Söyleşi
‘ABD’nin Gazze’de İsrail’in savaşını desteklemek dışında bir politikası ve barış planı yok’

ABD Dışişleri Bakanlığı eski danışmanlarından Vali Nasr, Harici’ye konuştu. Washington’ın Gazze konusunda bir politikasının olmadığını söyleyen Nasr, “ABD’nin bir barış planı yok, bir ateşkes planı yok, bölgeye yönelik uzun vadeli bir istikrar planı yok” dedi.
Johns Hopkins Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler ve Orta Doğu Çalışmaları alanında profesör olan Nasr, özellikle İslam dünyasındaki politik gelişmeler üzerine yoğunlaşmaktadır. İran kökenli bir Amerikalı olan Nasr, ABD-İran ilişkileri ve ABD’nin Orta Doğu politikaları konusunda fikirlerine danışılan ve bu alanda öne çıkan isimlerden biridir.
Bir dönem ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Dış İlişkiler Politikası Kurulu üyesi olan Nasr, 2009-2011 yılları arasında ise ABD’nin Afganistan ve Pakistan Özel Temsilcisi Büyükelçi Richard Holbrooke’un Kıdemli Danışmanı olarak görev yapmıştır.
ABD dış politikasında etkili kuruluşlar olan Atlantik Konseyi’nin ve Dış İlişkiler Konseyi CFR’nin kıdemli araştırmacısı Nasr, The Dispensable Nation: American Foreign Policy in Retreat, The Shia Revival ve How Sanctions Work: Iran and the Impact of Economic Warfare kitaplarının yazarıdır.
Vali Nasr, Gazze’deki çatışmada Biden yönetiminin konumu, ABD’nin Orta Doğu politikası, İran ve Suudi Arabistan’ın rolü ve Gazze’nin geleceği üzerine gazeteci Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı.
‘İran ve ABD arasındaki gerilim artarsa Tahran agresif bir nükleer politikaya geri dönecektir’
Gazze savaşından önce İran ile ABD arasında resmi olmayan bir nükleer anlaşma yapıldığına dair haberler vardı. Bu anlaşma hâlâ geçerli mi, yoksa İran, Gazze savaşı nedeniyle nükleer çalışmalarını hızlandırdı mı?
Gazze Savaşı’nın İran’daki politika değişikliği üzerinde henüz doğrudan bir etkisinin olduğunu düşünmüyorum. Ancak Gazze savaşı, ABD ile İran arasındaki gerilimi tırmandırdı. Gazze Savaşı olur olmaz Amerika Birleşik Devletleri, İran’daki Amerikalı mahkumların serbest bırakılması karşılığında Güney Kore’den İran’a giden 6 milyar dolarlık parayı dondurdu. Ve böylece, her iki ülke de aralarındaki gerilimin arttığını görüyor. İran destekli güçlerin Suriye ve Irak’ta Amerikan mevzilerine saldırıları oldu. Ve aynı hedefleri Amerika bombaladı. İran, Rusya’ya gelişmiş balistik füzeler satabileceğini söyledi. Yani İran ile ABD arasındaki gerilimin kademeli olarak arttığını görüyoruz. Eğer bu tırmanış gerçekleşirse, bu kaçınılmaz olarak İran’ın daha agresif bir nükleer politikaya geri dönmesi anlamına gelecektir.
‘Savaşın yayılmasını istemese de, gelişmelerden en çok faydalanan İran’
Her ne kadar İran, savaşın yayılmasından yana olmasa da Husiler ve İran destekli milisler bölgedeki ABD güçlerine saldırmaya devam ediyor. Gazze savaşından sonra İran’ın bölgedeki nüfuzunu artıracağını düşünüyor musunuz? Bu durum ABD’nin bölgedeki politikasını nasıl etkileyecek?
Burada üç şey var: Birincisi, evet, İran’ın, Hizbullah’ın ya da bölgedeki herhangi bir gücün savaşın genişlemesini istediğini düşünmüyorum ama aynı zamanda İran’ı, Irak’taki ve Suriye’deki Hizbullah milislerini ve de Husiler ile Hamas’ı da içeren direnişle Filistinlilere destek göstermek istiyorlar. Ve diğer birçok Arap ülkesi şu anda askerî açıdan hiçbir şey yapmazken, onlar bir şeyler yaptıklarını göstermek istiyorlar. Diplomatik olarak bazı şeyler yapıyor olabilirler ama askerî olarak yapmıyorlar. Yani kısmen bu saldırıları Hamas’a destek göstermenin bir yolu olarak yapıyorlar. Ama aynı zamanda ABD’ye yönelik uyarı atışları olduğunu da düşünüyorum. ABD’ye, İsrail’in herhangi bir kısıtlama olmaksızın saldırması, Hamas ve Gazze’nin işini tamamen bitirmeye çalışması, çok fazla Filistinlinin ölmesi halinde ve eğer nüfus sınır dışı edilirse, İsrail’in yok olacağını ABD’ye söylemek istediklerini düşünüyorum. O zaman ABD bölgede çok daha geniş bir savaşla karşı karşıya kalacak. Sanırım her iki tarafın da sinyal gönderdiği aşamadayız. Amerikalılar, karşı saldırıya hazır olduklarını göstermek için bölgedeki İran veya milis mevzilerini vuruyor. Ama Irak’taki Husiler ve Hizbullah milislerinin de kendi sinyallerini verdiğini düşünüyorum.
İkinci olarak, bana kalırsa İran’ın pozisyonu güçleniyor çünkü Filistin meselesi bölge insanları için ön planda ve merkez haline geldiğinde bu, İran’ın her zaman dayanak olarak gördüğü ve her zaman savunduğu bir konu haline geliyor. Sanırım bölgedeki diğer ülkeler, İsrail’le gizli ya da açık ilişkiler kurularak çıkarlarına en iyi şekilde hizmet edildiğini gördüler. Abraham Anlaşmaları, Suudi-İsrail ilişkilerinin normalleşmesi, Türkiye-İsrail ilişkileri… Bunların hepsi artık tehlikeye girdi. Dolayısıyla bu değişimden en çok fayda sağlayan ülke aslında İran’dır. Kısa vadede İsrail de İran’la meşgul olmak yerine Gazze’yle meşgul. ABD de artık Filistin meselesiyle uğraşıyorken ki 6 Ekim’e kadar Filistin meselesinin bittiğini düşünüyordu. Belki Sünni dünyasında, Arap dünyasında insanların Suriye’deki Esad rejimine verdiği destek nedeniyle İran’a öfkesi vardı. Bütün bunların unutulduğunu düşünüyorum. Artık herkes Filistinliler için üzülüp ağlarken, İran ya da Hizbullah onlar için doğru tarafta görünüyor. Yani bu İran için büyük bir başarı. Şimdi, bunun İran için uzun vadeli bir faydaya dönüşüp dönüşmeyeceği tamamen duruma göre değişir. Bundan emin değilim. Ayrıca bölgedeki İran ilişkilerinin geleceği de bence bu savaşın nasıl biteceğine, ABD’nin savaşın nihayete ermesi konusunda nasıl bir vizyona sahip olduğuna ve bu savaştan sonra ne olacağına bağlı. Eğer bu savaştan sonra İran ile ABD arasındaki nükleer meselenin daha da tırmandığını görürsek, İran ile İsrail arasındaki gerilimin arttığını, saldırılar, yarı saldırılar vb. olaylar görürsek, o zaman bölgenin uzun bir istikrarsızlık dönemine girebileceğini düşünüyorum.
‘ABD’nin Gazze’deki tek politikası, İsrail’in savaş yapmasına izin vermek’
ABD’nin Orta Doğu’daki müttefikleri, ABD’yi Ukrayna konusunda desteklemedi. OPEC ülkeleri petrol fiyatlarını düşürmeye devam ediyor. Artık ABD’nin İsrail’e verdiği sınırsız destek, bölgede güvenilirliğin daha da kaybolmasına yol açtı. Ukrayna ve İsrail krizlerinden sonra Washington’un Orta Doğu’daki siyasi ağırlığını kaybetmeye başladığını fikrine ne dersiniz?
Ukrayna’nın hiçbir zaman Orta Doğu için temel bir konu olmadığını düşünüyorum. Uzaklarda, bir yerde bir savaş… Yani Orta Doğu’daki insanların bu konuda görüşleri olabilir ama ortalama bir Arap için hiçbir zaman önemli olmadı, belki Türkler için daha önemliydi çünkü Türkler Karadeniz’de varlar ve belki onlar için daha önemli. Ama şunu söyleyebilirim ki, Mısır’da, Ürdün’de veya Basra Körfezi bölgesindeki insanlar ne Ukrayna’yı düşünerek uykusuz kalıyor ne de sabah uyandıklarında akıllarına geliyor. Hükümetler temelde kendi çıkarlarının ne olduğuna bakıyorlar. Suudi Arabistan’ın Rusya ile petrol çıkarları var. Türkiye’nin dengeleyici bir ilişkisi var, Rusya’yla ilişkileri var, Avrupa’yla da ilişkileri var. Yani Orta Doğu’nun Ukrayna’ya temelde Amerika’nın ne istediğine göre değil, kendi çıkarlarını nasıl koruyacaklarına, temelde Avrupa’yı nasıl destekleyeceklerine ve aynı zamanda Rusya’ya nasıl destek vereceklerine göre tepki verdiğini düşünüyorum. Sanırım kimse doğrudan Ukrayna savaşının içine çekilmek istemedi.
Gazze’nin farklı olduğunu düşünüyorum. Evet, ABD’nin temelde İsrail politikasını tüm kalbiyle desteklemesi ve Gazze’de ölen insan sayısı konusunda eleştirel olmaması nedeniyle Amerika’nın Filistin meselesindeki ahlaki duruşuna yönelik büyük bir öfke var. Ancak bence asıl mesele ABD’nin ahlaki güvenilirliği değil çünkü bunun Orta Doğu’da çok güçlü olduğunu hiçbir zaman düşünmedim. Orta Doğu halkı her zaman ABD’nin İsrail konusunda yanlı olduğunu düşündü. Her zaman ABD’nin İslamofobik olduğunu düşündüler. Irak Savaşı’na öfkeliydiler. Orta Doğuluların ABD’nin Orta Doğu’daki çifte standartlarına öfke duymasının birçok nedeni vardı. Önem arz eden güvenilirlik meselesinin bir ABD politikasının eksikliği olduğunu düşünüyorum, çünkü ABD’nin ahlaki duruşları nedeniyle pek sevilmediği zamanlarda bile ne yapmak istediği ve neyi başarabileceği konusunda çok net bir anlayışı vardı. Aslında ABD’nin Gazze konusunda bir politikasının olmadığını görüyoruz. Tek politikası, arkalarına yaslanıp İsrail’in bu savaşı kendi amaçları doğrultusunda ve savaşı nasıl yürütmek istiyorsa yürütmesine izin vermek. ABD’nin bir barış planı yok, bir ateşkes planı yok, bölgeye yönelik uzun vadeli bir istikrar planı yok. Güvenilirlik sorunu da burada çünkü bir süper gücün güvenilirliği, ahlaki konumundan gelmez. Politika oluşturma ve politika uygulama yeteneğinden gelir. Sanırım bunlar şu anda şüpheli konular; eğer herhangi bir ülkeye sorarsanız, sokaktaki insanları kastetmiyorum ama bölgedeki herhangi bir hükümete, bu savaşın nasıl sona erdirileceğini, savaşın başlamaması ve bölgeye istikrarın yeniden getirilmesi için işlerin nasıl daha iyi hale getirilebileceğini, bu savaşın nasıl sonlandırılacağına ilişkin Amerikan politikasının ne olduğunu sorarsanız, bu sorulara cevap verebileceklerini sanmıyorum.
‘Arap liderlerin Pekin ziyareti, Çin’i Orta Doğu meselesine buyur edeceğiz, anlamına geliyor’
Arap ülkelerinin bakanlarının Gazze’ye çözüm bulmak amacıyla yaptıkları gezide ilk durak olarak Çin’i ziyaret etmelerinin nedeni nedir? Sizce bu ne anlama geliyor? ABD, Orta Doğu’da Çin’i dengeleme politikasında başarısız mı oldu?
Bence önemliydi. Bence daha önemli olan konu, Suudi Arabistan’ın tüm İslam ve Arap ülkelerinin liderlerini bir araya davet etmeye karar vermesi ve böylece ilk kez birbirleriyle genellikle konuşmayan ülkelerin liderlerinin, mesela İran ile Mısır, Esad ile Erdoğan sanki hepsi bir aradaymış gibi aynı fotoğrafta bir araya gelmesi oldu. Bu çok anlamlıydı. Yani bölge ilk kez temelde “Biliyor musunuz, Amerika’nın bir politikası yok, bir araya gelip bunu nasıl çözebileceğimize bakacağız” dedi. Bence bu, ABD’nin gittiği yerden (politika) memnun olmadıklarının en önemli açıklamasıydı. Şimdi Güvenlik Konseyi’nin beş üyesinin tamamının başkentlerini ziyaret etme kararı aldılar. Ancak önemli olan, Pekin’in son durak değil, ilk rota olmasıydı. Yani önemli olanın bu olduğunu düşünüyorum. Çin’in çözüm getirebileceğini düşündüklerini düşünmüyorum, ancak temelde “Çin’le sadece bağları kesmeyeceğiz, biz aslında Çin’i Orta Doğu meselesine buyur etmeye çalışacağız” sinyali verdiler.
‘Arabuluculuk için doğru aday Suudi Arabistan’
Foreign Affairs dergisindeki yazınızda ABD’nin Orta Doğu’daki ilişkilerini Riyad üzerinden yürütebileceğini, böylece bölgedeki sorumluluğunun hafifletilebileceğini yazmıştınız. Önerdiğiniz model, çok taraflı kazan-kazan yaklaşımına dayanan mevcut Suudi dış politika perspektifiyle uyumlu mu? BRICS’e katılan bir ülkeyi tekrar ABD odaklı bir modele dönmeye nasıl ikna edersiniz?
Suudilerin elmayla armut arasında seçim yapmak zorunda kalacağını düşünmüyorum. Aslında BRICS’i seçmişler. İran’la ilişkilerinin olması, Çin’le ilişkilerinin olması, Suudi Arabistan’ı tam da doğru bir aday yapıyor çünkü yalnızca ABD’ye çok yakın olan bir ülke, Türkiye ve İran’ı sürecin içine çekemez. Orta Doğu’nun istikrarı açısından çok önemli olan diğer aktörlerin de tabloya dahil olması lazım. Suudi Arabistan’ın Amerika’yla giderek artan yakın ilişkileri var, ama aynı zamanda Çin’le de yakın ilişkileri var, Rusya’yla da yakın bağları var, uzun yıllardır soğuk ve donuk olan ilişkilerinin ardından şimdi Türkiye ile ilişkiler kurdu, İran’la ilişkilerini yeniden kurdu. Katar’la ilişkilerini onardı vs. Ayrıca İsrail üzerinde de bir nüfuzu var çünkü İsrailliler hâlâ Suudi Arabistan’la normalleşmeyi istiyor ve eğer ABD bu rolü desteklemeye istekliyse ve ABD’nin en büyük nüfuza sahip olduğu yer İsrail olduğuna göre bu nüfuzu uygulamaya geçirmek için doğru konumdalar. Bölgeye istikrar getirecek bir anlaşmaya varmak istediğinizde bölgedeki her aktörün bunu kabul etmesi gerekiyor. Amerikalılar şu anda İranlılarla konuşmuyor, dolayısıyla bu konuyu İran’la tartışamazlar. Çinliler İranlılarla konuşuyor. Ve Suudiler İranlılarla konuşuyor. Çinliler ile Suudiler aynı zamanda birbirlerine bağımlılar. Ruslar bunu desteklemeli, baltalamamalı. Tahran ve Ankara şu anda Rusya’yı harekete geçirme konusunda en iyi ilişkiye sahip. Amerikalılar İsraillilerle en iyi ilişkiye sahip. Sonuç olarak ABD’nin şu andaki politikası yalnızca İsrail savaşını desteklemek. Ancak bölgede gerçekten istikrar istiyorsanız istikrar sadece İsrail’in savaşı yürütmesine destek olmakla sağlanmaz. İstikrar, herkesin kabul etmesi ve kabul etmesi gereken daha geniş kapsamlı bir bölgesel güvenlik anlaşmasının desteklenmesiyle gelecektir. Temelde herkesle konuşan ve aynı zamanda İsraillilerle de nüfuz sahibi olan tek bir aktör yok. Ve Suudiler bu rolü oynayabilir.
‘Nihai çözüm anlaşması olmadan hiçbir bölge ülkesi Gazze’nin yeniden inşasında yer almak istemez’
Biden yönetimi, savaş sonrası Gazze’yi yeniden canlandırılmış bir Filistin Yönetimi’nin yönetmesini istiyor ancak Netanyahu bunu kabul etmeyeceklerini söyledi. “Savaştan sonra Gazze, İsrail’in sorumluluğu altında askerden arındırılmalıdır” dedi. Bu ne anlama gelir? Sizce savaş sonrasında Gazze’yi nasıl bir siyasi durum bekliyor? Bölge ülkeleri Gazze’nin yeniden inşasında etkili bir rol oynayabilir mi?
Her şey büyük oranda savaşın nasıl ve ne zaman biteceğine bağlı. Ukrayna’yı düşünürsek, Ruslar Ukrayna’ya girdiğinde Ukrayna’nın tamamını alacaklarını sandılar. Sonra Ukraynalılar savaşı kendilerinin kazanacaklarını ve Rusya’yı Ukrayna’nın dışına iteceklerini düşündüler. Şu anda bulunduğumuz nokta, iki tarafın da kazanamaması. Bu yeni bir gerçeklik. Şu anda İsrail’in her şeye sahip olabileceğini düşündüğü bir savaşın ortasındayız. Hamas’ı yok edebilir, Gazze’nin büyük bölümünü ele geçirebilir. Yani her şey amacına ulaşıp ulaşmayacağına ya da savaşın başka bir yerde durup durmayacağına bağlı. Yani her şey bu savaşın ne zaman ve nasıl duracağına bağlı. Bittiğinde? Bu, İsrail’in topyekûn zaferiyle mi sonuçlanacak yoksa İsrail, bir noktada tam zafer kazanamadan savaşı durdurmak zorunda mı kalacak? Savaş sona erdiğinde, savaş sonrası için müzakere edilebilecek düzenin ne olduğu sorusu ortaya çıkar. Sanırım bu noktada durumun ne olacağını bilmiyoruz. Bölge ülkelerinin Gazze’nin gelecekteki güvenliğinin yanı sıra Gazze’nin yeniden inşasında da rollerinin olduğunu düşünüyorum. Ancak yine de onların Gazze sürecine dahil olması Gazze’deki nihai senaryonun ne olduğuna bağlı olacaktır. Kimsenin felaket bir bölgeye gitmek isteyeceğini sanmıyorum. Herkes ABD, İsrail, Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Türkiye, hatta uzaktan uzağa İran’ın bile aralarında bir anlaşma yapıldığına inanmak istiyor. O zaman “tamam, bunu destekleyebiliriz” deyin. Ancak Gazze konusunda uluslararası alanda mutabakata varılmış bir durum yoksa, o zaman hiçbir Arap ülkesinin veya Türkiye’nin, uluslararası veya bölgesel desteğin var olmadığı bir sahaya gitmek isteyeceğini düşünmüyorum. Bu bir felaket reçetesi. Suriye’deki duruma benzer. Çünkü Suriye’deki savaşın nihai olarak sona ermesi konusunda bir anlaşma yok. Suriye’de ülkeler temelde kendi askeri mevzilerini koruyor ancak yeniden yapılanma konusunda bir anlaşma yok. Bu nedenle, öncelikle savaş sona erdiğinde Gazze’ye ne olacağı konusunda siyasi bir anlaşmaya varılması gerektiğini düşünüyorum. Bu, savaşın nasıl durdurulacağına bağlı. Daha sonra bölgedeki ülkeler Gazze’de nihai çözümü desteklemek için devreye gireceklerdir. Gazze’de nihai çözüme ilişkin bir anlaşmaya varılmadan oraya gidemeyecekler.
‘YPG’de Suriyelilerden daha fazla Amerikalılar var’
Türkiye’nin Suriye’ye yönelik “dondurulmuş” normalleşme girişimini de yorumlayabilir misiniz? Bir buçuk yıldır Beşar Esad ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın buluşup buluşmayacağı, normalleşmenin tam olarak uygulanıp uygulanmayacağı konusunu çok tartışıyorduk. Ama artık bu girişimlerin donmuş olduğunu görüyoruz.
İlişkilerin onarılması zaman alacak çünkü bu ikisi savaşın karşıt taraflarındaydı ve savaş henüz tam olarak sonuçlanmadı. Yine Gazze konusunda tartıştığımız gibi farklı hususlar var, Suriye’deki savaş için uluslararası kabul görmüş başka bir nihai çözüm yok. Temelde sahada fiili bir durum var. “Yani çatışmalar durdu”, “Esad burayı kontrol ediyor”, “Türk askeri orada”, “Bu kısmı Amerikalılar kontrol ediyor”, “Şurayı İranlılar kontrol ediyor” gibi şeyler var. Ancak geleceğe dair herhangi bir anlaşma yok. Türkiye’nin masada çok önemli sorunları olduğunu düşünüyorum. Biri İdlib’in geleceği, diğeri ise aslında Suriyelilerden çok Amerikalıları barındıran YPG grubunun geleceği. Esad elbette Türk birliklerinin Suriye topraklarından çıkmasını ister. Yani herhangi bir Arap ülkesinin lideri de aynı şeyi söyler. Ama öte yandan Türkiye artık mültecilerin Türkiye’ye gelmemesini de istiyor. Yani İdlib’i terk ederlerse biliyorsunuz Suriye birlikleri İdlib’e gider ve bir milyon Suriyeli daha Suriye’ye itilir. Bu bir sorun. Öte yandan aslında Esad’ın Türkiye’deki pek çok Suriyeli mültecinin evlerine dönmesine olanak sağlayacak güvenlik garantileri vermesini istiyorlar. O halde soru aynı zamanda Kuzeydoğu Suriye’deki Kürt hareketi, askeri kabiliyetleri vb. ile ilgili. Yani bu konularda çok uzakta olduğumuzu düşünüyorum.
Diğer konu ise Gazze Savaşı’nın dikkatleri Suriye meselesinden uzaklaştırmasıydı. Sanırım farklı bir Orta Doğu ortamında, farklı bir Amerika’nın Orta Doğu’yla ilişkilerinde, bırakın Türkiye ve Suriye’yi, Amerikalıların bile Suriye hakkında farklı düşünebileceği bir siyasi alan olduğunu hayal etmenin mümkün olduğu bir noktaya ulaşıyorduk. Böylece Arap dünyasının Esad’ı Arap Birliği’ne kabul etme anlamında ona doğru adım attığını gördük. Ama yine de geri dönüş meselesi, açısından Esad’ın mültecilerin geri dönüşünü, ekonomik yaptırımların kaldırılıp geri gelen insanlara gerçekten bakabilecek duruma gelinceye kadar kabul etmeyecektir. Yaptırımlar da kaldırılmayacak çünkü ABD yaptırımları kaldırmayacak. Yani her şey bir şekilde birbirine bağlı. İşler az da olsa ilerleyebilir, ancak kısa vadede bunu çözmenin çok zor olacağını düşünüyorum.
‘Ukraynalılar destek aldığı müddetçe Batı’nın niye destek verdiğini umursamıyor’
Size İngiltere Dışişleri Bakanı David Cameron’un açıklamalarını sormak istiyorum. Washington’daydı ve şöyle dedi: “Savunma bütçenizin yüzde 10’unu fazladan harcıyorsunuz ve Ukraynalıların cesaretiyle, Rusya’nın savaş öncesi savunma teçhizatının ve halkının yüzde 50’sini yok ediyorsunuz. Hem de Amerikalılar ve İngilizler hayatını kaybetmeden. Bu harika bir yatırım.” Bu, Ukrayna topraklarında olup bitenlerin yarı-vekalet savaşı olduğunun itirafı mı?
Ukraynalılar için bunun gerçek bir savaş olduğunu düşünüyorum. Bu onların bölgesiyle ilgili. Onlar için bu, 1921’de ülkelerinin bölünüp farklı Avrupalı güçlere verildiği, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ni birleştirmek için Türk ordusunu harekete geçirdiği Türkler için olduğundan farklı değil. Onlara göre bu bir milliyetçilik eylemidir. Ama ne yazık ki David Cameron’un söylediklerinin tam olarak Putin’in düşündüğü gibi olduğunu sanıyorum. Ukrayna savaşının aslında Batı’nın vekalet savaşı olduğunu düşünüyor. Sanırım David Cameron’un demek istediği, Rusya’yı zayıf tutmak ve Ukrayna’da meşgul ederek büyük bir güç olmasını engellemek için ödenecek çok küçük bir bedel olduğunu söyleyerek ABD Kongresi’ni savaşı desteklemeye devam etmeye teşvik etmekti. Ancak Ukrayna savaşının bir vekalet savaşı olduğu anlamında yanlış okunacak. Gerçeğin bu olduğunu düşünmüyorum. Ukraynalılar için savaşın gerçek olduğunu düşünüyorum. Kendi bölgelerini savunuyorlar. Batı’nın desteğine ihtiyaçları var. Destek aldıkları sürece Ukraynalıların Batı’yı neyin motive ettiğini umursadıklarını düşünmüyorum. Demek istediğim, Ukraynalıların savaşı algılama biçimi, Londra’da, Madrid’de, Amsterdam’da ya da Washington’da oturan birinin savaşı algılamasından çok farklı. Onlara göre mesele Rusya’yı zayıf tutmak olabilir. Ancak Ukraynalılar için mesele ülkelerini korumak.
Söyleşi
İsrail-İran savaşını kim kazandı? E. Tuğamiral Alaettin Sevim Harici’ye anlattı

12 gün süren İsrail-İran savaşı, şimdilik ABD Başkanı Donald Trump’ın dahliyle ateşkesle sonuçlanmış gibi görünse de, bölgede gerilim devam ediyor. Bu kısa süreli çatışma ardında pek çok soru işareti bıraktı. Savaş hakikatten bitti mi? Kazanan kim kaybeden kim? İran’ın nükleer tesisleri gerçekten yok oldu mu? Pek çok soru hala tartışılıyor. Bunlardan bazılarını, emekli Tuğamiral ve İstanbul Kent Üniversitesi Öğr. Gör. Dr. Alaettin Sevim’e sorduk.
İsrail-İran savaşına 10. günde müdahil olan ABD, 12. günde de “tamam bu kadar yeter savaş bitti” dedi. ABD’nin bu çatışmaya hızla girip hızla çıkmaya çalışması ne anlama geliyor? Yoksa bu da Trump’ın diplomasi masasında yaptığı gibi taktik bir manevra veya şaşırtmaca mı?
Kanaatimce Amerika, özellikle Başkan Trump zaten bu savaşa çok fazla taraftar değildi. Müdahil olmak istemedi, ancak buna mecbur kaldı. Sonuç olarak Amerika’nın teknolojik gelişmişliği ve dünya politikasındaki ağırlığına orantılı bir şekilde bir taarruz yapıldı. Ancak gerek bu saldırılan nükleer tesislerin 2 gün önceden boşaltılmaya başlaması ve bu boşaltılma kaydedildiği halde, tespit edildiği halde buradaki boşaltmaya destek veren, boşaltmayı yapan, tahliyeyi yapan unsurların herhangi bir taarruza maruz kalmamış olmasına dair kanaatim bunun önceden haber verilmiş, bu nedenle de etkisi minimize edilmiş bir taarruz olduğu yönündedir. Benzer şekilde İran’ın da Amerika’ya verdiği cevapta yine Katar’daki hava üstüne yapılan taarruzda önceden haber verilmiş olması, boşaltılmış üstlere yapılan bu taarruzun da yine kararlaştırılmış ve birlikte onay verilmiş bir taarruz olduğu ortaya çıkıyor diye değerlendiriyorum. Dolayısıyla Amerika’nın bu savaşı istemediğini, özellikle başkan Trump’ın bunu istemediğini, kısıtlı bir müdahale yapıldığını ve bu müdahale sonucunda da yine kısıtlı ve önceden planlanmış bir cevap verildiğini ve savaşın şu an için ateşkesle sonuçlandırıldığını düşünüyorum.
Bu çatışmanın sonlandığını ve İsrail-İran arasındaki ateşkesin kalıcı olabileceğini düşünüyor musunuz? Yoksa taraflar bir sonraki çatışma için birbirlerinin ağırlıklarını mı tartmış oldu?
Bence, bir müddet devam edecek. Burada asıl belirleyici olan İran’ın nükleer programına devam edip etmeyeceği ve de İsrail’de de Netanyahu’nun başının ne kadar sıkışmış olabileceği, ne kadar daha fazla iç politikada sıkışabileceği. Bunlar önemli hususlar. Bu savaşın çıkmasında da temel nedenlerin bunlar olduğunu düşünüyorum. Eğer ki bu konularda bir yumuşama sağlanırsa ateşkes en azından bir süre daha devam edecektir diye değerlendiriyorum.
Çatışmanın bölgesel bir savaşa dönüşme riskinden hep bahsedildi. Bu yönüyle Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması gibi bir senaryo da dillendirildi. Siz böyle bir risk görüyor musunuz? Yoksa Hürmüz’ün kapanmasıyla ilgili riskin şimdilik geçtiğini mi düşünüyorsunuz?
Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması, İran’ın çok zorda kalması ve artık başka bir çaresinin kalmadığı bir durumda söz konusu olabilir. Neler olabilir? Örneğin İran’ın petrol tesislerinin vurulması, İran’ın da petrol ihraç etme imkanlarının azalması, rejimin tehlikeye düşmesi, İran hükümetinin tehlikeye düşmesi, isyanların başlaması ve İran’ın başka çaresinin kalmaması durumunda Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması söz konusu olabilir. Aksi takdirde bu İran’ın kendi ayağına ateş etmesi olacaktır. Hürmüz Boğazı’nın kapatılmasıyla beraber İran’ın da ticareti etkilenecektir. Özellikle Çin’e yaptığı petrol ürünleri sevkiyatının engelleneceği ortadadır. Bu da İran’ın ve müttefiklerinin istemeyeceği bir şeydir. Dolayısıyla Hürmüz Boğazı’nın kapatılmasının, savaşın çok ilerlemesi ve İran’ın artık başka çaresinin kalmadığı bir durumda her şeyi göze alabileceği bir noktada söz konusu olabileceğini değerlendiriyorum. Yakın bir zamanda bunu mümkün görmüyorum.
İsrail-İran çatışmasında hava güçleri ve füze yetenekleri konuşuldu. Ancak Hürmüz’den Kızıldeniz’e önemli deniz ticaret yolları da diken üstündeydi. Bölgede donanmaların sahneye çıkacağı gerilimler tetiklenmiş olabilir mi?
Evet, günümüzün savaşlarının en önemli özelliği hava gücünün muhakkak olması. Hava gücüyle bir savaşı sonlandıramazsınız ama hava gücü olmadığı takdirde bir savaşı muhakkak kaybedersiniz. Hedefleriniz doğrultusunda hava gücünüzü ve düşman hava güçlerine karşı salınma kabiliyetlerinizi geliştirmek gerektiği ortaya çıktı.
Bölgede donanmalar ise zaten sahnede. Her zaman için bölgede donanmalar varlıkları son dönemde mevcut oldu. Halen de mevcut. Krizin büyümesine bağlı olarak bölgedeki donanma varlığının artması söz konusu olabilir. Örnek olarak en son Amerikan taarruzunda denizaltılardan atılan cruze füzeler kullanıldı. Dolayısıyla Amerika’nın ve diğer devletlerin görünür ve görünmez bir donanma varlığının her zaman bölgede mevcut olduğunu ve krizin gelişmesine bağlı olarak bu miktarın donanma varlığının artıp azalabileceğini devamlı olarak göz önünde bulundurmak lazım. Ama her zaman bölgedeki üsler vasıtasıyla görünür ve görünmez denizaltılar gibi görünmez unsurlarla da olsa bölgede donanma varlıkları devam edecektir.
ABD’nin ve İsrail’in bu müdahaleleri Çin ve Moskova tarafından sizce nasıl izlendi. Bu iki başkentin, hem ABD ile karşı karşıya gelmemek hem de müttefikini korumak gibi bir ikileme düştüğü söylenebilir mi?
Göründüğü üzere burada Rusya’nın belli oranda Amerika’nın müdahalesini sınırlandırmak üzere bir çabası olabilir. Özellikle Rusya’nın son dönemde yaptığı açıklamalar dikkati çekti. Örnek olarak İsrail’e çok uzun süreler boyunca İran’ın herhangi bir silah geliştirme kapasitesinin, nükleer silah geliştirme kapasitesinin olmadığını bildirdiklerini belirttiler. Daha sonra da Putin ABD müdahalesinin bölgedeki barışı ve hatta dünya barışını etkileyeceğini açıklaması da dikkat çekici oldu. Çin’in en azından bizim önümüze gelen demeçleri Rusya’ya göre daha düşük yoğunlukta kaldı. Ama İran’ın önemli bir müttefiki olarak Çin’in de demeçler seviyesinde ya da kamuoyundaki açıklamalarıyla yapılan destek seviyesinde İran’ın yanında yer aldığını görüyoruz. Burada ben özellikle Rusya’nın kapalı kapılar ardında Amerika’yı ikna çabaları olmuş olabileceğini değerlendiriyorum.
Sonuç olarak bu kriz İsrail’in İran’ın altyapısına ve nükleer kapasitesine verdiği hasarla İsrail’in avantaj sağladığını ama İran’ın da bu savaşı kaybetmeyerek kazandığını değerlendiriyorum. Özellikle de İran‘ın İsrail’e cevap verme kapasitesinin, reaksiyon gösterme kapasitesinin düşük hesaplandığını ve bu kadar uzun süre füzelerle de olsa uzak mesafeden de olsa cevap verebileceğinin değerlendirilmediğini ve burada hata yapıldığını düşünüyorum. Bu nedenle İran da bu savaşı kaybetmeyerek kanaatimce kazanan sayıldı.
Söyleşi
E. Koramiral Kadir Sağdıç: ‘Hürmüz’ü kapatmak ABD-İsrail’e yarar’

E. Koramiral Kadir Sağdıç, Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler arasında deniz güvenliğini ve işbirliğini artırmak amacıyla kurulan çok uluslu bir deniz kuvveti oluşumu BLACKSEAFOR’un (Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu) Planlama Grubu Başkanlığı’nı yürütmüş, 2009’da Güney Deniz Saha Komutanı olarak Ege ve Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin deniz güvenliğini yöneten donanma komutanlığı görevini icra etmiştir. Kadir Sağdıç’a Hürmüz Boğazı’yla ilgili gelişmeleri ve olası senaryoları sorduk: “Hürmüz’ü kapatmak ABD-İsrail’e yarar.”
‘Uluslararası hukuk açısından mümkün değil’
Hürmüz’ü kapatmak üzerine bir senaryo krizin hangi aşamasında devreye alınabilir? Hürmüz Boğazı’nın hukuki statüsü nedir? İran donanmasının bugüne kadar bu senaryo üzerine yaptığı tatbikat ve simülasyonlar nelerdir?
Hürmüz Boğazı, Cebelitarık Boğazı gibi ya da Baltık geçitleri gibi uluslararası bir su yolu ve çok da dar değil. Aslında en dar yeri 30 kilometre. Bizim Türk Boğazları gibi değil, mesela İstanbul Boğazı 700 metre. Bu 40 misli daha geniş bir yer ve karşılıklı sahillerde farklı ülkeler var. Umman var, İran var, Birleşik Arap Emirlikleri’ne kıyıdaş, aynı zamanda Katar’a kıyıdaş. Böyle kıyıdaş olan tarafların çok sayıda ülkenin aynı bölgede olduğu yerde bir Hürmüz’ü kapatmak uluslararası hukuk açısından mümkün değil.
Türk Boğazlarının özel statüsü var. Gerek Çanakkale Boğazı gerek İstanbul Boğazı çok dar ve her iki kıyısı da Türkiye Cumhuriyeti’nin kıyıları. Her ne kadar Karadeniz uluslararası su ise de 140 mil ve 300 mil gibi geniş alanlar var. Karasuları 12 mil olduğuna göre iki ülkenin sahilleri, iki ülkenin karasuları denizi kapatmıyor. Ama Türk Boğazları dediğimiz Marmara Denizi, İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı’nda tüm sahiller ve içerideki su Türkiye’nin. Dolayısıyla Montrö Sözleşmesiyle Türk Boğazları’nın özel statüsü var. Ama Hürmüz Boğazı’nın öyle bir özel statüsü yok. Böyle bir durumda evet geçmiş krizlerde İran-Irak Harbi’nde tanker trafiğine zarar verme anlamında İran inisiyatif kullanıp tanker vurdu. Ama orada riski kendisi üstleniyor onun vebalini kendisi ödemek durumunda. Uluslararası hukuka sığınarak bunu yapmıyor.
‘Çin’den gelecek gelirin önü kesilir’
Askeri literatürde durum muhakemesi deriz. Bir karar almadan önce o kararı bir testten geçiririz. Bu uygunluk, tatbik kabiliyeti ve kabul edilebilirlik dediğimiz üç test aşaması var. Mesela Hürmüz Boğazı’na bu açıdan bakalım. Eğer İran kapatmaya kalkarsa bu İran’a ne kazandırır? Hürmüz’ü kapatmak amacına hizmet eder mi? Ona bakmak lazım. Örneğin kapatabildiği takdirde dikkatleri ekonomiye çeker. Çünkü petrol ve doğalgaz maliyetleri yükseliyor. Dünya ekonomisinin sıkıntıdan geçtiği bir süreçte dünyanın dikkatini petrol üzerinden Hürmüz’e çekebilir. Bu da dikkat edin, beni kollayın, kriz sönümlensin, benim haklarımı gözetin. Dolayısıyla ben de boğazı kapatmayayım gibi mütevazi bir yarar sağlayabilir.
Ama petrol fiyatları ve doğal gaz fiyatları artarsa bundan spekülatörler yararlanır. Yani uzun vadede siz yararlanamazsınız. Sonunda kriz harbe de dönüşse harbin sonunda bu sönümlenecek. Dolayısıyla kalıcı petrol fiyatları artışı için OPEC ve benzeri kartellerin topluca karar alması lazım. Yani o bölgede arz sadece İran’la olmuyor. Başta Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt gibi ülkeler olmak üzere petrol arzının birçok oyuncusu var. Dolayısıyla OPEC kalıcı karar almadığı sürece petrol fiyatları yüksek kalmaz. Kriz boyunca yükselir sonra da düşer. Kapatılacak boğazdan İran kendi arzını da dünya piyasasına sürüyor. Özellikle uzun süreli sözleşmeler yaptığı büyük bir alıcısı var Çin. Oradan da zararı olacaktır. Bu irade İran’a kazandırmayacak, kaybettirecek çünkü Çin’den gelecek gelirin önünü keser.
‘Hürmüz’ü kapatmak İran’ı hedef haline getirir’
Hürmüz boğazının kapatılması şeklindeki bir İran askeri uygulaması ABD’ye uluslararası hukuktan kaynaklanan “meşru” bir müdahale hakkı tanır mı? Ya da ABD bunu gerekçe göstererek uluslararası bir koalisyonla İran donanmasına saldırı için “meşru” bir gerekçe bulmuş sayılır mı?
Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılmasının başka ne zararı olur? İran siyasi olarak hedef büyütür. Şu an muhatapları İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri iken bir anda boğaz kapatıldığında, buradan zarar gören çok sayıda ülke İran’ı hedefine alır ve siyasi tarafta büyük bir dengesizlik olur. Yani İsrail’e karşı siyasi yük çok artar. Gereksiz yere hedef büyütmüş olur, kendi satışları aksar. Hürmüz Boğazı’nı kapatacağım ama harbin sonunda ayakta kalırsam misliyle şu fiyattan şu kadardan arz gelecek, devam edecek, size satış yapacağım diye Çin’le şu an yapmış olduğu anlaşmanın revizyonunu yapması gerekir. Çin’le bu anlaşmayı perde arkasında revize etmeden, onları ikna etmeden Hürmüz Boğazı’nı kapatamaz.
Peki kapatılmasına karar verildi ama tatbik kabiliyeti var mı? Bunu yapabilir mi? Tatbik kabiliyetinden kasıt askeri gücünüzle elinizdeki olanaklarla, yani gemileriniz, insansız hava araçlarınız, uçaklarınız, kara bataryalarınız ateş gücü olarak o boğazdan geçen trafiği kapatmaya yetecek mi? İran girişimde bulunduğunda bu karşı unsurların yani isabet alacak olan gemilerin ülkeleri ki oradan bütün dünya ülkeleri geçiş yapıyorlar. Sadece arzı sağlayan kıyıdaş petrol üretici ülkeler değil, üçüncü tarafların gemisi de geçiyor. Dolayısıyla o gemiler zarar gördüğünde onların unsurları da öz savunma kapsamında askeri müdahaleye karşı onlar da güç kullanma aşamasına gelebilirler.
Zarar gören taraflar doğrudan hukuken İran unsurlarını hedef almayabilirler. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi İran’ı üçüncü taraflara verdiği zarardan dolayı kınayıp önlemler alacaktır. Bu güç kullanmaya kadar gidebilir. Yani sadece kınamayla kalmayacak. Bir uluslararası koalisyon gücü, Birleşmiş Milletler kararları altında, Güvenlik Konseyi kararları altında İran’a muhtemelen müdahale edecektir. Bu da İsrail’in ve ABD’nin elini çok güçlendirir. Yani iki ülkeli müdahale yerine bir anda çok uluslu ve Birleşmiş Milletler’in aldığı karar altında İran’a karşı kuvvet kullanımını gerektirir ki o zaman Hürmüz Boğazı’nı kapatmanın tatbik kabiliyeti de pek yok gibi gözüküyor.
Tatbik kabiliyet de var, gücünüz de var, o gücü de askeri gücü kapatma yönünde kullanmaya kalktınız diyelim. Yok ama var diyelim. Peki, o kadar riske girmeye o kadar unsuru kaybetmeye siyasi yönden de kaybeden tarafta olmaya değer mi? İsrail ve ABD’nin İran’ı zorladığı bir aşamada bir anda dünyanın önemli bir kısmını karşısına alıp onların oluşturacağı koalisyon kuvvetlerinden zarar görüp ek güç kaybetmesine değer mi? Bu riski göğüsleyebilir mi? Bence hayır. Dolayısıyla Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması mantığını test ettiğimizde kapatılması bir kazanç getirmiyor. Ne tatbik kabiliyeti var, elindeki kuvvet dünyaya karşı onu kapatmaya yetmeyebilir; ne de riskinin kabul edilebilir bir durumu var. Dolayısıyla mantıklı davrandığı takdirde İran Hürmüz Boğazı’nı kapatmayacaktır diye değerlendiriyorum.
Diğer taraftan İran’ın Hürmüz Boğazı’nı kapanma teşebbüsü tabii ABD’ye doğrudan bir müdahale hakkı doğurmaz. ABD’nin bunu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları üzerinden değerlendirmesi gerekir. İran doğrudan ABD gemisini, Amerikan tankerini hedef alırsa tabii ki karşı taraf olarak ABD öz savunma yapar ve misliyle mükabele de edebilir. Ama İran’ın bunu nasıl uygulayacağını bilmiyoruz. Diğer taraftan böyle bir kararın alınmayacağını mantıken de değerlendirmiş oluyorum.
‘Kriz bölgesel kalacaktır’
Böyle bir senaryoya İran ve Çin donanmaları nasıl tepki verir? Dünya üzerindeki Malakka Boğazı gibi diğer kritik su yolları üzerinde askeri tansiyonu artırıcı bir etkisi olur mu? Hürmüz’deki bir çatışmanın Husiler üzerinden Kızıldeniz’e ve diğer kritik ticaret yollarına sıçraması riskini görüyor musunuz?
Hürmüz Boğazı bölgesindeki gerilim ve tırmanışın Çin donanmasına nasıl tepki vereceği konusu da gündemde sorgulanıyor. Çin bu aşamada kendi yakın çevresi Tayvan ve Çin denizinde farklı tepkiler verebilir. Orada bir kriz gelişirse askeri harekata geçebilir. Ama Körfez bölgesinde, Hürmüz Boğaz’ında Çin donanmasının bir harekata katılacağını ya da Çin’in inisiyatif üstlenip silahlı müdahalede bulunacağını hiç mümkün görmüyorum. Öyle bir olasılık yok. Şu aşamada Çin’in gördüğümüz kadarıyla uluslararası ilişkilerde öyle bir niyeti olmadığını değerlendiriyorum. Buralarda tansiyonun artması şu an İran’ın geçmişteki bir iki yıl içinde yanında gözüken Husiler üzerinde bir etkisi olacaktır. Belki de eğer İran teşebbüs ederse Hürmüz Boğazı’nda Husiler de Kızıldeniz’de benzeri eylemler yapabilirler. Hürmüz Boğazı’nda olası bir tırmanışın, Husilerin de hareketlerini artıracağını değerlendiriyorum. Kriz ve harp durumu devam ettiği sürece Kızıldeniz’de onlar da daha ileri düzeyde girişimlerde bulunabilirler.
Diğer kritik su yollarına, örneğin Malakka Boğazı’na bu aşamada bir müdahale olacağını beklemiyorum. Ama olaylar tırmanır da bloklaşır, Avrasya’ya karşı Okyanusya ülkeleri yani Heartland dediğimiz Avrasya kıtasını Çin’in, Rusya’nın, Türkiye’nin Avrupa’yla birlikte bulunduğu ana kıtalar grubuna okyanuslardan Büyük Okyanus, Hint Okyanusu ve Atlas Okyanusu’ndan, çevreleyen başta Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Avustralya ve Kanada’nın bulunduğu deniz ağırlıklı grubun müdahalesi söz konusu olduğunda (ki buna Kore ve Japonya’yı da dahil etmeliyiz), o zaman Endonezya, Malezya gibi ülkeler üzerinden Malakka Boğazı’nda da olası gerginlik mümkün olabilir. Ama bu topyekun krizin küresel çapa sıçraması demek. Bu da çok tehlikeli bir durum olur. O aşamaya geleceğini değerlendirmiyorum. Bu krizin bölgesel kalacağını değerlendiriyorum.
Uzmanlar Harici’ye değerlendirdi: Hürmüz’ün kapanma ihtimali ‘sıfır’
Diplomasi
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi İcra Direktörü Doç. Dr. Yang Chen, Pekin’in İsrail-İran savaşına dair tutumunu, Çin akademisinin bakışını ve gelişmelerin Çin’in Orta Doğu politikasına etkisini Harici’ye değerlendirdi.
İsrail’in saldırıları sonrası Pekin ilk tepki olarak, “ciddi endişelerini” dile getirdi ve tüm tarafları daha fazla tırmanmayı önlemeye çağırdı.
Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Lin Jian, cuma günü yaptığı açıklamada, Çin’in İran’ın egemenliği, güvenliği ve toprak bütünlüğüne yönelik her türlü ihlale ve “gerginliği tırmandıran” eylemlere kararlılıkla karşı olduğunu söyledi.
Lin, “Bölgedeki ani gerginlik artışı kimseye fayda sağlamaz” dedi. “Çin, tüm tarafları, durumun daha da kötüleşmesini önlerken, bölgesel barış ve istikrarı teşvik edecek önlemler almaya çağırıyor” diye ekledi.
Sözcü, Çin’in krizi yatıştırmada “yapıcı bir rol” oynamaya hazır olduğunu da vurguladı.
Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi de, İran Dışişleri Bakanı Abbas Erakçi ve İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar ile telefon görüşmeleri yaptı. İsrail’in İran’a yönelik saldırılarını kınayan Wang Yi, uluslararası toplumun İran nükleer meselesinin siyasi yollardan çözülmesi için çaba gösterdiği bir dönemde, bu saldırının “kesinlikle kabul edilemez” olduğunu söyledi. “Sorunların çözümü için diplomatik kanallara dönülmesi” çağrısı yaptı.
Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi İcra Direktörü, Doç. Dr. Yang Chen, Pekin’in İsrail-İran savaşına dair tutumunu, Çin akademisinin bakışını ve gelişmelerin Çin’in Orta Doğu politikasına etkisini Harici’ye değerlendirdi.
‘Pekin yapıcı rol oynamaya istekli’
Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Lin Jian’ın açıklamalarını hatırlatan Yang Chen, Çin’in İsrail’in İran’a saldırısından derin endişe duyduğunu ve bu tür eylemlerin doğurabileceği ciddi sonuçlardan dolayı son derece kaygılı olduğunu belirtti. Çin’in, İran’ın egemenliğinin, güvenliğinin ve toprak bütünlüğünün ihlal edilmesine karşı olduğunu söyleyen Yang, ayrıca çatışmaların tırmanmasına ve gerilimin artmasına da karşı olduğunu ifade etti.
Çin’in, ilgili tüm tarafları, bölgesel barış ve istikrarı teşvik etmeye yönelik daha fazla çaba göstermeye ve gerilimi daha fazla artırmaktan kaçınmaya çağırdığını ve durumun hafifletilmesini teşvik etmek için yapıcı bir rol oynamaya istekli olduğunu kaydetti.
‘İran renkli devrim tehdidiyle karşı karşıya’
Çinli akademisyenlerin bakış açısından ise, Orta Doğu’daki temel çelişkinin artık Suudi Arabistan ile İran arasındaki önceki çatışmadan İsrail ile İran arasındaki çatışmaya kaydığını ifade etti.
Trump’ın göreve başlamasından sonra, İsrail ile İran’ın liderlik ettiği “direniş ekseni”ni arasındaki kuşatma ve karşı-kuşatma mücadelesinin tırmanmaya devam ettiğini belirten Yang, “İsrail karşıtı birlik cephesi ile İran karşıtı birlik cephesi arasındaki mücadele şiddetlenecek” değerlendirmesini yaptı.
İran’ın büyük bir “renkli devrim” tehdidiyle karşı karşıya olduğunu vurgulayan Yang Chen, “Bu saldırıda, İran’ın sertlik yanlıları hedef alınıp ortadan kaldırıldı ve bu durum İran’ın etkisine ağır bir darbe vurdu. Eğer İran, İsrail saldırısına karşı kararlı bir şekilde misilleme yapmazsa, gelecekte daha tehlikeli bir durumla karşı karşıya kalmasından ve bölgesel etkisinin ciddi şekilde zayıflamasından, hatta rejimin istikrarının bile tehlikeye girmesinden endişe edilmektedir” ifadelerini kullandı.
‘Çin İran’da istikrardan yana’
Çin’in Orta Doğu politikasının her zaman istikrar ve sürekliliğini koruduğunu ve dramatik değişikliklere rağmen temelden değişmeyeceğini söyleyen Yang, İran’ın Pekin için önemini ise şöyle anlattı: “İran, Çin için stratejik öneme sahip bir ülkedir. İran, Avrasya’nın merkezindedir, Kuşak ve Yol Girişimi’nin önemli bir merkezidir, Çin’in enerji kaynaklarının önemli bir kaynağıdır ve Orta Asya’daki istikrarın korunması ve Sincan’ın güvenliğinin sağlanması için önemli bir güvencedir”.
Bu sebeple Pekin’in, İran’ın istikrarlı kalmasını istediğini belirten Yang, “Çin, İran’ın ABD ve Batı tarafından baskı altına alınmasını istemez, ayrıca İran’ın ABD ve Batı’ya yönelmesini de istemez” değerlendirmesini yaptı.
İran’ın iç ve dış meselelerde büyük zorluklarla karşı karşıya olduğuna da dikkat çeken Yang, bu zorlukları şöyle sıraladı:
- Ekonomik durgunluk
“İlk olarak, İran’da ekonomik gelişme durgundur. 2024 yılında İran’ın gayri safi yurtiçi hasılası 434,2 milyar dolardı (bu rakam Çin’in Şensi Eyaleti’nin ekonomik büyüklüğüne eşdeğerdir); bu rakam 2008’den 2017’ye kadar olan on yıllık dönemdeki seviyesine hâlâ ulaşmamış ve 2011’deki zirve değeri olan 625,4 milyar dolardan oldukça uzaktadır. Kişi başına düşen GSYİH yaklaşık 4500 dolardır (İsrail’in kişi başı GSYİH’sı olan 52.261 doların sadece 1/12’si kadardır); bu durum İran halkının memnuniyetsizliğine neden olmuştur. Ekonomik durgunluk, İran’ın “direniş ekseni”ne güçlü destek sağlamasını da engellemektedir.”
- Nükleer pazarlık
“İkinci olarak, İran’da siyasi değişimler yaşanmıştır ve ılımlı bir cumhurbaşkanı göreve gelmiştir. 30 Temmuz 2024’te İran’ın yeni cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan yemin ederek göreve başladı. Ilımlı bir cumhurbaşkanı olan Pezeşkiyan, 2024 Eylül ayında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılımı sırasında, ülkesinin uluslararası ilişkilerinde “yapıcı” bir sayfa açma umudunu dile getirdi ve İran’ın “nükleer programı konusunda Batı ile diyaloğa hazır olduğunu” vurguladı. Bu durum da İran’ın Batı ile müzakereye ve “İran nükleer anlaşması”nı yeniden müzakere etmeye niyetli olduğunu göstermektedir. Ancak “direniş ekseni”nin zayıflamasıyla birlikte İran’ın Batı’dan yaptırım muafiyeti elde etme konusundaki pazarlık gücü azalmıştır.”
- Ulusal güvenlik
“Üçüncü olarak, İran’daki iç güvenlik durumu endişe vericidir. Son yıllarda İsrail, İran’da art arda suikastlar düzenlemiştir; bu suikastlara İran’ın kıdemli nükleer fizikçisi Muhsin Fahrizade, İran Devrim Muhafızları lideri Kasım Süleymani ve İran Devrim Muhafızları İstihbarat Yetkilisi Muhammed Akiki dahildir. Mayıs 2024’te İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi bir uçak kazasında hayatını kaybetti. Temmuz 2024’te Hamas lideri İsmail Haniye, İran’ın başkenti Tahran’da suikasta uğradı ve daha sonra bu olaydan İsrail resmi olarak sorumlu olduğunu kabul etti. Bu durum, İsrail ve ABD istihbarat teşkilatlarının İran’ın ulusal güvenlik sistemine tamamen sızdığını ve İran’da diledikleri gibi hareket edebildiklerini, istedikleri kişilere suikast düzenleyebildiklerini göstermektedir. İran’ın ulusal güvenliği, kendi cumhurbaşkanının, üst düzey askeri komutanlarının, önemli bilim insanlarının, üst düzey istihbarat yetkililerinin ve yabancı misafirlerin hayatlarını koruyamamıştır.”
İran’ın şu anda büyük zorluklarla karşı karşıya olduğunu vurgulayan Yang Chen, ancak buna rağmen Tahran’ın ayakta kalabilmesi için “büyük güçlerden ve zorluklardan korkmayan” bir tutum sergilemesi gerektiğini belirtti.
Yang’a göre İran, bölgesel etkisini kanıtlayabilirse ve kararlı şekilde Amerikan ve İsrail karşıtı tutumunu gösterebilirse, daha fazla dış destek elde edebilir.
-
Ortadoğu2 hafta önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Dünya Basını1 hafta önce
Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir
-
Görüş1 hafta önce
Büyülü Dağ’da yüzyıllık tartışma devam ediyor: Naphta mı Settembrini mi?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor
-
Avrupa2 hafta önce
Merz: İsrail hepimizin kirli işlerini yapıyor
-
Görüş2 hafta önce
İsrail ve İran Çatışmasına Büyük Tarih Perspektifiyle Bakmak
-
Avrupa2 hafta önce
Kitlesel tahliye planları: Baltık Bölgesi’nde savaş ve ‘kendini gerçekleştiren kehanet’
-
Görüş2 hafta önce
Modi’nin Güney Kıbrıs ziyareti ve ‘romantizmden arındırılmış’ Türkiye-Hindistan portresi