katılma arzusunu dile getirdi. Örgütün amacı, üye devletlerin askeri kolluk kuvvetleri arasında işbirliğini geliştirmektir. Örgüt, Kafkaslar ve Orta Asya’da organize suç, terör ve kaçakçılıkla mücadele etmeyi amaçlıyor. Bununla birlikte, bölgedeki tüm kolluk kuvvetleri, askeri ve güvenlik kurumları arasında, dümeninin Ankara’da olduğu, Ankara ile iletişim için bir platform olma potansiyeline sahip bir prototip askeri örgüt yaratmaya yönelik ilk girişim olmasına rağmen, TAKM kayda değer bir başarı elde edemedi.

Türkiye ile Orta Asya ülkeleri arasındaki askeri işbirliğinin güçlendirilmesine yönelik görüşmeler, 2020 yılında Dağlık Karabağ ihtilafının kaldığı yerden devam etmesinin ardından başladı. Ekim 2020’de, askeri çatışmaların zirvesinde, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar Kazakistan ve Özbekistan’ı ziyaret etti. Akar’ın ziyareti sırasında Türkiye ile Özbekistan askeri ve askeri-teknik işbirliği anlaşması imzaladı ve bir Türkiye-Kazakistan stratejik ortaklığı da müzakere edildi. Uzmanlar bu küçük turu birleşik bir Türk ordusu kurma projesinin başlangıcı olarak değerlendirdi. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Mart 2021’de Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ı ziyaret etmesinin ardından “Turan Ordusu” ile ilgili görüşmeler yeniden alevlendi. Ankara liderliğindeki bir askeri ve siyasi blok oluşturmak, Türkiye’nin bölgesel liderlik yarışındaki konumunu güçlendirebilir. Fakat projenin iddialı doğasına rağmen, Türkiye’nin planlarını raydan çıkarabilecek bir dizi faktör var. Birincisi, Orta Asya’daki diğer etkili güçler (Rusya, Çin ve İran), bir Turan Ordusu’nun oluşturulmasını güvenlikleri için bir tehdit olarak görebilir. İkincisi, Kazakistan ile Kırgızistan KGAÖ üyesiyken Türkiye’nin NATO üyesi olduğu akılda tutulmalıdır. Bu ülkeler yeni bir bloğa katılırlarsa, kaçınılmaz soru ortaya çıkacaktır: geleneksel ittifaklarında statüleri ne olacak ve herhangi bir şekilde statüye sahip olacaklar mı? Son olarak, bir Turan Ordusu oluşturmadan önce Türkiye’nin Orta Asya devletleriyle diğer işbirliği alanlarında daha fazla ilerleme kaydetmesi gerekiyor. Buna ek olarak, geniş anlamda, uygun seviyedeki kaynak eksikliği, askeri entegrasyon için büyük bir engeldir.

Yumuşak Güç

1990’larda Türkiye, Orta Asya’da hem ekonomik manivelalara hem de çok çeşitli yumuşak güç araçlarının kullanımına yaslanıyordu. Örneğin, Türkiye’nin bölgesel politikası büyük ölçüde Türk dilinin, kültürünün ve tarihinin ve daha geniş olarak Türk eğitim sisteminin teşvik edilmesini içeren birkaç temel alanda kurulmuştu. Türkiye’nin yumuşak güç politikası çerçevesinde, (Türkiye’nin liderliğinde) temel olarak Türkçe konuşan ülkelerdeki halkların dünya görüşünü vurgulayan tek bir değerler kompleksi üreten kültürel ve dini ortaklık fikrine dayalı “yeni bir Türk kimliği” geliştirmek gibi bir dizi temel öncelikli hedef bulunmaktadır. Bu, ileriye dönük olarak etkili iktisadi ve siyasi etkileşimler için bir temel olarak hizmet edecektir.[2] Bir diğer önemli vektör, Türkiye’nin çıkarları için sınırlarının ötesinde lobi yapabilecek ve ülkenin uluslararası faaliyetlerini geliştirmek için uygun koşullar yaratabilecek etnik Türklerle bağları sürdürmektir. Bu, iki dilli çocuklar için programlar oluşturarak, ülkenin tarihine ve kültürüne yönelik eğitim etkinlikleri düzenleyerek, eğitim programlarını uygulayarak, Türkiye ve Türk halklarının tarihi, kültürü ve diline ilişkin bilgi ve bilincini koruyarak ve artırarak sağlanır.

Türkiye için, ülkenin –2010’lardan bu yana büyük değişimlerle süregiden– ‘yeni imajını’ yaratma ve muhafaza etme görevi eşit derecede önemlidir. Başlangıçta “Türk modeli” İslami değerlerin, demokratik toplumsal geleneklerin ve gelişen bir piyasa ekonomisinin etkili bir sentezi olarak sergilenirken, 2010’ların başında –bir dizi dış (Arap Baharı) ve iç (iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin siyasetindeki dönüşüm) sayesinde– Türkiye, dünya çapında “Müslümanların ve Türklerin savunucusu” imajını vurgulamaya başladı. Türkiye bu hedeflere ulaşmak için, başta Türk sineması ve bir bütün olarak eğlence sektörü olmak üzere popüler kültürünün ürünlerini de aktif olarak yaygınlaştırmaktadır. Böylece, Türkiye’nin kültürel, tarihi ve dini konumuyla bağlantılı –Türkiye’nin desteklemesi gereken– simgeler bölge ülkelerinde kamuoyunun zihnine aşılanıyor. Bu durum, doğrudan mali ödemeler ve borçların ertelenmesinden ziyade, yukarıda belirtilen alanlarda altyapı ve lojistik projelerini içeren insani yardım faaliyetlerinin yoğunlaşmasıyla yakından ilişkilidir.

Türkiye’nin Orta Asya Politikasının Kurumsal Temelleri

Türkiye’nin Orta Asya siyasetinin kurumsal bileşeni en tartışmalı unsurlardan biridir. Bir yandan, Türkiye’nin 1990’lardan beri bölgesel iletim hattı olarak aktif olarak kullandığı oldukça görünür ve dallara ayrılmış bir kurumlar ağı var. Öte yandan, bu kurumların temel zayıflıkları –parçalanmış, büyük ölçüde formalite icabı doğası ve düşük verimlilik– yadsınamaz. Bu nedenle, Türkiye’nin bölgesel siyasetlerini ve duruşunu incelerken, bu yönü dikkate almamız ve Türkiye’nin bölgesel siyasetleri çerçevesinde mevcut kurumlar ağındaki çeşitli blokları belirlememiz önemlidir.

Birinci blok Türk Konseyi’ni (2021 yılında Türk Devletleri Teşkilatı olarak yeniden isimlendirildi) ve onun himayesinde çalışan bir örgütler kompleksini kapsamaktadır. Bu, Türkiye’nin şu anda Türk devletleri arasındaki entegrasyon ve etkileşim için merkezi bir buluşma yeri olarak belirlediği örgüttür. Türkiye’nin bu kuruma daha fazla ağırlık verme niyeti, örgütün Kazakistan’daki son olayların çözümüne dahil olmasıyla kanıtlanmaktadır. Bugün örgüt Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkiye ve Özbekistan’ı kapsamaktadır ve Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı (TÜRKSOY), Türk Devletleri Parlamenter Asamblesi, Uluslararası Türk Akademisi ve Türk Kültür Ve Miras Vakfı şubelerine sahiptir. Bu kuruluşlar kültürel bağların yaygınlaştırılması ve güçlendirilmesi, siyasi diyaloğun güçlendirilmesi, Türk dünyası ile ilgili araştırmaların geliştirilmesi ve Türk ülkelerinin kültürel mirasının korunmasına odaklanmaktadır. Bu kurumsal bloğun küresel amacına gelince, Türk dünyası üyeleri arasında kültürel, eğitimsel, toplumsal, siyasi ve iktisadi bağların güçlendirilmesine dayalı olarak etkin entegrasyonun geliştirilmesi amaçlanmaktadır. Bütün bunlar, Türkiye’nin, birleşik bir Türk dünyasının, dolayısıyla bir Türk kimliğinin varlığı konseptine dayanmaktadır.

İkinci kurumsal blok, eğitimsel, daha açık olarak, Türkiye’nin, ülkenin Orta Asya siyasetinin temellerine hizmet eden faaliyetlerinin toplumsal ve kültürel vektörü ile bağlantılıdır. Bu bağlamda, Yunus Emre Kültür Merkezleri adı altında dünya çapında şubeleri bulunan Yunus Emre Vakfı ve onun Yunus Emre Enstitüsünden söz edilmelidir. Merkezlerin şu anda Orta Asya’da ofisleri bulunmamakla birlikte, Vakıf Orta Asya nüfusu için özel olarak tasarlanmış projeler yürütmekte ve etkinlikler düzenlemektedir. Son zamanlarda Maarif Vakfı önemli bir işlev üstlendi: Türk eğitimini teşvik etmek ve bu alanda Türkiye’nin uluslararası bağlantılarını geliştirmek, yurtdışındaki Türk eğitim kurumlarının işleyişini denetlemek ve kısmen yabancılara Türkiye’de eğitim almak için imtiyazlı koşullar sunmakla ilgilenmektedir. Vakfın, FETÖ bağlantılı eğitim kurumlarının geniş ağını yeniden yönlendirmek için faaliyetlerini hızlandırması önemlidir. FETÖ, bazı raporlara göre, 2016’da Türkiye’deki başarısız askeri darbenin düzenlenmesinde doğrudan yer alan örgüttür.[3]

Bir diğer önemli kuruluş ise, hemşehrileriyle çalışmanın ve devlet burs programı “Türkiye Bursları”nı yürütmenin yanı sıra, Türk eğitimini ve Türk dili, tarihi ve kültürünün başta Orta Asya olmak üzere yurtdışında araştırılmasını teşvik eden Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’dır, çünkü örgütün kurumları çoğunlukla bu ülkelere yöneliktir. Yine Diyanet İşleri Başkanlığı (Diyanet) gibi örgütler de destekleyici toplumsal ve kültürel işlevleri yerine getirmektedir. Diyanet 140’tan fazla ülkede faaliyet göstermekte, din eğitimini teşvik etmekte ve okullar, üniversiteler, eğitim kursları vb. aracılığıyla halkı kültürel değerlerle tanıştırmaktadır.

Üçüncüsü, 2000’li yılların başında eski Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından tasarlanan insani siyaseti –küresel bağlamda insanların yaşamlarını iyileştirmeyi amaçlayan insan merkezli bir siyaseti– uygulayan insani yardım örgütü bloğudur. Bu bağlamda, aslında Orta Asya ülkeleri için özel olarak tasarlanan Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı’na (TİKA) özellikle değinmek gerekir.[4] TİKA, Türkiye’nin Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) üyesi olarak sunduğu resmi kalkınma yardımlarını (ODA) sağlamakla uğraşan başlıca kuruluştur. Ajans, Orta Doğu, Afrika, Latin Amerika vb. ülkelerde projeler yürüttüğü için faaliyetlerini Orta Asya’nın çok ötesine genişletti. Türkiye bugün giderek daha aktif bir insani yardım bağışçısı ve bu amaca tahsis edilen GSYİH yüzdesi açısından bu alanda liderlerden biri. Türk insani yardımının başlıca alıcıları, Kırgızistan ve Kazakistan hala ilk 10’da olmasına rağmen, Orta Doğu ve Afrika ülkelerine kayma ile son on yılda önemli ölçüde değişti. Ek olarak, Türkiye’nin genel insani siyaseti için önemli olan Kızılay, AFAD vb. gibi birçok yardımcı kuruluş bulunmaktadır. Gelgelelim bunlar Orta Asya’ya odaklanmamaktadır.

***

Bugün Türkiye, kendisini “Türk dünyası” da dahil olmak üzere birçok bölgede aynı anda lider olarak konumlandırıyor ve çok kutuplu uluslararası sistemde yükselen bir güç merkezi olarak ülkenin küresel önemini vurguluyor ve Orta Asya’daki siyasetlerini kritik derecede önemli hale getiriyor. Faaliyetine ve ihtiraslarına rağmen bu siyasette muhtelif sınırlayıcı faktörler olduğu unutulmamalıdır. Türkiye’nin Orta Asya’daki güncel eylemleri ile Rusya’nın 2015’te Ortadoğu’ya “geri dönüşü” arasında sık sık paralellikler kurulsa da Türkiye tıpkı 1990’larda olduğu gibi Orta Asya’da ikincil bir bölge dışı aktör olmayı sürdürmektedir. Bu, ülkenin güvenlik alanında ne kadar az manevra alanına sahip olduğu ve öncelikle Rusya’nın kabiliyeti olan krizlerle mücadeleye doğrudan müdahil olamaması ile doğrulanmaktadır.

İşte tam da bu nedenle Türkiye, canlı askeri işbirliği söylemine rağmen diğer aktörlerin etkisinin sınırlı olduğu alanlara vurgu yapıyor. Örneğin bunlar kültür, eğitim, iktisat ve insani bileşenlerdir. Bununla birlikte, dış politikada ortaya çıkan geleneksel olmayan unsurların kendine özgü doğası göz önüne alındığında, bu yönelim kendi başına başarı ve etkililiğin kanıtı değildir. Ayrıca, bölgeyi Türk “liderliği” altına almanın bir sonuca bağlanamaması ve esasen pantürkizm ideolojisine dayalı ikili etkileşimlerin hâkimiyeti de Türkiye’nin eylemlerini sınırlandırıyor gibi görünmektedir. Karşılıklı etkileşim için şu anki kurumsal temellerin gerçek etkililiği düşük olmaya devam ediyor. Son olarak, belki de ana noktalardan biri, Orta Asya’daki diğer bölgesel olmayan aktörlerle (öncelikle Rusya ve Çin) karşılaştırıldığında, Türkiye nesnel olarak yeterli kaynağa (finansal, askeri, teknolojik vb.) değildir. Aynı zamanda, Türkiye çok daha az belirgin olmakla birlikte dış siyasette hâlâ çok taraflı bir yaklaşım sergilemektedir.

Bu gelişmeler, Türkiye’nin Orta Asya’daki siyasi faaliyetlerini hızlandırmasına, ülkenin bölgedeki iddialı planlarına ve bölgedeki etkisini artırma kapsamına rağmen, bu planların uzun vadede büyük ölçüde abartılı ve mantıksız göründüğünü göstermektedir. Fakat bu, üçüncü taraflara (Rusya, Çin vb.) yönelik stratejiler oluşturma açısından Türkiye’nin Orta Asya için artan önemini yadsımıyor. Olayların Türkiye’nin lehine dönmesinin temel koşulunun, bölgedeki diğer ülkelerle ekonomik işbirliğinin güçlendirilmesi olduğuna ve bunun sadece Türkiye’nin kültürel ve insani faaliyetlerini tamamlamakla kalmayıp, aynı zamanda ülkenin bölgedeki nüfuzunun temelini oluşturacağına inanıyoruz.

Çeviren: Erman Çete

Dipnotlar:

[1] Ruslar, bizim Orta Asya dediğimiz bölgeyi iki ayrı terimle adlandırıyor: Merkez Asya ve Orta Asya. Merkez Asya, eski Sovyet cumhuriyetlerini kapsayan ülkelere işaret ederken, Orta Asya bu ülkelere Afganistan ile Doğu Türkistan’ı da ekliyor. (ç.n.)

[2] Sarimsokov, Z. “The Turkic Factor in Turkey’s Soft Power Policy in its Relations with Central Asian States.” Postsovetskye issledovaniya, 7 (2020): 613.

[3] Yazarlar, orijinal metinde “FETO” şeklinde yazıyorlar. (ç.n.)

[4] Yazarlar, TİKA’nın insani yardım ulaştırdığı ülkeler arasında Kırgızistan ve Kazakistan’ın hâlâ ilk 10’da yer aldığına dikkat çekiyor. Gerçekten, AKP iktidarının 2006-2013 arasındaki Ortadoğu açılımı dönemi bir kenara bırakıldığında, resmi istatistiklere göre de TİKA’nın Orta Asya’ya yönelik ilgisi asla kesilmemiştir. Gerçekten de TİKA, 1992 yılında kurulduğunda, Orta Asya’daki ülkeleri piyasa ekonomisine entegre etmek ve bölgedeki Türkiye nüfuzunu artırmak gibi misyonlarla kurulmuştu. (ç.n.)

DÜNYA BASINI

Pezeşkiyan’ın hedefi sandığa gitmeyenler, silahı ise “korku”

Yayınlanma

İran’da 14. dönem Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nin ikinci turuna kalan adayların seçim kampanya süreci yeniden başladı.

İran devlet televizyonuna göre, 5 Temmuz’da yapılacak cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turu için yarışacak reformistlerin adayı Mesud Pezeşkiyan ile muhafazakarların adayı Said Celili’nin kampanya süreci 3 Temmuz’da sona erecek.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz adayların birbirlerine yönelik suçlamalarına ve seçim kampanyalarında kullandıkları argümanlara odaklanıyor:

***

İran’da reformcuların cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmak için sosyal yardım ve korku faktörüne güveniyor

Amwaj.media

Reformist Mesud Pezeşkiyan ve muhafazakâr Said Celili, 28 Haziran’daki cumhurbaşkanlığı seçiminde hiçbir aday oyların çoğunluğunu alamadığı için ikinci turda karşı karşıya gelecek.

Pezeşkiyan’ın kampanyası şimdi ilk turu boykot eden seçmenlerle iletişim kurmaya ve katılımı artırmak için olası muhafazakâr yönetimin tehlikelerini vurgulamaya hazırlanıyor. Celili’nin ekibi ise reformist rakibini plansız olarak göstermeye çalışıyor.

Sonuçlar: 28 Haziran seçimleri, muhafazakâr eski Cumhurbaşkanı Reisi’nin geçen ay bir helikopter kazasında hayatını kaybetmesiyle tetiklendi. İran anayasasına göre erken seçimlerin 50 gün içinde yapılması gerekiyor.

Milletvekili Pezeşkiyan ve eski nükleer baş müzakereci Celili, İran’da 28 Haziran’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda yeterli oyu alamadıkları için 5 Temmuz’da karşı karşıya gelecekler.

-Pezeşkiyan 10,5 milyon (yüzde 42,5) oy alırken, Celili 9,5 milyon (yüzde 38,6) oy aldı.

-Başlangıçta seçimin favorisi olarak görülen muhafazakâr Meclis Başkanı Muhammed Bakır Kalibaf ise 3.4 milyondan az (yüzde 13.8) oy alarak üçüncü oldu.

-Muhafazakâr eski adalet bakanı Mustafa Purmuhammedi ise kullanılan oyların yüzde 1’inden azını alarak (yaklaşık 200.000) sonuncu oldu.

Katılım oranı: Kamuoyu yoklamaları, 2021 seçimlerinde seçmen katılımının bir önceki rekor düşük seviye olan yüzde 48,8’den daha yüksek olacağını öngörmesine rağmen, seçime katılım sadece yüzde 39,9 oldu.

Rekor düşük katılım oranı, 2020’de başlayan ulusal seçimlere düşük katılım eğilimini tersine çeviremedi. Seçmen ilgisizliği ve reform yanlısı adayların neredeyse tamamının seçime katılımının engellenmesi bu eğilimi tetikledi.

-Muhafazakârların parlamentoyu ılımlılardan ve Reformistlerden geri aldığı 2020 yasama seçimlerinde oy kullanma hakkına sahip seçmenlerin yüzde 42’sinden biraz fazlası oy kullandı.

-Reisi’nin genel olarak “tek atlı yarış” olarak görülen seçimi kazandığı 2021 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçmenlerin yüzde 48,8’i oy kullandı ki bu o zamana kadar bir cumhurbaşkanlığı oylaması için en düşük katılım oranıydı.

-Bu yıl mart ayında yapılan parlamento seçimlerinin ilk turunda da seçmenlerin yaklaşık %41’i oy kullanmıştı.

Yankıları: Pezeşkiyan için kampanya yürüten eski Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif (2013-21) katılımın düşük olmasını halkın “yönetim şeklimizden memnun olmamasına” bağladı ve geçmişteki eksiklikler için özür diledi.

-Siyaset sosyoloğu Mehran Solati, 30 Haziran’da reform yanlısı Hammihan gazetesine verdiği demeçte, özellikle etnik azınlıkların çoğunlukta olduğu sınır illerindeki düşük katılımın, ülkenin seçimler konusunda “derinleşen öfke ve artan bir hayal kırıklığı” ile karşı karşıya olduğunu gösterdiğini söyledi.

Muhafazakâr Kayhan gazetesi ise katılımın düşük olmasından ılımlı Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani (2013-21) hükümetinin ekonomik performansını sorumlu tuttu.

-Kayhan, ekonominin durumu nedeniyle halkın hayal kırıklığına uğradığını ve Ruhani’nin halefi, son cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin (2021-24) Ruhani’nin kendisine bıraktığı ekonomiyi düzeltmek için yeterli zamanı olmadığını iddia etti.

-Muhafazakâr gazete 28 Mayıs’ta Reisi’nin çabaları sayesinde seçime katılımın “gözle görülür şekilde yüksek” olacağını öngörmüştü.

Pezeşkiyan’ın ekibi, 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde kampanya çalışmalarına başlarken, ilk turda sandığa gitmeyenlere ulaşmaya çalışıyor.

-Zarif, Reformcu kampa bağlı kampanyacılara yaptığı bir konuşmada, halkın “yalan bombardımanına” tutulduğu için “doğrudan insanlarla konuşmalarını” önerdi. Pezeşkiyan için kampanya yürütenler 30 Haziran’da Tahran’ın farklı bölgelerinde bir araya gelerek sıradan İranlıların sorularını yanıtladılar.

Pezeşkiyan 30 Haziran’da, 5 Temmuz’daki zaferinin mecazi bir tren kazasını önlemek için gerekli olduğunu ima ederek dikkatleri üzerine çekti.

-Reformist aday, bir çiftçinin, rayları tıkayan kayalara çarpmadan önce gelen trenin sürücüsünü durdurmak için kıyafetlerini ateşe verdiği bilinen bir grafiği paylaştı. “Fedakâr çiftçi” hikayesi -1961 yılının bir Kasım gecesi yaşanan Rizali Khajavi’nin gerçek eylemlerini konu alıyor- İran ilkokullarında vatanseverlik ve görev bilinci örneği olarak öğretiliyor.

-İran’ı trene ve 28 Haziran seçimlerini boykot eden seçmenleri de yolcularına benzeten Pezeşkiyan, ülkenin “İran’ın geleceği tehlikede olduğu için” yolcuları uyarmak amacıyla “fedakâr çiftçi” gibi insanlara ihtiyaç duyduğunu söyledi.

-Pezeşkiyan’ın paylaşımına tepki olarak Khajavi’nin oğullarından biri internette bir video yayınlayarak kendisinin ve ailesinin Celili’ye oy vereceğini söyledi.

Reformcu adayın destekçileri de muhafazakâr bir cumhurbaşkanının iktidara gelmesinin kötü sonuçlar doğurabileceği korkusundan faydalanarak destek toplamaya çalışıyor.

-Eski Bilgi ve İletişim Teknolojileri Bakanı (2017-21) ve Pezeşkiyan’ın kampanyasının destekçisi olan Muhammad Cevad Azar Cahromi 29 Haziran’da olası bir Celili yönetimini Taliban tarafından yönetilen bir hükümete benzetti.

-Siyasi yorumcu Muhammed Ali Ahangaran 29 Haziran’da Pezeşkiyan’a oy vermenin işleri “mutlaka” daha iyi hale getirmeyeceğini, ancak “seçimi boykot etmenin ya da Celili’ye oy vermenin kesinlikle felaket getireceğini” yazdı.

Bu arada Celili’nin destekçileri 69 yaşındaki Pezeşkiyan’ın sağlığını ve cumhurbaşkanı olmak için gereken özelliklere sahip olup olmadığını sorguladı.

-Muhafazakâr milletvekili ve Celili’nin destekçisi Hamid Rasaee 30 Haziran’da “söylentilere” dayanarak Pezeşkiyan’ın hastalığı nedeniyle Celili ile televizyonda yapılacak bir tartışmaya katılmayacağını söyledi ve Pezeşkiyan’ın dört yıl boyunca ülkeyi yönetecek kadar sağlıklı olup olmadığını sordu. Pezeşkiyan’ın tartışmadan çekildiğine dair resmi bir açıklama yapılmadı.

-Muhafazakâr bir milletvekili ve eski bir televizyon sunucusu olan Emirhüseyin Sabeti, Pezeşkiyan’ı ülkenin sorunlarını ele alacak bir “planı olmamakla” suçladı. Sabeti ayrıca reformist adayın yarışı kazanması halinde benzin fiyatlarının sekiz kattan fazla artacağını iddia etti.

Adaylar: Eğitimli bir kalp cerrahı olan Pezeşkiyan, Batı ile ilişki kurma ve temel sosyal ve kültürel özgürlükleri güvence altına almak için mücadele etme mottosuyla yarışıyor.

– Tecrübeli milletvekili, yolsuzlukla mücadele etme sözü verdi ve İran’ı yıllardır kara listesinde tutan hükümetler arası kara para aklama karşıtı bir kuruluş olan Mali Eylem Görev Gücü (FATF) ile işbirliğinden yana konuştu.

-Pezeşkiyan, Dini Lider Ayetullah Ali Hamaney tarafından belirlenen politikalardan övgüyle bahsetti. Bu nokta, İslam Cumhuriyeti’ni eleştirenler tarafından Pezeşkiyan ve muhafazakâr rakibi Celili’nin birbirinden farkı olmadığı iddia etmek için sıklıkla referans gösteriliyor.

Celili aşırı muhafazakârlar arasında popüler ve Reisi yönetimindeki pek çok kişinin desteğine sahip.

-Muhafazakâr Celili 2007-2013 yılları arasında Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi (YGK) sekreteri olarak görev yaptı ve bu dönemde Batı ile nükleer müzakereleri de yürüttü. Müzakereler hiçbir yere varmadı.

-Batı ile ilişkilerin geliştirilmesine karşı olan ve 2015 nükleer anlaşmasına da şiddetle karşı çıkan Celili şu anda Hamaney’in YGK’deki kişisel temsilcisi olarak görev yapıyor.

Öngörü: İki cumhurbaşkanı adayı 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde televizyonda yayınlanacak iki münazarada karşı karşıya gelecek.

-Celili, Kalibaf’ın oylarının kendi lehine döneceğini umuyor ancak meclis başkanının destekçilerinin Celili’nin davasına ne kadar bağlı olduğu konusunda soru işaretleri var. Şimdiden, en azından bazı oyların Pezeşkiyan’a gideceğine dair işaretler söz konusu

-İkinci turu kazanmak için Pezeşkiyan’ın katılımı artırmak için elinden gelen her şeyi yapması gerekiyor. Kampanyası, kısmen kullanılmayan her oyun Celili’ye oy vermek anlamına geldiğini savunarak ilk turu boykot edenleri kazanmaya odaklanacak.

-Sosyal medyadaki söylem, Reformist adayın Celili gibi muhafazakâr birinin cumhurbaşkanı olmasından endişe duyan seçmenlerden fayda sağlayacağını gösteriyor. Ancak bu korku faktörünün seçmen ilgisizliğini yenmeye yetip yetmeyeceğini zaman gösterecek.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Sergey Glazyev ile mülakat: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Ukrayna’daki savaşın Rusya’nın ya da Rus sermayesinin Batı’dan büyük ölçüde kopuşunu beraberinde getirdiği doğru. Fakat bu kopuşun niteliklerine dair tartışılacak çok fazla noktanın olduğu da doğru. Bu kopuş henüz nihai aşamasına ulaşabilmiş değil. Ve Rusya’nın sermayedarları ve politikacıları, 90’lardan kalma köhnemiş fikir ve anlayış biçimlerini terk etmiş değiller, Glazyev bu konuda haklı.


Glazyev: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yuriy Pronko

Tsargrad

29 Haziran 2024

Rusya, Avrupa’dan ithalatı Çin ve Hindistan’dan gelen mallarla tamamen ikame edebilir mi? Neden hala Boeing’lerle uçuyoruz? 1998’deki temerrüt bize nasıl fayda sağladı? 300 milyar doları kaybetmemek için ne yapmamız gerekiyor? Rusya Bilimler Akademisi’nden Sergey Glazyev anlattı.

Yeni Volga modelinin halka tanıtımı sırasında pek de duygusal olmayan Başbakan Mihail Mişustin yetkililere şunu sormuştu: Direksiyonunuz Çin üretimi mi? Ve otomobil markasının neden hem Rusça olmayıp hem Kiril alfabesiyle yazıldığını anlamıyorum. Gerçekten ithal ikamesi mi yapıyoruz yoksa Çin, Batı’nın yerini mi aldı?

Bu duruma göre değişiyor. Çin bugün her şeyi üretiyor. Hindistan da öyle. Ve bu iki dev ile ticaretteki büyüme şaşırtıcı: Yaptırımlara rağmen yıllık yüzde 25 ila 30. Avrupa’dan yapılan ithalatı tamamen Çin ve Hindistan’dan yapılan ithalatla ikame edebiliriz. Bu arada, Çin ile ticaret AB ile ticaretten daha iyi değil, aksine daha kötü bir yapıya sahip.

Hammadde payı AB’ye kıyasla daha büyük, nihai ürün payı ise daha küçük. AB’nin hammadde sağlayan uzantısı olduğumuzdan daha büyük ölçüde Çin’in hammadde sağlayan uzantısı haline geliyoruz. Bu eğilimin üstesinden gelmek için nihai ürün üretimini ve iş birliğini artıracak kredilere ihtiyacımız var. Çin ile birlikte katma değerli zincirlerin oluşturulmasını teşvik etmeliyiz. Farklı sektörlerde durum oldukça farklı. Otomotiv sektöründe, uzun yıllar süren endüstriyel montajın ardından, Batı’dan ithal edilen bileşenleri Doğu’dan gelenlerle ikame etmemiz gerekiyor.

Hayali başarılar

Ancak bu gerçek bir ithal ikamesi midir?

Yetkililerimiz Kaluga oblastında Volkswagen’in üretimini kurduklarıyla övünürken —zira her şey robotlara dayanıyordu— 300 istihdam yaratmıştı. Peki Avtovaz’da kaç kişinin işine son verildi? Nerede tam bir iş birliği zincirimiz var?

Ürettiğimiz nihai ürünlerle, neredeyse tüm teknolojik zincir boyunca ilgilenmemiz gerekiyor. İthal bileşenlerden makine yapımında elde ettiğimiz başarıların hayali başarılar olduğunun farkına varmamız gerekiyor. Rusya ve Avrasya Ekonomi Birliği (AEB) içinde yer alan yerli katma değer zincirlerimize dayalı daha derin ithal ikamesi fırsatlarını zorluyoruz.

Devlete ait bir şirket olmasına rağmen Aeroflot neden tamamen Rusya üretimi Tu-214 uçağı almaya ikna edilemiyor? Ya da Tamamen Rusya üretimi İl-76 satın almaya? Üç yerine iki pilotu olması gerektiği, motorunun daha az ekonomik olabileceği hakkındaki tüm iddialar saçmalık. Kendi üretimimiz uçaklara; Tu-204, 14, Tu-334, İl-96, İl-112’ye geçmemiz gerekiyor. An-70 ve An-124, Ukrayna ekipmanına sahip olmasına rağmen An-124 bile üretilebilir. Bunların hepsini kendimiz yapabiliriz.

Batı’nın servis vermediği ve motorları arızalanan Boeing’ler ise kaldırılmıyor.

Tu-214’lerimizi satın alma yükümlülüklerini yerine getirmek yerine, bir şeyler icat etmeye başladılar. Batı ile karşı karşıya geldiğimiz bir durumda, şirketleri hesaba almayıp büyük kararlar almalıyız. Kendi uçaklarımıza geçelim. Onları işletmek daha pahalı olabilir, bakımlarını yapmak daha zor olabilir.

Batı tarafından ambargo geldiğinde ve bize uçak parçaları vermeyi kestiklerinde, havacılık idaremizin kafası karıştı. Zira hem bakım hem de satın alma her şeyi yurt dışına yaptırıyorlardı. Nereden ne alacaklarını bile bilmiyorlardı. Batı ekipmanları üzerinde asalak bir yaşam sürüyorlardı ve bu da yönetimimizin tamamen gevşemesine yol açtı. İthal ekipman satın almakla değil, ülke içinde üretimi organize etmekle meşgul olunmalı.

Bu insanlar bir şeyleri değiştirebilecek kapasitede mi?

Yönetici pozisyonlarına sadece bir cepten diğerine nasıl para aktarılacağını bilen ne üzerine ihtisas yaptığı belli olmayan yöneticileri değil, mühendisleri terfi ettirmeliyiz. Yerli üretimin çıkarları, ikinci el bir Amerikan motoru nasıl alınır, Afrika üzerinden nasıl ithal edilire odaklanan konjonktürün çıkarlarından daha yüksek olmalı. Artık uzun vadeli stratejik kararlar alma zamanı. Yerli teknolojik tabana dönme zamanı.

Buna yönelik bir potansiyel olduğunu düşünüyor musunuz?

Potansiyel var. Bu da 2021 yılında yılda en az yüzde 5 oranında büyümemizi sağlıyor. Son iki yılın dinamikleri, sektörün üretim fırsatlarındaki artışa kolayca yanıt verdiğini gösteriyor.

1998 yılında Primakov-Geraşçenko’nun politikası sayesinde, eylül ayından itibaren temerrütten sonra, ithal ikamesi temelinde sanayi üretiminde patlayıcı bir büyüme yaşandı. Daha sonra ithalatın fiyatı hızla yükseldi ve Merkez Bankası enflasyon oranının altında bir oranda kredi verdi. Model mükemmel bir şekilde işledi. Sanayi her ay yüzde 2 oranında büyüdü. Dokuz aylık çalışma sonunda sanayi üretimindeki büyüme yüzde 20 oldu. Belki bugün böyle bir büyüme yok. Ama üretimde yüzde 10’a kadar büyümeyi sürdürebiliriz.

Dünyadaki en yüksek emek sömürüsü

Ve bunun için beyinlerimiz var mı?

Hem beynimiz hem de insanımız var. Ve sanayi bölgelerimizin bu deneyimi, hükümet yerli ürünlere olan talebi artırmaya başlar başlamaz, sanayinin hemen karşılık verdiğini gösteriyor. Belki işgücü piyasasında lokal açıklar var. Ancak bununla ciddi bir şekilde ilgilenmemiz gerekiyor. Uzmanlar, teknik uzmanlar, mühendislik personeli yetiştirmemiz gerekiyor. Ve ücret artışları kaçınılmaz. Ücretlerin GSYİH’deki payının diğer ülkelere kıyasla bir buçuk kat daha düşük olduğunu unutmayalım.

Üretimi ücretlere böldüğümüzde, işçilerimizin her bir ruble ücret başına Avrupa ya da ABD’ye kıyasla üç kat daha fazla üretim yaptığı ortaya çıkıyor. Dünyadaki en yüksek emek sömürüsüne sahibiz. İnsanlar “oh be ücretler artmaya başladı” derken, 1990’ların başında ücretlerin kat kat düştüğünü unutuyorlar. Ve daha fazla da artmadı.

Ücret artışlarının altına girmek zorundasınız. Bu normal bir olgudur. Bu, işgücü verimliliğindeki büyümeyi geriletiyor. Fakat bunun olmaması için otomasyona, robotlaşmaya yatırım yapmamız gerekiyor. Eğer yeterli sayıda işçimiz yoksa, istihdam edilen bin kişi başına düşen robot sayısı bakımından neden dünyada son sıralardayız?

Batı’nın hırsızlığına karşı uyarı

2014’ten bu yana Rusya’nın döviz rezervlerinin çalınabileceği konusunda uyarıda bulunan birkaç uzmandan biri, hatta tekiydiniz. Kenara itildiniz; “orada yasalar var, kimse hiçbir şeye dokunmayacak,” denmişti.

Düşmana döviz rezervlerimizle operasyon yapma fırsatı vermiş olmamız beni çok üzüyor. Ukrayna Silahlı Kuvvetleri bu rezervler karşılığında finanse ediliyor. Batı, rezervlerimize siyasi düzeyde el koymaya hazır. Ancak finansörler hala direniyor ve palyatif çözümler arıyor. Fakat bunun onlar için siyasi olarak çözülmesi gereken bir mesele olduğunu anlamalıyız.

Bu devasa meblağı kayıp mı ettik?

Batı’da iktidarda olanlar bize karşı savaş üzerine bahse girdiler, bu yüzden intihar eğilimlerini değiştiremezler. Bunun iyi bir şey getirmediği hakikatini göze alıyorlar. Avrupa’da giderek büyüyen bir ekonomik ve sosyal felaket görüyoruz. Avrupa rekabet gücünü hızla kaybediyor ama kilit pozisyonlarda Amerikan kuklaları oturuyor. Bir Rusya düşmanı daha NATO Genel Sekreteri seçildi. Bekleyeceğiz, belki birkaç yıl içinde Avrupa ülkelerinde yeniden seçim dalgası başlayacak. Belki Fransa bir ay içinde hükümetini değiştirecek.

Ancak von der Leyen’e Avrupa Komisyonu başkanı olarak beş yıl daha görev süresi tanındı.

Belki de ABD’de kaos öyle bir seviyeye ulaşacak ki, Rusya’ya karşı savaşın durumlarını daha da kötüleştirdiğini fark edecekler. Bu tamamen öznel bir durum. Paramız bize verilmiyor. Onu geri alıp alamayacağımız, bizden kendileri için olumlu şeyler isteyecekleri zaman göreceli bir siyasi soru.

Şu anda bizi yok etmeye çalışıyorlar. Ve cevabın asla kendilerine gelmeyeceğini düşündükleri sürece, yüzsüzce ve dizginlenemez bir şekilde davranıyorlar.

Batı toplumu buna daha ne kadar tahammül edecek?

Batı toplumu Rusya ile dost olmak ve ilişkileri yeniden tesis etmek isteyen siyasetçileri iktidara getirdiğinde bu soru gündeme gelecektir. Zira yaptıkları şey, finans terminolojisinde temerrüt olarak adlandırılır. Batı temerrüde düşmüş durumda, ülkeler kredibil değil. Sadece bize değil, bir dizi başka ülkeye olan borçlarını ödeyemiyorlar.

Onlara iflas etmiş muamelesi yapmalıyız. Ve tüm bu kredi notlarımız Batılı ülkelere karşı temerrüde düşürülmeli. Ahlaki açıdan bakıldığında Batı’nın yaptığı şey soygundur. Finansal açıdan bakıldığında temerrüttür. Siyasi açıdan ise bu onların stratejik hatasıdır.

Rusya’nın bu formülasyondaki durumu değerlendirmeye hazır olup olmadığından şüpheliyim. Maliye Bakanlığı’nın eylemlerine bakıyorum, Merkez Bankası’‘nın söylemlerini işitiyorum. Perde arkasında bile böyle bir şey söylenmiyor. Aynı simalar, Sergei Yuriyeviç, kameraların, sıkı sıkıya kapalı kapılar ardında konuştuğunuz simalar, size “hayır, böyle olmayacak, [bu varlıklar] hiçbir yere gitmedi,” dediler mi?

Bir hatayı kabul etmek cesaret ve nitelik gerektirir. Ne yazık ki Merkez Bankası hem dünyanın hem de bilimin uzun zaman önce terk ettiği ilkel modellere göre yön alan niteliksiz insanlar tarafından yönetiliyor.

Ancak bunun bedeli 300 milyar dolar.

Merkez Bankası şu an bile IMF’nin tavsiyelerine körü körüne bağlı. IMF tarafından kendilerine dolar ve avro dışında rezervlerinizi koyabileceğiniz başka bir varlık olmadığı, zira bu para birimlerinin likit olduğu ve iyi bir faiz oranına sahip olduğu söylendi. Onlar da Washington’dan gelen tavsiyelere uydular.

Her şeyden önce döviz rezervlerine el konulacağı konusunda defalarca uyarıda bulundum, 2014’te bu aşikardı. Gözlerimizin önünde İran’ın, Afganistan’ın, Venezuela’nın rezervlerine el konuldu. Venezuela’nın sadece döviz rezervlerine el koymakla kalmadılar, varlıkları muhalefete aktardılar.

Fakat Rusya’nın sözde muhalefetine 300 milyar verecek halleri yok.

SWIFT ile ilişkimizin kesileceğini 12 yıldan uzun bir süre önce ilk söyleyen bendim. Sonra Merkez Bankası başkanı bana dedi ki: “Merkez Bankası’na atom bombası atılması gibi bir riski göze alamayız”. Ben de “Yaparlar, atom bombasının bununla ne alakası var?” dedim. İran dışarıya kapatıldı ve biz de kapatılacağız.

Şükür ki Devlet Başkanı’nın bankalar arası bir finansal haberleşme sistemi zamanında oluşturuldu. Bu sistem, Devlet Başkanı zamanında talimat verdiği için var. Kendi başlarına ne SPFS’yi ne de Mir kartı asla yapamazlardı. Biz en azından bilişim ve teknik altyapıda, ödeme ve finans sisteminde kendimizi hazırladık.

Rezervleri elden çıkarmış olmamızın stratejik bir hata olduğunu düşünüyorum. Bundan kolayca kaçınılabilirdi. Nereye yatırım yapacağımızı bile düşünmeyebilirdik, yalnızca kendi ürettiğimiz altını satın alabilirdik. Altın ihraç etmeye devam ediyoruz. Farklı para birimlerinde oldukça büyük bir döviz kazancımız var ve bu kazançları altın biriktirmek ve rubleye dönüştürmek için kullanabilirdik. İhracatçılara ruble verip gelirlerini altına çevirebilirdik…

Son olarak, bu parayla altın satın alın. Pek çok ihtimal var, bu yüzden ellerimizi havaya kaldırmamız gerekiyor. Ve hataların tekrarlanmamasını ummalıyız.

Batı basını da neredeyse her gün çıkan makalelerle Merkez Bankası yönetimini övüyor.

Bu yüzden övülüyorlar, zira oradan gelen talimatlarla hareket ediyorlar. Ve ekonomimizin gelişmesini yasaklayarak hareket etmeye devam ediyorlar. Yatırımları engelliyorlar ve dövizi ülke dışına itiyorlar. Orada herhangi bir para birimini doğrudan kote etmelerini sağlamak zor. Yuanın kote edilmesi iyi bir şey. Ama rupi henüz kote edilmedi. Rupi neden kote edilmiyor?

Başbakan Modi’nin Moskova’ya yapacağı ziyaretten sonra belki durum değişir?

Rupinin neden kote edilmediği hiç de açık değil. Çok büyük bir döviz akışı var. İhracatçıların satacak hiçbir yeri yok. Aslında para otoriteleri, aşırı ısınma ve aşırı döviz arzı hakkında her türlü peri masalını uydurarak ekonomimizin kalkınmasını engellemeye devam ediyor.

Dolar ve avro cinsinden değil ama diğer para birimleri cinsinden devasa bir sermaye kaçışı devam ediyor. Ve yıllardır içinde sallanıp durduğumuz kısır döngüyü iktisadi refah döngüsüne dönüştürecek yatırımlardan feci şekilde yoksunuz. Bunun için ucuz kredilere, üretken yatırımları finanse edecek, ülkenin stratejik planları, Devlet Başkanı’nın açıkladığı öncelikler doğrultusunda hedefli kredilere ihtiyacımız var. Hem bilim ve teknoloji politikası hem de kalkınma hızı açısından bu önemli.

Milli ölçütlerimiz siyasi olarak formüle edildi.

Ancak bu talimatlar için para yok. Sadece bütçe var. Ve bütçe iktisadi politikanın ana aracı değildir. Bütçenin başka pek çok görevi vardır. İktisadi politikanın ana aracı kredidir, bütçe değil. Stratejik planların ve ülke liderliği tarafından belirlenen siyasi hedeflerin ana uygulayıcıları bankalar olmalıdır. Bankalar, ekonominin hızla kalkınacağı yönlerde kredi vermelidir, bu yönler görülebilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Avrupa’nın depremi: Popülist bir geri tepme

Yayınlanma

Avrupa’nın depremi

Štefan Auer
Prospect
15 Haziran 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Deprem epey uzun zamandır bekleniyordu. Geniş ölçekte tahmin de ediliyordu. Fakat yaşananlar yine de pek çok kişiyi şaşırttı. Avrupa entegrasyonuna şüpheyle yaklaşan siyasi güçlerin Avrupa Parlamentosu seçimlerinde elde ettiği olağanüstü başarı kıtayı önemli ölçüde değiştireceğe benziyor. AB’nin en üst düzey görevleri için kaotik bir müzakere ve at pazarlığı dönemine girilirken, Avrupa’nın on yıl sonra nerede olacağını tahmin etmek, on gün içinde nasıl bir şekil alacağını tahmin etmekten belki de çok daha kolay görünüyor.

Ayrı kimliklere sahip halklar Avrupa siyaset sahnesine çıkma tehdidinde bulundukça daimî bir birliğin fikri dahi ortadan kalkıyor. “Halklar” ifadesini kasti olarak çoğul olarak kullanıyorum zira birçok Avrupa yanlısı akademisyen ve yorumcunun kabul etmeyi reddettiği bir gerçeği en baştan söylemek istiyorum: Avrupa, ulus devlete benzer bir siyasal yapı teşkil etmiyor. Bunun yerine, 27 ayrı demosu olan 27 üye devletten oluşuyor. Bu durum, Oxfordlu akademisyen Kalypso Nicolaidis tarafından savunulan öncü bir kavram olan “demoikrasi”den farklı bir anlama geliyor. Nicolaidis Avrupa’yı “hem devletler hem de yurttaşlar olarak anlaşılan, birlikte yöneten ama tek olmayan bir halklar birliği” olarak görmek istiyor. Ancak böyle bir Avrupa, nihai otorite sorununu göz ardı ettiği için özellikle kriz zamanlarında işleyemez hale geliyor. Böylesi bir siyasal yapıda egemen kim olacaktır? İstisnaya kim karar verecektir? Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu sorulara yanıt olarak gerçek anlamda egemen bir Avrupa’nın yaratılmasını savunuyor. İşte tam da bunun için Macron ve Alman mevkidaşı Şansölye Olaf Scholz mayıs ayında “Avrupa’mız ölümlüdür” ve “Bu zorluğun üstesinden gelmeliyiz” diye yazmışlardı.

Ne var ki bu zorluğun üstesinden gelemediler ve bana kalırsa Avrupa’nın geleceğini şekillendirecek bir konumda da olmayacaklar. Scholz’un iktidardaki Sosyal Demokrat Partisi (SDP) oyların yalnızca yüzde 14’ünü alarak aşırı sağcı ve Avrupa şüphecisi Almanya için Alternatif’in (AfD) ardından üçüncü sırada yer aldı. Fransa’da da Macron’un Rönesans partisi sadece yüzde 15 oy alabildi ki bu oran Marine Le Pen’in Ulusal Birlik (RN) partisinin yarısından daha az bir oy almış olduğu anlamına geliyor. Ancak pek çok açıdan, bu Avrupa seçimleri değil, 27 (ayrı) ulusal seçim demek. Hukukçu Alberto Allemano’nun da ifade ettiği gibi, bu seçimlerde “insanların ulusal adaylar çıkaran, ulusal gündemler sunan ulusal partilere oy verdiğini gördük.”

Allemano teşhislerinde haklı olsa da reçetelerinde yanılıyor. Zira halen Avrupa’nın daha da Avrupalılaştırılması çağrısında bulunuyor. “Seçimleri gerçekten Avrupa düzeyinde yaparsanız, bir Avrupa demosu yaratacak ve bu da bir Avrupa demokrasisinin doğmasına yol açacaktır. Mükemmel olmayacak, tartışmalar devam edecek, ancak insanlar seslerini duyuracak ve Avrupa giderek daha demokratik hale gelecek”, argüman bu şekilde ilerliyor. Oysa bunlar bir işe yaramaz. Avrupa’da demokrasiyi kurtarmak için, siyasal yapılar daha fazla Avrupalılaştırılmamalı, tersine ulusallaştırılmalıdır. Zaten bu durmak bilmeyen Avrupalılaşma süreci bizi şimdi bulunduğumuz yere getirdi: Yalnızca liberalizme karşı değil, demokrasiyi mümkün ve sürdürülebilir kılan temel ilke ve değerlere karşı popülist bir geri tepme.

Önümüzdeki yıllarda bu seçimler Avrupa için önemli bir dönüm noktasını teşkil edecek ve AB’nin kendini uluslarüstü, yarı egemen bir federasyona dönüştürme hedeflerinin sonunu işaret edecek gibi görünüyor. Gittiğimiz Avrupa, sadece Brexit referandumundan önce David Cameron’ın talep ettiğine değil, aynı zamanda mevcut Avrupa Birliği’nin oluşturulmasına karşı çıkan Margaret Thatcher’ın savunduğuna da çok daha yakın olacak. Cameron hem AB dışından hem de içinden gelen göçün daha fazla kontrol edilmesini istemişti, Thatcher ise bilindiği üzere ulus devletler Avrupa’sı için mücadele etmişti. Kendisinin 1988’de Bruges’deki [Avrupa Birliği’ne binlerce bürokrat yetiştirmiş olan] Avrupa Koleji’nde yaptığı bir konuşmada ifade ettiği gibi, “Avrupa, birbirini daha iyi anlayan, birbirini daha çok takdir eden, birlikte daha çok şey yapan fakat ortak Avrupa çabamız kadar ulusal kimliğimizi de yücelten bir milletler ailesi olsun”.

Thatcher’ın mesajı bugün Birlik genelinde -memnuniyetsizliklerini ana akım uzlaşıya karşı çıkan sağ ya da sol partilere oy vererek ifade eden- seçmenler arasında yankı bulacaktır. Bu, seçmenlerin tek tek üye ülkelerdeki kaygıları arasındaki büyük farklılıkları küçümsemek anlamına gelmiyor. Ama Avrupa her zaman farklı halklar için farklı anlamlar ifade etmiştir, ki bu kurucu altı ülke olan Belçika, Fransa, Batı Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda için dahi geçerlidir. Sadece Fransa ve Almanya arasındaki farklılıkları düşünün. Fransız elitleri Avrupa projesini Fransa’yı büyütmek için bir araç olarak görürken, birçok Alman için Avrupa’nın amacı İkinci Dünya Savaşı esnasında barbarlığa sürüklenen uluslarının itibarını yeniden kurabilmekti. Tam da bu doğrultuda Almanya, gücünü gizleyebilmek amacıyla Avrupa’yı kullandı.

Fransa’daki seçim sonrası gelişmeler, eğer ihtiyacımız varsa, iç politikanın ne denli merkezi olduğunu bize yeniden hatırlatıyor. Sayısız iç soruna rağmen Macron epey yakın bir zamana kadar Avrupa’nın lideri olarak görülüyordu. Partisinin Avrupa Parlamentosu oylamasındaki kötü performansının ardından erken seçim çağrısında bulunması, onun sonunu hızlandıracaktır. Marine Le Pen’in Ulusal Birlik’i Fransa Ulusal Meclisi’nde salt çoğunluğu elde etmesi de ya da buna yaklaşması durumunda, Macron’un sosyal tabanı büyük ölçüde eriyecektir. Bu da demek oluyor ki artık Fransa ve -daha önemlisi- Avrupa açısından güvenilir bir lider olarak görülmeyecektir.

Buna karşılık, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri partisi (Fratelli d’Italia – FdI) ulusal oylardaki en büyük payı (yüzde 29) topladı. Bu durum, Avrupa Parlamentosu’ndaki parti grubunun toplam büyüklüğüne (ana akım merkez sağ parti, bir merkez sol parti ve Macron’un Renew Europe partisinden sonra dördüncü sırada yer almasına) rağmen Meloni’nin demokratik itibarını ve demokratik referanslarını daha da güçlendirdi. Böylece Avrupa yenilenecek fakat Meloni ve takipçilerinin bir süredir savunduğu doğrultuda. Yani, Avrupa’yı egemen kılmak yerine, üye devletler ulusal egemenliklerini Avrupa’dan geri kazanmaya çalışacaklar. Hem kolektif olarak hem de tek tek ulus devletler olarak, göç üzerinde daha fazla kontrol sağlamanın yanı sıra ulusal ekonomileri üzerinde (bir miktar) kontrol sağlamak için bastıracaklar.

Brüksel ve diğer Avrupa başkentlerinde Donald Trump’ın olası yeniden iktidarının hayaleti dolaşıyor. Ukrayna’daki durum ise vahametini koruyor. Rusya’nın ülkeyi yok etme konusundaki arzusu azalmış görünmüyor. Ancak yetkilerin bir kısmının kurucu üye devletlere geri verildiği bir Avrupa, Ukrayna için her zaman kötü haber demek değil. Bir bütün olarak AB, zor durumdaki bu ülkeye sürekli bol kepçeden söz verip ama vaat ettiğinin çok altında verdi. Ukrayna’nın kararlı destekçileri genellikle üye devletler ve AB dışındaki ülkeler, yani ABD ve İngiltere olmuştur. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte de bu ülkelerin rolü hem NATO içinde hem de NATO’nun dışında daha da önemli hale gelecektir.

Peki ya egemen Avrupa? Hatırlayın, dünyada kendi çıkarlarını önceleyecek ve savunacak bir Avrupa? Bağımsız, özerk, dirençli, ABD ve Çin de dahil olmak üzere diğer büyük güçlerden bağımsız bir Avrupa? İşte o Avrupa zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir gelecek düşüydü. Gücünü ve güvenilirliğini yeniden kazanmak için Avrupa’nın kendi vatandaşlarına karşı daha duyarlı olması gerekiyor. Bunun da ulus-devletler düzeyinde başarılması, oluşmakta olan uluslarüstü bir yönetimden çok daha olasıdır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English