Bizi Takip Edin

Söyleşi

BRICS uluslararası düzeni dönüştürebilir mi?

Yayınlanma

22-24 Ağustos tarihlerinde Güney Afrika Cumhuriyeti’nin ev sahipliğinde Johannesburg’da düzenlenen 15. BRICS Liderler Zirvesi sona erse de tüm dünyada yankıları sürüyor. Özellikle de ‘genişleme’ ve ‘dolarsızlaşma’ gündemleri, zirveye yönelik dünya kamuoyunun ilgisini artıran başlıklar oldu.

Zirve öncesinde 22 ülkenin BRICS’e katılmak için resmen başvurduğu açıklanmıştı. Liderler arasında gerçekleşen basına kapalı müzakerelerin ardından Arjantin, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Etiyopya, İran, Mısır ve Suudi Arabistan’ın 1 Ocak 2024’ten itibaren BRICS’e tam üye olarak kabul edilmelerinin kararlaştırıldığı duyuruldu. Böylelikle BRICS’e üye ülke sayısı fiilen 11’e yükseldi.

Diğer yandan, zirvede ABD dolarının hakimiyetini kırabilecek yeni bir ortak para rezervi belirlenip belirlenmeyeceği yönünde tartışmalar olması bekleniyordu. Bu beklentiler tam olarak karşılanmamış olsa da, yerel para birimleriyle ticaret konusunda önemli adımlar atıldığı açıklandı. Brezilya Devlet Başkanı Lula da Silva, BRICS için referans para birimi geliştirilmesi konusunda bir çalışma grubunun oluşturulduğunu duyurdu. Süreç tamamlanana kadar BRICS üyelerinin kendi yerel para birimleri üzerinden anlaşmalar yapacakları, üyeler arasında para akışının ucuz ve güvenli şekilde sağlanması için gerekli ödeme sistemlerinin geliştirileceği, bu hususta Yeni Kalkınma Bankası (NDB) ile bilhassa Afrika Kalkınma Bankası’nın işbirliği halinde olacağı kaydedildi.

Tarihi genişleme kararının damga vurduğu 15. Zirve, gruba ilişkin tartışmaları yeniden gündeme getirdi. BRICS, Almanya, ABD, Birleşik Krallık, İtalya, Fransa, Japonya ve Kanada’dan oluşan G7’ye alternatif olabilir mi? Genişleme sonrası yeni bir ilkesel değişikliğe gidilecek mi? Ülkeler arası anlaşmazlıklar grubun geleceğini nasıl şekillendirecek? BRICS, dolara alternatif para birimi yaratabilecek kapasitede mi? “BRICS +” mevcut küresel cepheleşmeyi güçlendirecek mi?

Zirvede alınan kararları ve öne çıkan tartışma başlıklarını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Seriye Sezen ile konuştuk:

‘Genişleme, Batı’nın ekonomik silahını etkisiz kılma çabası’ 

*BRICS 2010 yılından bu yana ilk genişlemesini yaptı. 22 resmi başvuru olduğu söyleniyor. Özellikle bu 6 ülkenin seçilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu ülkelerin seçilmesinde hangi unsurlar öne çıktı? Örneğin Suudi Arabistan’ın katılımıyla ilgili “petro-dolar hakimiyetini bitirme” yorumları öne çıkıyor.

Evet, 2010’da G. Afrika’nın katılımından sonra ilk ama en kapsamlı, üye sayısını 5’ten 11’e çıkaran bir genişleme oldu. Henüz biçimsel bir örgütleşme olmayan, gevşek bir platform olarak BRICS’in genişlemesine rehberlik eden kurallar-ölçütler belirlenmiş değil. Bir süredir bu yönde talepler dile getirilmekte idi. 22-24 Ağustos 2023 tarihleri yapılan 15. Zirvede, genişleme süreci ölçütlerinin müzakere edilerek sonuçlandırıldığı açıklanmakla birlikte, ölçütlerin neler olduğu kamuoyuna açıklanmış değil. Bu nedenle altı yeni üyenin, BRICS’in önceliklerini karşılama ölçütleri açısından değerlendirilmesi olanaksız. Öte yandan, yalnızca Mısır ve Birleşik Arap Emirliklerinin (BAE) BRICS’in finansman örgütü olan Yeni Kalkınma Bankasına (YKB) üyeliği düşünüldüğünde, YKB’ye üyeliğin de belirleyici olmadığı söylenebilir. 2022’de GSMH’leri kabaca toplam 3,2 trilyon doları bulan bu altı ülkenin ekonomik hacmi Hindistan’ın gerisinde. Yeni üyelerden S. Arabistan 1,1 trilyon dolar ile en güçlü, 127 milyar dolarla Etiyopya en zayıf ülkedir. Dolayısıyla belirli bir ekonomik büyüklüğün de ölçüt olmadığı görülmektedir.

Genişlemede, coğrafi temsil dengesi gözetilmiş gibi. Latin Amerika, Afrika ve Orta-Doğu olmak üzere, küresel güneyin önemli merkezileri kuşatılmış. Bununla birlikte, ağırlığın, İran, S. Arabistan ve BAE ile Orta Doğu’ya verildiği görülmekte. Afrika kıtasında olmakla birlikte bölgeyle ilgisi açısından Mısır’ı da buraya dahil edebiliriz. Üç yeni üye, S. Arabistan, BAE, İran, OPEC’in en çok petrol üreten ilk beş ülkesi. Bu gruba OPEC+ üyesi Rusya’yı da dahil ettiğimizde, BRICS’in alternatif bir OPEC çatısı oluşturduğu söylenebilir. Dolayısıyla bu genişleme, aynı zamanda BRICS’in petrol üretimi (küresel üretimin %43’ü) ve ticaretini kontrol gücünün de genişlemesi anlamına gelmektedir. Gerek BRICS içi gerekse üçüncü ülkelerle yerel para birimleri aracılığı ile yapılan ticareti büyütme hedefi doğrultusunda, dolar dışı uluslararası ticaretin genişlemesi de beklenebilir.

Orta Doğu’ya verilen bu öncelik, Çin’in enerji açısından bağımlı olduğu bölgede son dönemde artan varlığını pekiştirici niteliktedir. S. Arabistan ve İran arasındaki başarılı arabuluculuğunun ardından, bu iki ülkeyi BRICS çatısı altına alarak, Çin, bölgeyle bağlarını güçlendirmiştir. S. Arabistan ve Mısır gibi bölgede ABD’nin güçlü müttefikiyle kurulan bu ilişki, bu ülkelerin ABD ile ilişkilerinin geleceğine yönelik soruları doğurmakla birlikte, Çin-ABD rekabetinde, en azından görünürde Çin’in elini güçlendirmiş görünmektedir.

Genişlemenin ikinci önemli coğrafyası, Çin, Rusya ve Hindistan açısından önem taşıyan Afrika. Etiyopya, Afrika Birliği Örgütü’nün merkezi olmasının dışında Hindistan ve Çin ile güçlü ticari ilişkileri olan bir ülke. Arjantin ise içinde bulunduğu ekonomik darboğaza karşın Güney Amerika’nın ikinci büyük ekonomisi. Etiyopya ve Arjantin’in ekonomik darboğazı aşmasında BRICS’in katkıları, her iki ülkenin Batılı finans kurumlarına bağımlılığını azaltıcı etki yaratacaktır.

Diğer yandan, Batı dünyasının, işine gelmediği her alanda elindeki mali gücü, “ekonomik yaptırım” adıyla bir silah olarak kullandığı malumdur. Ekonomik yaptırımın gerekçelendirilemeyeceği alanlarda ise, Çinli şirketlere yapıldığı gibi, teknoloji casusluğu, ulusal güvenlik vb. gerekçelerle karşı ülkenin gücünün kırılmaya çalışıldığı bilinmektedir. BRICS’in genişleme ve dolardan uzaklaşma girişimleri, öncelikle bu ekonomik silahı etkisiz kılma çabasıdır.   

Genişlemeye, küresel sistem üzerinden bakıldığında, NATO’nun genişleme hamlesine karşı bir hamle olarak görmek olanaklı. Bu bağlantı, BRICS NATO’nun muadili olmadığı için ilk bakışta anlamlı gelmeyebilir. Ancak, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla varlık nedenini kaybeden NATO, kendine yüklediği yeni işlevlerle varlığını sürdürmesinden sonra günümüzde işlevi, yöneldiği coğrafyasıyla kendini ikinci kez yeniden biçimlendirme sürecindedir. Mücadele hedefini, demokrasinin, kurallara uygun düzenin tehdit unsurları olarak tanımlanan Rusya ve Rusya-Çin ittifakı olarak belirlemekle birlikte, aslında öncelikli/asıl hedef Çin’dir. Rusya daha çok Çin dolayımı üzerinden ikincil bir tehdittir. Görev alanını da Atlantik’ten Asya-Pasifik’i içine alan bir kuşatımla yeniden oluşturma çabasındadır. Dolayısıyla NATO’ya artık yalnızca bölgesel savunma örgütü olarak bakılamaz. NATO, ABD ve İngiltere’nin çabalarıyla kışkırtılan ve uzatılan Ukrayna-Rusya savaşı gerekçe gösterilerek -“güvenliğiniz tehlikede” uyarısıyla Avrupa da dahil edilerek- ABD’nin Çin’i ve Rusya’yı çevreleme-zayıflatma girişiminin önemli bir aracı haline gelmiş durumdadır.

 ‘Kısa vadede dolar hakimiyeti sarsılmaz, ama gücü göreli olarak azaltılabilir’

*Bu toplantıda ortak para birimi yerine, yerel para birimleri ile ticaret öne çıktı. Ortak para biriminin ülkeler arası eşitsizlik sebebiyle her ülkeye aynı yansımayacağı tartışılıyor. Yeni Kalkınma Bankası’nın Güney Afrika ve Brezilya para birimlerinde kredi vermeye başlayacağı duyuruldu. Bu tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? BRICS içinde ortak para birimi gerçekçi mi? Yerel para ile ticaret çabaları ne kadar ilerletilebilir? Bu çabalar dolar hakimiyetini sarsmaya yeter mi?

BRICS’in ortak para birimi yaratma çabasının geri planında küresel rezerv para olarak dolar hakimiyetinden duyulan rahatsızlık yatıyor. Bu rahatsızlığın önemli etmenlerinden biri, daha önce belirttiğim gibi, dolar hakimiyetinin, hedefe konulan ülkelere boğun eğdirmede bir güç olarak kullanılması. Anımsadığım kadarıyla Çin’in on yılı aşkındır muhtelif vesilelerle dile getirdiği yeni bir küresel rezerv para ihtiyacı bir süredir BRICS’in söylemleri arasına girmiş durumda. Ancak, BRICS üyeleri de bunun gerçekleşmesinin güçlüğünün farkındalar; dolayısıyla bunun yerine, BRICS için ortak bir para birimi arayışı hedefe koyuldu. Ortak para birimi, zor, karmaşık teknik süreçlerin aşılmasını ve uzlaşılar gerektiren, kısa vadede ulaşılması gerçekçi olmayan bir hedef. Buradaki sorun yalnızca üyelerin ekonomik gücü arasındaki eşitsizlik sorunu da değil, küresel sistemin egemen yapılarıyla nasıl bir uyum sağlanabileceği gibi dışsal meseleler var. BRICS’in 2021-2025 dönemi Ekonomik İşbirliği Stratejisinde de ortak para biriminden söz edilmiyor. Şimdiki halde amaçlanan, tüm işlemlerin %30-35’ine denk geldiği tahmin edilen ulusal para birimleri üzerinden yapılan ticaretin arttırılması. 2024’te yeni üyelerin katılımı ve gelecekteki olası yeni genişlemelerle birlikte bu oranın da artması beklenmektedir. Bütün bu gelişmeler kısa vadede dolar hakimiyetini sarsmaz ama gücünü göreli olarak azaltma potansiyelini barındırıyor. Ancak burada da sorun, bu ortak eylemin, üyelerin BRICS dışı ticari ilişkilere nasıl yansıyacağı. Örneğin, ABD ile silah ticaretinde S. Arabistan dolar dışı ödeme yapabilir mi?

Son olarak, Çin’in ve BRICS’in, mevcut küresel kapitalist sistemin yerini alacak yeni bir sistem inşa etme amacı gütmediklerini eklemeliyim. Amaç, bir yandan alternatifler yaratarak bu sistemin boyunduruğundan kurtulmak diğer yandan da sistemin bekçileri olan kurumlara daha çok nüfuz etmek ve karar/yönlendirme süreçlerinde daha fazla rol almak. BM ile IMF ve Dünya Bankası gibi küresel ticaret-para politikalarına yön veren Bretton Woods kurumlarında birleşik güçleriyle daha çok söz sahibi olmak, kural koyucu güce kavuşmak niyetindeler. Sonuç Bildirgesinde de bu niyet yer alıyor. Bugünkü ve gelecekteki genişleme adımlarını, yeni üyelerin bireysel önemlerinin yanı sıra bu tür örgütlerde oy desteğinin de genişlemesi olarak görüyorum. Bu bağlamda, Yeni Kalkınma Bankasında da genişleme bekliyorum.

Batılı güçlerin kendi ihtiyaçlarına göre belirlediği düzeni aşma mücadelesi

*Yeni üyelerle birlikte BRICS’in yeni bir program ve ilkeler belirlemesi gerekir mi? Ülkeler arası anlaşmazlıkları da düşündüğünüzde, BRICS G7’yi aşma iddiasını yerine getirebilir mi?

15 yıllık bir geçmişe ve kalkınma bankasını kurmuş olmasına rağmen BRISC’in kendisi henüz formel bir yapıya kavuşmuş değil. Amaçlarını, organlarını, karar alma biçimini, üyelerin yetki ve sorumluluklarını, genişleme ilke ve ölçütlerini belirleyen bir sözleşmesi bulunmuyor. Dolayısıyla karşımızda uluslararası bir örgüt yok, fiili bir kümelenme söz konusu. Bu boşluk nedeniyle platform, işbirliği mekanizması, grup ve uluslararası örgüt tanımına uymadığı halde uluslararası örgüt gibi farklı nitelemeler kullanılıyor. Yeni katılımların ardından BRICS’in nasıl adlandırılacağı da ayrı bir soru işareti.

Ancak gayri resmi yapı G7 ve G20 için de geçerli. BRICS de bu modeli esas almış görünüyor. Dayanılan ilkeler ve işbirliği boyutları, 2025’te yenilenecek olan Ekonomik İşbirliği Stratejisinde (2025) yer alıyor. Karar alma biçiminin belirlenmesinin hem iç işleyişe yön vermesi hem de kamuoyunun bilgilendirilmesi açısından gerekli olduğunu düşünmekteyim. Örneğin oybirliği ile karar alma devam edecek mi? Üye sayısı arttıkça karar alma süreci yavaşlayabileceği gibi her kararda oybirliği aranması kimi zaman tıkanmalara yol açabilir.

BRICS üyeleri ortak temalar etrafında birleşmiş görünseler de her bir üyenin BRICS’e yönelme motivasyonu, beklentileri, ekonomik-askeri ve politik güçleri, diğer üyelerle ve Batılı ülkelerle ilişkileri, bağları birbirinden farklı. Bu farklılaşmaların BRICS politikalarında görüş ayrılıkları doğurması kaçınılmaz. Çin ve Rusya için ABD ile rekabet öncelik iken, Hindistan’ın amacı, bu rekabetin parçası olmak değil bundan yararlanmak. Nitekim, Hindistan’dan, BRICS’in, Çin ve Rusya’nın güdümüne girdiği, bağlantısızlar hareketi yerine yeni bir kutuplaşmanın merkezine dönüştüğü yönünde eleştiriler dile getirildi. Birden fazla tarafı bir araya getiren yapılarda görüş ayrılıklarının olması doğal, çünkü her taraf kendi çıkarını çoğaltma gayreti içindedir. Bu durum BRICS’e de özgü değil. NATO içinde Fransa’nın son dönemdeki tutumunu, AB içindeki görüş ayrılıklarını hatırlamakta yarar var. Ya da, G7 içinde de ABD ile diyelim ki Japonya’nın ya da Kanada’nın eşit güç/çıkar dengesi ve uyum içinde olduğunu söyleyemeyiz. Önemli olan farklı çıkarları-çatışmaları iyi yönetme, dengeleme ve uzlaştırma becerisinin gösterilebilmesi.

G7’yi aşma iddiasına gelince. BRICS’e, BRICS-G7 ikiliği üzerinden değil küresel sistem üzerinden bakmayı tercih ediyorum. Burada sorun şu ya da bu Batı örgütlenmesini sayısal veriler üzerinden aşmaktan çok, “uluslararası düzen” olarak adlandırılan, kurallarını-kurumlarını, 1945 sonrasında egemen Batılı güçlerin kendi ihtiyaçları ve önceliklerine göre belirlediği düzeneğin, bugünkü güç dengesinin çıkarlarını ve beklentilerini de karşılar hale getirilmesi mücadelesidir. BRICS, uzun erimli, çok boyutlu, çok aşamalı, güçlüklerle dolu bu mücadelenin yalnızca bir ayağıdır. Bu mücadelenin nereye evrileceğini, nasıl sonuçlanacağını öngörmek kolay değil. Ayrıca, mücadele, sistem olarak küresel kapitalizmin kendisini değil onun işleyişinde daha fazla belirleyici olmayı hedeflediği için ortaya çıkacak yeni düzeninin ne denli daha adil ve eşitliğe dayanacağı ayrı bir tartışma konusudur. Ancak süreç başlamıştır ve uluslararası düzenin baş yararlanıcısı ABD’nin ve G7’nin, mevcut düzeni sürdürme konusunda aldığı karşı önlemleri (NATO genişlemesi, AUKUS, QUAD, B3W, PGII vb.) durumun ciddiyetinin bir göstergesidir.

Söyleşi

İsrail-İran savaşını kim kazandı? E. Tuğamiral Alaettin Sevim Harici’ye anlattı

Yayınlanma

Yazar

12 gün süren İsrail-İran savaşı, şimdilik ABD Başkanı Donald Trump’ın dahliyle ateşkesle sonuçlanmış gibi görünse de, bölgede gerilim devam ediyor. Bu kısa süreli çatışma ardında pek çok soru işareti bıraktı. Savaş hakikatten bitti mi? Kazanan kim kaybeden kim? İran’ın nükleer tesisleri gerçekten yok oldu mu? Pek çok soru hala tartışılıyor. Bunlardan bazılarını, emekli Tuğamiral ve İstanbul Kent Üniversitesi Öğr. Gör. Dr. Alaettin Sevim’e sorduk.

İsrail-İran savaşına 10. günde müdahil olan ABD, 12. günde de “tamam bu kadar yeter savaş bitti” dedi. ABD’nin bu çatışmaya hızla girip hızla çıkmaya çalışması ne anlama geliyor? Yoksa bu da Trump’ın diplomasi masasında yaptığı gibi taktik bir manevra veya şaşırtmaca mı?

Kanaatimce Amerika, özellikle Başkan Trump zaten bu savaşa çok fazla taraftar değildi. Müdahil olmak istemedi, ancak buna mecbur kaldı. Sonuç olarak Amerika’nın teknolojik gelişmişliği ve dünya politikasındaki ağırlığına orantılı bir şekilde bir taarruz yapıldı. Ancak gerek bu saldırılan nükleer tesislerin 2 gün önceden boşaltılmaya başlaması ve bu boşaltılma kaydedildiği halde, tespit edildiği halde buradaki boşaltmaya destek veren, boşaltmayı yapan, tahliyeyi yapan unsurların herhangi bir taarruza maruz kalmamış olmasına dair kanaatim bunun önceden haber verilmiş, bu nedenle de etkisi minimize edilmiş bir taarruz olduğu yönündedir. Benzer şekilde İran’ın da Amerika’ya verdiği cevapta yine Katar’daki hava üstüne yapılan taarruzda önceden haber verilmiş olması, boşaltılmış üstlere yapılan bu taarruzun da yine kararlaştırılmış ve birlikte onay verilmiş bir taarruz olduğu ortaya çıkıyor diye değerlendiriyorum. Dolayısıyla Amerika’nın bu savaşı istemediğini, özellikle başkan Trump’ın bunu istemediğini, kısıtlı bir müdahale yapıldığını ve bu müdahale sonucunda da yine kısıtlı ve önceden planlanmış bir cevap verildiğini ve savaşın şu an için ateşkesle sonuçlandırıldığını düşünüyorum.

Bu çatışmanın sonlandığını ve İsrail-İran arasındaki ateşkesin kalıcı olabileceğini düşünüyor musunuz? Yoksa taraflar bir sonraki çatışma için birbirlerinin ağırlıklarını mı tartmış oldu?

Bence, bir müddet devam edecek. Burada asıl belirleyici olan İran’ın nükleer programına devam edip etmeyeceği ve de İsrail’de de Netanyahu’nun başının ne kadar sıkışmış olabileceği, ne kadar daha fazla iç politikada sıkışabileceği. Bunlar önemli hususlar. Bu savaşın çıkmasında da temel nedenlerin bunlar olduğunu düşünüyorum. Eğer ki bu konularda bir yumuşama sağlanırsa ateşkes en azından bir süre daha devam edecektir diye değerlendiriyorum.

Çatışmanın bölgesel bir savaşa dönüşme riskinden hep bahsedildi. Bu yönüyle Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması gibi bir senaryo da dillendirildi. Siz böyle bir risk görüyor musunuz? Yoksa Hürmüz’ün kapanmasıyla ilgili riskin şimdilik geçtiğini mi düşünüyorsunuz?

Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması, İran’ın çok zorda kalması ve artık başka bir çaresinin kalmadığı bir durumda söz konusu olabilir. Neler olabilir? Örneğin İran’ın petrol tesislerinin vurulması, İran’ın da petrol ihraç etme imkanlarının azalması, rejimin tehlikeye düşmesi, İran hükümetinin tehlikeye düşmesi, isyanların başlaması ve İran’ın başka çaresinin kalmaması durumunda Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması söz konusu olabilir. Aksi takdirde bu İran’ın kendi ayağına ateş etmesi olacaktır. Hürmüz Boğazı’nın kapatılmasıyla beraber İran’ın da ticareti etkilenecektir. Özellikle Çin’e yaptığı petrol ürünleri sevkiyatının engelleneceği ortadadır. Bu da İran’ın ve müttefiklerinin istemeyeceği bir şeydir. Dolayısıyla Hürmüz Boğazı’nın kapatılmasının, savaşın çok ilerlemesi ve İran’ın artık başka çaresinin kalmadığı bir durumda her şeyi göze alabileceği bir noktada söz konusu olabileceğini değerlendiriyorum. Yakın bir zamanda bunu mümkün görmüyorum.

İsrail-İran çatışmasında hava güçleri ve füze yetenekleri konuşuldu. Ancak Hürmüz’den Kızıldeniz’e önemli deniz ticaret yolları da diken üstündeydi. Bölgede donanmaların sahneye çıkacağı gerilimler tetiklenmiş olabilir mi?

Evet, günümüzün savaşlarının en önemli özelliği hava gücünün muhakkak olması. Hava gücüyle bir savaşı sonlandıramazsınız ama hava gücü olmadığı takdirde bir savaşı muhakkak kaybedersiniz. Hedefleriniz doğrultusunda hava gücünüzü ve düşman hava güçlerine karşı salınma kabiliyetlerinizi geliştirmek gerektiği ortaya çıktı.

Bölgede donanmalar ise zaten sahnede. Her zaman için bölgede donanmalar varlıkları son dönemde mevcut oldu. Halen de mevcut. Krizin büyümesine bağlı olarak bölgedeki donanma varlığının artması söz konusu olabilir. Örnek olarak en son Amerikan taarruzunda denizaltılardan atılan cruze füzeler kullanıldı. Dolayısıyla Amerika’nın ve diğer devletlerin görünür ve görünmez bir donanma varlığının her zaman bölgede mevcut olduğunu ve krizin gelişmesine bağlı olarak bu miktarın donanma varlığının artıp azalabileceğini devamlı olarak göz önünde bulundurmak lazım. Ama her zaman bölgedeki üsler vasıtasıyla görünür ve görünmez denizaltılar gibi görünmez unsurlarla da olsa bölgede donanma varlıkları devam edecektir.

ABD’nin ve İsrail’in bu müdahaleleri Çin ve Moskova tarafından sizce nasıl izlendi. Bu iki başkentin, hem ABD ile karşı karşıya gelmemek hem de müttefikini korumak gibi bir ikileme düştüğü söylenebilir mi?

Göründüğü üzere burada Rusya’nın belli oranda Amerika’nın müdahalesini sınırlandırmak üzere bir çabası olabilir. Özellikle Rusya’nın son dönemde yaptığı açıklamalar dikkati çekti. Örnek olarak İsrail’e çok uzun süreler boyunca İran’ın herhangi bir silah geliştirme kapasitesinin, nükleer silah geliştirme kapasitesinin olmadığını bildirdiklerini belirttiler. Daha sonra da Putin ABD müdahalesinin bölgedeki barışı ve hatta dünya barışını etkileyeceğini açıklaması da dikkat çekici oldu. Çin’in en azından bizim önümüze gelen demeçleri Rusya’ya göre daha düşük yoğunlukta kaldı. Ama İran’ın önemli bir müttefiki olarak Çin’in de demeçler seviyesinde ya da kamuoyundaki açıklamalarıyla yapılan destek seviyesinde İran’ın yanında yer aldığını görüyoruz. Burada ben özellikle Rusya’nın kapalı kapılar ardında Amerika’yı ikna çabaları olmuş olabileceğini değerlendiriyorum.

Sonuç olarak bu kriz İsrail’in İran’ın altyapısına ve nükleer kapasitesine verdiği hasarla İsrail’in avantaj sağladığını ama İran’ın da bu savaşı kaybetmeyerek kazandığını değerlendiriyorum. Özellikle de İran‘ın İsrail’e cevap verme kapasitesinin, reaksiyon gösterme kapasitesinin düşük hesaplandığını ve bu kadar uzun süre füzelerle de olsa uzak mesafeden de olsa cevap verebileceğinin değerlendirilmediğini ve burada hata yapıldığını düşünüyorum. Bu nedenle İran da bu savaşı kaybetmeyerek kanaatimce kazanan sayıldı.

Okumaya Devam Et

Söyleşi

E. Koramiral Kadir Sağdıç: ‘Hürmüz’ü kapatmak ABD-İsrail’e yarar’

Yayınlanma

E. Koramiral Kadir Sağdıç, Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler arasında deniz güvenliğini ve işbirliğini artırmak amacıyla kurulan çok uluslu bir deniz kuvveti oluşumu BLACKSEAFOR’un (Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu) Planlama Grubu Başkanlığı’nı yürütmüş, 2009’da Güney Deniz Saha Komutanı olarak Ege ve Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin deniz güvenliğini yöneten donanma komutanlığı görevini icra etmiştir. Kadir Sağdıç’a Hürmüz Boğazı’yla ilgili gelişmeleri ve olası senaryoları sorduk: “Hürmüz’ü kapatmak ABD-İsrail’e yarar.”

‘Uluslararası hukuk açısından mümkün değil’

Hürmüz’ü kapatmak üzerine bir senaryo krizin hangi aşamasında devreye alınabilir? Hürmüz Boğazı’nın hukuki statüsü nedir? İran donanmasının bugüne kadar bu senaryo üzerine yaptığı tatbikat ve simülasyonlar nelerdir?

Hürmüz Boğazı, Cebelitarık Boğazı gibi ya da Baltık geçitleri gibi uluslararası bir su yolu ve çok da dar değil. Aslında en dar yeri 30 kilometre. Bizim Türk Boğazları gibi değil, mesela İstanbul Boğazı 700 metre. Bu 40 misli daha geniş bir yer ve karşılıklı sahillerde farklı ülkeler var. Umman var, İran var, Birleşik Arap Emirlikleri’ne kıyıdaş, aynı zamanda Katar’a kıyıdaş. Böyle kıyıdaş olan tarafların çok sayıda ülkenin aynı bölgede olduğu yerde bir Hürmüz’ü kapatmak uluslararası hukuk açısından mümkün değil.

Türk Boğazlarının özel statüsü var. Gerek Çanakkale Boğazı gerek İstanbul Boğazı çok dar ve her iki kıyısı da Türkiye Cumhuriyeti’nin kıyıları. Her ne kadar Karadeniz uluslararası su ise de 140 mil ve 300 mil gibi geniş alanlar var. Karasuları 12 mil olduğuna göre iki ülkenin sahilleri, iki ülkenin karasuları denizi kapatmıyor. Ama Türk Boğazları dediğimiz Marmara Denizi, İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı’nda tüm sahiller ve içerideki su Türkiye’nin. Dolayısıyla Montrö Sözleşmesiyle Türk Boğazları’nın özel statüsü var. Ama Hürmüz Boğazı’nın öyle bir özel statüsü yok. Böyle bir durumda evet geçmiş krizlerde İran-Irak Harbi’nde tanker trafiğine zarar verme anlamında İran inisiyatif kullanıp tanker vurdu. Ama orada riski kendisi üstleniyor onun vebalini kendisi ödemek durumunda. Uluslararası hukuka sığınarak bunu yapmıyor.

‘Çin’den gelecek gelirin önü kesilir’

Askeri literatürde durum muhakemesi deriz. Bir karar almadan önce o kararı bir testten geçiririz. Bu uygunluk, tatbik kabiliyeti ve kabul edilebilirlik dediğimiz üç test aşaması var. Mesela Hürmüz Boğazı’na bu açıdan bakalım. Eğer İran kapatmaya kalkarsa bu İran’a ne kazandırır? Hürmüz’ü kapatmak amacına hizmet eder mi? Ona bakmak lazım. Örneğin kapatabildiği takdirde dikkatleri ekonomiye çeker. Çünkü petrol ve doğalgaz maliyetleri yükseliyor. Dünya ekonomisinin sıkıntıdan geçtiği bir süreçte dünyanın dikkatini petrol üzerinden Hürmüz’e çekebilir. Bu da dikkat edin, beni kollayın, kriz sönümlensin, benim haklarımı gözetin. Dolayısıyla ben de boğazı kapatmayayım gibi mütevazi bir yarar sağlayabilir.

Ama petrol fiyatları ve doğal gaz fiyatları artarsa bundan spekülatörler yararlanır. Yani uzun vadede siz yararlanamazsınız. Sonunda kriz harbe de dönüşse harbin sonunda bu sönümlenecek. Dolayısıyla kalıcı petrol fiyatları artışı için OPEC ve benzeri kartellerin topluca karar alması lazım. Yani o bölgede arz sadece İran’la olmuyor. Başta Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt gibi ülkeler olmak üzere petrol arzının birçok oyuncusu var. Dolayısıyla OPEC kalıcı karar almadığı sürece petrol fiyatları yüksek kalmaz. Kriz boyunca yükselir sonra da düşer. Kapatılacak boğazdan İran kendi arzını da dünya piyasasına sürüyor. Özellikle uzun süreli sözleşmeler yaptığı büyük bir alıcısı var Çin. Oradan da zararı olacaktır. Bu irade İran’a kazandırmayacak, kaybettirecek çünkü Çin’den gelecek gelirin önünü keser.

‘Hürmüz’ü kapatmak İran’ı hedef haline getirir’

Hürmüz boğazının kapatılması şeklindeki bir İran askeri uygulaması ABD’ye uluslararası hukuktan kaynaklanan “meşru” bir müdahale hakkı tanır mı? Ya da ABD bunu gerekçe göstererek uluslararası bir koalisyonla İran donanmasına saldırı için “meşru” bir gerekçe bulmuş sayılır mı?

Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılmasının başka ne zararı olur? İran siyasi olarak hedef büyütür. Şu an muhatapları İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri iken bir anda boğaz kapatıldığında, buradan zarar gören çok sayıda ülke İran’ı hedefine alır ve siyasi tarafta büyük bir dengesizlik olur. Yani İsrail’e karşı siyasi yük çok artar. Gereksiz yere hedef büyütmüş olur, kendi satışları aksar. Hürmüz Boğazı’nı kapatacağım ama harbin sonunda ayakta kalırsam misliyle şu fiyattan şu kadardan arz gelecek, devam edecek, size satış yapacağım diye Çin’le şu an yapmış olduğu anlaşmanın revizyonunu yapması gerekir. Çin’le bu anlaşmayı perde arkasında revize etmeden, onları ikna etmeden Hürmüz Boğazı’nı kapatamaz.

Peki kapatılmasına karar verildi ama tatbik kabiliyeti var mı? Bunu yapabilir mi? Tatbik kabiliyetinden kasıt askeri gücünüzle elinizdeki olanaklarla, yani gemileriniz, insansız hava araçlarınız, uçaklarınız, kara bataryalarınız ateş gücü olarak o boğazdan geçen trafiği kapatmaya yetecek mi? İran girişimde bulunduğunda bu karşı unsurların yani isabet alacak olan gemilerin ülkeleri ki oradan bütün dünya ülkeleri geçiş yapıyorlar. Sadece arzı sağlayan kıyıdaş petrol üretici ülkeler değil, üçüncü tarafların gemisi de geçiyor. Dolayısıyla o gemiler zarar gördüğünde onların unsurları da öz savunma kapsamında askeri müdahaleye karşı onlar da güç kullanma aşamasına gelebilirler.

Zarar gören taraflar doğrudan hukuken İran unsurlarını hedef almayabilirler. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi İran’ı üçüncü taraflara verdiği zarardan dolayı kınayıp önlemler alacaktır. Bu güç kullanmaya kadar gidebilir. Yani sadece kınamayla kalmayacak. Bir uluslararası koalisyon gücü, Birleşmiş Milletler kararları altında, Güvenlik Konseyi kararları altında İran’a muhtemelen müdahale edecektir. Bu da İsrail’in ve ABD’nin elini çok güçlendirir. Yani iki ülkeli müdahale yerine bir anda çok uluslu ve Birleşmiş Milletler’in aldığı karar altında İran’a karşı kuvvet kullanımını gerektirir ki o zaman Hürmüz Boğazı’nı kapatmanın tatbik kabiliyeti de pek yok gibi gözüküyor.

Tatbik kabiliyet de var, gücünüz de var, o gücü de askeri gücü kapatma yönünde kullanmaya kalktınız diyelim. Yok ama var diyelim. Peki, o kadar riske girmeye o kadar unsuru kaybetmeye siyasi yönden de kaybeden tarafta olmaya değer mi? İsrail ve ABD’nin İran’ı zorladığı bir aşamada bir anda dünyanın önemli bir kısmını karşısına alıp onların oluşturacağı koalisyon kuvvetlerinden zarar görüp ek güç kaybetmesine değer mi? Bu riski göğüsleyebilir mi? Bence hayır. Dolayısıyla Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması mantığını test ettiğimizde kapatılması bir kazanç getirmiyor. Ne tatbik kabiliyeti var, elindeki kuvvet dünyaya karşı onu kapatmaya yetmeyebilir; ne de riskinin kabul edilebilir bir durumu var. Dolayısıyla mantıklı davrandığı takdirde İran Hürmüz Boğazı’nı kapatmayacaktır diye değerlendiriyorum.

Diğer taraftan İran’ın Hürmüz Boğazı’nı kapanma teşebbüsü tabii ABD’ye doğrudan bir müdahale hakkı doğurmaz. ABD’nin bunu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları üzerinden değerlendirmesi gerekir. İran doğrudan ABD gemisini, Amerikan tankerini hedef alırsa tabii ki karşı taraf olarak ABD öz savunma yapar ve misliyle mükabele de edebilir. Ama İran’ın bunu nasıl uygulayacağını bilmiyoruz. Diğer taraftan böyle bir kararın alınmayacağını mantıken de değerlendirmiş oluyorum.

‘Kriz bölgesel kalacaktır’

Böyle bir senaryoya İran ve Çin donanmaları nasıl tepki verir? Dünya üzerindeki Malakka Boğazı gibi diğer kritik su yolları üzerinde askeri tansiyonu artırıcı bir etkisi olur mu? Hürmüz’deki bir çatışmanın Husiler üzerinden Kızıldeniz’e ve diğer kritik ticaret yollarına sıçraması riskini görüyor musunuz?

Hürmüz Boğazı bölgesindeki gerilim ve tırmanışın Çin donanmasına nasıl tepki vereceği konusu da gündemde sorgulanıyor. Çin bu aşamada kendi yakın çevresi Tayvan ve Çin denizinde farklı tepkiler verebilir. Orada bir kriz gelişirse askeri harekata geçebilir. Ama Körfez bölgesinde, Hürmüz Boğaz’ında Çin donanmasının bir harekata katılacağını ya da Çin’in inisiyatif üstlenip silahlı müdahalede bulunacağını hiç mümkün görmüyorum. Öyle bir olasılık yok. Şu aşamada Çin’in gördüğümüz kadarıyla uluslararası ilişkilerde öyle bir niyeti olmadığını değerlendiriyorum. Buralarda tansiyonun artması şu an İran’ın geçmişteki bir iki yıl içinde yanında gözüken Husiler üzerinde bir etkisi olacaktır. Belki de eğer İran teşebbüs ederse Hürmüz Boğazı’nda Husiler de Kızıldeniz’de benzeri eylemler yapabilirler. Hürmüz Boğazı’nda olası bir tırmanışın, Husilerin de hareketlerini artıracağını değerlendiriyorum. Kriz ve harp durumu devam ettiği sürece Kızıldeniz’de onlar da daha ileri düzeyde girişimlerde bulunabilirler.

Diğer kritik su yollarına, örneğin Malakka Boğazı’na bu aşamada bir müdahale olacağını beklemiyorum. Ama olaylar tırmanır da bloklaşır, Avrasya’ya karşı Okyanusya ülkeleri yani Heartland dediğimiz Avrasya kıtasını Çin’in, Rusya’nın, Türkiye’nin Avrupa’yla birlikte bulunduğu ana kıtalar grubuna okyanuslardan Büyük Okyanus, Hint Okyanusu ve Atlas Okyanusu’ndan, çevreleyen başta Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Avustralya ve Kanada’nın bulunduğu deniz ağırlıklı grubun müdahalesi söz konusu olduğunda (ki buna Kore ve Japonya’yı da dahil etmeliyiz), o zaman Endonezya, Malezya gibi ülkeler üzerinden Malakka Boğazı’nda da olası gerginlik mümkün olabilir. Ama bu topyekun krizin küresel çapa sıçraması demek. Bu da çok tehlikeli bir durum olur. O aşamaya geleceğini değerlendirmiyorum. Bu krizin bölgesel kalacağını değerlendiriyorum.

Uzmanlar Harici’ye değerlendirdi: Hürmüz’ün kapanma ihtimali ‘sıfır’

Okumaya Devam Et

Diplomasi

Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Yayınlanma

Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi İcra Direktörü Doç. Dr. Yang Chen, Pekin’in İsrail-İran savaşına dair tutumunu, Çin akademisinin bakışını ve gelişmelerin Çin’in Orta Doğu politikasına etkisini Harici’ye değerlendirdi.

İsrail’in saldırıları sonrası Pekin ilk tepki olarak, “ciddi endişelerini” dile getirdi ve tüm tarafları daha fazla tırmanmayı önlemeye çağırdı.

Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Lin Jian, cuma günü yaptığı açıklamada, Çin’in İran’ın egemenliği, güvenliği ve toprak bütünlüğüne yönelik her türlü ihlale ve “gerginliği tırmandıran” eylemlere kararlılıkla karşı olduğunu söyledi.

Lin, “Bölgedeki ani gerginlik artışı kimseye fayda sağlamaz” dedi. “Çin, tüm tarafları, durumun daha da kötüleşmesini önlerken, bölgesel barış ve istikrarı teşvik edecek önlemler almaya çağırıyor” diye ekledi.

Sözcü, Çin’in krizi yatıştırmada “yapıcı bir rol” oynamaya hazır olduğunu da vurguladı.

Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi de, İran Dışişleri Bakanı Abbas Erakçi ve İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar ile telefon görüşmeleri yaptı. İsrail’in ‌İran’a yönelik saldırılarını kınayan Wang Yi, uluslararası toplumun İran nükleer meselesinin siyasi yollardan çözülmesi için çaba gösterdiği bir dönemde, bu saldırının “kesinlikle kabul edilemez” olduğunu söyledi. “Sorunların çözümü için ‌diplomatik kanallara dönülmesi‌” çağrısı yaptı.

Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi İcra Direktörü, Doç. Dr. Yang Chen, Pekin’in İsrail-İran savaşına dair tutumunu, Çin akademisinin bakışını ve gelişmelerin Çin’in Orta Doğu politikasına etkisini Harici’ye değerlendirdi.

‘Pekin yapıcı rol oynamaya istekli’

Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Lin Jian’ın açıklamalarını hatırlatan Yang Chen, Çin’in İsrail’in İran’a saldırısından derin endişe duyduğunu ve bu tür eylemlerin doğurabileceği ciddi sonuçlardan dolayı son derece kaygılı olduğunu belirtti. Çin’in, İran’ın egemenliğinin, güvenliğinin ve toprak bütünlüğünün ihlal edilmesine karşı olduğunu söyleyen Yang, ayrıca çatışmaların tırmanmasına ve gerilimin artmasına da karşı olduğunu ifade etti.

Çin’in, ilgili tüm tarafları, bölgesel barış ve istikrarı teşvik etmeye yönelik daha fazla çaba göstermeye ve gerilimi daha fazla artırmaktan kaçınmaya çağırdığını ve durumun hafifletilmesini teşvik etmek için yapıcı bir rol oynamaya istekli olduğunu kaydetti.

‘İran renkli devrim tehdidiyle karşı karşıya’

Çinli akademisyenlerin bakış açısından ise, Orta Doğu’daki temel çelişkinin artık Suudi Arabistan ile İran arasındaki önceki çatışmadan İsrail ile İran arasındaki çatışmaya kaydığını ifade etti.

Trump’ın göreve başlamasından sonra, İsrail ile İran’ın liderlik ettiği “direniş ekseni”ni arasındaki kuşatma ve karşı-kuşatma mücadelesinin tırmanmaya devam ettiğini belirten Yang, “İsrail karşıtı birlik cephesi ile İran karşıtı birlik cephesi arasındaki mücadele şiddetlenecek” değerlendirmesini yaptı.

İran’ın büyük bir “renkli devrim” tehdidiyle karşı karşıya olduğunu vurgulayan Yang Chen, “Bu saldırıda, İran’ın sertlik yanlıları hedef alınıp ortadan kaldırıldı ve bu durum İran’ın etkisine ağır bir darbe vurdu. Eğer İran, İsrail saldırısına karşı kararlı bir şekilde misilleme yapmazsa, gelecekte daha tehlikeli bir durumla karşı karşıya kalmasından ve bölgesel etkisinin ciddi şekilde zayıflamasından, hatta rejimin istikrarının bile tehlikeye girmesinden endişe edilmektedir” ifadelerini kullandı.

‘Çin İran’da istikrardan yana’

Çin’in Orta Doğu politikasının her zaman istikrar ve sürekliliğini koruduğunu ve dramatik değişikliklere rağmen temelden değişmeyeceğini söyleyen Yang, İran’ın Pekin için önemini ise şöyle anlattı: “İran, Çin için stratejik öneme sahip bir ülkedir. İran, Avrasya’nın merkezindedir, Kuşak ve Yol Girişimi’nin önemli bir merkezidir, Çin’in enerji kaynaklarının önemli bir kaynağıdır ve Orta Asya’daki istikrarın korunması ve Sincan’ın güvenliğinin sağlanması için önemli bir güvencedir”.

Bu sebeple Pekin’in, İran’ın istikrarlı kalmasını istediğini belirten Yang, “Çin, İran’ın ABD ve Batı tarafından baskı altına alınmasını istemez, ayrıca İran’ın ABD ve Batı’ya yönelmesini de istemez” değerlendirmesini yaptı.

İran’ın iç ve dış meselelerde büyük zorluklarla karşı karşıya olduğuna da dikkat çeken Yang, bu zorlukları şöyle sıraladı:

  1. Ekonomik durgunluk

“İlk olarak, İran’da ekonomik gelişme durgundur. 2024 yılında İran’ın gayri safi yurtiçi hasılası 434,2 milyar dolardı (bu rakam Çin’in Şensi Eyaleti’nin ekonomik büyüklüğüne eşdeğerdir); bu rakam 2008’den 2017’ye kadar olan on yıllık dönemdeki seviyesine hâlâ ulaşmamış ve 2011’deki zirve değeri olan 625,4 milyar dolardan oldukça uzaktadır. Kişi başına düşen GSYİH yaklaşık 4500 dolardır (İsrail’in kişi başı GSYİH’sı olan 52.261 doların sadece 1/12’si kadardır); bu durum İran halkının memnuniyetsizliğine neden olmuştur. Ekonomik durgunluk, İran’ın “direniş ekseni”ne güçlü destek sağlamasını da engellemektedir.”

  1. Nükleer pazarlık

“İkinci olarak, İran’da siyasi değişimler yaşanmıştır ve ılımlı bir cumhurbaşkanı göreve gelmiştir. 30 Temmuz 2024’te İran’ın yeni cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan yemin ederek göreve başladı. Ilımlı bir cumhurbaşkanı olan Pezeşkiyan, 2024 Eylül ayında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılımı sırasında, ülkesinin uluslararası ilişkilerinde “yapıcı” bir sayfa açma umudunu dile getirdi ve İran’ın “nükleer programı konusunda Batı ile diyaloğa hazır olduğunu” vurguladı. Bu durum da İran’ın Batı ile müzakereye ve “İran nükleer anlaşması”nı yeniden müzakere etmeye niyetli olduğunu göstermektedir. Ancak “direniş ekseni”nin zayıflamasıyla birlikte İran’ın Batı’dan yaptırım muafiyeti elde etme konusundaki pazarlık gücü azalmıştır.”

  1. Ulusal güvenlik

“Üçüncü olarak, İran’daki iç güvenlik durumu endişe vericidir. Son yıllarda İsrail, İran’da art arda suikastlar düzenlemiştir; bu suikastlara İran’ın kıdemli nükleer fizikçisi Muhsin Fahrizade, İran Devrim Muhafızları lideri Kasım Süleymani ve İran Devrim Muhafızları İstihbarat Yetkilisi Muhammed Akiki dahildir. Mayıs 2024’te İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi bir uçak kazasında hayatını kaybetti. Temmuz 2024’te Hamas lideri İsmail Haniye, İran’ın başkenti Tahran’da suikasta uğradı ve daha sonra bu olaydan İsrail resmi olarak sorumlu olduğunu kabul etti. Bu durum, İsrail ve ABD istihbarat teşkilatlarının İran’ın ulusal güvenlik sistemine tamamen sızdığını ve İran’da diledikleri gibi hareket edebildiklerini, istedikleri kişilere suikast düzenleyebildiklerini göstermektedir. İran’ın ulusal güvenliği, kendi cumhurbaşkanının, üst düzey askeri komutanlarının, önemli bilim insanlarının, üst düzey istihbarat yetkililerinin ve yabancı misafirlerin hayatlarını koruyamamıştır.”

İran’ın şu anda büyük zorluklarla karşı karşıya olduğunu vurgulayan Yang Chen, ancak buna rağmen Tahran’ın ayakta kalabilmesi için “büyük güçlerden ve zorluklardan korkmayan” bir tutum sergilemesi gerektiğini belirtti.

Yang’a göre İran, bölgesel etkisini kanıtlayabilirse ve kararlı şekilde Amerikan ve İsrail karşıtı tutumunu gösterebilirse, daha fazla dış destek elde edebilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English