Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Rusya gözünden Türkiye’nin Orta Asya politikası

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, 25 Şubat 2022 tarihinde Russian International Affairs Council’de (RIAC) yayımlandı. RIAC, 2010 yılında aralarında Rusya Dışişleri Bakanlığının da bulunduğu bir dizi devlet kurumunun öncülüğünde yaşamına başlayan bir düşünce kuruluşudur. Yani RIAC, doğrudan Kremlin’e bağlı olmasa da devletin merkeziyle güçlü ilişkilere sahiptir. Makale, Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından Ankara’nın ilgi odağı olan Orta Asya’daki Türkiye bağlantılı faaliyetlerin Rusya tarafından dikkatle takip edildiğini gösteriyor. Yazarlar, belirli bir ihtiyat payı bırakmakla birlikte, Türkiye’nin bölgedeki etkisinin hâlâ sınırlı olduğunu savunuyorlar. Dahası, Ankara’nın bölgeyle kurduğu ilişkilerde açık ya da örtülü dile getirdiği pantürkist söylemlerin yalnızca Rusya tarafından değil, Çin ile İran’ca da pek hoş karşılanmayacağını ima ediyorlar. Türkiye’nin doğrudan Sovyet sonrası Orta Asya’ya nüfuz etmek için kurduğu TİKA’ya pek az yer ayrılması ise makalenin eksikliği olarak göze çarpıyor. Metindeki bir dipnot makalenin orijinalinde de bulunmaktadır, kalan dipnotlar ve metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.

Türkiye’nin Orta Asya’daki Politikası: İhtiraslar Sağlam Bir Temele mi Dayanıyor?

25 Şubat 2022
Grigory Lukyanov-Nubara Kulieva

Son zamanlarda uluslararası toplumun dikkati Orta Asya’ya[1] odaklandı. Bu, genellikle Orta Asya’yla doğrudan ya da dolaylı bağlantılı olaylar nedeniyledir; Taliban’ın iktidara gelişi, Kazakistan’daki durum, KGAÖ’nün (Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü) artan faaliyetleri, vb. Türkiye, kendisini “Türk dünyası”nın lideri olarak konumlandırarak ve Rusya ve Çin gibi bölge dışı başlıca aktörler kadar olaylara müdahil olmaya çalışarak bu gelişmeler arasında özellikle aktif hale geldi.

Gelgelelim, bu faaliyetin başlangıcı Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle aynı zamana rastladı, ki bu, Türkiye’nin Batı bloğunun ileri karakolu olarak önemini zayıflattı ve Türkiye’nin nüfuzunun yeni kurulan Orta Asya devletlerine yayılması konusunu gündeme getirdi. Laik demokratik siyasi sistem, İslami değerlere saygı, sosyal yönelimli devlet politikaları ve piyasa ekonomisini birleştiren Türk kalkınma modeli bu bağlamda kilit araç olarak görülüyordu. Devletlerin etnik ve mezhepsel yakınlığı faktörü ek bir öneme sahipti ve Türkiye’nin Türkî ülkelerin uluslararası temsilcisi statüsünü geliştirmesi lehine bir argüman olarak kullanıldı. Bununla birlikte bölge devletleri bir başka “hükümdar”ın liderliğinde gelişmelerini sürdürmek istemediler ve Türkiye bu devletlerle ekonomik, kültürel ve insani etkileşimlerle yetinmek zorunda kaldı.

Türkiye’nin Orta Asya Ülkeleri ile Başlıca İşbirliği Alanları

İktisadi İşbirliği

Bugün Türkiye’nin bölgesel konumunu güçlendirme girişimleri, Orta Asya devletleriyle ekonomik işbirliğini derinleştirmeye dayanıyor. Ankara, Orta Asya’yı öncelikle ulaştırma altyapısı yatırımlarında gelecek vaat eden bir bölge olarak görüyor. Yeni otoyolların ve ulaşım güzergahlarının oluşturulması, eski Sovyet cumhuriyetlerinin Rusya’ya olan altyapı bağımlılığının aşılmasında etkilidir, bu nedenle bölge ülkeleri bu kadar çok proje önermektedir. Aralık 2018 Türk Konseyi emtia fuarına katılanlar, Orta Asya’daki Türk yatırımlarının 85 milyar doları aştığını kaydetti. Türkiye yakın zamanda Aşkabat’ta uluslararası bir liman inşa etmek ve Türkmenbaşı Uluslararası Limanı’nı yeniden inşa etmek gibi birçok büyük ölçekli projeye yatırım yaptı. Ayrıca 2020 yılında TAV Havalimanları Holding, Kazakistan’ın en büyük şehri Almatı’daki havalimanının yüzde yüz hissesini satın aldı. Diğer planlar da iddialı: Türkiye, Çin ile birlikte, Türk dünyasını birbirine bağlayacak bir ulaşım arteri olan Hazar-ötesi bir ulaşım güzergahını hayata geçirmeyi planlıyor. Bu koridoru inşa ettiğinde Türkiye Orta Asya’ya doğrudan erişimi garantiye alacak, karşılığında sanayi ihracatını ve hammadde ithalatını artıracak. Bölge, Türkiye’nin enerji arzını çeşitlendirmesi açısından da Ankara’yı ilgilendiriyor. Ankara, Güney Gaz Koridoru projesinin bir parçası olan Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) boru hattı üzerinden Kazakistan petrolünün dağıtımını ve Trans-Anadolu boru hattı üzerinden Türkmenistan’ın gaz dağıtımını artırmayı hedefliyor. Bu tür planlar, Ankara’nın Rusya, Orta Asya, Azerbaycan ve Doğu Akdeniz’den Avrupa’ya gaz taşıyan bir Avrasya “enerji merkezi” olma niyetini göstermektedir.

Ankara’nın hedeflerine ulaşmak için hatırı sayılır kaynaklara sahip olduğu not edilmelidir: Orta Asya’daki ülkeler ve Türkiye radikal biçimde farklı iktisadi yapılara sahipler, dolayısıyla Türkiye, bu ülkelerin kendilerinin üretemediği metalara yönelik taleplerini karşılayabilir. Gelgelelim iyi gelişmiş bir altyapının olmaması nedeniyle ihracat sınırlıdır. 2010 ve 2020 yılları arasında Türkiye ile Orta Asya ülkeleri arasındaki ticaret hacmi 5,5 milyar dolardan 6,3 milyar dolara yükseldi. Bu rakam, Ankara’nın toplam dış ticaret hacminin yüzde 1,5’inden biraz fazlasını oluşturuyor ve bu da bölgede önemli bir büyüme potansiyeli olduğunu gösteriyor. Türkiye en çok Özbekistan ve Kazakistan’la ticaret yapıyor. Bu devletlerin her biri ile ticaret hacmi 2 milyar doları aşıyor, fakat Türkiye her iki ülkenin de en büyük üç ticaret ortağı arasında bile değil. Türkiye’nin Rusya ve Çin ile rekabet etmesi zor ve Ankara’nın Orta Asya’daki ekonomik varlığını oluşturmadaki başarıları, bu daha önemli aktörlerin elde ettiği başarıların yanında sönük kalıyor.

Askeri İşbirliği

İktisadi işbirliğini hızlandırmanın yanı sıra, Türkiye Orta Asya devletleriyle askeri ilişkilerini de güçlendirmeyi arzuluyor. Burada öncelikle bölge ülkeleriyle ikili temaslardan, yakın zamanda yeni bir seviyeye ulaşan temaslardan bahsediyoruz. Günümüzde, bir Turan Ordusu –Türk devletlerinin katıldığı bir askeri blok– kurma fikri kapsamlı şekilde tartışılıyor. 2013 yılında Türkiye, Azerbaycan, Kırgızistan ve Moğolistan’ı içeren Avrasya Askerî Statülü Kolluk Kuvvetleri Teşkilâtı’nın (TAKM) kurulmasının ardından bu yönde ilk adımlar atıldı. Kazakistan da TAKM’ye katılma arzusunu dile getirdi. Örgütün amacı, üye devletlerin askeri kolluk kuvvetleri arasında işbirliğini geliştirmektir. Örgüt, Kafkaslar ve Orta Asya’da organize suç, terör ve kaçakçılıkla mücadele etmeyi amaçlıyor. Bununla birlikte, bölgedeki tüm kolluk kuvvetleri, askeri ve güvenlik kurumları arasında, dümeninin Ankara’da olduğu, Ankara ile iletişim için bir platform olma potansiyeline sahip bir prototip askeri örgüt yaratmaya yönelik ilk girişim olmasına rağmen, TAKM kayda değer bir başarı elde edemedi.

Türkiye ile Orta Asya ülkeleri arasındaki askeri işbirliğinin güçlendirilmesine yönelik görüşmeler, 2020 yılında Dağlık Karabağ ihtilafının kaldığı yerden devam etmesinin ardından başladı. Ekim 2020’de, askeri çatışmaların zirvesinde, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar Kazakistan ve Özbekistan’ı ziyaret etti. Akar’ın ziyareti sırasında Türkiye ile Özbekistan askeri ve askeri-teknik işbirliği anlaşması imzaladı ve bir Türkiye-Kazakistan stratejik ortaklığı da müzakere edildi. Uzmanlar bu küçük turu birleşik bir Türk ordusu kurma projesinin başlangıcı olarak değerlendirdi. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Mart 2021’de Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ı ziyaret etmesinin ardından “Turan Ordusu” ile ilgili görüşmeler yeniden alevlendi. Ankara liderliğindeki bir askeri ve siyasi blok oluşturmak, Türkiye’nin bölgesel liderlik yarışındaki konumunu güçlendirebilir. Fakat projenin iddialı doğasına rağmen, Türkiye’nin planlarını raydan çıkarabilecek bir dizi faktör var. Birincisi, Orta Asya’daki diğer etkili güçler (Rusya, Çin ve İran), bir Turan Ordusu’nun oluşturulmasını güvenlikleri için bir tehdit olarak görebilir. İkincisi, Kazakistan ile Kırgızistan KGAÖ üyesiyken Türkiye’nin NATO üyesi olduğu akılda tutulmalıdır. Bu ülkeler yeni bir bloğa katılırlarsa, kaçınılmaz soru ortaya çıkacaktır: geleneksel ittifaklarında statüleri ne olacak ve herhangi bir şekilde statüye sahip olacaklar mı? Son olarak, bir Turan Ordusu oluşturmadan önce Türkiye’nin Orta Asya devletleriyle diğer işbirliği alanlarında daha fazla ilerleme kaydetmesi gerekiyor. Buna ek olarak, geniş anlamda, uygun seviyedeki kaynak eksikliği, askeri entegrasyon için büyük bir engeldir.

Yumuşak Güç

1990’larda Türkiye, Orta Asya’da hem ekonomik manivelalara hem de çok çeşitli yumuşak güç araçlarının kullanımına yaslanıyordu. Örneğin, Türkiye’nin bölgesel politikası büyük ölçüde Türk dilinin, kültürünün ve tarihinin ve daha geniş olarak Türk eğitim sisteminin teşvik edilmesini içeren birkaç temel alanda kurulmuştu. Türkiye’nin yumuşak güç politikası çerçevesinde, (Türkiye’nin liderliğinde) temel olarak Türkçe konuşan ülkelerdeki halkların dünya görüşünü vurgulayan tek bir değerler kompleksi üreten kültürel ve dini ortaklık fikrine dayalı “yeni bir Türk kimliği” geliştirmek gibi bir dizi temel öncelikli hedef bulunmaktadır. Bu, ileriye dönük olarak etkili iktisadi ve siyasi etkileşimler için bir temel olarak hizmet edecektir.[2] Bir diğer önemli vektör, Türkiye’nin çıkarları için sınırlarının ötesinde lobi yapabilecek ve ülkenin uluslararası faaliyetlerini geliştirmek için uygun koşullar yaratabilecek etnik Türklerle bağları sürdürmektir. Bu, iki dilli çocuklar için programlar oluşturarak, ülkenin tarihine ve kültürüne yönelik eğitim etkinlikleri düzenleyerek, eğitim programlarını uygulayarak, Türkiye ve Türk halklarının tarihi, kültürü ve diline ilişkin bilgi ve bilincini koruyarak ve artırarak sağlanır.

Türkiye için, ülkenin –2010’lardan bu yana büyük değişimlerle süregiden– ‘yeni imajını’ yaratma ve muhafaza etme görevi eşit derecede önemlidir. Başlangıçta “Türk modeli” İslami değerlerin, demokratik toplumsal geleneklerin ve gelişen bir piyasa ekonomisinin etkili bir sentezi olarak sergilenirken, 2010’ların başında –bir dizi dış (Arap Baharı) ve iç (iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin siyasetindeki dönüşüm) sayesinde– Türkiye, dünya çapında “Müslümanların ve Türklerin savunucusu” imajını vurgulamaya başladı. Türkiye bu hedeflere ulaşmak için, başta Türk sineması ve bir bütün olarak eğlence sektörü olmak üzere popüler kültürünün ürünlerini de aktif olarak yaygınlaştırmaktadır. Böylece, Türkiye’nin kültürel, tarihi ve dini konumuyla bağlantılı –Türkiye’nin desteklemesi gereken– simgeler bölge ülkelerinde kamuoyunun zihnine aşılanıyor. Bu durum, doğrudan mali ödemeler ve borçların ertelenmesinden ziyade, yukarıda belirtilen alanlarda altyapı ve lojistik projelerini içeren insani yardım faaliyetlerinin yoğunlaşmasıyla yakından ilişkilidir.

Türkiye’nin Orta Asya Politikasının Kurumsal Temelleri

Türkiye’nin Orta Asya siyasetinin kurumsal bileşeni en tartışmalı unsurlardan biridir. Bir yandan, Türkiye’nin 1990’lardan beri bölgesel iletim hattı olarak aktif olarak kullandığı oldukça görünür ve dallara ayrılmış bir kurumlar ağı var. Öte yandan, bu kurumların temel zayıflıkları –parçalanmış, büyük ölçüde formalite icabı doğası ve düşük verimlilik– yadsınamaz. Bu nedenle, Türkiye’nin bölgesel siyasetlerini ve duruşunu incelerken, bu yönü dikkate almamız ve Türkiye’nin bölgesel siyasetleri çerçevesinde mevcut kurumlar ağındaki çeşitli blokları belirlememiz önemlidir.

Birinci blok Türk Konseyi’ni (2021 yılında Türk Devletleri Teşkilatı olarak yeniden isimlendirildi) ve onun himayesinde çalışan bir örgütler kompleksini kapsamaktadır. Bu, Türkiye’nin şu anda Türk devletleri arasındaki entegrasyon ve etkileşim için merkezi bir buluşma yeri olarak belirlediği örgüttür. Türkiye’nin bu kuruma daha fazla ağırlık verme niyeti, örgütün Kazakistan’daki son olayların çözümüne dahil olmasıyla kanıtlanmaktadır. Bugün örgüt Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkiye ve Özbekistan’ı kapsamaktadır ve Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı (TÜRKSOY), Türk Devletleri Parlamenter Asamblesi, Uluslararası Türk Akademisi ve Türk Kültür Ve Miras Vakfı şubelerine sahiptir. Bu kuruluşlar kültürel bağların yaygınlaştırılması ve güçlendirilmesi, siyasi diyaloğun güçlendirilmesi, Türk dünyası ile ilgili araştırmaların geliştirilmesi ve Türk ülkelerinin kültürel mirasının korunmasına odaklanmaktadır. Bu kurumsal bloğun küresel amacına gelince, Türk dünyası üyeleri arasında kültürel, eğitimsel, toplumsal, siyasi ve iktisadi bağların güçlendirilmesine dayalı olarak etkin entegrasyonun geliştirilmesi amaçlanmaktadır. Bütün bunlar, Türkiye’nin, birleşik bir Türk dünyasının, dolayısıyla bir Türk kimliğinin varlığı konseptine dayanmaktadır.

İkinci kurumsal blok, eğitimsel, daha açık olarak, Türkiye’nin, ülkenin Orta Asya siyasetinin temellerine hizmet eden faaliyetlerinin toplumsal ve kültürel vektörü ile bağlantılıdır. Bu bağlamda, Yunus Emre Kültür Merkezleri adı altında dünya çapında şubeleri bulunan Yunus Emre Vakfı ve onun Yunus Emre Enstitüsünden söz edilmelidir. Merkezlerin şu anda Orta Asya’da ofisleri bulunmamakla birlikte, Vakıf Orta Asya nüfusu için özel olarak tasarlanmış projeler yürütmekte ve etkinlikler düzenlemektedir. Son zamanlarda Maarif Vakfı önemli bir işlev üstlendi: Türk eğitimini teşvik etmek ve bu alanda Türkiye’nin uluslararası bağlantılarını geliştirmek, yurtdışındaki Türk eğitim kurumlarının işleyişini denetlemek ve kısmen yabancılara Türkiye’de eğitim almak için imtiyazlı koşullar sunmakla ilgilenmektedir. Vakfın, FETÖ bağlantılı eğitim kurumlarının geniş ağını yeniden yönlendirmek için faaliyetlerini hızlandırması önemlidir. FETÖ, bazı raporlara göre, 2016’da Türkiye’deki başarısız askeri darbenin düzenlenmesinde doğrudan yer alan örgüttür.[3]

Bir diğer önemli kuruluş ise, hemşehrileriyle çalışmanın ve devlet burs programı “Türkiye Bursları”nı yürütmenin yanı sıra, Türk eğitimini ve Türk dili, tarihi ve kültürünün başta Orta Asya olmak üzere yurtdışında araştırılmasını teşvik eden Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’dır, çünkü örgütün kurumları çoğunlukla bu ülkelere yöneliktir. Yine Diyanet İşleri Başkanlığı (Diyanet) gibi örgütler de destekleyici toplumsal ve kültürel işlevleri yerine getirmektedir. Diyanet 140’tan fazla ülkede faaliyet göstermekte, din eğitimini teşvik etmekte ve okullar, üniversiteler, eğitim kursları vb. aracılığıyla halkı kültürel değerlerle tanıştırmaktadır.

Üçüncüsü, 2000’li yılların başında eski Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından tasarlanan insani siyaseti –küresel bağlamda insanların yaşamlarını iyileştirmeyi amaçlayan insan merkezli bir siyaseti– uygulayan insani yardım örgütü bloğudur. Bu bağlamda, aslında Orta Asya ülkeleri için özel olarak tasarlanan Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı’na (TİKA) özellikle değinmek gerekir.[4] TİKA, Türkiye’nin Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) üyesi olarak sunduğu resmi kalkınma yardımlarını (ODA) sağlamakla uğraşan başlıca kuruluştur. Ajans, Orta Doğu, Afrika, Latin Amerika vb. ülkelerde projeler yürüttüğü için faaliyetlerini Orta Asya’nın çok ötesine genişletti. Türkiye bugün giderek daha aktif bir insani yardım bağışçısı ve bu amaca tahsis edilen GSYİH yüzdesi açısından bu alanda liderlerden biri. Türk insani yardımının başlıca alıcıları, Kırgızistan ve Kazakistan hala ilk 10’da olmasına rağmen, Orta Doğu ve Afrika ülkelerine kayma ile son on yılda önemli ölçüde değişti. Ek olarak, Türkiye’nin genel insani siyaseti için önemli olan Kızılay, AFAD vb. gibi birçok yardımcı kuruluş bulunmaktadır. Gelgelelim bunlar Orta Asya’ya odaklanmamaktadır.

***

Bugün Türkiye, kendisini “Türk dünyası” da dahil olmak üzere birçok bölgede aynı anda lider olarak konumlandırıyor ve çok kutuplu uluslararası sistemde yükselen bir güç merkezi olarak ülkenin küresel önemini vurguluyor ve Orta Asya’daki siyasetlerini kritik derecede önemli hale getiriyor. Faaliyetine ve ihtiraslarına rağmen bu siyasette muhtelif sınırlayıcı faktörler olduğu unutulmamalıdır. Türkiye’nin Orta Asya’daki güncel eylemleri ile Rusya’nın 2015’te Ortadoğu’ya “geri dönüşü” arasında sık sık paralellikler kurulsa da Türkiye tıpkı 1990’larda olduğu gibi Orta Asya’da ikincil bir bölge dışı aktör olmayı sürdürmektedir. Bu, ülkenin güvenlik alanında ne kadar az manevra alanına sahip olduğu ve öncelikle Rusya’nın kabiliyeti olan krizlerle mücadeleye doğrudan müdahil olamaması ile doğrulanmaktadır.

İşte tam da bu nedenle Türkiye, canlı askeri işbirliği söylemine rağmen diğer aktörlerin etkisinin sınırlı olduğu alanlara vurgu yapıyor. Örneğin bunlar kültür, eğitim, iktisat ve insani bileşenlerdir. Bununla birlikte, dış politikada ortaya çıkan geleneksel olmayan unsurların kendine özgü doğası göz önüne alındığında, bu yönelim kendi başına başarı ve etkililiğin kanıtı değildir. Ayrıca, bölgeyi Türk “liderliği” altına almanın bir sonuca bağlanamaması ve esasen pantürkizm ideolojisine dayalı ikili etkileşimlerin hâkimiyeti de Türkiye’nin eylemlerini sınırlandırıyor gibi görünmektedir. Karşılıklı etkileşim için şu anki kurumsal temellerin gerçek etkililiği düşük olmaya devam ediyor. Son olarak, belki de ana noktalardan biri, Orta Asya’daki diğer bölgesel olmayan aktörlerle (öncelikle Rusya ve Çin) karşılaştırıldığında, Türkiye nesnel olarak yeterli kaynağa (finansal, askeri, teknolojik vb.) değildir. Aynı zamanda, Türkiye çok daha az belirgin olmakla birlikte dış siyasette hâlâ çok taraflı bir yaklaşım sergilemektedir.

Bu gelişmeler, Türkiye’nin Orta Asya’daki siyasi faaliyetlerini hızlandırmasına, ülkenin bölgedeki iddialı planlarına ve bölgedeki etkisini artırma kapsamına rağmen, bu planların uzun vadede büyük ölçüde abartılı ve mantıksız göründüğünü göstermektedir. Fakat bu, üçüncü taraflara (Rusya, Çin vb.) yönelik stratejiler oluşturma açısından Türkiye’nin Orta Asya için artan önemini yadsımıyor. Olayların Türkiye’nin lehine dönmesinin temel koşulunun, bölgedeki diğer ülkelerle ekonomik işbirliğinin güçlendirilmesi olduğuna ve bunun sadece Türkiye’nin kültürel ve insani faaliyetlerini tamamlamakla kalmayıp, aynı zamanda ülkenin bölgedeki nüfuzunun temelini oluşturacağına inanıyoruz.

Çeviren: Erman Çete

Dipnotlar:

[1] Ruslar, bizim Orta Asya dediğimiz bölgeyi iki ayrı terimle adlandırıyor: Merkez Asya ve Orta Asya. Merkez Asya, eski Sovyet cumhuriyetlerini kapsayan ülkelere işaret ederken, Orta Asya bu ülkelere Afganistan ile Doğu Türkistan’ı da ekliyor. (ç.n.)

[2] Sarimsokov, Z. “The Turkic Factor in Turkey’s Soft Power Policy in its Relations with Central Asian States.” Postsovetskye issledovaniya, 7 (2020): 613.

[3] Yazarlar, orijinal metinde “FETO” şeklinde yazıyorlar. (ç.n.)

[4] Yazarlar, TİKA’nın insani yardım ulaştırdığı ülkeler arasında Kırgızistan ve Kazakistan’ın hâlâ ilk 10’da yer aldığına dikkat çekiyor. Gerçekten, AKP iktidarının 2006-2013 arasındaki Ortadoğu açılımı dönemi bir kenara bırakıldığında, resmi istatistiklere göre de TİKA’nın Orta Asya’ya yönelik ilgisi asla kesilmemiştir. Gerçekten de TİKA, 1992 yılında kurulduğunda, Orta Asya’daki ülkeleri piyasa ekonomisine entegre etmek ve bölgedeki Türkiye nüfuzunu artırmak gibi misyonlarla kurulmuştu. (ç.n.)

DÜNYA BASINI

FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir

Yayınlanma

Trump-selman

Financial Times’tan Andrew England’ın kaleme aldığı bu makale, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemine dair bölgesel beklentileri ve endişeleri ele alıyor. Trump’ın İsrail yanlısı politikalarını dengelemede Suudi Arabistan’ın kilit rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Makaleye göre Trump’la yakın ilişkisi ile bilinen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın diplomatik manevraları, Filistin meselesinin çözümünde merkezi rol oynayabilir. Riyad, Filistin devletine giden bir plan olmadan İsrail ile normalleşmenin mümkün olmayacağını açıkça deklare etmesine rağmen İsrail’in bu çözüme giden yolu kapamış olması ise Trump’ın önündeki en büyük engel…

***

Orta Doğu, Trump’ı dizginlemesi için Suudi Arabistan’a güveniyor

Andrew England

Trump’ın aşırı İsrail yanlısı bir gündem izleyeceğinden korkan Arap ülkeleri, Donald Trump ile ilişkisini ve bölgedeki siyasi ağırlığını kullanarak Suudi Arabistan’ın, Trump’ın Ortadoğu politikalarını dengelemesini umuyor.

Trump’ın kilit pozisyonlara bir dizi ateşli İsrail yanlısı ve İran karşıtı şahin aday atamasının ardından Arap yetkililer yeni yönetimin İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etme, Gazze’yi işgal etme ya da Tahran’la gerilimi tırmandırma hamlelerini onaylayabileceğinden endişe ediyor.

Ancak yetkililer, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Trump ile olan ilişkisini, başkanın finansal anlaşmalara olan ilgisini ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açacak “büyük pazarlık” yapma arzusunu kullanarak, yeni yönetimin bölgedeki politikalarını yumuşatabileceğini umuyor.

Bir Arap diplomat, “Bölgedeki kilit aktör, Trump’la bilinen ilişkileri nedeniyle Suudi Arabistan, dolayısıyla ABD’nin yapmaya karar verebileceği herhangi bir bölgesel eylemin kilit noktası olacak” dedi.

Bir başka Arap yetkili de Prens Muhammed’in Trump’ın İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye yönelik politikalarını ve daha geniş anlamda Filistin meselesini etkilemede “kilit” rol oynayacağını ve İsrail’le normalleşme potansiyelini bir koz olarak kullanacağını söyledi.

Yetkili, “Suudi Arabistan, Trump’ın Gazze ve Filistin’le nasıl başa çıkacağını büyük ölçüde etkileyebilir. Bölgedeki pek çok ülke bundan sonra ne olacağı konusunda endişeli” dedi.

Trump’ın ilk başkanlık döneminde, Suudi Arabistan onun “alışveriş odaklı” yönetim tarzını ve bölgesel rakibi İran’a karşı yürüttüğü “maksimum baskı” kampanyasını destekledi. Suudi ajanların 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesinin ardından diğer Batılı liderler Krallığın fiili liderine soğuk davranırken Trump, Prens Muhammed’in yanında durdu.

Trump, İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için “nihai anlaşmayı” yapacağını da iddia etmişti. Ancak damadı Jared Kushner tarafından yürütülen bu planlar başarısız oldu. Filistinliler ve Arap devletleri, önerilerin İsrail lehine fazlasıyla taraflı olduğunu düşündü. Trump ayrıca Filistin’e yardımı kesti, Washington’daki diplomatik misyonlarını kapattı, ABD Büyükelçiliği’ni statüsü tartışmalı olan Kudüs’e taşıdı ve işgal altındaki Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıdı. Öte yandan, Trump, BAE ve üç Arap ülkesinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği “İbrahim Anlaşmaları”na da aracılık etti.

Trump geçen ay bir Suudi televizyon kanalı olan El Arabiya’ya verdiği demeçte başkanlığı döneminde ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin büyük harflerle “MÜKEMMEL” olduğunu söyledi.

“Kral’a büyük saygı duyuyorum, Muhammed’e de büyük saygı duyuyorum; gerçekten harika bir iş çıkarıyor, o tam bir vizyoner” dedi.

ABD Başkanı Joe Biden göreve geldikten sonra Riyad, Trump ile bağlarını sürdürdü. Veliaht Prens Muhammed’in başkanlık ettiği Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu (PIF), Kushner’in kurduğu özel sermaye fonuna 2 milyar dolar yatırım yaptı.

PIF’in yöneticisi Yasir al-Rumayyan, hafta sonu New York’ta düzenlenen bir UFC dövüşünde Trump ile ön sırada oturdu. Ayrıca, Trump’a ait golf sahaları, PIF’in en dikkat çeken spor girişimlerinden biri olan LIV Golf etkinliklerine ev sahipliği yaptı.

Ancak Prens Muhammed, Biden’ın göreve gelmesinden bu yana Suudi Arabistan’ın bölgesel politikalarını yeniden ayarladı. Riyad, 2023 yılında İran ile diplomatik ilişkileri yeniden kurdu özellikle Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının bölgede bir dizi çatışmayı tetiklemesinin ardından sürdürdüğü yumuşama politikası izlemeye devam etti.

Biden yönetiminin, Suudi Arabistan ile ABD arasında bir savunma anlaşmasını içeren üçlü bir anlaşma kapsamında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini hedefleyen planı, savaş nedeniyle sekteye uğrasa da ABD, Suudi Arabistan’ı krize yönelik herhangi bir bölgesel çözümde kritik bir aktör olarak görmeye devam ediyor.

Ancak Riyad, Filistinlilerin ölü sayısı arttıkça İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümetine yönelik eleştirilerini sertleştirdi.

Ekim ayında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Riyad’da düzenlenen bir basın toplantısında, İsrail ile normalleşmenin, “Filistin devletine dair bir çözüm bulunana kadar gündemde olmadığını” söyledi.

Prens Muhammed de geçen hafta Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam zirvesinde İsrail’i Gazze’de “soykırım” yapmakla suçlarken, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşı ve İran’a yönelik saldırılarını kınadı.

Diplomatlar ve analistler, Veliaht Prens Muhammed’in konuşmasını, Müslüman dünyasının İsrail’in askeri saldırılarını kınamada ve bir Filistin devleti kurulmasına destek verme konusunda birleştiği mesajı olarak yorumladı. Salı günü Riyad, “İsrail’in Batı Şeria üzerinde egemenlik kurmaya yönelik aşırılık yanlısı açıklamalarını” da kınadı.

Trump seçim kampanyası sırasında Orta Doğu’ya barış getirme ve savaşı sona erdirme sözü vermişti. Ancak İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee ve Orta Doğu temsilcisi olarak atadığı emlak kralı Steven Witkoff da dahil adaylarının çoğu ateşli birer İsrail yanlısı.

Trump, buna rağmen İbrahim Anlaşmaları’nı genişletmek istediğini belirterek Al-Arabiya’ya şunları söyledi: “Çerçeve zaten hazır, tek yapılması gereken bunu yeniden devreye sokmak ve bu çok hızlı gerçekleşebilir. Eğer kazanırsam bu kesinlikle bir öncelik olacak… sadece Ortadoğu’da barışı sağlamak… Bu olacak” dedi.

İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinde Suudi Arabistan kilit bir rol oynayabilir. Ancak Arap yetkililer, Trump’ın bunu ancak Netanyahu’ya, Filistin devleti kurulmasına yönelik tavizler vermesi için baskı yaparak başarabileceğine inanıyor. Bu, İsrail Başbakanı’nın şiddetle karşı çıktığı bir mesele.

Bir diğer Arap diplomat ise, “Trump’ın şu anda Ortadoğu’da Suudi Arabistan’dan daha çok ihtiyaç duyduğu başka bir aktör yok. Trump, kendisine sunulmuş hazır anlaşmalardan kredi almayı seven biri. Eğer Muhammed bin Selman ona bir anlaşma sunarsa, bu bir olasılık olabilir, hatta tek olasılık olabilir” yorumunda bulundu.

Arap yetkililer de Gazze’deki yıkımın neden olduğu öfkenin, Filistin davasını yeniden bölgesel gündemin en üst sırasına taşıması nedeniyle Trump’ın Filistinlileri göz ardı etmesinin daha zor olacağını umuyor. Liderler çatışmanın kendi halklarının bazı kesimlerini, özellikle de Prens Muhammed’in ana seçmen kitlesi olan gençleri radikalleştirmesinden endişe ediyor.

İlk Arap diplomat “Trump’ın Gazze’deki savaşı sona erdirmesi gerekecek ve bunu yapmak için de ertesi günü ele alması gerekiyor” dedi: “Filistin meselesine odaklanmadan bölgesel çözüm işe yaramaz. Suudi Arabistan açıkça belirtti ki, bir Filistin devleti kurulmadıkça normalleşme bir seçenek değil.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat: Rusya’dan hangi karşılık beklenebilir?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya topraklarına yönelik uzun menzilli füzelerin kullanılmasına izin verme kararı, Rusya’nın olası tepkilerini gündeme taşıdı. İsviçre Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli yarbay ve siyasi ve askeri strateji analisti Ralph Bosshard, Rusya’nın tepkisinin genelde ihtiyatlı ve kademeli olacağını, ancak uluslararası sulardaki veya üçüncü ülkelerdeki İngiliz ve Fransız hedeflerinin vurulabileceğini belirtiyor. Buna karşın, NATO’nun 5. Maddesi’ni devreye sokacak bir saldırının pek olası olmadığı ifade eden Bosshard, Ukrayna’nın Batı’dan aldığı silahlarla elde edebileceği askeri başarıların sınırlı kalacağını, çünkü Rusya’nın buna yönelik hazırlık yaptığını söylüyor. Ayrıca, Rusya’nın komuta merkezlerini sık sık yer değiştirdiğini ve geniş lojistik ağını koruma kapasitesine sahip olduğunu vurgulayan uzman, Batı’nın uzun menzilli silahlarının, savaşın seyrini kökten değiştirme potansiyelinin olmadığını, asıl belirleyicinin Rusya ve Çin liderlerinin kararları olduğunu ifade ediyor. Bosshard’a göre, Biden’ın bu kararını görev süresinin sonunda alması, Trump yönetimini zora sokma ve kendi dönemini daha güçlü bir şekilde kapatma çabası olarak yorumlanabilir. Moskova’nın şu ana kadar temkinli hareket ettiğini belirten Bosshard, Kremlin’in Batı’ya temkinli mesajlar verdiğini ve bu gerilimin medya üzerinden yönetildiğini dile getiriyor.


Rusya’dan nasıl bir askeri karşılık bekleyebiliriz? İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat

Éva Péli, NachDenkSeiten

Görev süresi sona ermekte olan ABD Başkanı Joe Biden, ABD’nin uzun menzilli füzelerinin Rusya topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasına izin verdi. Bu kapsamda, daha önce uygulanan kısıtlamalar kaldırıldı ve Beyaz Saray da bunu resmî olarak teyit etti. İsviçreli askerî uzman Ralph Bosshard, bu kararın muhtemel sonuçlarını NachDenkSeiten’a değerlendirdi.

Éva Péli: Joe Biden’ın bu açıklaması askerî açıdan nasıl değerlendirilmeli? Rusya’dan beklenen askerî tepki nedir ve bu tepki kimlere (ABD, İngiltere, Fransa ya da Ukrayna) yönelebilir?

Ralph Bosshard: Ruslar, Ukrayna topraklarındaki hedeflere dönük saldırıların yanı sıra, uluslararası sularda, denizaşırı varlıklarda ya da üçüncü ülkelerde bulunan İngiliz ve Fransız askerî hedeflerini vurma alternatifine de sahip. Fakat üçüncü ülkelerdeki operasyonlar büyük ihtimalle bazı kısıtlamalarla karşılaşacaktır. Şu ana kadar çatışan taraflar birbirlerinin uydularını hedef almaktan kaçındılar, zira bu durum Pandora’nın kutusunu açabilir. Uydu hedefleme şu an için bir tabu gibi görünüyor. Bu konuda silahlanma kontrolü müzakereleri için fırsatlar bile olduğunu düşünüyorum.

Batı tarafından Ukrayna’ya şu ana kadar sağlanan kısa ve orta menzilli silahlarla Ukrayna, mevcut en acil askerî sorunlarını çözmeyi deneyebilir.

Bu sorunlardan biri, Rusya’nın FAB adı verilen ağır uçak bombalarının, iyi inşa edilmiş saha tahkimatlarını imha etmek için kullanılması. 2014-2022 yılları arasında inşa edilen ve betonla güçlendirilmiş bu tahkimatlar artık Ruslar tarafından her yerde aşılmış durumda. Şimdi ise Ukrayna birlikleri, özellikle yerleşim yerlerinde bu tahkimatları savunarak pozisyonlarını korumaya çalışıyor. FAB bombaları yönlendirme modülleriyle donatılmış olup yaklaşık 70 kilometre uzaklıktan bırakılabiliyor. Ruslar bu bombaları artık oldukça hassas bir şekilde kullanıyor. Bu bombaların taşıyıcıları, taktik bombardıman uçaklarıdır ve bu uçaklar 170-200 kilometre derinlikteki hava üslerinden operasyon düzenler. Eğer bu hava üsleri, Batı menşeli uzun menzilli silahların menziline girerse, Ruslar daha gerideki üslerden operasyon yapmaya başlayacaktır. Moskova’daki Genelkurmay Akademisi’ndeki eğitimim sırasında Su-24 tipi cephe bombardıman uçaklarını hesaba katarak planlama yapıyorduk. Bugün kullanılan Su-34 uçaklarının menzilinin Su-24’lerden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Geriye çekilerek operasyon düzenlemek Ruslar açısından sorunsuz olacaktır.

Rusya’nın lojistik destek hatlarını ve cepheye asker taşınmasını kesintiye uğratmak, yalnızca belirli hedef kategorilerine karşı yoğun ve sistematik saldırılarla mümkün. Bunlar, mesela mühimmat veya yakıt depoları gibi tesisler ya da demir yolu ağı olabilir. Ruslar, lojistik tesislerini geniş bir alana yayabilir ve Donbass’taki sıkı demir yolu ağından faydalanabilir. Ayrıca bu ağ, ek demir yolu hatlarıyla daha da güçlendirilebilir. Bu görev, Rusya ordusunda bulunan demir yolu birliklerine ait. Ukraynalıların bu ağı kesintiye uğratması için ciddi bir çaba göstermesi ve çok sayıda füze kullanması gerekecektir. Fakat Ukrayna’nın savaş uçakları ve roketatarlarıyla cepheye ne kadar yaklaşabileceği belli değil.

Bununla beraber yer hedeflerine yönelik saldırılar da karmaşık bir hedefleme süreci gerektirir. Ruslar, geçerli operasyon prosedürlerine göre, komuta merkezlerini günlük olarak değiştirir. Son zamanlarda Rusya’nın komuta merkezlerinin imha edildiğine dair neredeyse hiç haber duymadım.

Temel olarak Rusya ordusunun operasyon prosedürleri, düşman tarafından kısa ve orta menzilli silahların kullanılmasını öngörüyor. Ruslar bu tür bir duruma hazırlanmış durumda ve eğitimlerini buna göre aldılar. Dolayısıyla, Batı tarafından tedarik edilen kısa ve orta menzilli silahlarla Rusya Silahlı Kuvvetlerine baskı uygulanması ancak geçici bir etki yaratacaktır.

İlave olarak, Ukraynalılar, askerlerin moralini artırmak amacıyla sembolik açıdan önemli hedeflere saldırabilirler. Ancak bu tür saldırıların kalıcı bir askerî etkisi olmayacaktır. Bunun aksine, yalnızca askerî hedeflere yönelik saldırıların Ukraynalıların moraline etkisi sınırlı kalacaktır.

Bütün bu süreçte hedeflerin kontrolü Batı’nın –özellikle de ABD’nin– elinde. Ukraynalılar, saldırıların gerçekleşmesi için gerekli olan seyrüsefer, iletişim ve istihbarat araçlarına doğrudan erişime sahip görünmüyor. Özellikle en yeni sistemler için üretici firmalardan teknik destek alınması gerektiği de anlaşılıyor. Bu araçların kullanımıyla Biden, Rusya’nın ilerleyişini yavaşlatabilir ve muhtemel bir çöküşü –en azından Trump’ın göreve başlamasına kadar– erteleyebilir. “Benim gözetimimde olmadı,” anlayışı burada geçerli gibi görünüyor.

Bu kararlar ışığında müzakereli çözüm şansı nasıl değerlendirilebilir?

Bu kararların müzakereli çözüm şansını ciddi ölçüde etkileyeceğini düşünmüyorum. Ukrayna’daki savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğini Batı’nın silah sevkiyatları belirlemeyecek. Batı’nın “mucize silahları” olarak lanse edilen sistemler, Şubat 2022’den bu yana savaşın gidişatında kayda değer bir değişiklik yaratamadı. Daha önce belirttiğim üzere ATACMS, Storm Shadows ve diğer benzeri sistemler de bu savaşın kaderini kökten değiştiremeyecek. Bu savaş, Şi Cinping ve Vladimir Putin’in “tamam yeter” dedikleri zaman sona erecek. Genel manada, Rusya veya Çin ile Batı adına bir savaşa girmeye hazır olan herkesin uyarıyı almış olması gerektiğini düşünüyorum.

Eylül ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Batı’nın uzun menzilli silahlarını Rusya’ya karşı kullanmasının, NATO ülkelerinin Ukrayna’daki çatışmaya doğrudan katılımı anlamına geleceğini söylemiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Eğer savaşı Ukrayna topraklarından Doğu’ya taşırlarsa, savaş orada sona ermeyecek; zira savaş Batı’yı da içine alacak.”

NATO’nun, Putin’in öngördüğü bu muhtemel tepkiye nasıl hazırlanacağı büyük bir soru işareti. Şu anda Fransızlar ve İngilizler açısından, Bab el-Mandeb Boğazı ya da İran kıyıları civarındaki sularda savaş gemilerini konuşlandırmaktan bir süreliğine kaçınmak daha uygun olabilir. Hatta diğer deniz bölgelerinden de uzak durmaları gerekebilir. Bunun yanı sıra, Batı Avrupa’daki deniz tabanında bulunan tesislere karşı dikkatli olunması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim.

Almanya’nın kendi topraklarına dönük bir saldırı beklentisi içinde olmadığını, sivil savunma alanında neredeyse hiçbir tedbir alınmamış olmasından anlayabiliriz. Halka, evlerinin bodrumlarını temizlemeleri ve kendilerine bol şans dilemeleri yönünde tavsiyeler dışında, Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un (SPD) elle tutulur bir hazırlık sunmadığı aşikâr. Oysa, bir ülkeye ve halkına zarar vermek için artık çok daha farklı araçlar mevcut.

Uzun zamandır Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un daha akıllı bir strateji izlediğini düşünüyorum. Kendisi, gereksiz yere ve erken bir dönemde risk alarak öne çıkmaktan kaçınıyor. Ancak ne yazık ki etrafında zayıf bir hükûmet ekibi var. Geçtiğimiz yıl Federal Meclis’te eleştirdiğim Ulusal Güvenlik Stratejisi, son derece zayıf bir metindi. Ama o zaman bile CDU/CSU muhalefetinin sunacak daha fazla aklı yoktu.

ABD Başkanı Joe Biden, daha önce bu tür füzelerin Rusya’daki hedeflere karşı kullanılmasına izin vermeyeceğini belirtmişti, zira bunun üçüncü dünya savaşına yol açabileceğinden endişe duyuyordu. Fakat görev süresinin sonlarına yaklaşırken, Biden’ın artık böyle bir senaryodan korkmadığı anlaşılıyor. Peki, bu süreçte ne değişti?

Biden’ın bu kararı, Trump ekibi ile Putin yönetimi arasında halihazırda yapılmış olması muhtemel anlaşmayı bozmayı amaçlıyor. Bu stratejiyle, Putin’in öyle bir tepki vermesi hedefleniyor ki, bu tepki Trump’a savaşın devam etmesinden başka bir seçenek bırakmasın. Şu anki durumda Ruslar, Amerikan tesislerine veya birliklerine saldırmaktan kaçınıyor; böyle bir adımın Trump yönetimiyle ilişkileri doğrudan etkileyebileceğini biliyorlar.

Fransa ve İngiltere’nin bu denkleme dahil edilmesi, savaşın Trump’ın göreve gelmesinden sonra da devam etmesini garanti altına alma stratejisinin bir parçası. Biden, bu noktada Fransa ve İngiltere’nin büyük güç olma heveslerini ustaca kullanıyor. Ancak hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hem de İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Rusya’nın muhtemel misilleme hamlelerinin, Trump’ın göreve başlamasından sonra özellikle onları hedef alacağının farkında. Bu nedenle, durum ciddileştiğinde İngiltere ve Fransa’nın, deyim yerindeyse, “görünmezlik moduna geçeceğini” düşünüyorum.

Rusya’nın mevcut stratejisinde NATO’nun 5. Madde’sini (bir üyeye yapılan saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış sayılmasını öngören madde) devreye sokacak bir durumdan kaçınması önemli. Bu nedenle Rusya, NATO topraklarında herhangi bir hedefe saldırmayacaktır. Bunun yerine, İngiltere ve Fransa’nın ana vatanı dışındaki tesislere saldırılar düzenleyerek, bu ülkelerin güçlerini koruyamayacaklarını göstermeye çalışabilir. Nitekim, Rusya’nın birkaç gün önce Ukrayna’daki hedeflere dönük kombine füze ve drone saldırılarını yeniden başlatması, Moskova’nın misilleme yeteneğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik bu saldırılar, iyi korunan hedeflere karşı dahi başarılı bir şekilde yapılabiliyor. Bu da Rusya’nın mevcut gelişmeleri önceden öngördüğünü ve buna hazırlıklı olduğunu gösteriyor.

Açık konuşmak gerekirse, ABD’nin Rusya’ya, belirli saldırılardan önce uygun kanallar aracılığıyla uyarılarda bulunması bile beni şaşırtmaz. Bu tür bir iletişim, savaşı daha büyük bir tırmanıştan koruma amaçlı bir tedbir olabilir.

Genel olarak Kremlin’in her zamanki gibi, temkinli ve ihtiyatlı bir şekilde tepki vereceğini düşünüyorum. Ancak Putin’in basında zaman zaman “nükleer tehdit” kartını oynaması, Biden’ı başarısız bir lider gibi gösterme stratejisinin bir parçası. Bu durum, Biden’ın sırf egosu uğruna, görev süresinin son anlarında bir nükleer savaşı riske atmış bir başkan olarak algılanmasına neden olabilir. Öte yandan Trump, bu retoriği kullanarak kendisini barışın ve gerilimi düşürmenin mimarı olarak sunabilir. Bu da Trump’ın söylemsel bir üstünlük elde etmesine yol açabilir. Lütfen, benden Biden’ın liderlik becerilerine övgüler dizmemi beklemeyin. Bu bağlamda, onun kararlarının stratejik etkisi tartışmaya aşikâr.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in, ABD Başkanı Joe Biden’ın uzun menzilli füzelerle ilgili kararını medyada duyurmasından rahatsız olduğu iddiaları basında geniş yankı buldu. Uzmanlar, bu açıklamayı ABD yönetiminin Rusya’yı saldırılardan önce bilgilendirerek bir tırmanışı önleme çabası olarak yorumluyor. Peki, bu durum nasıl değerlendirilmeli?

Burada Zelenskiy için “isteğe göre bir menü” hazırlanmadığını açıkça görebiliyoruz. Ukrayna’nın lideri, kendisine sunulan yardımı olduğu gibi kabul etmek zorunda. “Büyük aktörler” sahnede kararları alırken, Ukrayna ancak bu oyunun bir parçası olabilir. Biden, bir yandan gerilimi artıracak bir açıklama yaparken, diğer yandan tansiyonu düşürme çabası içinde görünüyor. Kararını kamuoyuna duyurarak, esasen Rusya’ya dolaylı bir uyarı göndermiş ve onları bir nebze rahatlatmış oldu. Biden, bu saldırıların Zelenskiy’in istediği gibi sürpriz bir şekilde gerçekleştirilmesine izin verebilirdi; fakat bu, şu anki stratejiyle uyuşmuyor.

Bu durum, günümüz savaşlarının “medya savaşı” karakterini bir kez daha gözler önüne seriyor. Batı, medya hakimiyetinin her savaşta üstünlük sağlayacağını varsayıyor. Bu anlayış büyük ölçüde, ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan kalma travmasına dayanıyor. Ancak bu medya savaşı içinde, Ukrayna lideri Zelenskiy’in stratejik kararlarının Rusya’nın lehine olabilecek etkiler doğurabileceği bir gerçek. Örneğin, Çernigov oblastına (Ukrayna ordusunun Kuzey Harekât Komutanlığı’nın önemli bir merkezi) asker kaydırılması, mevcut durumu Zelenskiy açısından daha da kötüleştirebilir.

Bu aşamada Ukrayna’nın, moral artırıcı bir başarıya ihtiyacı var. Bunun için Rusya’ya birkaç füze saldırısı gerçekleşebilir ve bu saldırılar daha sonra stratejik zaferler olarak lanse edilebilir. Ancak bu hamlelerin kalıcı bir askerî etkisi olup olmayacağı belli değil. Öte yandan, Trump ve Kuzey Kore güçleri hakkındaki spekülasyonlarla bir “ihanet hikayesi” hazırlığının şimdiden yapılmış olması dikkat çekici.

Biden’ın kararını basın yoluyla duyurması, aslında planın en kritik parçalarından biriydi. Bu ilan, Biden’ın başkanlık dönemi boyunca elde ettiği zayıf başarı karnesini toparlama çabasının bir parçası. Kabil’deki kaotik çekilme sonrası yaşanan utanç verici süreç, Biden’ın hanesine yazılmıştı. Buna rağmen, 2021’in aralık ayında Rusya’nın sunduğu güvenlik garantileri teklifini küçümseyip reddetme cesaretini göstermişti. Şubat 2022’den itibaren ise, ABD’nin Kiev’deki müttefikinin darbeler almasına seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi, kalan iki aylık görev süresinde, bu tabloyu tersine çevirmek ve daha iyi bir izlenim bırakmak için çabalıyor.

Fakat Biden’ın, dünyayı bir nükleer savaşa sürükleme gibi bir niyet taşımadığı bariz. Bu, Biden’ın planlarının bir parçası değil. Bilakis, mevcut hamleleri hem içeride hem de uluslararası arenada itibarını artırmaya yönelik bir girişim olarak okunmalı.

Biden’ın uluslararası sahnedeki zayıflığı, yakın zamanda Peru’daki zirvede daha da belirgin hale geldi. Aile fotoğrafında Biden’ın arka ve dış köşelere yerleştirilmesi, sembolik olarak onun düşen önemini gözler önüne serdi. Üstelik, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in, Trump ile iyi bir şekilde çalışabileceğini söylemesi, Biden’a dolaylı bir mesaj göndererek onunla artık çalışmak istemediğini ima etmişti. Bu durum, Biden’ın uluslararası alandaki pozisyonunu daha da zayıflattı.

Biden, görev süresinin kalan iki ayında daha fazla aşağılanmak istemiyorsa, şimdi hızlı ve etkili hamleler yapmak zorunda. Kendi döneminin, özellikle Jimmy Carter’ın başkanlığının son dönemine benzeyen bir şekilde sona ermesini istemediği belli.

Biden’ın ABD’nin uzun menzilli silahları için genişletilmiş hedeflerine ilişkin kararını hangi biçimde aldığına dair bilginiz var mı? Bu bir başkanlık kararnamesi, resmi bir hükümet kararı ya da yalnızca Kiev’e (ve kiminle) yapılan bir telefon görüşmesi şeklinde mi? Ve bugüne kadar silahların menzil sınırlaması nasıl sağlandı, yalnızca teknik bir yöntemle mi yoksa bir emirle mi?

Bu tür detayları elbette yalnızca doğrudan taraf olanlar bilir. Ancak kararın uygulanmasının üçlü bir işbirliğiyle gerçekleştirilmesi muhtemel. Amerikan, İngiliz ve Fransız askerleri saldırıları muhtemelen birlikte planlayacak. NATO kurumlarının bu süreçte pek bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Zira tecrübelere göre, büyük devletler stratejik varlıklarını paylaşmayı tercih etmez; bu, genelde herkesin kendi önceliğine göre hareket ettiği bir alan. Bu kapsamda özel harekât birlikleri, stratejik silahlar, uydu ve istihbarat bilgileri gibi yalnızca hükümet düzeyinde erişilebilen araçlar yer alır. Dolayısıyla, bu tür bir işbirliğinin halihazırda kurulmuş olması pek muhtemel değil. Belki bu süreç sıfırdan oluşturulmak zorunda kalabilir.

Şimdi bir hedefleme süreci başlatılması gerekiyor. Bu süreç, durum değerlendirmesinden hedef seçimine ve etkinlik analizine kadar uzanıyor. Bunun içinde istihbarat toplama, iletişim ve navigasyon uyduları yer alıyor. Bu uyduların bazıları muhtemelen doğru yörüngeye henüz yerleştirilmiş değil. Hazırlık çalışmalarına elektronik harp alanındaki tedbirler de dâhil. Geçtiğimiz ay Rusya’nın birkaç şehrinde bizzat şahit oldum ki, Ruslar GPS sinyallerini engelliyor ve hatta zaman zaman yanıltıcı sinyaller yayıyor. Yani, GPS cihazları yanlış konumlar tespit ediyor. Bu sapmaların 15 kilometreye kadar ulaştığını gözlemlemiştim.

Tüm bu süreç, devlet başkanlarının ya da başbakanların –Biden, Starmer ve Macron’un– silahlı kuvvetlerin başkomutanı sıfatıyla verdiği bir planlama talimatını gerektiriyor. Ön hazırlıkların, yani muhtemel planların ne kadar ilerlemiş olduğuna bağlı olarak, oldukça uzun sürebilecek bir planlama sürecinin başlatılması gerekebilir. Hangi hedeflere saldırılacağı konusunda Ukraynalılar belki önerilerde bulunabilir ama son söz büyük ihtimalle Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlara ait olacaktır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:

***

Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil

Gideon Levy

“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.

“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.

Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”

Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.

İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.

Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.

Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.

Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.

Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…

Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.

Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English