Bizi Takip Edin

Söyleşi

‘2024’ün en büyük jeopolitik riski Trump’

Yayınlanma

İngiliz ekonomist ve Bluebay Varlık Yönetimi Gelişen Piyasalar Kıdemli Stratejisti Timothy Ash, Harici’ye konuştu. Türkiye’nin Ortodoks politikalara geri dönmesinin iyi olduğunu savunan Ash, “Batı sermayesi Türkiye’ye geri dönecek. Türkiye’nin doğal yeri sonuçta Batı İttifakı’dır” dedi. 

Gazeteci Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtlayan ünlü ekonomist Ash, Türk ekonomisinin geleceği ve küresel ekonomik durum hakkında değerlendirmelerde ve öngörülerde bulundu.

‘Ortodoksluğa dönüşün devam edeceğini düşünüyorum’

Ağustos ayında Mehmet Şimşek ve ekibinin uluslararası piyasalara güven vermesi için henüz erken olduğunu, Mart 2024 seçimlerine işaret ederek Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın düşük faiz-ekonomik büyüme politikalarını (‘Ağbal Faktörü’) yeniden bozabileceğini söylemiştiniz. Tam tersi oldu. 2023 yılı sona ererken Türkiye ekonomisinin geleceği hakkında neler söylemek istersiniz?

Biz iyimseriz. Kurumsal yatırımcıların Naci Ağbal’ın gönderilmesiyle çok kötü bir deneyim yaşadığını düşünüyorum, dolayısıyla bu ekibin bir süredir orada olduklarını görmeleri gerekiyor. Aslında Merkez Bankası’ndaki bazı değişiklikler beni cesaretlendirdi. Sadece Bakan Şimşek’in, Başkan Hafize Gaye Erkan’ın atanması değil, önemli görevleri çok iyi insanlarla üstlenebildiklerini gördük. Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Cevdet Akçay’ı çok iyi tanıyoruz. Ayrıca Hatice Karahan yine çok iyi ve çok saygın bir ekonomist. Dolayısıyla Mehmet Şimşek’e çok güçlü bir yetki verilmesi bizi teşvik ediyor. Dolayısıyla, aslında yerel seçimler etrafında pek fazla politika ılımlılığı göremeyeceğimiz konusunda artık iyimserim ve makro Ortodoksluğa dönüşün devam edeceğini düşünüyorum. Gelecek yıl için iyimseriz. Türk itibarına yatırım yapıyoruz. Yani şirketlerin ve bankaların euro tahvilleri… Soru, lira varlıklarına yatırım yapıp yapmadığımızdır. Bu farklı bir konu. Önemli olan sadece ekipteki Ortodoks politikasının dayanıklılığı değil, aynı zamanda Türk devlet tahvilleri cinsinden yeterince ödeme alıp almadığınızdır. Yüzde 20 ödüyorlar. Enflasyonu dengelemek için bu yeterli mi? Kurumsal yatırımcılar şu anda bu soruyu soruyor.

‘Piyasa Mehmet Şimşek’e güveniyor’

Türk iktisatçılardan bazıları yüksek faizlerin Türkiye ekonomisini toparlamaya yetmediğini söylüyor. Katılıyor musunuz katılmıyor musunuz?

Bu aynı zamanda güvenilirlikle de alakalı. Mehmet Şimşek’in itibarı var. Piyasa ona güveniyor. Ekibi yine çok saygı görüyor. Mesele daha yüksek oranlarla ilgili. Bu aynı zamanda makro-finansal politikayla da ilgili. Şimşek, Avrupa Birliği ile yeni bir gümrük düzenlemesi olasılığından bahsetti. Bu, Türkiye’nin geleceğe dair yönelimi açısından iyi bir güven veriyor. Yani aslında işler iyi görünüyor. Belki geçen mayıs ya da haziran ayında hayal ettiğimizden çok daha iyi bir yerdeyiz. Artık 2024 yılının Türkiye için çok daha iyi bir yıl olması gerektiğini düşünüyorum.

‘Körfez artık yatırımlarının karşılığını istiyor’

Şimşek, Merkez Bankası Başkanı Erkan ve ekibinin vaatlerinden biri de Körfez yatırımlarını Türkiye’ye çekmekti. 2023 yılının sonuna yaklaşırken, Türkiye’nin Körfez’den beklenen yatırımları henüz çekemediği görülüyor. Bu durum Türkiye ile mi alakalı, yoksa küresel olarak doğrudan yabancı yatırımlarda genel bir düşüş mü var?

Küresel anlamda Körfez yatırımlarında gerçekten ilginç bir değişim görüyoruz. Eski yıllarda Suudiler, dünya çapındaki dost rejimleri desteklemek amacıyla dostlarına büyük çekler yazardı. Şimdi paralarının geri ödenmesini istiyorlar. İyi yatırımlar istiyorlar. Yani, Suudilerin Mısır’a ya da Pakistan’a verdiği kredilerle, belirli projeler istediklerini, iyi bir makro politika istediklerini ve sonuçta kendilerine geri ödeme yapılmasını istediklerini görüyorsunuz. Hayırseverlik değil bu iş. Türkiye’de iyi makro politika görmek istiyorlar. Şimşek bunu yayıyor. Türkiye’de çok sayıda ilgi çekici proje var, bence çok sayıda cazip iş fırsatı var. Dolayısıyla Körfez’den gelecek bu uzun vadeli yatırımın geleceğini düşünüyorum çünkü sonuçta Türkiye’nin yatırımcıları cezbeden pek çok olumlu yönü olduğunu düşünüyorum. Körfez parasının eninde sonunda geleceğini düşünüyorum. Evet. Yeter ki Şimşek’in uygulamaya koyduğu çok iyi politika değişikliklerine devam etmesine izin verilsin.

‘Türkiye Körfez’e kendini kanıtlamalı’

Ama elimizde bir takvim yok. Buna ne dersiniz?

Kesinlikle, önümüzdeki yıl içerisinde BAE ile 51 milyar dolarlık bir anlaşmanın yapıldığını düşünüyorum. Bu çok para. Bu paranın orta ve uzun vadede, yani 5 yıllık bir zaman diliminde yatırılacağını düşünüyorum. Gelecek yıl içinde bir miktar alacağımıza eminim. Projelerin üzerinde çalışılması zaman alır. Ayrıca Türkiye’nin o ülkelere de kendini kanıtlaması gerektiğini düşünüyorum. Belki BAE, 51 milyar dolarlık bir çek yazıp koşulsuz şartsız Türkiye’ye vermiş olsaydı, Türkiye’nin gördüğümüz politika değişikliklerine geri dönme ihtimali olabileceğine dair bir endişe olurdu. Aptal değiller. Körfez rejimlerinin yöneticileri çok mantıklı ve pratiktir. Bu onların parası, bunu kazandılar. Faydasıyla birlikte geri almak istiyorlar. Doğru yere, doğru politikalarla yatırım yaptıklarından emin olmak istiyorlar. Dolayısıyla onların dikkatli olmalarını ve parayı belki uzun bir süreye yaymalarını anlayabilirsiniz.

‘Çin için en önemli ilişki ABD ile olan ilişkisi’

Ekonomileri jeopolitik gerilimlerin belirlediği bir dönemde miyiz? Ukrayna savaşı Avrupa’nın enerji politikalarını altüst etti; ABD-Çin gerilimleri Afrika, Latin Amerika ve Asya’da kalkınma işbirliğini yeniden şekillendiriyor. Bu durumda Avrasya ile işbirliği içinde olan Batılı bir Türkiye’nin önümüzdeki yıllardaki ekonomik göstergelerini nasıl öngörüyorsunuz?

Jeopolitik bir karmaşadır. Dünyayı anlamayı zorlaştırıyor. Jeopolitik gerilimler genellikle olur, genellikle beklenmedik anda olurlar; Gazze, Gazze Krizi gibi. Bir yerden çıkıverirler. Ama aslında aklımdaki bazı şeyler cesaret verici. Birincisi, San Francisco Zirvesi’nden sonra Çin ilişkilerinin aslında daha iyi bir noktaya gelmesi. Doların düşüşüyle ilgili çok fazla konuşma var. Durumun böyle olduğunu düşünmüyorum. Yaptırımların başarısına ve Batı İttifakı’nın Rusya’ya yönelik yaptırımların uygulanmasında birlik olduğu ve çok az ülkenin yaptırımlara karşı çıkmaya istekli olduğu gerçeğine bakarsanız, ABD dolarının hala güçlü olduğunu görürsünüz. Çin, Ukrayna’daki krize karşı nasıl davrandıysa Rusya’yı desteklemek için yoldan çıkıp Rusya’yı desteklememeye de çok dikkat etti. Rusya’nın mühimmat ve askeri malzeme bulmak için Kuzey Kore ve İran’a gittiği gerçeği ortada. Bu, Çin’in bunu yapmadığı anlamına geliyor. Çin için en önemli ilişkinin ABD ile olduğunu düşünüyorum. ABD hâlâ dünyanın en büyük ekonomisi. Çin’in kendi ekonomik sorunları var. Çin’in eninde sonunda ekonomik hegemonyayı ele geçireceği, dünyanın bir numaralı ekonomisi olacağı fikrinin artık o kadar kesin olduğunu düşünmüyorum. Çin yönetimi emlak, sağlık sektörü ve Kovid konusunda hatalar yaptı. Onlar da bizim gibi yanılabilirler. ABD ekonomisi inanılmaz derecede dirençliydi. İnsanlar bir durgunluk bekliyor. Pek olacak gibi görünmüyor.

‘Batı sermayesi Türkiye’ye geri dönecek’

ABD’nin ekonomik güç merkezi olmadığı yeni, çok kutuplu bir dünyadan bahsetmek güzel bir fikir. Ancak ABD’nin önümüzdeki on yılda da hâlâ baskın küresel ekonomik oyuncu olacağını söyleyebilirim. Ortadoğu gibi, Çin gibi bazı iş ve sermaye havuzları var. Ama sonuçta son 5 yılda, 10 yılda yaşanan ticaret savaşlarından, korumacılıktan, jeopolitik yaptırımlardan öğrendiklerimiz şunu gösteriyor; ABD hâlâ çok güçlü bir konumda. Bunun bir sonraki ABD seçimlerinden sonra da sürüp sürmeyeceği tartışmaya açık. Ama Türkiye’ye yatırım ticaretinin ve finansmanının üçte ikisi  batıdan, Avrupa’dan, ABD’den geliyor. Türkiye, çoğu işi batılı ülkelerle yapıyor, finansmanının büyük bir kısmı oradan geliyor. Türkiye’nin bir tür Ortodoks politikalara geri dönmesinin iyi olduğunu düşünüyorum. Batı parası Türkiye’ye geri dönecek. Türkiye’nin doğal yeri sonuçta Batı İttifakı’dır. Evet, Afrika’yla, Orta Doğu’yla vs. daha fazla ticaret yaparak ticaretini çeşitlendirebilir ve kırılganlıklarını azaltabilir. Bu iyi. Neden olmasın? Ama sonuçta paranın ve finansmanın çoğu Batı’dan geliyor. Gerçek bu. Körfez parasının yavaş geldiğini söylemiştiniz. Doğru politikalarla kurumsal para çok hızlı bir şekilde Türkiye’ye dönecek. Politika faizlerinin düşmesiyle birlikte enflasyonun tek haneli rakamlara geri döndüğünü görürsek, Batı’dan Türkiye’ye 20 milyar dolarlık kurumsal paranın geri geldiğini görebilirsiniz. Bu mümkün. Türkiye bunu elde ediyordu. 2007, 2008, 2009, 2010, 2011’e bakın; Türkiye’de AKP iktidarının altın yılları. Bunun kesinlikle mümkün olduğunu düşünüyorum.

‘Dolar hala kral’

Az önce de-dolarizasyondan bahsettiniz; bu büyük bir soru. Asya dünyasında, Çin’de, Rusya’da, hatta petrolünü sadece kendi ulusal para birimiyle satan bazı Arap ülkelerinde bile tartışılıyor. De-dolarizasyon tartışmaları hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir gün bunun gerçekleşebileceğini düşünüyor musunuz?

Dolar hala kral. İnsanların cebinizde bir dolar yerine bir paranın olmasını özellikle isteyeceğini sanmıyorum. Yani sonuçta mesele kurumlara güvenmektir. Sonuçta uluslararası oyuncular Batılı kurumlara güveniyor. Dolara güveniyorlar. FED’e güveniyorlar. Avrupa Merkez Bankası’na güveniyorlar. Gerçek bu. Özellikle gelişmekte olan piyasa para birimlerine pek güvenmediklerini düşünüyorum. Ve Çin’in hala gelişmekte olan bir piyasa para birimi var. Dolar ve avroya karşı gerçek rakiplere sahip olmaktan çok uzakta olduğumuzu düşünüyorum.

‘Amaç küresel etkisi olan Rus ekonomisini çökertmek değil’

Bahsettiğiniz yaptırımlara gelirsek, günün sonunda Rusya’ya gittiğinizde Rusya ekonomisinin rakamlarına bakıyorsunuz, evet yaptırımlar var. Uluslararası bankacılık sisteminin dışındalar vs. Birtakım şeyleri ihraç edemiyorlar ama görüyorsunuz ki Batı’nın yaptırımları Rus ekonomisine istedikleri kadar zarar verememiş. Neden?

Yaptırımlar karmaşık bir iştir. Yaptırım uyguladığınızda ülkeye zarar vermek istiyorsunuz, kendinize daha fazla yaptırım uyguluyorsunuz. Küresel bir ekonominin içindeyiz. Rusya küresel pazarlara entegre olmuş durumda. Batı, küresel pazarlara aşırı zarar vermemek konusunda çok dikkatliydi. Yani amaç Rusya’yı çökertmek değil, küresel etkisi olan Rus ekonomisini çökertmek değil. Bu yüzden bu şeyleri nasıl ortaya çıkaracağınıza çok dikkat etmelisiniz. Sonuç olarak yaptırımların Rusya’yı zayıflattığını düşünüyorum. Sermaye çıkışlarını gördünüz. İnsan beyninin Rusya’dan çekildiğini gördünüz. Rusya döviz rezervlerinin yaklaşık 300 milyarını kaybetti. Ruble zayıfladı. Türkiye şunu bilir; bir para birimi zayıflar çünkü sonuçta ödemeler dengeniz sürdürülebilir değildir. Ruble 50’den 100’e çıktı, bu bana aslında Rusya’nın kazanmadığını gösteriyor. Demek istediğim, güçlü ülkelerin güçlü para birimleri vardır. Rublesi güçlü değil. Ayrıca Rusya’nın (AB takımının) yaptırımları konusunda lobi çalışmalarına bu kadar çok zaman harcaması da bunun işe yaramadığını gösteriyor.

İran, Irak, Kuzey Kore, Venezuela, Küba gibi yaptırım uygulanan ülkeler hayatta kalıyorlar. Yani ülkelerin ekonomileri durmuyor. Yaptırımların üstesinden nasıl gelineceğini öğreniyorlar. Ve yaptırımlar sürekli tekrarlanıyor. Hedef, sürekli olarak onları atlatmak için bir şeyler yapmaktır. Onları sıkılaştırmanız gerekiyor. Durum bu. Peki sonuçta Rusya iş yapmak için iyi bir yer mi? Rusya uluslararası iş dünyasının yatırım yapmak istediği bir yer mi? Hayır. Bu ne anlama geliyor? Sonuçta daha düşük uzun vadeli büyüme ve düşüş. Rusya, Batı’nın yaptırımları nedeniyle askeri makinesini istediği kadar hızlı yenileyemeyecek. Dolayısıyla yaptırımlar sihirli bir çözüm değil. Bunlar Batının cephaneliğindeki bir araçtır. Bence Batı’nın Rusya’yı zayıflatmasında çıkarı var çünkü Rusya Ukrayna’yı işgal ederek bir tehdit oluşturuyor. Kötü bir küresel oyuncu oldu, Suriye’ye müdahale etti, Gürcistan’a ve birçok yere müdahale etti. Bunun durmasını istiyoruz. Bu bizim için bir tehdit. Bu, Batı sistemine ve Batı liberal piyasasına ve demokrasisine yönelik bir tehdittir. Yaptırımların yürürlükte kalması için Rusya’nın askeri sanayi kompleksini zayıflatmamız gerekiyor. Gerçek bu.

‘Batı’nın Ukrayna’ya verdiği desteğin daha güçlü olmaması üzücü’

David Cameron’un Washington’da söyledikleri aslında İngiltere ve ABD gibi Batılı ülkelerin Rusya’dan daha zalim hale geldiğine işaret ediyor çünkü -başka bir ifadeyle söylüyorum- “savunma bütçemizin sadece %10’unu harcıyoruz ve Ukraynalıların cesaretini kullanıyoruz” dedi. Ve ekledi: “Rusya’nın insan gücüne ve silahlı gücüne zarar veriyoruz ve bunları savaş öncesi duruma kıyasla %50 oranında azaltıyoruz.” Bu çok korkunçtu.

Yani Ukraynalılar biz onlara para verdiğimiz için ya da Rusya’ya yaptırım uyguladığımız için savaşmıyorlar. Kendi ülkelerini savunmak için savaşıyorlar. Çünkü Rusya işgal etti. Rusya Kırım’ı çaldı. Kırım Rus değildir. Eğer Ukraynalılar isterse, eğer Ukraynalılar Rusya’nın hâkimiyetinden ve yönetiminden memnun olurlarsa, silahlarını bırakırlar ve savaşmazlar. Rusya işgal ettiği için, kendi ülkeleri için savaşıyorlar. Gerçek bu. Elbette Batı’nın Ukrayna’ya verdiği desteğin daha güçlü olmaması üzücü. Bence daha önce silah sağlasaydık Ukraynalılar, Rusya’yı daha erken geri püskürtebilirdi. Bu bizim hatamız.

‘Ukraynalılar bizi savunmak için ölüyorlar’

Ama Cameron’un söylediği başka bir şey. ‘Sadece Ukraynalıları kullanıyorsunuz. ABD ve Britanya’nın çıkarları için savaşmalarına ve ölmelerine izin veriyorsunuz’ diyor.

Onun söylediklerine yorum yapamam. İfadesini duymadım. Ama bakın, gerçek şu ki Ukraynalılar bizi savunmak için ölüyorlar. Bu bir gerçek. Kendilerini, kendi ülkelerini savunmak için savaşıyorlar. Ancak Ukrayna, Polonya’nın, Baltık devletlerinin ve Batı Avrupa’nın ön cephesidir. Putin Ukrayna’da kazanırsa daha da ileri gidecek. Daha çok şey yapacak. Yani haklısınız. Bence Cameron’un demek istediği Ukraynalıları desteklemek için daha fazlasını yapmamız gerektiğiydi çünkü onlar sadece kendilerini savunmuyorlar, bizi de savunuyorlar. Bu bir gerçek.

‘Batı’nın ve Türkiye’nin Putin’i durdurma konusunda çıkarı var’

Cameron ayrıca cümlelerinin sonunda “Bu büyük bir yatırım” dedi. Ne düşünüyorsunuz?

Onunla aynı fikirdeyim. Savunmamıza yapılacak en iyi yatırım bu. Ukraynalıların Rusları durdurmasına yardım ediyoruz. Türkiye açısından bakıldığında, Rusya’nın Ukrayna’daki zaferi, Rusya’nın Ukrayna’nın tamamını ele geçirmesi ve Karadeniz’in daha büyük bir kısmına hâkim olması iyi bir şey midir? Bu durumda Rusya’nın Karadeniz çevresindeki bölgenizde saldırgan bir güç olmaktan vazgeçeceğini düşünmüyorum. Putin küresel bir oyuncu olmadığını kanıtladı. Kurallara göre oynamıyor. Rusya’nın sınırlarını genişletmek istiyor. Dolayısıyla Batı’nın ve Türkiye’nin Putin’i durdurma konusunda çıkarı olduğunu düşünüyorum ve Ukraynalılar da bize bu konuda yardımcı oluyor.

‘Irak işgali bir hataydı’

Yani, size ABD’nin Afganistan’ı, Irak’ı işgal ettiğini falan sormayacağım. Ama büyük küresel oyuncuların dünyaya yaptığı şey bu.

Ben kişisel olarak ABD’yi desteklemedim. ABD’nin 2003’te Irak’ı işgalini desteklemedim. Bu ters etki yarattı. Bu benim kişisel görüşüm. Bu bir hataydı. Pek çok İngiliz bunu desteklemedi. Birçok Avrupa ülkesi bunu desteklemedi. Bu Tony Blair ve George Bush’un kararıydı. Bu bir hataydı. Afganistan… Usame Bin Ladin 11 Eylül’de ABD’ye terör saldırısı düzenledi. ABD’nin Afganistan’da El Kaide’yi yenmek için Afganistan’a gitmesinin bir nedeni olduğunu düşünüyorum. Doğru. Irak tamamen farklı bir hikayeydi. Artık Batı küresel anlamda pek çok hata yaptı. ABD’nin 2003’te Irak’ı işgal etmesini eleştirdiğimi söyledim. Batı’nın Gazze’deki krizi yönetmek şekline katılmıyorum. Ateşkes olmalı. Siyasi bir çözüm bulunması gerekiyor. Filistinliler İsraillilerle aynı haklara sahiptir. Buna katılıyorum. Ancak bu, Ukrayna’nın 30 yıldır bağımsız bir devlet olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Rusya Ukrayna’yı işgal etti. Rusya’nın olmayan Ukrayna topraklarını ele geçirdi. Gazze’de de ölen Filistinlililer gibi binlerce sivili katletti. Unutmayın, Putin Suriye’de de aynısını yaptı. Rusya ve Esad, Suriye’de Rus bombalarıyla çok sayıda Suriyeli sivili öldürdü. Batının hatası bizim bu konuda hiçbir şey yapmamamızdı. Obama’nın meşhur kırmızı çizgileri… Bilmeliydik, çoktan öğrenmeliydik. Grozni’de, kendi ülkesinde, Çeçenistan’da da aynısını yaptı. Bu kötü bir adam. Bunu kabul etmeliyiz. Nihayet Batı, bu adamı durdurmamız gerektiği gerçeğinin farkına varmalı, Türkiye de bunu yapmalıdır. Yani Batı’nın Irak’ta hatalar yapmış olması ve şimdi de Gazze’de hatalar yapıyor olması, Ukraynalıların kendi ülkelerini savunma haklarının olmadığı ve Rusya’nın Ukrayna’yı alma hakkına sahip olduğu anlamına gelmiyor. Yani bu durmamız gerektiği anlamına gelmiyor.

‘BRICS’in somut bir başarısı yok’

Peki. Ekonomiye geri dönelim. BRICS ve küresel güney hakkında yorum yapabilir misiniz? Hindistan’ın yükselişi, Çin’in yükselişi nedeniyle yakın gelecekte küresel ekonomiye hakim olacaklar mı? ABD dünya ekonomisinin %75’ine sahipti ama biz artık o dengeye sahip değil. İşler değişiyor. Ekonomi, küresel ekonomi de değişiyor. BRICS ve Küresel Güney’in rolünü değerlendirebilir misiniz?

BRICS… Yani somut olarak neyi başardı? Ne kadar süredir var olduğunu bilmiyorum. 10 yıldır falan mı? Aslında nedir bu? BRICS varlığı nedir? Genişletildi. BRICS’i İran’ı da kapsayacak şekilde genişletmek iyi bir fikir mi? Ben aslında öyle düşünmüyorum. Hindistan listeye eklenen bazı ülkelerden pek memnun değildi. Bana BRICS’in gerçekte ne olduğunu açıklayın. Türkiye bile buna üye değil. Sanırım küresel bir büyüme gördük. Enerji piyasaları çok hızlı büyüyor. Ekonomik gücün ve çeşitliliğin yeni anlamlarını gördük. Buraya kadar sorun yok. Küresel çeşitlendirme iyi bir fikirdir. ABD’de çok fazla güç ya da daha dengeli bir küresel hikaye her neyse, kesinlikle iyi bir fikir. Son yıllarda Çin’in bu kadar iyi durumda olmadığını öğrendik. Yani Kovid ile ilgili kötü bir karar almış durumda, gayrimenkul konusunda da kötü kararlar veriyor artık, büyüme modeli soru işaretleriyle dolu. Yani, emin değilim. Nihayetinde ABD ekonomisi çok daha dayanıklı olduğunu kanıtladı, durgunluk olmadığını gösterdi.

‘Kuşak Yol’un artı ve eksileri var’

Kuşak ve Yol projesini değerlendirebilir misiniz? Aslında Çin, her ne kadar süper performans göstermiyor deseniz de bu projeyle bölgede karşılıklı bağımlılığı sağlıyor. Ve bu projeyi kendi ekonomisini büyütmek için bir kaldıraç olarak kullanıyor. Bu Çin açısından olumlu bir şey. Uzun vadede bunun Çin ekonomisinin küresel anlamda büyümesine yardımcı olup olmayacağını yorumlayabilir misiniz?

Kuşak ve Yol’un olumlu ve olumsuz yanları var. Açıkçası, fakir ülkelere altyapı geliştirebilmeleri için sermaye veriliyor. Bu iyi. Sorun şu ki, birçok ülkeye borç yükleniyor. Son dönemde Zambiya, Sri Lanka gibi Çin’den borç alan birçok ülke borç sorununa sürüklendi. Pakistan başka bir örnek. Ne yazık ki, Kuşak ve Yol modeli, Çin pazarına erişim bedeli karşılığında ülkeye borç olarak veriliyor. Demek istediğim bu işin bedeli bu. Soru, Çin mallarının gelip çoğu zaman yerli sanayiyi yok edip etmediğidir. Bu, ülkelerin ihracat potansiyelinin yok edildiğine dair bir veri var. Çok fazla borçları var ama geri ödeyemiyorlar çünkü Çin malları gelip yerel malları rekabet edemez hale getirdi. Pakistan gayet iyi bir örnek. Pakistan çok fazla borç aldı, bir miktar altyapı aldı, bir şeyler inşa etti, bir miktar enerji üretimiyle ilgili şeyler inşa etti. Ama aslında Çin malları geldi ve mesela eskiden büyük bir ihracat olan Pakistan ayakkabı endüstrisini yok etti. Ve artık rekabet edemiyorlar. Yani zorluklar var. Orada uygulanma şekli muhtemelen olabilecek en iyisi değildi. Çin şimdi Zambiya, Sri Lanka ve muhtemelen Pakistan gibi ülkelerde yarattığı borç sorunlarını çözmek zorunda. Artıları ve eksileri olduğunu söylemiştim.

‘2050 için oldukça endişeliyim’

Son olarak 2050 yılına dair kısa öngörülerinizi aktarabilir misiniz? Küresel ekonomilerin resmini nasıl görüyorsunuz? Kim nerede ve nasıl olacak?

Vay canına, 2050… Oldukça endişeliyim. Yani iklim değişikliğine dair yapılacakların eksikliğini görüyoruz… Çevre uzmanı değilim ama özellikle bunu herkes anlamış olmalı. İklim değişikliği, iklim krizi her geçen yıl daha da zorlaşıyor. ABD başkanlık seçimleri var. Trump geliyor. Muhtemelen en büyük risk bu. Twitter hesabımda bir anket yaptım. Gelecek yılın en büyük jeopolitik riski bu. Bence en fazla oy gelen şık, Trump’ın başkanlığıydı. Bu ne demek? ABD… Ben İngilizim. ABD’nin büyük bir hayranı değilim. Peki izolasyoncu bir ABD’nin uluslararası diplomasiden çekilmesi dünya iyi bir şey mi? Bu iyi bir şey mi, gerçekten iyi bir şey mi? ABD’yi Ortadoğu gibi pek çok yerde politika açısından eleştirebiliriz muhtemelen. Ancak geri adım atarsa çok taraflılık azalır. İklim değişikliği çok taraflı bir yaklaşıma ihtiyaç duyuyor. Trump bunların hiçbirine inanmıyor. Bu iyi olacak mı? Yoksa ABD, Trump’ın başkanlığı altında daha korumacı mı oluyor? Bu iyi bir şey mi? Bilmiyorum. Yani dünya oldukça endişe verici görünüyor. Söylemek zorundayım. 2050 yılı oldukça uzak ama iklim değişikliği nedeniyle şu anda çocuklarımız için endişe verici görünüyor diye düşünüyorum.

Söyleşi

Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor? Şanghay, Hangzhou ve Pekin’den akademisyenlerle özel söyleşi

Yayınlanma

Son günlerde Çin’in en hareketli ve entelektüel anlamda zengin şehirlerinden Şanghay’dan yola çıkarak Hangzhou ve Pekin’i yeniden ziyaret etme şansı buldum. Bu şehirler, Çin’in en prestijli üniversitelerine ev sahipliği yapıyor ve akademik çevrelerin nabzını tutmak için ideal bir zemin sunuyor. Özellikle ABD’de Donald Trump’ın yeniden başkan seçilmesiyle birlikte ticaret savaşlarının gümrük vergileriyle yeniden alevlenmesi, uluslararası sistemde türbülansın artması ve Çin’in bu yeni dünya düzenindeki pozisyonu üzerine Çinli akademisyenlerle kapsamlı bir sohbet gerçekleştirdim. Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor? İsimlerini paylaşmamam kaydıyla görüşlerini açıkça dile getiren akademisyenler, hem Çin’in dış politikasına hem de küresel güç dengelerine dair çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. Sorular bana ait, cevaplar ise bu akademisyenlerden geliyor.

Şanghay’dan Pekin’e: Çin’in Akademik Çevresi Konuşuyor: Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor? 

Çin’in uluslararası sistemdeki rolü, son yıllarda hem Batı’da hem de Doğu’da sıkça tartışılıyor. Trump’ın gümrük vergileriyle yeniden tırmanan ticaret savaşları ve Ukrayna-Rusya, Filistin-İsrail gibi çatışmalarla sarsılan dünya düzeni, Çin’i bir kez daha küresel sahnede mercek altına alıyor. Şanghay, Hangzhou ve Pekin’deki önde gelen üniversitelerde görev yapan akademisyenlerle yaptığım görüşmelerde, Çin’in bu kaotik düzene nasıl baktığını ve kendini nasıl konumlandırdığını anlamaya çalıştım. Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor?

Çin, beyaz kitabını yayımladı: ‘Tek taraflılık ve korumacılık ilişkilere zarar veriyor’

“Çin Çatışmalara Mesafeli, Ama Bu Stratejik Bir Tercih”

Çin’in dış politikasına dair ilk dikkat çeken nokta, sınırları dışındaki çatışmalara karşı sergilediği temkinli duruş. Akademisyenlere göre, Çin bu tavrını “diğer ülkelerin içişlerine karışmama” ve “üçüncü ülkeler arasındaki çatışmalara dahil olmama” ilkeleriyle gerekçelendiriyor. Ancak ben şu soruyu yönelttim: “Savaşların temel nedeni uluslararası sistemdeki güç boşluğu değil mi? Eğer ABD eskisi kadar güçlü olsaydı, Rusya-Ukrayna ya da Filistin-İsrail gibi çatışmalar bu kadar yaygın olur muydu? Tek kutuplu dünya düzeninin çok kutuplu bir sisteme evrilmesinde Çin’in payı yok mu? Eğer öyleyse, bu türbülansın bir anlamda sorumlusu olarak Çin’in kenarda durması ne kadar mantıklı?”

Bir akademisyen, bu soruya net bir yanıt verdi: “Evet, bu Çin’in faydasına. ABD eskisi kadar kuvvetli değil ve giderek zayıflıyor. Sürekli savaş halinde olan ABD, hem uluslararası kamuoyunda prestij kaybediyor hem de ekonomik olarak geriliyor. Bu durum ABD’nin aleyhine, Çin’in ise lehine işliyor.” Ancak bu noktada bir itirazda bulundum: “Ama Çin de sürekli mevzi kaybediyor gibi görünüyor. Rusya ve İran, Suriye’de yıllarca büyük bedeller ödedi, fakat Çin ekonomik olarak bile Suriye’nin yeniden inşasına destek olamadı. Eğer olsaydı, belki de Esad rejimi ayakta kalabilirdi. Rusya Ukrayna ile, İran ise İsrail ile çatışırken desteksiz kalan Esad devrildi. Dahası, Türkistan İslam Partisi gibi terör örgütleri Suriye’de güç kazandı ve belki de yakında bir devlet kurma yeteneğine erişecek. Bu grupların bir gün Çin’in Xinjiang bölgesini hedef almayacağının garantisi var mı?”

Akademisyenler, bu endişeye şu şekilde yanıt verdi: “Evet, söyledikleriniz kısmen doğru. Esad halk desteğini kaybetmişti ve bu desteği kaybeden bir lider er ya da geç yıkılır. Ancak Çin için asıl tehdit cihatçı gruplar değil, onların arkasındaki güçlerdir. Eğer bir gün Çin savaşmak zorunda kalırsa -ki bu gerçekten son çaredir- terör örgütleriyle değil, onları destekleyen güçlerle mücadele eder. Çin, Rusya’nın Ukrayna’daki yaklaşımını doğru bulmuyor ve farklı bir yol izliyor.”

“Rusya Hata Yaptı, Çin Vekalet Savaşı Taraftarı Değil”

Bu “farklı yol” ifadesi üzerine daha fazla detay istedim: “Ne demek istiyorsunuz?” Akademisyenin yanıtı oldukça çarpıcıydı: “Rusya, dünyanın en büyük topraklarına sahip bir ülke olarak Ukrayna’ya girerken, hedefinin Rus etnik temizliği yapan gruplar olduğunu savundu. Ancak ‘asla yapmam’ dediği şeyi yaptı ve egemen bir devletin topraklarını ilhak etti. Çin ise uluslararası toplum tarafından tanınan toprakları olan Tayvan’a bile askeri operasyon düzenlemiyor. Çünkü Tayvan’daki insanlar bizim insanlarımız; barışçıl bir bütünleşme istiyoruz ve bu er ya da geç gerçekleşecek. Eğer Tayvan yüzünden bir operasyon olursa, bu Çin ile ada arasında değil, Çin ile adanın (Tayvan) arkasındaki güç arasında olur. Çin vekalet savaşlarına girmez.”

Bu cevap, Çin’in çatışmalara yaklaşımında bir kırmızı çizgi olduğunu gösteriyor gibiydi. “Yani Çin, savaş kendi sınırlarına gelene kadar dünyadaki çatışmaları görmezden mi gelecek?” diye sordum. Akademisyen, bu yorumu düzeltti: “Hayır, elbette sesimizi yükselteceğiz. Emperyalizmin karşısında, ezilenlerin yanında olacağız. Ancak ABD’nin istediği gibi sıcak çatışmaya girmeyeceğiz. ABD’nin kurduğu tuzağa atlamak istemiyoruz. Şu an buna hazır değiliz, ama hazırlanıyoruz. Tarihe bakarsak, İngiltere iki dünya savaşını kazandı ama tüm gücünü kaybetti. ABD ise her iki savaşa da sonradan katıldı; taze ve enerjik bir güç olarak hem zaferi elde etti hem de yeni dünya düzeninin kurucusu oldu. Çin de bugün enerjisini ve gücünü topluyor. ABD ise İngiltere’nin yaptığını yapıyor: Sürekli savaşıyor ve yıpranıyor.”

Xi Jinping: Çin komşularıyla bağlarını güçlendirecek

“Doğru Zamanı Beklemek Çin’in Stratejisi”

Peki, bu “enerji toplama” stratejisinin bir sınırı yok mu? “Eğer tüm stratejik noktaları ABD’ye kaptırırsanız ne olacak?” diye sordum. Akademisyen, tarihsel bir perspektif sundu: “Çinliler olarak biz, Türkler gibi tarihsel referanslarla hareket etmeyi severiz. Uluslararası krizler sırasında iç meselelerimizi ve sınır sorunlarımızı çözmeye odaklanırız; bu, esas savaşa bir hazırlıktır. Mesela 1962’deki Küba Krizi’ni hatırlayın. Dünya ABD ve Sovyetler Birliği’ne odaklanmışken, biz Hindistan meselemizi bir ayda hallettik. Kimse fark etmedi bile. Tabii ki hiçbir Çinli, Hindistan’ın neden önce Çin’e savaş açtığını anlayamıyor. Benzer şekilde, 1979’da İran Devrimi, Sovyetlerin Afganistan’ı işgali ve İkinci Petrol Krizi ortasında, Çin-Vietnam Sınırında Savunma Karşı Saldırısını başlatmak zorunda kaldık, Vietnam’a girdik, hedeflerimize hızla ulaştık ve geri çekildik. Zamanlama Çin için önemlidir.”

Bu stratejiyi özetlemek gerekirse, düşmanlar savaşırken Çin güç topluyor ve zamanı geldiğinde kendini savunmaya hazır hale geliyor. Peki, bu “doğru zaman” ne zaman başlayacak? “Çin hangi noktada söylemden eyleme geçer?” diye sordum. Yanıt netti: “Muhtemelen İran. İran, Orta Asya ve Çin’in güvenliği için çok önemli. Biz bir egemen devlete müdahaleye karşıyız. Çin, İran’ın düşmesine izin veremez. Egemen bir devlete müdahaleye karşıyız. ABD Ukrayna’yı Rusya’ya karşı nasıl desteklediyse, biz de İran’ı sonuna kadar destekleriz. Eğer ABD ve İsrail böyle bir müdahaleye girişirse İran onları içinde yutan koca bir bataklık olacak.

“2030’a Kadar Çatışma ve İş Birliği Dönemi”

Akademisyenler, Çin’in ABD ile ilişkilerine dair uzun vadeli bir vizyon da sundu. “2030’a kadar Çin, ABD ile sıcak çatışmaya girmeden mücadele etme yöntemini benimseyecek” dediler. Bu dönemi “çatışma ve iş birliği dönemi” olarak tanımlıyorlar. Ama belki de önümüzdeki 10-20 yılla karşılaştırıldığında en yoğun ve tehlikeli dönem bu. Gerekçe ise Çin’in iç dinamikleri: “Batı eyaletlerimiz henüz yeterince gelişmedi. Çin, genel kalkınmasını tamamlayana kadar sıcak çatışma riskini göze almayacak. Askeri olarak da bir çatışmanın parçası olmak istemiyoruz ve buna hazır olduğumuzu düşünmüyoruz. Ancak 2030’dan sonra Çin ile ABD arasındaki makas Çin lehine açılacak. O tarihten sonra ABD’nin de böyle bir sıcak çatışmayı göze alamayacağına inanıyoruz. Eğer ABD böyle bir ‘deliliğe’ girişirse, Çin hazır olacak.

Trump’ın gümrük vergileri ticaret savaşını tetikliyor

“Trump’ın Vergilerine Karşı Çin Diz Çökmeyecek”

Konu Trump’ın gümrük vergilerine geldiğinde ise akademisyenler kararlı bir tavır sergiledi: “Sonuna kadar devam edeceğiz. 2018’de ABD’nin Çin’e uyguladığı gümrük vergilerine ilk etapta karşılık vermemiştik, ama bugün durum farklı. Bu ticaret savaşını biz başlatmadık ve ABD’ye de diz çökmeyeceğiz.”

Rusya-ABD Anlaşması ve Yeni İttifaklar

Rusya’nın ABD ile bir anlaşma yapma ihtimalini de sordum: “Çin ve Rusya arasındaki iş birliğinin sonsuz olduğu söyleniyordu, bu hala geçerli mi?” Bir akademisyen şu yanıtı verdi: “Ancak ilişkiler için bir alt sınır var. Çin, Rusya’yı asla düşman olarak görmedi. Ukrayna’ya müdahalesinin ardındaki güvenlik mantığını anlıyoruz, ancak biz her zaman bir egemen devletin toprak bütünlüğünü destekledik. Eğer Rusya ABD ile bir anlaşma yaparsa, bu onların tercihi. Resmi belgelere göre Çin’in müttefiki yok. Çin’in tek müttefiki, Kore Savaşı nedeniyle belki Kuzey Kore’dir.”

Son olarak, güncel gelişmelere değindim: “Rusya geçen ay Avrupa’yı dünya savaşlarının sorumlusu ilan etti, ABD’den bahsetmedi. Trump, Rusya ile anlaşabileceğini söylüyor. Öte yandan gümrük vergileri Çin ve Avrupa’yı yakınlaştırıyor gibi. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen geçen hafta Çin’e gelerek iş birliğini vurguladı. Önümüzdeki süreçte bir AB-Çin ittifakı, karşılığında da ABD-Rusya ittifakı görebilir miyiz?” Akademisyenler, bu senaryoyu dışlamadı: “Sonsuz dostluklar ve düşmanlıklar yoktur. Bu mümkün. Ayrıca Çin ve AB arasında kara ve demiryolu bağlantıları düşünüldüğünde, Orta Asya ve Türkiye’nin stratejik önemi artıyor. Türkiye, jeopolitik konumu ve Orta Asya ile ilişkileriyle Çin için önemli bir ortak haline gelebilir.”

Sonuç: Çin’in Stratejik Sabrı ve Gelecek Planları

“Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor” bağlamında Çinli akademisyenlerle yapılan bu söyleşi, Pekin’in uluslararası sistemdeki çalkantılara karşı sabırlı, stratejik ve uzun vadeli yaklaşımını ortaya koyuyor. Çatışmalardan kaçınarak ve gücünü artırarak Çin, gelişimini tamamlarken 2030’a, hatta 2049’a kadar doğrudan bir meydan okumadan kaçınmayı hedefliyor. Akademisyenler, 2030 sonrası Çin’in ABD karşısındaki avantajının artacağını ve olası bir çatışmaya hazırlanacağını öngörüyor. İran gibi kritik bir ülke ya da Tayvan gibi stratejik bir mesele, Çin’i daha erken harekete geçmeye zorlayabilir. Trump’ın ticaret savaşları karşısında Çin kararlı: geri adım atmayacak. Bu arada, Rusya-ABD ve Çin-AB gibi ortaya çıkan ortaklıklar, potansiyel olarak Türkiye’yi de içerecek şekilde, küresel bir yeniden yapılanmaya işaret ediyor. Zaman, Çin’in bu kaotik dünyada nihayetinde hangi rolü oynayacağını gösterecek.

2024 Çin için nasıl geçti?

Okumaya Devam Et

Söyleşi

Alman iktisatçı: Sanayinin askerileşmesi felakete giden yoldur

Yayınlanma

Yazar

Financial Times Deutschland’ın kurucularından, Alman iktisatçı Lucas Zeise Harici’ye konuştu: “Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.”

Lucas Zeise, 1944 doğumlu, finans gazetecisi. Felsefe ve ekonomi (iktisat) eğitimi aldı. Meslek hayatı boyunca Japonya Ekonomi Bakanlığı, Alman alüminyum sanayisi, Frankfurt merkezli “Börsen-Zeitung” ve kurucularından biri olduğu “Financial Times Deutschland” gibi çeşitli kurum ve yayınlar için çalıştı. Son olarak, Alman Komünist Partisi’nin (DKP) haftalık gazetesi “UZ”’nin 2017 yılına kadar genel yayın yönetmenliğini yaptı. Günümüzde “Junge Welt” gazetesinde düzenli köşe yazıları yazmakta ve çeşitli yayınlar için makaleler kaleme almaktadır.

Lucas Zeise, Alman sanayisi ve ekonomisi üzerine tartışmalar ve küresel gelişmelerle ilgili Tunç Akkoç’un sorularını yanıtladı.

Öncelikle, sanayisizleşme bir gerçek mi?

Evet, bence öyle, ama elbette bu uzun süren bir gerçeklik. Sanayisizleşme, genel anlamda kapitalist gelişime denk düşen bir süreçtir. Sanayi, tüm ülkelerde kapitalizmin temel artı-değer üretim unsuru olmuştur ve bazı daha gelişmiş ülkelerde, özellikle de İngiltere’de, sanayisizleşme daha ileri seviyeye ulaşmıştır. İngiltere, tam anlamıyla gelişmiş ilk kapitalist ülke olduğu için burada bu süreç daha erken başlamıştır.

Ekonomistler, bu süreci genellikle üçüncül sektör (tertiary sector) olarak adlandırır, yani genel anlamda hizmet sektörü. Kapitalist ülkelerde hizmetlerin ekonomi içindeki payı giderek artmaktadır. Bu, her yerde gözlemlenebilen genel bir eğilimdir ve özellikle de gelişmiş ülkelerin sermaye ihracatı yaparak sanayilerini aşama aşama başka bölgelere, özellikle de Güneydoğu Asya’ya kaydırmasıyla ilgilidir. Bu bölgelerde sanayileşme yaşanırken, gelişmiş ülkelerde sanayisizleşme süreci hızlanmıştır.

Buna ek olarak, finansallaşma süreci de hız kazanmış ve finans sektörü giderek güçlenmiştir. Ancak finans sektörü de bir hizmet sektörüdür, sanayi değildir. Yine de, tüm bu hizmet sektörleri sanayinin güçlü kalmasına bağlıdır. İngiltere’yi incelediğimizde, ülkenin diğer bölgelere kıyasla göreceli bir gerileme yaşadığını görebiliriz. Örneğin, Almanya sanayileşme sürecinde İngiltere’yi geride bırakmış ve hatta Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İngiltere’yi geçmişti. Aynı şekilde ABD de sanayi açısından İngiltere’yi geride bıraktı.

Bu, uzun vadeli bir trenddir. Ancak Almanya ve Japonya gibi iki büyük sanayi ülkesi, bu sürece uzun süre direnmeyi başarmıştır. Son dönemde yaşanan ekonomik şoklar ise Almanya’nın sanayisizleşme sürecini hızlandırmış ve bu da kaçınılmaz bir krizi beraberinde getirmiştir. İşte bütün meselenin özü budur.

Avrupa Birliği’nde Mario Draghi gibi bazı etkili kişiler, Almanya’nın otomobil endüstrisinden uzaklaşarak yapay zekâ gibi yeni teknolojilere yatırım yapması gerektiğini savunuyor. Bu tür yapısal değişiklik önerileri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bence bu tür yapısal değişiklik önerileri bir yandan kendiliğinden gerçekleşecektir. Yani, bu süreç zaten doğal olarak ilerlemekte. Çin, Almanya’yı otomobil endüstrisinde zaten geçmiş durumda. Dolayısıyla, Mario Draghi’nin bu konuda verdiği tavsiye aslında ucuz bir öneri. Böyle bir şey önerip, sonra “Harika iş çıkardınız!” demek kolay.

Öte yandan, ekonomiyi bu şekilde yönlendirmenin mümkün olduğunu düşünmek gülünç olur. Yani, “Tamam, şimdi yapay zekâya büyük yatırımlar yapıyoruz ve böylece bu alanda öne geçeceğiz” demekle iş bitmiyor. Üstelik yapay zekânın gerçekten büyük bir devrim mi yoksa sadece geçici bir moda mı olduğu da tartışmalı. Yapay zekâ, aslında yarı iletken sanayisinin, yani mikroelektroniğin bir alt dalı gibi düşünülebilir.

Elbette, mikroelektroniğin gelişimi önemli ve bütün ülkeler bu alanda devlet destekli yatırımlar yapıyor. Avrupa Birliği ve Almanya da bunu zaten teşvik ediyor. Ancak, bu Almanya’ya özgü veya Almanya’yı diğerlerinden farklı kılacak bir şey değil. Bu alanda büyük ilerlemeler kaydetmek mümkün olsa da, bu tek başına bir sorunun nihai çözümü değildir.

Genel olarak Almanya’nın gelecekteki enerji tedarik stratejisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Açıkçası, bu konuda uzman değilim, bu yüzden gerçekten iyi bir değerlendirme yapmam zor. Ancak bana çok açık görünüyor ki, tüm devletler ekonominin bu kadar merkezi bir sektörüne dikkat etmek zorundadır.

Almanya, kendi petrol şirketlerine sahip olmamasıyla zaten farklı bir konumda bulunuyordu. Bu, tarihi bir gelenek haline geldi. Doğalgaz konusunda ise eskiden iki büyük merkez vardı: biri BASF etrafında yoğunlaşmıştı, diğeri ise Ruhrgas’tı. Bu iki yapı birbirine bağlıydı ve bir süre boyunca iyi işledi. Ancak zamanla bu sistem değişti ve enerji sektörünün diğer alanları, özellikle elektrik üretimi de yeniden yapılandırıldı.

Fakat bu durum, enerji sektörünün devlet tarafından yönlendirilmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez. Enerji politikası bütüncül bir şekilde devlet tarafından yönetilmelidir. Avrupa Birliği’nde ortak bir enerji politikası geliştirmek zaten pek mümkün görünmüyor. Oysa bu kadar büyük bir ortak pazar için böyle bir politika zorunlu olmalıydı.

Bu noktada, Türkiye örneğine bakarsak, orada enerji sektörü nispeten daha merkezi bir şekilde ele alınıyor, yönetiliyor ve koordineli bir şekilde yönlendiriliyor. Almanya’da ve genel olarak AB düzeyinde ise bu konuda büyük bir eksiklik var. Devlet, enerji meselesini gerçekten yeterince sahiplenmiyor.

Öte yandan, Alman sanayisi giderek savunma sanayisine yöneliyor. Bazıları, ekonominin militarizasyonunda bir tür “yeniden sanayileşme” potansiyeli görüyor. Ukrayna savaşından sonra, giderek daha fazla Alman şirketi savunma sanayisine malzeme sağlama konusundaki tabuyu kırıyor ve askeri teçhizat sektörüne giriyor. Bu gelişmeyi nasıl değerlendirmeliyiz?

Bu belki de çok önemli ve büyük bir soru, bu yüzden üzerine tam olarak konuşmaya cesaret edemiyorum. Bir yandan, bu durum açıkça, hâlâ gelişmekte olan ve nispeten iyi işleyen küresel ekonominin çöküşünün bir işaretidir. Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.

Ayrıca, uluslararası arenada en iyi savunma sanayi ihalelerini almak için bir rekabet olduğu da ortada. Bu yüzden herkes, bu alana güçlü bir şekilde girmesi gerektiğini düşünüyor. Kimse sadece ABD’den uçak almak istemiyor, aksine kendi savunma sanayisini inşa etmek istiyor. Almanya da bu süreçte zaten yer alıyordu. Her zaman ön planda olmasa da, özellikle tank üretimi uzun zamandır güçlüydü. Bu sektör düşük bir hızda da olsa istikrarlı bir şekilde ilerliyordu.

Ancak bu gelişme, yaklaşan bir felaketin habercisi gibi görünüyor. Herkesin savaşa hazırlandığını gösteriyor. Bu durum, Birinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan atmosfere oldukça benziyor.

Almanya’da seçimler yaklaşıyor. Bu seçimlerden sonra Almanya’nın ekonomi politikalarının yeni bir siyasi düzenle değişeceğini düşünüyor musunuz?

Daha çok hayır, pek sanmıyorum. Ekonomik konuların biraz daha ön plana çıktığı gözlemlenebilir, ancak geçmişe bakarsak, 1969’daki Almanya Federal Meclis seçimlerinde seçim kampanyasının ana tartışma konularından birinin, o dönemde Alman Markı’nın (D-Mark) ABD Doları karşısında değer kazanıp kazanmaması gerektiği olduğunu hatırlıyorum. Yani, o dönemde Almanya için oldukça spesifik ve ekonomik açıdan kritik bir mesele seçim kampanyasının merkezine oturmuştu. Bu tartışma, Almanya’nın ABD’ye ve Avrupa’ya karşı nasıl bir pozisyon alması gerektiğiyle doğrudan ilgiliydi.

Bugün ise bu tür bir tartışma eksik. Aslında ele alınması gereken konular – enerji politikası, sanayisizleşme – tuhaf bir şekilde çarpıtılarak ele alınıyor. Görünüşe göre, herkesin hemfikir olduğu tek konu, Gerhard Schröder’in 2002 ya da 2003 yılında hayata geçirdiği Agenda 2010 programı. Bu program, ücretlerin düşürülmesi, sosyal yardımların azaltılması ve şirketler için kâr elde etme olanaklarının artırılması anlamına geliyordu.

Ancak bu yaklaşım, zaten o dönemde yanlıştı. Schröder’in bu adımı, bazı büyük şirketlerin büyük bir sıçrama yapmasını ve özellikle Avrupa iç pazarında Alman sermayesinin güçlenmesini sağladı. Bunun belirli avantajları oldu, ancak şimdi bunu tekrar etmek durumu daha da kötüleştirebilir.

Bu yüzden bence tartışmalar yanlış bir şekilde yürütülüyor ve özellikle de parti çizgileri doğrultusunda şekillenmiyor. Aksine, bu konuda çoğu siyasi aktörün fikir birliği içinde olduğu görülüyor.

Trump yönetiminin ilk uygulamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Uluslararası ilişkiler ve küresel ekonomi üzerinde etkisi ne olacaktır?

Bence, yeni bir deregülasyon (serbestleşme) dalgası söz konusu değil. ABD hükümetinin, diğer büyük güçlere veya Trump’ın deyimiyle “pislik çukurları” olarak adlandırdığı küçük devletlere karşı daha agresif bir tutum sergilemesi, onları acımasızca bastırması ve ezmesi deregülasyon anlamına gelmez. Aslında bu, esasen müttefik olan kapitalist devletler arasındaki rekabetin her türlü araçla daha da sertleşmesidir. Bu durumu net bir şekilde görebiliyoruz.

Bu, deregülasyon değil; daha çok Ronald Reagan döneminde yaşananlara benziyor. O dönemde ABD, Çin ile değil ama özellikle Japonya ve Batı Avrupa ile rekabetini yeniden canlandırmaya çalıştı. Reagan’ın kendi müttefiklerine karşı sergilediği acımasız tutum, ABD’nin küresel konumunu güçlendirmeye yönelikti. Günümüzde ise bunun daha da sertleştiğini düşünüyorum. Öyle ki, ABD Başkanı kalkıp “Ey Danimarka, bize Grönland’ı vermeniz lazım, olmazsa satın alırız” diyebiliyor. Hatta gerekirse doğrudan müdahale bile edebileceklerini ima ediyorlar.

Bu tür bir tavır, ABD’nin Panama’ya yönelik geçmiş politikalarının bir devamı aslında. Panama, ABD’nin burada bir kanal inşa etmek istemesi nedeniyle Kolombiya’dan koparılarak bağımsızlaştırılmıştı. Yani, güçsüz ülkelere karşı bu emperyalist davranış zaten bir gelenek. Ancak Almanya, Britanya, Fransa veya Japonya gibi orta ölçekli devletlere yönelik tutum da giderek daha acımasız hale geliyor. Bunu, yoğunlaşan ve daha da sertleşen bir rekabetin bir sonucu olarak görüyorum.

Özellikle ABD, askeri gücünü daha pervasızca kullanma konusunda gittikçe daha az çekimser davranıyor ve bu durum giderek daha fazla ön plana çıkıyor. Bu, yeni bir dönem değil; neoliberalizmin ve laissez-faire anlayışının (bırakınız yapsınlar politikası) daha da ileri götürülmesi anlamına geliyor. Sözde “kural temelli ekonomi politikası” söylemi ise tamamen çöpe atılmış durumda.

 

Çin ekonomisi hakkında hem aşırı iyimser hem de aşırı karamsar yorumlar görüyoruz. Devlet tahvilleri değer kaybediyor, karamsarlar alarm veriyor; ihracat rekorlar kırıyor, bu sefer de iyimserler seslerini yükseltiyor. Çin’in dünyayı ABD ile “paylaşma” niyeti veya gücü var mı?

Sizinle tamamen aynı fikirdeyim; aşırı iyimser yorumlar da aşırı karamsar yorumlar kadar abartılı. Eğer Çin Komünist Partisi’nin ve liderlerinin bakış açısından düşünmeye çalışırsam, onların geleneği Çin’i en büyük ekonomik güç olarak konumlandırmak ve kapitalist dünya içinde birinci sırayı almak olmuştur.

Şu anki durumda, eğer ikinci en güçlü ülke konumundaysam, doğal olarak hedefim birinci olanla eşit hale gelmek olur. Üstelik bunu yapmak zorundayım, çünkü ABD’nin bunu kabul edip, “Tamam, Çin ile barış içinde yaşayabiliriz” diyeceği bir senaryo neredeyse imkânsız. Bir süre boyunca sanki böyle bir anlayış vardı, yani “Çin ile iyi çalışıyoruz ve bundan memnunuz” gibi bir hava seziliyordu. Ancak artık bunun mümkün olmadığı açık.

ABD’nin resmi politikası, Çin’in eşit bir güç olmasına izin vermemek üzerine kurulu. Onlar, kuralları belirlemeye ve gerektiğinde bu kuralları kendi çıkarlarına göre ihlal etmeye devam etmek istiyor. Dolayısıyla, Çin de bir emperyal güç gibi hareket etmeye zorlanıyor.

Okumaya Devam Et

Rusya

‘Batılı şirketlerin boşalttığı alanları Türk şirketler doldurdu’

Yayınlanma

Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’ye konuştu: “Yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.”

Moskova, Rusya-Ukrayna savaşı ile gelen Batı yaptırımlarının etkilerini azaltmak için stratejik araçlar olarak giderek daha fazla iş diplomasisine ve uluslararası ticaret işbirliğine yöneldi. Bu çabanın merkezinde, küresel ekonomik diyalog ve ortaklıkları teşvik etmek için Rusya’nın önde gelen vakıflarından Roscongress yer alıyor. Rusya’nın uluslararası alanda iş bağlarını güçlendirmek ve ülke kalkınmasına katkı sağlamak için kurulan Roscongress, St. Petersburg Uluslararası Ekonomik Forumu (SPIEF) ve Doğu Ekonomik Forumu (EEF) gibi yüksek profilli forumlar aracılığıyla Rus işletmelerini küresel pazarlarla bağlayan bir köprü görevi görüyor. Gelişmekte olan ekonomilerle işbirliğini vurgulayan vakıf, geleneksel ortaklarla bağları güçlendirerek ve Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki yeni ticaret fırsatlarını keşfederek Rusya’nın ekonomik kalkınmasında önemli bir rol oynuyor.

Roscongress, İstanbul’da, Rusya Federasyonu’nun Ankara Büyükelçiliği ve Ankara Ticaret Temsilciliği’nin desteğiyle ülkenin yatırım potansiyelini tanıtma toplantısı düzenlendi. Bu toplantıda Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’nin sorularını yanıtladı.

Anladığımız kadarıyla Roscongress, iş diplomasisinin yanı sıra, Batı yaptırımlarının etkilerini ortadan kaldırmak için temel bir araç. Bize yapı hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Evet, haklısınız. Roscongress, Rusya Federasyonu’na yatırım çekmek ve Rusya Federasyonu ekonomisini geliştirmek amacıyla Rusya’da büyük uluslararası ekonomik ve politik etkinliklerin organizasyonu ve düzenlenmesiyle ilgilenen finansal olmayan bir kalkınma kuruluşu olarak 2007 yılında kuruldu.

Aynı zamanda, etkinlikleri düzenlerken, elbette, Rusya ile belirli bir ülkeden iş insanları arasındaki etkileşimin yanı sıra, üçüncü ülkelerle de doğrudan bağlantılar kurulabileceği gerçeğinden hareket ediyoruz, ki bunu da memnuniyetle karşılıyoruz.

İş sektöründe Türk-Rus ilişkilerinde gördüğünüz fırsatlar ve riskler hakkında bize daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Kuşkusuz, yaptırımlar bir dereceye kadar Rusya-Türkiye ilişkilerinin ve genel olarak Rusya ile iş ilişkilerinin gelişimini etkiliyor.

Bununla birlikte, bugün, bu türbülansları pragmatik bir şekilde kullanarak Rusya’da iş projelerini inşa eden herkes kazanıyor, Batı ülkelerinden boşalan nişleri dolduruyor, kendi işlerini geliştiriyorlar. Ve yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS birliği (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.

Öncelikle, her zaman riskler vardır, pazarlama riskleri de dahil. İkincisi, Türk şirketlerinin Batılı şirketlerin boşalttığı alanları doldurmasına ek olarak, Rusya ekonomisinin yapısında Rusya içinde ürün ve hizmet yaratmaya daha fazla odaklanan genel bir değişiklik görüyoruz.

Örneğin turizm; Rusya’da ortaya çıkan turistik gezi sayısı COVID öncesine göre çok daha fazla, Rus vatandaşları tarafından Rusya içinde yılda yaklaşık 83 milyon gezi yapılıyor. Ve bu da altyapı geliştirmeyi gerektiriyor.

Rus devletinin turizm altyapısı geliştiren şirketlere yönelik çok sayıda destek programı göz önüne alındığında, yabancı şirketler için de LTD statüsünde bir Rus tüzel kişiliği organize etmeleri ve projelerini geliştirme fırsatı yakalamaları durumunda büyük şanslar var. Bu olasılıklardan biri.

Yaratıcı endüstri, bilgi teknolojileri, bilgi teknolojileri güvenliği, yazılım ürünleri; tüm bu alanlarda tamamen özgürce işbirliği yapabiliriz. Bunlar, bence yaptırımlara tabi olmanın çok zor olduğu sınır ötesi endüstriler.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ikili ticaret hacmini 100 milyar dolara çıkarma hedefi koymuşlardı. 2025’te Türkiye-Rusya ticaret hacminde bir genişleme mi yoksa daralma mı görüyorsunuz?

Birincisi, bu şu an sahip olduğumuza göre neredeyse %100 büyüme demek. 2025-2026 tahminine gelince, asıl mesele, birincisi; bence, ulaştırma ve lojistik projelerinin inşası. Örneğin Karadeniz ve Hazar Denizi var. İkincisi; enerji alanındaki işbirliği. Üçüncüsü, tedarik edilen ham maddelerden, petrol ve gazdan kimya (kimyasal ürünlerin yaratılması) alanındaki işbirliğidir. Bu, Türkiye’de ilaç, tıbbi ekipman tedariki ve tıbbi hizmetler alanında gelecek vaat eden bir sektördür. Şüphesiz, turizmin gelişimi çok umut vericidir, ancak yaratıcı endüstri, BT endüstrisi, siber güvenlik de öyle. Bunlar, bence yakın gelecekte gelişecek alanlardır. Elbette, metalurji alanındaki geleneksel işbirliği, tarım ve gıda tedariki alanındaki geleneksel işbirliği de kesinlikle büyüyecektir.

Yaptırımlar ikili ilişkilere hangi zorlukları getiriyor?

Birincisi, ulusal para birimleriyle ödeme ve dijital para birimlerinin kullanımı da dahil olmak üzere yaptırım rejiminde bir eksen. İkincisi, iş dünyası, yetenekleri sayesinde, her türlü kısıtlamaya bir çözüm bulacaktır. Şimdi ayrıntılara girmek istemiyorum, şirketlerin normal bir ticaret dengesini korumak için kullanabilecekleri fırsatların ayrıntılarını ifşa etmek istemiyorum.

Afrika’daki sömürge karşıtı hareketler hem diplomatik hem de ticari açıdan Rusya’ya alan açmış gibi görünüyor. Oradaki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu, yalnızca Fransa ile ilgili olarak değil, aynı zamanda diğer ülkelerle ilgili olarak da sömürge karşıtı bir harekettir. Bu, örneğin Afrika’ya haksızlık eden yeşil geçiş önerileriyle ilgili bir harekettir, çünkü Afrika işletmelerini yok edecek ve küresel şirketlere büyük avantajlar sağlayacaktır. Bence, Rusya’nın her zaman yaptığı gibi, Afrika ülkelerinin çıkarlarından hareket etmek gerekir. Bu, ekonomimizin ve politikamızın avantajıdır.

Biz ‘kazan-kazan’ ilkesiyle çalışıyoruz. Aynı şekilde, Türk tarafı da Afrika’da çalışabilir. Aynı şekilde Çinli yatırımcılar da bu pazarın beklentileri şeklinde bugüne kadar Afrika’da aktif olarak çalışmaktadır. Ancak ortak çıkarlara dayanarak, bir yandan karlı işletmelerin yaratılması söz konusudur. Diğer yandan yalnızca Afrika ekonomisinin geliştirilmesi karşılıklı büyümenin daha da ileriye gitmesi için bir fırsat sağlayacaktır. Sadece tüketici olarak sömürgelerden maddi kaynakları ihraç edersek ve karşılığında hiçbir şey vermezsek, kesinlikle iyi bir şey gelmeyecektir.

Esad yönetiminin düşmesinden sonra, Rusya’nın Suriye’nin yeniden inşasında iş yapmaya ilgisi var mı?

Rus şirketlerinin diğer uluslararası şirketler gibi bu sürece katılacağından eminim. Şimdi siyasi istikrar dönemi geçecek ve belirli bir büyüme dönemi başlayacak. Önemli olan, Suriye ve Suriye halkıyla ilgili aşırılıkçı hareketlerin ve yapıcı olmayan hareketlerin siyasette galip gelmemesidir. Yakın gelecekte siyasetin ve ekonominin düzeleceğine inanıyorum.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English