Dünya Basını
İsrail’in kucağındaki Hindistan kapana kısıldı

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale Küresel Güney’in lideri olduğunu iddia eden Hindistan hükümetinin İsrail’in Gazze katliamlarına neden sessiz kaldığını açıklıyor. Hindistan’da yaşayan gazeteci Shakir Husain, kaleme aldığı analizde Hindistan’da yayın yapan medya kuruluşlarının “İsrail ordusunun bu kanalları ele geçirdiği ve tutsak bir izleyici kitlesine propaganda yaptığı” izlenimi verdiğini söylüyor. Bunun nedenleri üzerinde duran yazar, “Hindistan, BJP iktidarda olsun ya da olmasın, kendisini kurtaramayacak şekilde İsrail’in kucağına hapsolmuş durumda” iddiasında bulunuyor:
****
İsrail’in kucağındaki Hindistan kapana kısıldı
Shakir Husain
Hint televizyon kanallarına bakıldığında, İsrail ordusunun bu kanalları ele geçirdiği ve tutsak bir izleyici kitlesine propaganda yaptığı izlenimi ediniliyor.
Hindistan kurallara dayalı düzen ve uluslararası hukuka uymanın önemi konusunda sık sık sesini yükseltiyor. Ancak İsrail’in küresel sisteme küstahça saldırısı karşısında sesi rahatsız edici derecede cılız.
İsrail’in 7 Ekim’den bu yana BM Filistinli Mültecilere Yardım Kuruluşu’nun (UNRWA) 100’den fazla çalışanını bombalayarak öldürmesiyle Birleşmiş Milletler’in kendisi de doğrudan saldırı altında kaldı.
ABD vesayeti altındakiler hariç, dünyanın büyük bir kısmı İsrail’in Gazze’de soykırım yaptığı ve bunun küresel barış ve güvenlik üzerindeki etkilerinin vahim olduğu konusunda hemfikirdir.
İsrail’in hastaneleri, okulları, camileri, fırınları, mülteci kamplarını ve yerleşim alanlarını bombalamasına karşı yaygın bir tiksinti hissediliyor.
Dünya, İsrail’in Gazze’deki 2.3 milyon insana gıda, su, elektrik ve hareket özgürlüğü gibi temel ihtiyaçları çok görmesini dehşet içinde izliyor.
İsrail yanlısı Batılı ülkelerde bile, hükümetleri İsrail karşıtı protestoları engellemek için hile ve gözdağı vermeye çalışsa da insanlar Filistinlilere destek için sokaklara döküldü.
İsrail’in Hindistan hükümeti ve medyası üzerindeki etkisi
Hindistan’da hükümet düzeyinde, dünyanın Gazze’de önemli bir krizle boğuştuğunu gösteren neredeyse hiçbir şey yok.
Hint televizyon kanallarına bakıldığında, İsrail ordusunun bu kanalları ele geçirdiği ve tutsak bir izleyici kitlesine propaganda yaptığı izlenimi ediniliyor.
Hindistan Halk Partisi (BJP) hükümeti, Hamas’ın “terörist saldırılarından” ve “insani krizden” duyduğu “endişeyi” dile getirerek kendisini İsrail-Filistin çatışmasında bir tür tarafsız oyuncu olarak sunmaya çalışıyor.
Hükümet tarafından yapılan açıklamalar, İsrail’in en ufak bir olumsuzluk içinde görülmemesi için her türlü çabanın gösterildiğini açıkça ortaya koyuyor.
Genelde devlet ihaleleri ve reklamlarla ayakta duran aile şirketlerine ait olan medya, İsrail’in Filistinlilere uyguladığı soykırım çılgınlığı hakkında hiçbir fikir vermeyen resmî açıklamalardan yola çıkıyor.
Gazze’de yaşananlar uluslararası ilişkileri ve Orta Doğu’nun ya da Arap Yarımadası’nın doğusunda daha çok bilinen adıyla Batı Asya’nın jeopolitiğini yeniden şekillendirecek.
Kısa süre önce düzenlenen bir basın brifinginde Dışişleri Bakanlığı sözcüsüne Hindistan’ın ateşkes çağrısında bulunup bulunmayacağı soruldu.
Genel bir yanıt verildi: “İsrail ve Gazze’deki çatışma konusuna gelince, bakın, bu konunun birkaç kez gündeme geldiğini biliyorum. Spesifik bir güncellemem yok, ancak farklı sorular olduğu için nerede durduğumuzu yinelememe izin verin. Pozisyonumuzu, 27 Ekim’deki BM Genel Kurulu görüşmeleri de dahil birçok kez açıkladık.”
“İsrail’e yönelik korkunç terör saldırısını şiddetle kınadık, terörizme sıfır tolerans gösterilmesi gerektiğini vurguladık ve rehinelerin derhal ve koşulsuz olarak serbest bırakılması çağrısında bulunduk.”
“Ayrıca Gazze’deki insani kriz ve artan sivil kayıplar karşısında duyduğumuz derin endişeyi ilettik ve durumu yatıştırmaya ve insani yardım sağlamaya yönelik çabaları memnuniyetle karşıladık.”
“Hindistan ayrıca 38 ton insani yardım malzemesi gönderdi. Uluslararası insancıl hukuka sıkı bir şekilde riayet edilmesi gerektiğini vurguladık.”
“Ayrıca tarafları gerilimi düşürmeye, şiddetten kaçınmaya ve iki devletli bir çözüme yönelik doğrudan barış müzakerelerinin erken bir tarihte yeniden başlaması için gerekli koşulları yaratmaya çağırdık. Sanırım bu, oradaki çok zor duruma nasıl baktığımızı tüm yönleriyle ortaya koyuyor.”
Hindistan muhtemelen İsrail’in davranışlarının dehşetine doğrudan değinmeden durumu idare edebileceğini umuyor.
Hindistan’ın resmi düşüncesinde böyle bir iyimserlik varsa bile bu rasyonel değil. Hindistan, BJP iktidarda olsun ya da olmasın, kendisini kurtaramayacak şekilde İsrail’in kucağına hapsolmuş durumda.
Hindistan buraya nasıl geldi?
Hindistan’ın İsrail ittifakına nasıl dahil olduğunu belirtmekte fayda var.
Hindistan, Ulusal Kongre Partisi’nin Yeni Delhi’de hem güçlü hem de iktidarda olduğu dönemde İsrail ile yakınlaşmaya başladı. Resmi ilişkiler, Hindistan tarihinde bir dönüm noktası olan 1992 yılında, Hindu aşırılık yanlılarının Uttar Pradesh eyaletindeki Ayodhya kasabasında bulunan 16. yüzyıldan kalma Babri Mescidi’ni yerle bir etmesiyle kuruldu.
Kongre lideri P.V. Narasimha Rao o dönemde başbakandı. O kadar sağcı olarak görülüyordu ki, merkezci parti içindeki bazıları onu Hindistan’ın ilk “BJP başbakanı” olarak nitelendirdi.
İdeolojik olarak sertlik yanlısı Rashtriya Swayamsevak Sangh’a (RSS) ya da BJP’nin ana örgütü olan Ulusal Gönüllüler Birliği’ne, daha sonra Mohandas Karamchand Gandhi (daha çok Mahatma Gandhi olarak bilinir) ve Jawaharlal Nehru’nun “laik” felsefesine yakın olan böyle bir adam nasıl Kongre başkanı oldu?
Kazara.
Kongre başkanı Rajiv Gandhi 1991 yılında Tamil Nadu eyaletinde bir bombalı saldırıda öldürülünce bu göreve getirildi.
Partideki liderlik pozisyonunu nasıl idare etti? Zor olmadı çünkü Kongre’nin bir bölümü gerçekten de RSS kadar Hindu milliyetçisi bir bakış açısına sahip.
Hindistan siyasetinde Kongre yumuşak “Hindutva”nın (Hindu milliyetçiliği) savunucusu olarak görülürken BJP ise arsız ve saldırgan milliyetçiliğin partisidir. Hindistan’ın İsrail ile ilişkileri bu bağlamda değerlendirilmeli.
Kongre partisinin yumuşak Hindutvası, uluslararası koşullar elverişsiz olduğunda Hindistan’a yardımcı oluyor. Müslüman ülkelerle iyi ekonomik ve diplomatik ilişkiler yürütmek için buna ihtiyaç var.
Üst kast Hinduların hâkim olduğu etkili ve nüfuzlu kesimler, Müslüman ülkeleri kolayca etkileyebilecek veya onlara şartlar dikte edebilecek bir konumda olduklarına inandıklarında sert Hindutva hüküm sürüyor.
Manevra için daha fazla alan
Dost kazanma ve küresel güneydeki ülkelerle güçlü ilişkiler sürdürme ihtiyacı, Hindistan’ın bağımsızlığını takip eden on yıllarda, Çin ve Pakistan gibi düşman komşularla kıyaslandığında İslam dünyasıyla dostane ilişkiler geliştirme arayışında büyük rol oynadı. Bugün Hindistan’ın ekonomik ve askeri gücü ona daha fazla manevra alanı sağlıyor.
Enerji güvenliği için Arap dünyasına bel bağlasa da Körfez Arap bölgesinden her yıl on milyarlarca dolar havale alsa da ve İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) 57 üyesi, ürünleri için büyük bir ihracat pazarı olsa da Hindistan, İsrail’i askeri ve güvenlik sektöründe kilit bir ortak olarak görüyor.
Birçok kişi, bazı Arap ve Müslüman ülkelerin İsrail ile diplomatik ilişkileri olduğu için Hindistan’ın bu konuda suçlanamayacağını savunuyor. Bu argümanın yanlışlığı, Hindistan’ın İsrail ile olan ilişkisinin normal diplomatik ve ticari ilişkilerin ötesine geçmesi. Hindu milliyetçiliği ve çeşitli jeopolitik kaygıların da yönlendirdiği bir ittifak söz konusu.
Hindistan’ın 1,4 milyarlık nüfusunun neredeyse %15’ini oluşturan Müslümanların ezici çoğunluğu Filistin yanlısı. İdeolojik olarak Hindutva’yı ya da İsrail’le ittifakı benimsemeyen yüz milyonlarca kişi de hesaba katıldığında Hindistan’da belli bir düzeyde Filistin yanlısı halk hissiyatı var.
Ancak medya, ekonomi, düşünce kuruluşları ve diğer güç odakları, İsrail ile ittifakı Hindistan’ın Çin ve ABD gibi önemli küresel güç olması için hayati önemde gören üst kast Hindular tarafından kontrol ediliyor. İsrail’in tipik bir ülkenin temel niteliklerine sahip olmadığı gerçeği onlara bir şey ifade etmiyor.
Hindistan kendisini küresel güneyin sesi olarak sunuyor. Yine de BM Genel Kurulu 27 Ekim’de “düşmanlıkların durdurulmasına yol açacak acil, kalıcı ve sürekli bir insani ateşkes” çağrısında bulunan kararı kabul ettiğinde, oylamada çekimser kaldı.
Kurala dayalı düzen
Hindistan’ın sözde savunduğu kurallara dayalı düzen gelişmekte olan ülkeler için önemli; İİT ve Arap Birliği için önemli. BM genel sekreteri ve ajansları, İsrail’e soykırım yapmaması, uluslararası hukuka saygı göstermesi ve milyonlarca insanı yiyecek, su, ilaç ve barınaktan mahrum bırakmaması için yalvaracak kadar aciz duruma düşürülemez.
“Eğer bugün yeryüzünde bir cehennem varsa, onun adı Kuzey Gazze’dir. Orada kalan insanların yaşamlarının her köşesi ölüm, yoksunluk, umutsuzluk, yerinden edilme ve karanlık” diyor, İnsani İşler Koordinasyon Ofisi Sözcüsü Jens Laerke.
Hindistan’ın Gazze politikası, onu ülkelerin büyük çoğunluğuyla ters düşürüyor. İsrail’in hukuksuzluğu karşısında dehşete düşen İslam dünyası ile ilişkilerini test etmesi muhtemel.
İsrail ortalama her 10 dakikada bir çocuk öldürüyor ve 1,5 milyondan fazla insan barınaksız durumda.
ABD’nin İsrail’e karşı her kararı veto etmesi nedeniyle umutsuzca etkisiz kalan BM Güvenlik Konseyi, krizi görüşmek üzere 10 Kasım’da toplandı. Ateşkes çağrısında bulunan Dünya Sağlık Örgütü (WHO) Genel Direktörü Tedros Adhanom Ghebreyesus, “Gazze’de hiçbir yer ve hiç kimse güvende değil” dedi.
Büyükelçilere “Bu durumda kapana kısıldığınızı hayal edin” diye sordu.
Hindistan’ın durumunda, soykırıma göz yuman İsrail ile kucaklaştığınızı hayal edin.
Dünya Basını
Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız, Steven D. Grumbine tarafından kaleme alınan metin, teknik terimlerin ve nötralize edilmiş kavramların egemenliğindeki iktisat yazınında, paranın sınıfsal doğasını ve politik işlevini görünür kılarak iktisadı “yeniden” siyasileştirme çağrısı yapıyor. Grumbine bu kısa makalesiyle, Modern Para Teorisi’nin devletin sınıfsal karakterinden soyutlanarak araçsallaştırılmasına karşı, parasal egemenliğin ancak ve ancak sınıf mücadeleleri içinden devrimci bir imkâna dönüşebileceğini anımsatarak, teknik iktisat jargonu ardına gizlenmiş sınıf savaşımını teşhir ediyor. Kemer sıkma politikalarının, işsizliğin ve enflasyon korkularının nesnel değil, ideolojik ve sınıfsal tercihlerle inşa edildiğini göstermesi bakımından, akademik nötralitenin ötesine geçen ve hâkim iktisat anlayışlarına doğrudan meydan okuyan bir nitelik taşıyor.
Sınıf Mücadelesinden Yoksun Modern Para Teorisi, Muhasebeden İbarettir
Steven D. Grumbine
Real Progressives
11 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal
Solun iktisat eğitimi uzun süredir iki ölümcül eksiklikten mustarip: Anaakım iktisadın kemer sıkma mitleri ile ortodoks Marksizmin meta-para fetişizmi. Pavlina Tcherneva’nın The Case for a Job Guarantee [İş Garantisi Savunusu] (2020) adlı çalışmasında gösterdiği üzere, hâkim sınıflar işsizliği, işçi gücünü ve ücretleri baskılamak amacıyla bir disiplin aracı olarak kasıtlı biçimde sürdürür, ki bu da, “kıtlığın” iktisadi bir zorunluluktan ziyade siyasal bir inşa olduğunun somut kanıtıdır. Öte yandan, Marx’ın siyasal iktisat eleştirisi (Kapital, Cilt 1, 1867) temel metin olmayı sürdürdüğü için, birçok sosyalist onun emek-değer kuramını yanlış biçimde uygulayarak parayı meta değişimiyle özdeşleştirmekte ve devlet tarafından yaratılan itibari paranın modern gerçekliğini göz ardı etmektedir. Bu kuramsal kargaşa, devrimci potansiyeli felce uğratmıştır.
Kapitalist devletin parasal egemenliği, Stephanie Kelton tarafından Deficit Myth [Bütçe Açığı Efsanesi] (2020) eserinde etraflıca açıklandığı gibi, kemer sıkma politikalarının sınıf savaşımından başka bir şey olmadığını ortaya koyar. Nitekim para basma yetkisine sahip hükümetler, mali değil, fiziksel kaynak kısıtlarıyla karşı karşıyadır (Mitchell, Wray & Watts, Makroekonomi, 2019). Wynne Godley’nin sektörel denge yaklaşımının (Seven Unsustainable Processes, 1999) matematiksel olarak kanıtladığı üzere, politikacılar trilyon dolarlık askeri bütçeleri onaylarken “evrensel sağlık hizmetini karşılayamayız” dediklerinde, muhasebe hatası yapmıyor, sınıf önceliklerini dayatıyorlar. “Ulusal borç” denilen şey ise, gerçekte egemen sınıfa aktarılan reel kaynakların finansal yansımasından ibaret.
Ne var ki, seçim illüzyonlarını doğru şekilde reddeden Marksistler arasında dahi tehlikeli iktisadi yanılgılar varlığını sürdürüyor. Soldaki enflasyon fobisi, sıklıkla Godley’nin temel öngörüsünü, yani fiyat istikrarının soyut para arzından değil, reel üretim ile talep arasındaki dengeden kaynaklandığı gerçeğini, göz ardı eder. Şili oligarşisi Allende’yi devirmek için kasıtlı olarak kıtlık yarattığında, Marx’ın veciz sözünü (“Modern devletin yürütme organı, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir”, Komünist Manifesto, 1848) teyit etmiş oldu. Randy Wray’ın Modern Money Theory [Modern Para Teorisi] (2015, 2024) eseri, itibari paranın değerini herhangi bir metaya bağlı olmaktan değil, devletin vergi toplama ve dayatma otoritesinden aldığını ortaya koyar, yine de bazı sosyalistler hâlâ altın standardını veya emek bonolarını savunmakta, mevcut parasal sistemi ele geçirmek yerine ütopyacılığa sığınmaktalar.
Tcherneva ile Mitchell & Muysken (Full Employment Abandoned, [Tam İstihdamın Terk Edilişi] 2008) tarafından geliştirilen İş Garantisi (JG) önerileri, kapitalizm altındaki reformun diyalektik doğasını açığa çıkarır: Mevcut sistem içinde uygulandığında, JG, basitçe ücret disiplinini dayatmanın bir aracına dönüşebilir [çünkü] ancak işçilerin denetimi altında, işsizler ordusu tamamen ortadan kaldırılabilir. Bu çelişki, MMT’nin tüm içgörülerinin belirleyici özelliğidir – yani bu içgörüler, yalnız ve yalnız sermayenin yapısal gücünü kıracak denli güçlü hareketlerin elinde devrimci bir niteliğe kavuşabilirler. Gramsci’nin kültürel hegemonya kuramı (Hapishane Defterleri, 1935), burjuvazinin kapitalist ilişkileri doğal ve kaçınılmaz göstermek yoluyla denetimi nasıl kurduğunu ve sürdürdüğünü açıklar.
Tarihin dersi açıktır. Wray’in belgelediği gibi, 1930’ların işyeri grevleri, politika belgeleriyle değil, Ulusal Çalışma İlişkileri Yasası imzalanana kadar fabrikaların fiziksel işgali yoluyla kazanılmıştır. Mitchell’in savaş sonrası tam istihdam üzerine yaptığı çalışmalar, tam istihdamın yalnızca militan ve mücadeleci sendikaların grev kapasitesini koruduğu sürece var olabileceğini kanıtlamıştır. Gramsci’nin kültürel hegemonya anlayışını ve Godley’nin sektörel denge analizini içselleştirmiş günümüzün finansallaşmış oligarşisi, artık çok daha rafine baskı biçimlerine başvuruyor: Algoritmik ücret gaspı, finans piyasasına endekslenmiş konut hakkı ve her yere sirayet eden borç köleliği. Kelton haklı, tüm toplumsal ihtiyaçlara yetecek para mevcut; Tcherneva ispatladı, işler derhal yaratılabilir; ve Marx haklıydı, sermaye ayrıcalığını asla gönüllü olarak terk etmeyecek.
Dolayısıyla görevimiz “MMT politikalarını uygulamak” değil, ürettiğimiz artık değeri denetleyebilecek işçi sınıfı gücünü inşa etmektir. Mitchell’in JG modelleri, ancak kendiliğinden grevlerle birleştiği bir durumda devrimci nitelik kazanır. Wray’ın parasal analizi yalnızca kredinin spekülasyondan toplumsal ihtiyaçlara yönlendirilmesi söz konusu olduğunda önem arz eder. Gramsci’nin öğrettiği gibi, hem anlık mücadelelerin “siperlerinde” (kira grevleri, borçların reddi) hem de ideolojinin “katedralinde” (paranın sınıfsal bir silah olarak teşhiri) eş zamanlı savaşmalıyız. Kelton’un bütçe açığı gerçekleri ile Marx’ın artık-değer kuramı tek bir talepte kesişiyor: Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek. Seçimlerle falan değil- 1917, 1936 ve 1968’de olduğu gibi sermayeyi tir tir titreten örgütlü bir güçle.
Para, işçilere karşı oynanan hileli bir oyunda burjuvazinin skor tablosudur. Tcherneva’nın JG planları, Godley’nin sektörel denge analizleri ve Wray’ın vergi temelli para teorisi, başka bir dünyanın teknik olarak mümkün olduğunu gösteriyor. Fakat Marx’ın dediği gibi, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa asıl mesele onu değiştirmektir.” Değiştireceğiz: Grev hatlarımız onların polislerini sayıca aştığında, direnişlerimiz onların rezervlerini tükettiğinde ve dayanışmamız yeni bir kültürel hegemonya haline geldiğinde. Fabrikalar âtıl halde, işçiler hazır bekliyor; bizi engelleyen tek şey sermayenin şiddet tehdidi. O şiddeti tarihin çöplüğüne yollayalım.
Dünya Basını
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.
James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025
Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.
Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.
Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.
İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.
İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.
Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.
Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.
Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.
Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.
Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.
Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
Dünya Basını
INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.
“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.
Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.
***
İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar
Dr. Raz Zimmt
İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.
Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.
Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.
Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.
İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:
-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;
-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;
-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.
Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.
Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:
-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;
-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;
-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.
Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.
İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.
NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.
-
Görüş7 gün önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Asya2 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Ortadoğu5 gün önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi1 hafta önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Dünya Basını2 hafta önce
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat
-
Görüş2 hafta önce
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında
-
Avrupa5 gün önce
Merz: İsrail hepimizin kirli işlerini yapıyor
-
Amerika2 hafta önce
ABD’de göçmen isyanı büyüyor: Deniz piyadeleri Los Angeles’ta