Bizi Takip Edin

Söyleşi

‘Batı merkezli BM artık işlemiyor, çatışmaları çözemiyor, reform şart’

Yayınlanma

Birleşmiş Milletler eski Genel Sekreter Yardımcısı Hans von Sponeck, Harici’ye konuştu. BM’nin Batı merkezli olduğunu ve bugünün ihtiyaçlarını karşılamadığını değerlendiren Sponeck, siyasi açıdan Gazze’de “sorumsuzlar” dedi. 

Hans Von Sponeck, 20. ve 21. yüzyıldaki büyük acılara yakından tanıklık etmiş bir isim. Babası Hans Emil Otto Graf Sponeck, Birinci Dünya Savaşı sırasında Alman ordusunda subaydı. İkinci Dünya Savaşı’nda ise general idi. Hitler’e yönelik suikast girişimine katıldığı şüphesi üzerine 1944’te idam edildi.

Birleşmiş Milletler (BM) kariyerinde çatışma ve savaş bölgelerinde görevler yapan Hans Von Sponeck, kuruluşun yapısına sert eleştiriler yöneltiyor. 1998’de Irak İnsani Yardım Koordinatörü olarak atanan Sponeck, Irak’taki tüm BM operasyonlarının başına geçerek Gıda Karşılığı Petrol Programının Irak operasyonlarını yönetti. Şubat 2000’de Sponeck BM’nin Irak yaptırım politikasını protesto etmek için istifa etti.

Sponeck ayrıca, Almanya Başbakanı Olaf Scholz’a yönelik Ukrayna’ya daha fazla silah yardımı yapılmaması çağrısını içeren bir açık mektup yayımlayan 18 kişilik grubun içerisinde yer aldı.

Hans Von Sponeck, BM’nin uluslararası düzendeki rolü ve reform çağrıları, Gazze ve Ukrayna çatışmaları ve ABD-Almanya ilişkisine dair gazeteci Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı.

‘BM: Churchill, Rosevelt ve Stalin’in rüyası kabusa dönüştü’

Çok kutupluluk tartışmaları ve yeni uluslararası düzen arayışları yaygınlaşırken, BMGK’nın rolü ve meşruiyeti tartışılıyor. Ayrıca BM’nin dar bir grup ülkenin çıkarlarını temsil ettiği söylenerek reform çağrıları yapılıyor. BM’nin rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Nasıl bir yeniden yapılanmaya ihtiyaç var?

Birleşmiş Milletler’de 30 yıldan fazla çalışmış biri olarak bana göre Güvenlik Konseyi açısından mevcut durumla ilgili cevap çok açık. Açık olan şu ki, BM’nin 78 yıllık varlığı boyunca, bir şey her geçen yıl daha da netleşiyor. Yani 1945 yılında BM adı verilen bu yeni kurumun başlangıcından bu yana, oldukça Batı Merkezli bir kurum yaratılmasına olanak sağladık. Bunun ne anlama geldiğini geriye dönüp bakarsanız görürsünüz: siyasi, mali, coğrafi olarak; BM Batı’da bulunmaktadır. BM’nin siyasi merkezi New York’ta. Ticari, mali ve ekonomik BM, iki BM kurumunda toplanmış. Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası Washington’da. Uzmanlaşmış kuruluşlar, BM’nin operasyonel fonları ve programları, BM yürütmesi yakın zamana kadar yalnızca Avrupa ve Kuzey Amerika’da bulunuyordu. Yani tüm yapı Batı’ya bağlı. Ve eğer bunun yeni bir şey olmadığını, yani BM’de son derece tek taraflı bir güç yapısına sahip olduğumuzu biliyorsanız, o zaman neden 21. yüzyılda bunun artık mevcut durumla, jeopolitik dünya düzeniyle uyumlu olmadığı bir duruma ulaştığımızı anlayabilirsiniz. Günümüzün dünya düzeni çok daha çeşitli, ne yazık ki çok daha kutuplaşmış halde. Dünkü sömürgeler bugün “bir dakika, biz varız, sesimiz var, sesimizi yükselteceğiz ve çıkarımıza en uygun olduğunu düşündüğümüz şeyi yapacağız” diyen olgun bağımsız ülkeler haline geldi. Bu durum bir bütün olarak BM sisteminde, özellikle de BM Güvenlik Konseyi’nde çok karmaşık bir dinamik yarattı. Peki, 1945’te üç yaşlı adam, Churchill, Rosevelt ve Stalin Kırım’da Yalta’da buluştuğunda bir hayali vardı. Hayalleri, bir ekip olarak dünya düzeninin Doğu ve Batı’nın payı olacak şekilde yönetilmesini sağlamaktı. Ancak bu hayal çok uzun sürmedi. Ve dün hayal olan bugün bir kabusa dönüştü.

‘BM reforme edilmezse dünyanın ihtiyacını karşılayamaz’

Tekrar ediyorum, çatışmaları ve savaşları çözemeyen, önleyemeyen veya yönetemeyen, tamamen işlemeyen bir Güvenlik Konseyimiz var. Spesifik olayım. Irak: Hayır, çözüm yoktu. Aslında hukuka aykırı bir işgal söz konusuydu. Ukrayna: Hayır. Afganistan: Hayır. Libya: Hayır. Yani orada şimdinin siyasetçileri olan insanlar, bu yeni Sivil toplum, Birleşmiş Milletler’in var olmaya değer olup olmadığını sorguluyor. Durum böyleyse buna cevabım çok açık: Siyasi Birleşmiş Milletler’in, yani Güvenlik Konseyi’nin, Genel Kurul’un bugün ciddi bir reforma ihtiyacı var. Eğer reforme edilmezlerse dünyanın ihtiyacı olan rolü oynayamazlar. Ancak BM siyasi bir BM’den daha fazlasıdır. Ayrıca operasyonel bir BM var, uzman kuruluşlar var… Ukrayna’dan bahsediyorsunuz, Gazze’den bahsediyorsunuz… Şu anda orada kim var? Büyük tehlike altında olan BM kuruluşları insani yardım konusunda da görev alıyor. Bu Birleşmiş Milletler’in bir başka yüzü. Sonra Uluslararası Adalet Divanı var; çok da etkili değil çünkü hem Genel Kurul’un hem de Uluslararası Adalet Divanı’nın karar alma yetkisi olmadığı çok açık. Onlar yalnızca uluslararası Adalet Divanı’na Ukrayna’daki savaş hakkında tavsiye niteliğinde görüş verebilecek durumdalar. Genel Kurul Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik işgalinin meşruluğuna oy verebilir ancak karar veremez. Dolayısıyla, bu etkisizlikler en aza indirilmedikçe bir şey değişmez; bir fark yaratmak için iki küçük yetki düzeyinin değiştirilmesi gerekir.

‘BM’nin Batı merkezli yönelimi hiçbir işe yaramıyor’

Bu reformların nasıl yapılabileceğini tanımlayabilir misiniz?

Bazı çok kolay cevaplar var. Cevaplardan biri şu: 2023’te 1945’in jeopolitik gerçekliğine dayalı bir Güvenlik Konseyi’niz olamaz. Beş üyeniz var, Güvenlik Konseyi’nde beş daimi üyeniz var, üçü Batı’dan. Afrika daimi ülkeler grubunda hiç temsil edilmiyor. Latin Amerika bu grupta hiçbir şekilde temsil edilmiyor. Dünya nüfusunun yüzde 50’sinden fazlasını barındıran Asya, Çin’le tek sandalyeye sahip. Yani, başta söylediğim şeye geri dönüyorum, BM’nin dünkü Batı Merkezli yönelimi, bugün yaşadığımız dünyada artık hiçbir işe yaramıyor.

O halde siz de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “dünya beşten büyüktür” sözüne katılıyor musunuz?

Dünya beşten büyüktür. Ama bir adım daha ileri giderdim. Dünya beş hükümetten daha büyüktür. Ama dünya, sivil toplumun, sivil toplum kuruluşlarının dün oynayamadıkları rolün bugün oynamasıyla daha da büyüdü.

‘Bugün Başkan Putin’le konuşamıyorsanız yarın deneyin’

Olaf Scholz’a gönderilen ve Ukrayna’ya artık silah yardımı yapılmaması çağrısında bulunan açık mektubun imzacılarından birisiniz. Bugün gelinen noktada Ukrayna’ya yönelik yardım paketleri ABD Senatosu’nda bile reddediliyor. The Economist gibi medya kuruluşları bu durumu eleştirerek, “Batılı müttefiklerin kararsızlığı, Rusya’nın Ukrayna’daki savaşı kazanma olasılığını güçlendiriyor” diye yazdı. Son durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Ukrayna’ya yapılan yardımın faydası oldu mu? Batı Ukrayna yenilgiye doğru giderken Rusya ile masaya oturmaya direnebilecek mi?

Bana bir savaşın savaş alanında barışa yol açtığı bir örnek verebilirseniz, silahların işe yaramadığını, bir fark yaratabileceğini iddia etmekte zorluk çekerim. Birleşmiş Milletler geçmişi olan biri olarak, sahip olduğum tüm güçle, sahip olduğum azıcık kişisel güçle, “savaş alanında insanları öldürme fırsatını artırmayı bırakın demek” gerektiğini savunanlardanım. İster Gazze’de olsun ister Ukrayna’da olsun ve barışın yuvarlak masada diplomasi yoluyla yapıldığını hatırlamaya başlayın. Eşitliğin olduğu ancak tek taraflı bağımsız liderliğin olmadığı bir yuvarlak masa olmalı. Demek istediğim, savaş alanına daha fazla silah göndermek, size daha fazla borç garantisi verir, askeri çatışmanın uzamasını garanti eder, ancak bu bir çözüm değil, kesinlikle çatışan taraflar arasında çok önemli bir barışa yol açacak bir çözüm değil. Ve şimdi Ukrayna’da olup bitenler giderek artıyor. Belki de sahip olduğumuz tek şans bu: Her iki tarafın da bunun, hiçbir tarafın kazanamayacağı, hiç bitmeyen bir çatışma olacağını anladığı bir savaşı bırakma hali. O halde neden şimdi durup ateşkes çağrısında bulunan BM Genel Sekreteri ve diğerlerinin dediğini yapmayasınız ki?

Buğday, darı ve diğer tarım ürünlerinin ihracatına izin vermek amacıyla savaşan taraflar arasında insani koridorların kurulmasında Türk liderliğinin bulunduğunu hatırlamak, başlangıç için iyi bir fırsat olur. Ya da mahkumların değişimi ya da çocukların geri dönüşü, olması gereken ve olabilecek diğer örneklerin, insani koridordan acil durum anına geçme fırsatını teşvik etmede Türkiye’ye aktif bir ortak olarak bakıyoruz. Silahların kullanılmadığı bir ateşkes ve barışçıl bir çözümün gerçekleşmesi için bir anlaşmaya varılması için müzakereler yürütme konusunda da… Başkan Putin gibi biriyle konuşulmaz diyenlere kesinlikle katılmıyorum. Bugün Başkan Putin ile konuşamıyorsanız, yarın ve belki de ertesi günü deneyin. Nihayetinde doğu, batı, kuzey veya güney, nerede olursa olsun herkes biliyor ki, birbiriyle savaşan iki ülkenin barışa dönüşü, konferans odasında olacak; çözüm, Ukrayna bataklıklarında, çamurunda, karında değil, konferans salonunda elde edilecek.

‘Rusya’ya yaptırımlar en çok Almanları cezalandırıyor’

Rusya’ya yönelik yaptırımlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Almanya için bumerang etkisi olduğu söyleniyor. Katılıyor musunuz?

Tabi ki doğru. Enerji maliyeti nedeniyle Almanlar muhtemelen herkesten daha fazla cezalandırılıyor. Ancak diplomatik yola gitmediğiniz sürece bunu bitirmenin hiçbir yolu olmadığını söyleyebilirim. Diğer insanların farklı görüşlere sahip olduğunu kabul etmeliyiz ve onlarla müzakere masasına oturmanız, onlarla aynı fikirde olduğunuz anlamına gelmez. Karşı tarafın motivasyonunu anlamaya çalıştığınız, onları dinlemeye istekli olduğunuz anlamına gelir. Ve eğer bunu yaparsanız, çözüme bir adım daha yaklaşmış olursunuz.

‘ABD’nin fikrine katılmadığınızı söyleme cesaretiniz olmalı’

Almanya’nın çıkarlarının her zaman ABD’nin çıkarlarıyla örtüşmediği, Washington’u sorgulamadan takip etmenin en çok Almanya’ya zarar verdiği yönünde eleştiriler var. Ne düşünüyorsunuz?

Yani bir kulübe üyeyseniz o kulüpteki çoğunluk ile tutarlı bir görüşe sahip olmanız gerektiğini düşünüyorsunuz. Bir yere kadar “evet” derdim. İlkeler söz konusu olduğunda, ulusal veya bu durumda AB’ye bağlı kalarak yasalara bağlılık çıkarlarınız varsa, sorumlu politika aynı fikirde olmadığınızı dile getirmeniz anlamına gelir ve eğer karşı taraf gerçekten bir müttefikse, örneğin Batı bağlamında, eğer şimdi Amerikalılar Almanya’nın, bizim dostumuz olduğunu anlarsa, yani bir ülke olarak, fikrimize katılmama hakkına sahip olmalılar. Ve cesaretiniz olmalı çünkü bizi ulusal ve uluslararası düzeyde yöneten yasaların ilkelerine inanıyorsunuz. Yani mutlaka Amerika Birleşik Devletleri’nin gitmek istediği yöne gitmek zorunda değilsiniz.

‘Kuzey Akım-2 sabotajı Almanya’nın egemenliğine zarar verdi’

 Aslında bu eleştiri özellikle Kuzey Akım-2 sabotajından hemen sonra geldi. Bu eleştiriyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Berlin Washington’dan bağımsız bir politika izleyebilir mi? Bunu nasıl görüyorsunuz?

Almanya’da, Nordstream-2’den Alman yaklaşımına yönelik pek çok eleştiri var. Alternatif gerçekler olarak kullanılan birçok alıntı var, ancak alternatif gerçekler diye bir şey yoktur. Sadece gerçekler vardır. Ve kamuoyu önünde bir kişi olarak, bizim elimizdeki kanıtlar, Almanya’nın burada mağdur olduğunu, hayli maliyetli olan Nordstream-2 boru hattına yaptığımız yatırımların yok edildiğini gösteriyor. Bu söylenebilecek tek şey. Ama belki daha da önemlisi bu olay sonucunda egemenliğin, Alman egemenliğinin zarar görmesi. Arkasında kim var? Birileri spekülasyon yapabilir. Kesinlikle Rusya olmadığını savunuyorum. Rusya kendi ayağına ateş edecek kadar aptal olmaz. Yani diğer taraflar o halde. Kim bu diğer taraflar? Bunun birçok cevabı var. Ama bir cevap vermek istemiyorum. Ancak bu gelişmeyi son derece eleştiren ve tüm bunlara neden olan kişileri açıklamak için, daha pek çok şeyin kamuoyuna açıklanması gerektiğini bilmek beni tatmin ediyor. Süreç hala devam ediyor. Görmek lazım, beklemek lazım.

‘Avrupa medyasında Ukrayna’dan ihraç edilen tahılın güzergahına ilişkin araştırmacı gazetecilik yok’

Size Birleşmiş Milletler ve Türkiye’nin başlattığı ve Rusya ve Ukrayna tarafından kabul edilen tahıl anlaşmasını da sormak istiyorum. Ukrayna’dan dünyanın farklı yerlerine 33 milyon tonun üzerinde tahıl ihraç edildiğini biliyoruz. Ancak başlangıçta bu anlaşmanın Afrika’daki ve farklı ülkelerdeki yoksul insanlar için olduğu vaadi verilmişti. Ancak günün sonunda, bugün Dünya Gıda Programı’na göre fakir ülkelere 1 milyon tondan az tahıl gönderildiğini biliyoruz. Başkan Putin anlaşmayı bir sonraki dönem için yenilemeye istekli değil. Bu tahıl anlaşmasının sonucunu nasıl görüyorsunuz?

Ben şunu söyleyebilirim ki, Türkiye’ye de dahil siyasi liderler artık bize kanıt sunarak kamuoyuna açıklamalı. Söyledikleriniz benim bildiğim şeyler. Ve bu, yetersiz miktarın gitmesi gereken yere, yani Mağrip’in güneyindeki, iklim değişikliği nedeniyle ciddi şekilde ihtiyaç sahibi olan Sahel ülkelerine gitmesi, Ukrayna’dan gereken desteğin basit bir dille açıklanması ve ardından da bu desteğin sağlanması için açıklama yapılmalıdır. Ki bu, örneğin Birleşmiş Milletler’in oynayabileceği bir roldür, Dünya Gıda Programı kamuoyuna açıklanmalı ve şöyle demelidir: “Bunlar, rakamlar bunlar ve ihtiyaç olan da bu. Tahıl, darı, mısır ve her ne ise ona ihtiyaç duyan ülkelere değil de ancak hayatta kalmak için ihtiyaç duymayan yerlere ihracat politikası tersine çevrilmeli, insanların hayatta kalması için ihtiyaç duyulan yere gitmeli.” Ve bu eksik. En azından medya, Avrupa’daki medya bunu açıkça ortaya koymak için yeterince araştırmacı gazetecilik yapmaya çalışmıyor. “Olan şey bu.” “Neden oldu?” “Peki siz, nerede olursa olsun parlamentolara seçtiğimiz siyasetçi olarak bu konuda ne yapacaksınız?” Bu sorular eksik. Kamuoyunun güvenilir bilgilere dayanarak pozisyon almasına, Türkiye’nin müzakere ettiği şeylerden faydalanması gereken kişilerin çıkarları doğrultusunda tepki verme fırsatına olanak tanıyacak şekilde kamuoyuna yeterli bilgi akışı sağlanmıyor. Bunu yapmak bölgemizde var olan gerilimin hafifletilmesi adına da önemli bir katkı olacaktır.

‘Diplomasiye bir şans verin’

Bu arada Çin, Ukrayna ile Rusya arasında barışın tesisi için 9 maddelik bir belge hazırlayarak Moskova’ya sundu. Rusya da “barışın parçası olmak isteyen her ülkeyi takdir ederiz” dedi. Ancak gerçekçi olmak gerekirse, Ukrayna ile Rusya arasındaki müzakerelerde Çin’in ve küresel güneyin rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

İster küresel güney, ister Çin ya da başka biri olsun, kendilerine teklifte bulunanlara, müzakere ve işbirliği yolunu takip etme fırsatı her zaman verilmelidir. Diplomasiye bir şans verin. Bir çatışmayla uğraşırken en başından itibaren uzlaşmayı başaramayan durumda olmayın. Bütün bu çatışma çözümü uygulamalarındaki anahtar kelimenin uzlaşma yeteneği olduğunu düşünüyorum. Uzlaşma sonucu olmadığını bildiğim hiçbir anlaşma yok. O halde oturup uzlaşmaya varalım ve bir kazan-kazan durumu yaratmak için ne yapılması gerektiği konusunda anlaşalım. Mümkün ama yapılmıyor. Burada yine muazzam bir jeopolitik oyun oynanıyor.

‘Bizim yaşadıklarımız Gazze halkının yaşadıklarının yarısı kadar bile acı değil’

BM, Filistin meselesinde uygulanabilir, İsrail’in uyacağı bir şeyi asla üretemiyor. İsrail-Gazze çatışmasını yorumlayabilir misiniz? İsrail’in hava saldırılarında veya kara operasyonlarında şu anda neredeyse 20.000 sivil öldürüldü. Bunların çoğunluğu Gazze Şeridi’nde. Gazze Şeridi’nin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz, zira Netanyahu hükümeti oraya yerleşip Gazze’yi kontrol etmek istiyor? ABD ise savaştan sonra Gazze’nin kontrolünün Filistin Yönetimi’ne verilmesi gerektiğini düşünüyor. İsrail’in BM’nin hiçbir kararını dinlemediğini düşünürsek Gazze’nin geleceği hakkında ne dersiniz?

Gazze’nin bir geleceği var mı? Televizyon ekranlarında gördüğümüz Gazze’nin geleceği var mı? Gazze’nin yeniden yaşanabilir hale gelmesi, insanların orada onurlu ve güvenli bir şekilde yaşayabilmesi onlarca yıl alacak. Gelecek diye bir şey yok. İkinci Dünya Savaşı’nı gören bir ülkeden geliyorum ve görmüş yaştayım. Savaşın nasıl bir şey olduğunu biliyorum. Savaşın ne kadar acı verici olduğunu biliyorum. Babam idam edildi. Annem bir kamptaydı. Büyükbabam esir kampına giderken yolda öldü. Üvey ağabeyim savaşta vuruldu. Yani savaşın ne olduğunu biliyorum. Ailemin yaşadıklarımızı sindirmesinin ne kadar zaman aldığını biliyorum. Bizim yaşadıklarımız Gazze halkının yaşadıklarının yarısı kadar bile acı değil. Dolayısıyla Gazze’nin mental ve fiziksel olarak yeniden kendi ayakları üzerinde durabilmesi uzun zaman alacak.

Bu, yarından ziyade bugün daha iyi anlaşılması gereken bir trajedidir. Çünkü eğer bunu yarın fark ederseniz, o zaman bu arada çok daha fazla insan ölmüş olacak. Yani aciliyet var. İnsani taraftaki Birleşmiş Milletler de bunu çok iyi anlıyor. Anlıyorlar. Siyasi açıdan sorumsuzlar. Bunu bitirmek için gerekli adımları atmak istemiyorlar. ABD, İsrail’e silah tedarikini durdurarak bunu durdurmak için her türlü fırsata sahip. Bu gerçekleşmiyor ve bu, bir bakıma Amerika Birleşik Devletleri’ni, aynı zamanda misilleme yapmak zorunda olduğunuz iddiasıyla her gün masum sivilleri katlettiğiniz en yüksek orandaki suça taraf haline getiriyor. Hamas’ın işlediği suç. Ama bu duruma sadece bugün bağlamında bakmanız kabul edilebilir değil. Hamas’ın neden var olduğu sorusunu sorun. Hamas neden var? 1948’de BM’nin iki devlet kurma kararı her iki taraf için de, İsrailliler ve Araplar için uygulansaydı Hamas var olur muydu? Bugün Hamas olmazdı. Tartışmalarda bu çok sık unutuluyor.

‘Irak’ta ABD’nin işgalinden önce bir düzen vardı, bugün yok’

Irak’ta görev yaptınız. Irak seçimlere hazırlanırken karşıt gruplar arasındaki gerilim yeniden yükseldi. İşgalin üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen ülke hâlâ kırılgan durumda. Devlet yapısı zayıf, siyaset kurumsallaşamadı, altyapı oluşturulamadı. Görev yaptığınız dönemde Irak nasıldı? Peki ya şimdi nasıl? İşgal geride nasıl bir ülke bıraktı?

Irak’ın tamamen dış insani yardıma bağımlı olduğu bir dönemde Irak’taydım. BM Gıda Programı olmasaydı insanlar hayatta kalamazdı. Ama Irak’ta da bir o kadar zor, bir o kadar da karmaşık olsa da bir düzen vardı. Bağdat ile Kürt bölgeleri arasında bir düzen vardı, düzenli bir ilişki vardı. İşbirliği vardı. Sadece bir sınır ve sınırın gerisinde başka bir şey yok gibi bir vaziyet değildi. Bağdat ile Kürt bölgeleri Erbil ve Süleymaniye arasında her gün temas vardı. Yani benim Bağdat’ta bulunduğum dönemde 23 milyon insanın lehine işleyen bir düzen vardı. Şimdi Irak’ta halk, parçalanmanın, ya Sünnilerle bağlantılı, ya Şii ya da Kürtlerle bağlantılı olan milislerin olduğu, inanılmaz bir kargaşayla boğuşuyor. Bu, insanların yine hayatlarından ve geleceklerinden korktukları tamamen açık, öngörülemez bir durum gerçekliğidir. Bağdat’ta mı, Musul’da mı, Süleymaniye’de mi genç olmak istiyorsunuz? Nasıl bir geleceğin var? Bilmiyorsun. Belki iyi, belki kötü. Bağdat’ta bulunduğum dönemde mevcut olmayan bir belirsizlik unsuru bugün var.

Diplomasi

Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Yayınlanma

Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi İcra Direktörü Doç. Dr. Yang Chen, Pekin’in İsrail-İran savaşına dair tutumunu, Çin akademisinin bakışını ve gelişmelerin Çin’in Orta Doğu politikasına etkisini Harici’ye değerlendirdi.

İsrail’in saldırıları sonrası Pekin ilk tepki olarak, “ciddi endişelerini” dile getirdi ve tüm tarafları daha fazla tırmanmayı önlemeye çağırdı.

Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Lin Jian, cuma günü yaptığı açıklamada, Çin’in İran’ın egemenliği, güvenliği ve toprak bütünlüğüne yönelik her türlü ihlale ve “gerginliği tırmandıran” eylemlere kararlılıkla karşı olduğunu söyledi.

Lin, “Bölgedeki ani gerginlik artışı kimseye fayda sağlamaz” dedi. “Çin, tüm tarafları, durumun daha da kötüleşmesini önlerken, bölgesel barış ve istikrarı teşvik edecek önlemler almaya çağırıyor” diye ekledi.

Sözcü, Çin’in krizi yatıştırmada “yapıcı bir rol” oynamaya hazır olduğunu da vurguladı.

Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi de, İran Dışişleri Bakanı Abbas Erakçi ve İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar ile telefon görüşmeleri yaptı. İsrail’in ‌İran’a yönelik saldırılarını kınayan Wang Yi, uluslararası toplumun İran nükleer meselesinin siyasi yollardan çözülmesi için çaba gösterdiği bir dönemde, bu saldırının “kesinlikle kabul edilemez” olduğunu söyledi. “Sorunların çözümü için ‌diplomatik kanallara dönülmesi‌” çağrısı yaptı.

Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi İcra Direktörü, Doç. Dr. Yang Chen, Pekin’in İsrail-İran savaşına dair tutumunu, Çin akademisinin bakışını ve gelişmelerin Çin’in Orta Doğu politikasına etkisini Harici’ye değerlendirdi.

‘Pekin yapıcı rol oynamaya istekli’

Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Lin Jian’ın açıklamalarını hatırlatan Yang Chen, Çin’in İsrail’in İran’a saldırısından derin endişe duyduğunu ve bu tür eylemlerin doğurabileceği ciddi sonuçlardan dolayı son derece kaygılı olduğunu belirtti. Çin’in, İran’ın egemenliğinin, güvenliğinin ve toprak bütünlüğünün ihlal edilmesine karşı olduğunu söyleyen Yang, ayrıca çatışmaların tırmanmasına ve gerilimin artmasına da karşı olduğunu ifade etti.

Çin’in, ilgili tüm tarafları, bölgesel barış ve istikrarı teşvik etmeye yönelik daha fazla çaba göstermeye ve gerilimi daha fazla artırmaktan kaçınmaya çağırdığını ve durumun hafifletilmesini teşvik etmek için yapıcı bir rol oynamaya istekli olduğunu kaydetti.

‘İran renkli devrim tehdidiyle karşı karşıya’

Çinli akademisyenlerin bakış açısından ise, Orta Doğu’daki temel çelişkinin artık Suudi Arabistan ile İran arasındaki önceki çatışmadan İsrail ile İran arasındaki çatışmaya kaydığını ifade etti.

Trump’ın göreve başlamasından sonra, İsrail ile İran’ın liderlik ettiği “direniş ekseni”ni arasındaki kuşatma ve karşı-kuşatma mücadelesinin tırmanmaya devam ettiğini belirten Yang, “İsrail karşıtı birlik cephesi ile İran karşıtı birlik cephesi arasındaki mücadele şiddetlenecek” değerlendirmesini yaptı.

İran’ın büyük bir “renkli devrim” tehdidiyle karşı karşıya olduğunu vurgulayan Yang Chen, “Bu saldırıda, İran’ın sertlik yanlıları hedef alınıp ortadan kaldırıldı ve bu durum İran’ın etkisine ağır bir darbe vurdu. Eğer İran, İsrail saldırısına karşı kararlı bir şekilde misilleme yapmazsa, gelecekte daha tehlikeli bir durumla karşı karşıya kalmasından ve bölgesel etkisinin ciddi şekilde zayıflamasından, hatta rejimin istikrarının bile tehlikeye girmesinden endişe edilmektedir” ifadelerini kullandı.

‘Çin İran’da istikrardan yana’

Çin’in Orta Doğu politikasının her zaman istikrar ve sürekliliğini koruduğunu ve dramatik değişikliklere rağmen temelden değişmeyeceğini söyleyen Yang, İran’ın Pekin için önemini ise şöyle anlattı: “İran, Çin için stratejik öneme sahip bir ülkedir. İran, Avrasya’nın merkezindedir, Kuşak ve Yol Girişimi’nin önemli bir merkezidir, Çin’in enerji kaynaklarının önemli bir kaynağıdır ve Orta Asya’daki istikrarın korunması ve Sincan’ın güvenliğinin sağlanması için önemli bir güvencedir”.

Bu sebeple Pekin’in, İran’ın istikrarlı kalmasını istediğini belirten Yang, “Çin, İran’ın ABD ve Batı tarafından baskı altına alınmasını istemez, ayrıca İran’ın ABD ve Batı’ya yönelmesini de istemez” değerlendirmesini yaptı.

İran’ın iç ve dış meselelerde büyük zorluklarla karşı karşıya olduğuna da dikkat çeken Yang, bu zorlukları şöyle sıraladı:

  1. Ekonomik durgunluk

“İlk olarak, İran’da ekonomik gelişme durgundur. 2024 yılında İran’ın gayri safi yurtiçi hasılası 434,2 milyar dolardı (bu rakam Çin’in Şensi Eyaleti’nin ekonomik büyüklüğüne eşdeğerdir); bu rakam 2008’den 2017’ye kadar olan on yıllık dönemdeki seviyesine hâlâ ulaşmamış ve 2011’deki zirve değeri olan 625,4 milyar dolardan oldukça uzaktadır. Kişi başına düşen GSYİH yaklaşık 4500 dolardır (İsrail’in kişi başı GSYİH’sı olan 52.261 doların sadece 1/12’si kadardır); bu durum İran halkının memnuniyetsizliğine neden olmuştur. Ekonomik durgunluk, İran’ın “direniş ekseni”ne güçlü destek sağlamasını da engellemektedir.”

  1. Nükleer pazarlık

“İkinci olarak, İran’da siyasi değişimler yaşanmıştır ve ılımlı bir cumhurbaşkanı göreve gelmiştir. 30 Temmuz 2024’te İran’ın yeni cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan yemin ederek göreve başladı. Ilımlı bir cumhurbaşkanı olan Pezeşkiyan, 2024 Eylül ayında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılımı sırasında, ülkesinin uluslararası ilişkilerinde “yapıcı” bir sayfa açma umudunu dile getirdi ve İran’ın “nükleer programı konusunda Batı ile diyaloğa hazır olduğunu” vurguladı. Bu durum da İran’ın Batı ile müzakereye ve “İran nükleer anlaşması”nı yeniden müzakere etmeye niyetli olduğunu göstermektedir. Ancak “direniş ekseni”nin zayıflamasıyla birlikte İran’ın Batı’dan yaptırım muafiyeti elde etme konusundaki pazarlık gücü azalmıştır.”

  1. Ulusal güvenlik

“Üçüncü olarak, İran’daki iç güvenlik durumu endişe vericidir. Son yıllarda İsrail, İran’da art arda suikastlar düzenlemiştir; bu suikastlara İran’ın kıdemli nükleer fizikçisi Muhsin Fahrizade, İran Devrim Muhafızları lideri Kasım Süleymani ve İran Devrim Muhafızları İstihbarat Yetkilisi Muhammed Akiki dahildir. Mayıs 2024’te İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi bir uçak kazasında hayatını kaybetti. Temmuz 2024’te Hamas lideri İsmail Haniye, İran’ın başkenti Tahran’da suikasta uğradı ve daha sonra bu olaydan İsrail resmi olarak sorumlu olduğunu kabul etti. Bu durum, İsrail ve ABD istihbarat teşkilatlarının İran’ın ulusal güvenlik sistemine tamamen sızdığını ve İran’da diledikleri gibi hareket edebildiklerini, istedikleri kişilere suikast düzenleyebildiklerini göstermektedir. İran’ın ulusal güvenliği, kendi cumhurbaşkanının, üst düzey askeri komutanlarının, önemli bilim insanlarının, üst düzey istihbarat yetkililerinin ve yabancı misafirlerin hayatlarını koruyamamıştır.”

İran’ın şu anda büyük zorluklarla karşı karşıya olduğunu vurgulayan Yang Chen, ancak buna rağmen Tahran’ın ayakta kalabilmesi için “büyük güçlerden ve zorluklardan korkmayan” bir tutum sergilemesi gerektiğini belirtti.

Yang’a göre İran, bölgesel etkisini kanıtlayabilirse ve kararlı şekilde Amerikan ve İsrail karşıtı tutumunu gösterebilirse, daha fazla dış destek elde edebilir.

Okumaya Devam Et

Görüş

Küresel enerji ve ticarette Orta Asya’nın yükselen rolü

Yayınlanma

Orta Asya’nın stratejik rolüne odaklanan Astana Uluslararası Forumu aralarında Kazakistan Dışişleri Bakan Yardımcısı Roman Vassilenko ve Afganistan’ın Kazakistan’a atadığı Maslahatgüzar Muhammed Rehman Rahmani Harici’ye açıklamalarda bulundu.

Nikola Mikovic, gazeteci-yazar

Orta Asya’nın zengin enerji kaynakları ve stratejik olarak önemli konumu, onu büyük dünya güçleri için ilgi odağı haline getiriyor. Geleneksel olarak Rusya’nın jeopolitik etkisi altındaki bu bölgede, Çin, Avrupa Birliği ve kısmen de Amerika Birleşik Devletleri varlıklarını artırmaya çalışırken, dünyanın dört bir yanındaki küçük ve orta ölçekli ülkeler de Orta Asya devletleriyle daha yakın ilişkiler geliştirmeyi hedefliyor.

Moskova’nın Ukrayna’daki savaşla meşgul olması, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kırgızistan’da diğer aktörlerin nüfuzlarını artırmaları için bir kapı araladı. Sonuç olarak, 2024 yılında Çin’in Orta Asya ile toplam ticaret hacmi 94,8 milyar dolara ulaştı. Aynı zamanda, bölgenin en büyük ülkesi olan Kazakistan’ın ana ticaret ortağı olarak Rusya’yı geride bıraktı.

Öte yandan Avrupa Birliği, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’nin (BRI) AB versiyonu olan Global Gateway projesi ve Orta Asya devletleriyle düzenli zirveler aracılığıyla, bu enerji zengini bölgede varlığını güvence altına almaya çalışıyor. Trump yönetiminin bu medya kuruluşuna verdiği hibeleri durdurmasının ardından Radio Free Europe’u (Orta Asya’da yaygın olarak Radio Azattyq olarak bilinir) ayakta tutmak için acil fon sağlama kararı, Brüksel’in yerel halkın gönlünü ve aklını kazanma konusunda ciddi olduğunu açıkça gösteriyor.

Bireysel AB üyeleri de bölgeyle daha güçlü ilişkiler kurma konusundaki isteklerini ortaya koyuyor. En iyi örnek, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin 30 Mayıs’ta Kazak başkentinde düzenlenen Astana Uluslararası Forumu’na (AIF) katılmasıdır. Bu iki günlük etkinlikte, iklim değişikliği, enerji güvenliği ve sürdürülebilirlik gibi genişletilmiş bir gündem çerçevesinde dünyanın dört bir yanından siyasi ve iş dünyası liderleri bir araya geldi. Meloni ayrıca, Özbekistan’dan gelerek Başkan Şevket Mirziyoyev ile görüştükten sonra Astana’da düzenlenen ilk Orta Asya–İtalya zirvesine de katıldı.

Meloni, AIF’te yaptığı konuşmada, İngiliz siyasal coğrafyacı Halford Mackinder’ı alıntılayarak, Orta Asya’nın dünyanın kaderinin döndüğü “kilit noktalar”dan biri olduğunu söyledi. Mackinder, Orta Asya’yı temel parça olarak içeren Heartland Teorisi ile bilinir; bu teoriye göre Heartland’ın kontrolü, tüm Avrasya kıtasının kontrolünü sağlar. Bu nedenle, İtalya ve diğer AB üyelerinin enerji zengini bu bölgede kendilerine bir dayanak noktası oluşturmaya çalışmaları sürpriz değildir.

Ancak Avrupa Birliği ve Çin dışında, diğer aktörler de Orta Asya’da pay sahibi olmaya çalışıyor. Türkiye gibi büyük oyuncular bölgede en azından bazı jeopolitik hedeflerine ulaşmayı amaçlarken, Afganistan gibi ülkeler Orta Asya devletlerini ekonomik zorluklarını aşmada potansiyel ortaklar olarak görüyor.

Afganistan İslam Emirliği’nin Kazakistan’a atadığı Maslahatgüzar Muhammed Rehman Rahmani, Harici’ye verdiği demeçte, “Son birkaç yılda, bölgenin en büyük ekonomisi olan Kazakistan’la iyi ilişkiler kurmayı başardık ve şimdi iki ülke arasındaki ekonomik bağları güçlendirmeyi umuyoruz,” dedi.

Taliban’ın Sanayi ve Ticaret Bakan Vekili Nuruddin Azizi ise Astana Uluslararası Forumu’nun oturumlarından birinde yaptığı konuşmada, savaş yorgunu Afganistan’da yol ve demiryolu altyapısının inşası konusunda Kazakistan’ın yardımını beklediklerini ifade etti. Astana’nın, Afganistan’ı Güney Asya pazarlarına ihracat için önemli bir geçiş ülkesi olarak gördüğü sır değil; bu nedenle genellikle “İmparatorluklar Mezarlığı” olarak anılan ülkede konumunu güçlendirmeyi hedefliyor.

Kazakistan’ın 2024 yılında Taliban’ı terör örgütleri listesinden çıkarması, Astana’nın savaş sonrası Afganistan’ın yeniden inşasında potansiyel rol oynamasının önünü açtı. Taliban yönetimindeki ülkedeki varlığı, Kazakistan Dışişleri Bakan Yardımcısı Roman Vassilenko’nun “dengeli, yapıcı ve pragmatik dış politika” olarak tanımladığı çizgiyle de örtüşmektedir.

Vassilenko, Harici’ye verdiği demeçte, “Dünyada hiçbir ülkeyle gergin ilişkimiz yok ve uluslararası barışa, güvenliğe ve istikrara katkı sağlamayı amaçlıyoruz,” dedi ve Kazakistan’a yapılan doğrudan yabancı yatırımın ülkenin dış politika önceliklerini yansıttığını vurguladı.

Ancak Astana, Afganistan ile ticaret hacmini 3 milyar dolara çıkarma hedefini başarırsa, Taliban yönetimindeki ülkenin Orta Asya’daki ana ekonomik ortağı haline gelebilir. Bu yaklaşım, büyük küresel güçlerin Kazakistan’da nüfuzlarını genişletme yarışında, Astana’nın Afganistan’la ilişkilerini jeoekonomik hedeflerinin en azından bir kısmını ilerletmek için kullanabileceğini gösteriyor.

Eş zamanlı olarak, yaklaşık 20 milyon nüfusa sahip petrol zengini ülke, şu anda Kazak petrol gelirlerinin yüzde 98’ini kontrol eden yabancı enerji şirketlerine karşı kendi konumunu güçlendirmeyi de şüphesiz hedefleyecek. Orta Asya’da faaliyet gösteren büyük yabancı güçlerin, bu bölgedeki diğer devletlerle benzer düzenlemeler yapmayı hedefledikleri açık; zira bu, onların bölgenin kritik minerallerinden, petrol, gaz ve su kaynaklarından tam anlamıyla faydalanmalarını sağlayacaktır.

Ancak Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kırgızistan, Arap petrol zengini devletlerin yaptığı gibi, yabancı enerji şirketleriyle devletin gelirlerin çoğunu kontrol ettiği enerji ortaklıkları kurma gücüne sahip olacak mı? Orta Asya ülkeleri açısından, böyle bir hedef enerji politikalarının en öncelikli konularından biri olmalıdır.

Okumaya Devam Et

Söyleşi

Ulrike Guerot: Avrupalılar olarak bu küçücük Batı’da kalmak istiyor muyuz?

Yayınlanma

Yazar

Alman siyaset bilimci ve yazar Ulrike Guerot ile son yıllarda genel olarak Avrupa’da ve özel olarak Almanya’da nelerin değiştiğini anlattığı yeni kitabını konuştuk. Kitabın adı Değişen Zamanlar [ZeitenWenden]. Guerot bu kitapta ayrıca Batı ve Doğu‘nun yeni şartlar altında nasıl yeniden işbirliği yapabileceğini de ele alıyor.

Kitabınız, Ukrayna savaşının başlamasından sonra, Almanya’nın ve Avrupa’nın dönüşümünün olağanüstü bir örneği olarak kişisel deneyiminizle başlıyor. Bonn Üniversitesi’ndeki görevinizden istifa etmek zorunda kaldınız. Bu sürecin nasıl başladığını ve geliştiğini anlatır mısınız?

Evet, doğru. Ben bir Alman profesörüm, Bonn Üniversitesi’ne gelmeden önce başka ülkelerde, Avusturya’da da ders veriyordum. Temel olarak, Avrupa entegrasyon çalışmalarına, özellikle Avrupa entegrasyonunun tarihine ve Almanya‘nın bu süreçteki rolüne odaklandım.

1990’lardan beri Avrupa Birliği içinde çalışmış olmaktan dolayı uzun yıllara dayanan bir deneyime sahibim ve bu sayede AB’nin iç işleyişini ilk elden tanıma fırsatı buldum. Yıllar geçtikçe, özellikle bankacılık krizi gibi olaylar sırasında, AB’nin yönetim yapılarındaki ciddi kusurları ortaya çıkardığı için, AB’ye karşı giderek daha eleştirel bir tavır benimsedim. Reformların acilen gerekli olduğu bana açıkça göründü, fakat AB anlamlı değişikliklere sürekli direndi; her zaman bu reformları reddetti. Türkiye’nin olası üyeliği ve ortaklık anlaşmalarına ilişkin tartışmalar da dahil olmak üzere, AB’de kurumsal reformları savunan birkaç kitap yazmıştım.

Ve sonra savaş geldi. Durum daha da karmaşık hale büründü.  Savaş benim için bir şeylerin temelden değişmesi gerektiğini gösteren son unsurdu. Bunu, Avrupa’nın transatlantik ayrılıkçılığa daha da sürüklendiğinin bir işareti olarak gördüm ve büyük ölçüde Maidan’a kadar uzanan ABD’nin stratejik planlamasının etkisiyle bir vekalet savaşı olarak yorumladım.

Son kitabımda, Halford MacKinder’in Kara Hâkimiyet Teorisi teorisini ele alıyorum ve birçok gözlemcinin mevcut çatışmanın doruk noktası olarak gördüğü, NATO‘nun Avrasya‘ya doğru genişlemesine değiniyorum. Bana göre bu strateji, Avrupa için sosyal, ekonomik ve özellikle jeostratejik açıdan, intihar anlamına geliyor.

Tarihsel olarak, Willy Brandt, Olof Palme ve Bruno Kreisky gibi isimlerin temsil ettiği Almanya‘nın yaklaşımı, Rusya‘ya karşı değil, Rusya ile barış arayışıydı. 1989‘da Berlin Duvarı‘nın yıkılmasından sonra, Rusya ile işbirliği içinde özgür ve güvenli bir Avrupa inşa etme vizyonu ortaya çıktı ve bu vizyon 1990‘daki Paris Şartı gibi anlaşmalarla resmileşti.

1990’ların başında Avrupa’nın iki ana hedefi vardı: Hedefimiz siyasi bir Avrupa yaratmaktı. Bu Avrupa Birliği Maastricht Anlaşması olarak adlandırılır. Diğeri de, Rusya ile bir barış mimarisi.

Benim temel iddiam, 30 yıl sonra, Bu iki hedefin de tamamen çökmekte olduğu yönündedir. Avrupa gerçek bir siyasi birlik kurmayı başaramadı. Vatandaşlar, AB yönetiminin şeffaflık eksikliğinden dolayı, kendilerini ihanete uğramış hissediyor ve Birlik ciddi bir baskı altında.

Barış cephesinde ise, ortaklık yerine Avrupa şimdi, çatışma yoluyla birlik kurmaya çalışıyor, Rusya‘ya karşı bir biçimde barış sağlamaya ve savaş yoluyla Avrupa’yı birleştirmeye çalışıyor.

Benim için bu yalnızca tamamen absürt değil, aynı zamanda çılgınlık çünkü Avrupa bir barış tarihi üzerine inşa edildi.

Yıllarca vatandaşlara şunu söyledik Avrupa artık savaş demek değildir ve şimdi şunu deniyoruz: Bayan [Ursula] von der Leyen’in kitabına bakın. Avrupa’yı Rusya’ya karşı birleştirmeye çalışıyor. Bunun halihazırda işe yaramadığını görebilirsiniz. Sadece Macaristan‘da [Viktor] Orban, Slovakya’da [Robert] Fico karşı olduğu için değil, aynı zamanda Romanya ve diğer birçok ülkede buna itirazlar olduğunu için.

Güney ülkelerini de görüyorsunuz Yunanistan, İtalya ya da İspanya gibi. Bu savaşı istemeyen büyük bir nüfus. Özünde, savaş Baltık’a özgü bir şey. Çoğunlukla Baltık ülkeleri istiyor. Sonra Kaja Kallas’ımız var. Estonyalı Dış Politika Yüksek Temsilcisi ve büyük bir kurumsal etkiye sahip.

Kitaptaki argüman şudur: Eğer Avrupa, şimdi Rusya ile değil, Rusya‘ya karşı barış yapmak istiyorsa, tarihine ihanet ediyor. Başarılı olamayacak. Savaş yapamaz, savaşı kazanamaz. Bu, bir tür transatlantik çerçeve içinde, elit çıkarların öncülüğünde yürütülen ve nihayetinde Avrupa için intihar anlamına gelen, bir süreç olarak sonsuza kadar devam edecek.

Bu yüzden kitabım BRICS ülkelerine bir teklif niteliğinde. Türkiye, Rusya, Çin ve Arap dünyasına. Bugün sizinle nerede konuşmaktan mutluluk duyuyorum. Ama aynı zamanda Rusya‘ya, Çinlilere de, Arap dünyasına şunu söylemek istiyorum: Avrupa hayatta kalmak istiyorsa, doğuya dönmesi gerekiyor. Avrupa‘nın güneye dönmesi gerekiyor. Dolayısıyla BRICS dinamiklerine bakması gerekiyor, Doğu ve Arap dinamikleriyle ilişki kurması gerekiyor.

Bu, geliştirmeye çalıştığım ana fikir ve bu kitabı tartışma fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Çünkü bu bir uzlaşma teklifi. Ben gerçekten Avrupa’nın rotasını temelden değiştirmesi gerektiğine inanıyorum.

O halde gelin, kitabınızı derinlemesine inceleyelim. Kitabınızdaki bölümlere baktığımızda, Avrupa ile genellikle ilişkilendirdiğimiz demokrasi, insan hakları, siyasi katılım ve benzerleri gibi değerlere elveda dediğinizi görüyoruz. Elbette kimileri Avrupa’nın hiçbir zaman gerçek anlamda, bu değerlerin olmadığını söylese de, bir değişimin yaşanmakta olduğu açık. Bu nasıl oldu?

Öncelikle şunu söylemeliyim, Belki de bu benim kişisel hayatımla da ilgili. 1990’larda Jacques Delors’un başkanlığında Avrupa Komisyonu’nda çalıştım. 60 yaşındayım. Ben Almanya’da doğdum, Batı Almanya’da, 64 yılında. Türkiye’nin AB üyeliğine ilk başvurduğu yıl. Kuzey Ren-Vestfalya’da doğdum, ki bu bölge de doğası gereği Hıristiyan ve Avrupa liberalizmine yakın.

Hayatım boyunca, Avrupa’nın yaptığı tüm değişiklikleri gördüm. Avrupa Anayasası 2003’te başarısız oldu. Sonra bankacılık krizi geldi, sonra kemer sıkma politikaları geldi ve bu böyle devam etti. Yani ben, 20 yıldan beri, tüm değişimleri gözlemliyorum. Ve itiraf etmeliyim ki, 2003’teki Anayasa başarısızlığından önce gerçekten başarabileceğimizi düşünmüştüm. Demokratik bir hukuk devleti, sosyal, barışçıl bir Avrupa kurabiliriz. Rüya buydu.

O zamanlar kitaplarımız vardı, Jeremy’nin Rifkin’in Avrupa Rüyası gibi kitapları, Amerikan Rüyasını gölgede bırakacağımızı savunuyordu. Yani, yüzyılın başlangıcını hatırlayın. Avrupa oradaydı. 2000‘lerin başında, ABD Irak Savaşı‘na saplanmışken, dünya sosyal adalet ve uluslararası hukukun geleceği olarak Avrupa‘ya bakıyordu. Tamam, ABD artık dışarda kalmıştı. Pax Americana bitmişti, Avrupa artık yeni bir tür entiteydi; hukukun üstünlüğünü, sosyal adalet ve her şey.

Bir Avrupalı olarak benim için de, 20 yılın ardından Avrupa’nın vaatlerini yerine getirmemesini analiz etmek kolay değil. Bunun yerine Avrupa dijital kredisi yapıyoruz. Her zamankinden daha fazla gözetim ve kontrol yapıyoruz. Şeffaflığımız her zamankinden daha az, vatandaşların siyasete katılımı hangi Avrupa demokrasisinde olursa olsun ortada yok.

Ama AB gitgide NATO ile uyumlu hale geliyor. Avrupa’da bir yeniden silahlanma var. Şimdi Avrupa savaş istiyor. Yani, Avrupa tamamen, olacağını söylediği şeye ihanet ediyor.

Örneğin şunu gözlemliyorum, Ukrayna ve Minsk anlaşmaları hakkında ve başarısız olan her şey hakkında söylenecek çok şey var. Ama Avrupa’nın şimdi „kurallara dayalı düzen“ dediğimiz şey hakkında konuşuyor olduğunu görüyoruz. Çünkü BM Şartı olarak bilinen, uluslararası ortak hukuk olan, bizi küresel olarak birleştiren şeyden konuşmaktan kaçınmamız gerekiyor. Çünkü Avrupa, AB, birçok Avrupa ülkesi, kendileri de BM Şartı’nı ihlal ediyor.

Evet, UCM ile ilgili olarak da aynısı geçerli. Netanyahu’ya ve tüm bu düzenlemelere bakın ve Avrupa ülkeleri ile AB’nin uluslararası hukuku çiğneyerek, artık BM Şartı’na dayanmamak için bunu kural temelli düzen olarak adlandırdıklarını görün.

Kurala dayalı düzen… Ki bu bir çeşit, daha güçlü olanların hakkı olarak icat ettiğimiz bir düzen. Bunu nasıl farklı bir şekilde açıklamak istersiniz? Bu beni utandırıyor. Ben bir Avrupalıyım ve ben Avrupa ülkelerinin olmak istedikleri şeye, yani makul, insani, hümanist ideolojiye bağlı kalacaklarını düşünüyordum. Hümanist düzen ve bu tür bir güce.

Ve Avrupa’nın, tüm bunların sapmakta olduğunu görüyorum ve Avrupa’nın dünyadaki rolünün ne olabileceği ve olması gerektiği ve ne sunduğumuz ve bunlardan herhangi birini sunup sunmadığımız konusunda endişeliyim. Bu beni utandırıyor. Bence bu birçok Avrupalı için utanç verici.

İşte bu yüzden kitabımı yazdım. Kitap, bir bakıma, bir yardım çığlığıdır. Avrupa’ya bakın, bilirsiniz, sıkışmış ve NATO kontrolündeki bir zımbırtı gibi.

Benim argümanım şu ki, Atlantik sonrası bir Avrupa yaratmalıyız. Bu Atlantik sonrası Avrupa’nın, Doğu-Batı ilişkisinde çıpa atması gerekiyor. BRICS topluluğu ile birlikte çıpa atması gerekiyor. Biz bu “Batı” denen şeyden çıkan ahlaki üstünlüğümüzden geliyoruz. Batı ölüdür, Batı’nın başarısız olduğu şey budur.

Bence Avrupa’nın yapması gereken çok iş var, kendimizi, kim olduğumuzu düşünmek, Ne vaat ettik, neyi yerine getiremedik ve anı nasıl yakalayabileceğiz… Kitabın adı da bu yüzden ZeitenWenden. Tamamen değişmekte olan bir dünyayı nasıl yakalayabileceğimizle ilgili.

İç içe geçmiş birkaç soru sormak istiyorum. Platon ve Antik Yunan’dan beri Avrupa’nın bir cumhuriyet olduğunu tartışıyorsunuz. Ama bugün, sizin görüşünüze göre, Avrupa, ABD‘nin , İsrail ve Siyonizm’in yanında ve kapitalizmin, ya da kapitalizmin neoliberal biçiminin içinde. Sizce Avrupa’nın bu üç zincirden özgür kalmadan tekrar kendi ayakları üzerinde durması mümkün mü? Ve akla başka bir soru geliyor. Avrupa tasvir ettiğiniz kadar birlik içinde mi? Yani, mesela, Yunan halkı ve Alman halkının çıkarları nasıl aynı olabilir?

Zeitenwenden, değişim rüzgarı, değişim zamanı. Almanya’da yayımlandı ve aslında yeni çeviriler yapacağını umuyorum. Çünkü bu uluslararası diyaloğa dair ipuçları vermek istiyorum: Avrupa’nın ne olduğunu, dünyadaki rolünün ne olabileceğini.

Diğer ülkeler ise, kabul edelim, Avrupa’ya çok fazla kızgın. Evet, çünkü anladığım bu. Anladığım kadarıyla birçok Rus ya da İran ya da Türkiye’den ya da Latin Amerika‘dan insanlar, Avrupa’ya bakıyorlar ve şunu hissediyorlar: „Ne yapıyorsun?“ Biliyorsunuz, Ukrayna’daki savaş vesaire, vesaire.

Hepimizin içinde yer aldığımız bu anda küresel bir değişimi deneyimliyoruz. Bir tartışma yapabiliriz. Avrupa’ya hâlâ bir yer var mı? Ve bu yer nerede?

Kitap esasen üç bölümden oluşuyor. Şunu söylemem önemli: Bu bilimsel bir kitap değil. Bu bir deneme. Deneme içinde bulunduğumuz anı yakalamaya çalışıyor. Benim için temel olarak baskı altındaki üç şeyi yakalamaya çalışıyor. İlki akıl. İlk bölüm sadece, gözlemlediklerime ilişkin bazı açıklamalar; dijitalleşmeyle, bürokrasiyle ilgili. Biz neden artık dünyayı anlamıyoruz? Çünkü her şeyi bilişsel olarak öğrenmeye çalışıyoruz. Artık birbirimize dokunmuyoruz. Dokunsal becerilerimizi kaybediyoruz. Biliyorsunuz, dijitalleşmenin zihnimize ne yaptığı ve nasıl düşündüğümüzü belirlediği hakkında büyük bir literatür var; ayrıca bilimin matematikleştirilmesi hakkında. Dünyanın bir model ve her şey bir simülasyon olduğunu düşünmek hakkında. İklim tartışmalarına bakın, Covid tartışmalarna: Her şey modellenebilir. Ben sadece modern epistemolojinin kavrayışına, dünyayı nasıl anladığımıza bir çeşit eleştiri yapıyorum.

İkincisi, demokrasi üzerine bir tefekkür. Bize demokrasinin ne olduğu hakkında ne söylendi ve demokrasi bugün nerede duruyor? Hâlâ demokrasinin içinde miyiz? İşte bu konuyu burada tartışıyorum. Eğer eski metinlere bakarsanız, özellikle Antik Yunan’da Platon’un yazılarına, üslüpların şahı Cumhuriyettir. Düşünce tarihinde Yunan sözcükleri res publica ve Agora vardır. Örneğin Aristoteles’i okursanız, Cumhuriyetin ne olduğu konusunda net bir ayrım vardır. Bu da vatandaşların katılımıdır, Az çok kendi kaderini tayin eden bir yerleşimdir. Ayrıca vatandaşlar için eşit haklar da vardır. Demokrasi bir bakıma formel bir şeydir. Her beş yılda bir ya da dört yılda bir oy kullanırsınız ve böylece demokrasi vardır. Dolayısıyla, Cumhuriyetin normatif olarak daha yüksek bir nosyon olduğuna dair geniş bir literatür var. Kamusal varlığın normatif düzeni Cumhuriyettir. Bunu Aristoteles’ten kalkarak söyleyebilirsiniz; de la République‘ten, Kant’tan Hannah Arendt’ten kalkarak.

Bu yüzden şunu da söylemek istiyorum: Bugün herkes demokrasiden bahsediyor. Peki Cumhuriyet’i geliştirebilir miyiz? Ve biz de bu farklı normatif Cumhuriyet’in üstünlüğünü açıklayabilir miyiz? İkinci bölümde statis nosyonunu kullandım. Statis normalde Yunanca’da şu anlama gelir: Eğer bir şey engellenmişse, bazen bu iç savaş olarak tercüme edilir. Ama temel olarak şunu söylüyorum: En azından Almanya’da, ama sanırım diğer ülkelerde de, herkes demokrasiyi kurtarmak istiyor. Yeni ifade bu. Şimdi demokrasiyi kurtarmamız gerekiyor. Ben de tamam dedim, Cumhuriyetin ne olduğuna bakalım. Ama ikincisi, iç savaşa çok yakınız, çünkü temelde şöyle bir karşılaşmamız var: liberal toplumlar ve popülist toplumlar. Ve bu bir çeşit, bilirsiniz, çatışma… Medeniyetler çatışması demezdim; o kitap çoktan yazıldı. Evet, ama toplumun iki kesiminin çatışmasıdır. Ve bu Atlantik’in her iki yakasında böyle.

Bugün Avrupa’nın yalnız olmadığını söylüyoruz. Trump yönetimindeki ABD, Avrupa’yı yalnız bırakıyor. İimdi Avrupa’nın yeniden silahlanması gerekiyor vesaire. Ben de diyorum ki, hayır, bu doğru değil. Gerçekten doğru olan şey, ki ben buna transatlantik iç savaş diyorum. Modern ülkelerin çoğu kısmen öyledir, popülist, sözümona popülist ve kısmen liberal-woke’çu diyelim. Bu çakışmayı her yerde görebilirsiniz. Bunu Türkiye’de Erdoğan, Rusya’da Putin ile küresel prizmadan görüyorsunuz. Ama bunu Fransa’da görüyorsunuz, Macron’un arşı tarafında, Marine Le Pen’i seçimlerden uzaklaştırmada görüyorsunuz. Amerika’daki liberaller de Donald Trump’ı dava etmek istedi. Bu yüzden ben buna hukuk savaşı diyorum. Siyasi çatışmalarımızı, artık seçimlerle veya politik olarak yapmıyoruz. Hukuk savaşı yapıyoruz ve siyasi rakipler hapse atılıyor. Ya da artık seçim yapılamıyor; Fransa’daki gibi. Ayrıca Romanya seçimleri gibi konulara da bakmamız gerekir. Aralık ayında orada gerçekte ne oldu?

Yani hukuk savaşı yapıyoruz, Çünkü artık siyaset yapamıyoruz. Çünkü liberalizm ile popülizm arasında bu karşı karşıya geliş var. Bunu, transatlantik iç savaş çerçevesi içinde, açıkça ifade ediyorum.

Bir de üçüncü bölüm var ve sanırım üçüncü bölüm, Türkçe, Hintçe, Rusça veya Farsça okurlar için, en ilginç olanı olabilir. Zaten söylediğim gibi, Avrupa bugün Batı’nın bir parçası olarak yoluna devam edemez. Avrupa’yı, bundan Batı Avrupa’yı anlıyoruz, her zaman Batı’nın bir parçası olduğumuzu söyleriz, ama bence belirgin bir şekilde farklı bir Avrupa uygarlığı keşfetmemiz gerekiyor.

Bu uygarlık aynı zamanda bir değer. Evet, burası Batı değil, ABD değil. Biz Starbucks değiliz. Gazlı Freddo kahvemiz var ve bu daha da iyi. Biz Hollywood değiliz; Chabrol ve Pasolini var. Çok farklı bir sinema kültürü var. Bizde neoliberalizm yok, bilirsiniz, antik çağın, Avrupa kültürünün yazılarında. Çünkü biz Cumhuriyetçiyiz. Bu aynı zamanda sosyal bir bileşen.

Avrupa’da çok şey var, devrimler. Daha çok yoksullarla ilgili. Yani, Hristiyan geleneğini kastediyorum, sosyalist geleneği, emekçi halk, işçi sınıfı geleneği burada çok güçlüdür. İdam cezamız yok çünkü Biz Hıristiyanız, vesaire.

Bu yüzden medenileştirici Avrupa kültürünün unsurlarını, farklı bir şekilde yeniden keşfetmeye çalışıyorum. Bence bu kültür, bu özellikler, Batı ile uyumlu değildir. Yani Avrupa’nın Batı’dan gizlice kaçması gerekiyor. Avrupa’yı rafine etmesi ve sonra Avrupa’nın ne olduğuna bakması gerekiyor.

Avrupa bir Cumhuriyettir. Respublica, kapitalizmden farklı bir normatif düzen. Cumhuriyetin bir refah düzeni vardır. Bu kapitalist, yani senin milyonlar kazandığın bir düzen değil. Evet. Cumhuriyet normatif olarak farklı bir şeydir.

Ayrıca Doğu olmadan Avrupa bir hiçtir. Ayaklarıyla Avrasya topraklarında durur. Bunu Avrupa’nın bugün ne yapması gerektiği konusuna tercüme edersek, bu sadece, Avrupa Rusya ve Avrasya ile yeniden bağlanmalı demektir, çünkü o topraklarda duruyor. Buna ihtiyacı var. Arap dünyasına bakıyor ve bir ayna pozisyonunda olduğumuzu anlıyor. Homeros‘tan, İlyada‘dan beri: Doğu-Batı ile ilişkilerimiz nedir? 2000 yıllık Truva savaşından beri.

Biliyorum ki, göç konusunda büyük bir çatışma var. Avrupa‘ya gelen bu Müslümanlar, vesaire. Bu da Avrupa’da popülizm yaratıyor. Hristiyanlık tarafındaki ülkelerde. Bir diyalog öneriyorum, göç yaratan cihatçılığın ve popülizmin kökenlerine bakmayı öneriyorum.

Böylece şunu tartışabiliriz: Popülizmin sosyal bir argümanı vardır. Popülizm bir sonuçtur. Avrupa’da çok fazla sosyal yoksunluk var. Yani popülizm var. Cihatçılık ABD’nin bölgeye demokrasi götrümesinden gelir. Yani temelde savunduğum, argüman olarak sunduğum şey her iki şey de bir şekilde ABD’den geliyor. Kapitalizm ve cihatçılık.

Sorumu çaldınız. Avrupa’daki Amerikan hegemonyasından ve Atlantik sonrası bir dönemden bahsediyorsunuz. Kitabınızda bu yükselişlerin, yani Avrupa’da popülizm ve cihatçılığın, Bu ucubelerin, neoliberal dönem ve Amerikan işgali tarafından oluşturulduğunu, ABD’nin Ortadoğu’daki işgalleri ve demokrasi götürmesi ile ortaya çıktığını söylüyorsunuz. Ayrıca, bu bağlamda, siz de işaret ediyorsunuz ki bu fenomen Almanya’da da var. Yani popülist fenomenler, Avrupa’da da genel olarak var. Peki sizce bu da, Yani Almanya’daki fenomen, yani Amerikanlaşmanın bu sürecin bir sonucu olarak, Özellikle Avrupa ve Almanya’da ortaya çıkmış olabilir mi? Ayrıca ilginç bir şeye işaret ediyorsunuz. Sözümona liberteryen politikanın, ABD’de ortaya çıktığını ve ayrıca Avrupa’da, liberteryenliğin siyasi gelenek olmadığını söylüyorsunuz. Ama şimdi öyle görünüyor ki, AfD, Özellikle Elon Musk ve diğer teknoloji devleri ile olan ilişkileri nedeniyle bu görüşü yayıyor. Şimdi eğer liberteryen politikanın bir çeşit taşıyıcı varsa bu da refah devletlerini parçalamak demek, eğer hâlâ biraz kaldıysa tabii. Peki sizce, Avrupa bir çeşit yeni transatlantik sisteme doğru mu itiliyor?

Şu köşedeki sevgili kafem. Berlin’de oturuyorum. Onu bir Türk işletiyor. O bir Türk sosyalisti ve onda tüm bu Türk sosyalistlerinin sahip olduğu  güçlü bir şey var.  Belli ki, Türkiye’nin bir emek geleneği var, sosyalist bir geleneği var ve bunu görmek çok ilginç, Bu insanlarla bağlantı kurabilirim. Burada güçlü bir bağlantı olduğunu, bir çeşit düşünce, teori olduğunu görüyorum. Bunu söylemek benim için önemli çünkü o zaman eğer Türkiye‘de buna sahip olduğunuz konusunda anlaşırsak, „Sizin böyle bir geleneğiniz var ve biz Avrupa’da aynı geleneğe sahibiz,“ o zaman bunu yapabiliriz. Fikir, yani kitabımın argümanı budur.

Şu konuda hemfikir olabiliriz: Kapitalizm Cumhuriyeti yok etti. Yani, bu özünde tartıştığım şey. Evet, Cumhuriyet kapitalizm değildir ve siz de Türkiye Cumhuriyeti’siniz. Yani temelde kapitalizm toplumu yok eder. Ama her bakımdan: cinsiyet ilişkilerinde onu yok eder. Tüm bu söylemleri, wokçuluğu, transgender vesaireyi söylüyorum. Vatandaşların atomize olması söz konusu.

Fransa’da olanlara bakın. Sarı Yelekliler yok edildi. Yani toplumsal protesto, az ya da çok bugün, yapılamaz. Böylece protestonun yönü değiştirildi. Sosyal protestolardan sağa doğru kayış oldu. Toplumsal protesto daha sonra sağcı olduğu gerekçesiyle saldırıya uğradı. Temel değişim budur: Toplumu yok eden şeyin kökenlerini; tüm toplumları, Arap toplumlarını, Avrupalıları, Türk toplumunu neyin yok ettiğinin kökenlerini göremezden gelmek.

Şimdi bu dünyada, popülistler buna karşı çıkıyor çünkü sol başarısız oldu. Ayrıca kitabımda uzun bir yolculuk var. Sol bu yıkıma karşı çıktı. Kapitalizme karşı çıktılar ama başarısız oldular ve sonra protesto popülistlere yöneldi.

Ama popülistler devrim yapmazlar. Popülist direnişin gerici bir tarafı vardır. Bu yüzden de gerici olarak suçlanabilir. İşte sorun da bu. Fransa’da ya da Hollanda’da ya da İtalya’da ya da İspanya ve Almanya’da bunu söyleyebilirim.

Her zaman aynı fenomen görünüyor. Toplumsal protesto, soldan radikal sağa gitti. Ama sağcı siyasete de izin verilmiyor. Ve sonra liberaller bağırıyor, „Ah, demokrasi tehdit altında, popülizm ve aşırı sağcılık geliyor,“ vesaire. İşte olan bu.

Açıkçası AfD yıllardır sağcı, aşırılıkçı, antisemitik, vesaire olarak suçlanıyor. Sağ-sol siyasi yelpazesi, artık açık biçimde, yukarıdakiler-aşağıdakiler yelpazesine dönüştü. Yani kendini merkeze koyan bir oligarşi var, yönetici pozisyonlardalar ve halk aşağıda bir yerde. Fakat siyasi bölünmeler artık sağ veya sol değil çünkü şimdi liberaller diyor ki, „Bu popülistlere karşı demokrasi̇yi̇ savunmak i̇çi̇n si̇ze i̇hti̇yacımiz var.“

Yani siyasi tartışma tamamen bozulmuş durumda. Şimdi, AfD’ye bakıyorum, sadece AfD‘ye değil, ayrıca Marine Le Pen’e ve Georgia Meloni’ye ne oldu diye bakıyorum. Benim iddiam, tüm bu partilerin başlangıçta halk partileri olarak başladığı yönünde. Gerçekten toplumsal çıkarları savunmak içinlerdi. Düşük enerji fiyatları, Rusya ile barış; yani, iyi şeyler.

Ama sonra görüyorsun ki; değişim Fransa‘da başladı. Bu partiler torpilleniyor mu? Çünkü artık görebilirsiniz ki AfD, yavaş yavaş Rusa ile bir anlayıştan yana olan partiden uzaklaşıyor ve, %5 savunma harcamasını savunan NATO hedefini savunan bir partiye dönüşüyor. Sosyal içgüdüleri olan bir partiden, oligarkların izlerinin bulunduğu bir partiye dönüşüyor. Alice Weidel’in Elon Musk ile görüşmesi; orada „Biz Hitler gibi değiliz, Hitler sosyalistti, biz liberteryeniz,“ demesi… Bir bakıma şunu iddia edebilirsiniz: Bu halka ihanettir. Bir zamanlar halktan yana durduğunu söyleyen bir partinin ihanetidir.

Toplumsal bir krize, savaşa tepki olarak olarak ortaya çıkan, iyi hedeflerle başlayan bu partiler, altları oyulmuş ve Atlantikçi, her ne pahasına olursa olsun NATO yanlısı, İsrail yanlısı hale geliyor ki bunlar Avrupa ve halklar için iyi şeyler değil.

Avrupa, Ruslara el uzatsa, Kuzey Akım boru hattını yeniden inşa etse, Doğu ile iyi bir ilişkisi olsa, ABD ve NATO ile, Silikon Vadisi balonu ile ilişkisini kesse çok daha iyi durumda olurdu çünkü bu bizim kültürümüzde yok. Bunlar bizim ekonomik geleneğimiz değil ama bunun yerine bu yöne gidiyoruz.

Benim argümanım yönetime gelmeden önce popülislerin aşındığı yönünde. Programatik ideolojilerinden sapıyorlar ve insanların ilgisi uzaklaşıyor. Yani alternatif artık bir alternatif değil. Mesele de bu zaten.

Aslında, Avrupa’yı, anı yakalamaya çağırıyorsunuz. çoklu kutupluluk anını. Avrupa Batı’ya bakmamalı, Güneydoğuya bakmalı. Yani, Rusya, Türkiye vs gibi yerlere, Arap dünyasına. Belki Avrupa Atlantik sonrası dünyaya liderlik edebilir. Tüm bunların mümkün olduğunu düşünüyor musunuz?

Diyebilirim ki bu kitap bir yardım çığlığı. Benden, bir insan olarak, ama aynı zamanda tüm Avrupalılardan.

Birçok eleştirel Avrupalı var; Fransa’da, Hollanda’da, İtalya’da. Bu Avrupalılar temelde, böyle giderse, Avrupa’nın intihara meyilli olduğunu düşünüyor. Bu yüzden, Avrupa için, intihara meyilli olmak, Rusya ile barış yapmak değil, yaptırımların sonuna kadar gitmek demek.

Tam bir ihlal durumundayız. Bilirsiniz, istediğimiz zaman Rus parasına el koymak filan. Bu tamamen küresel uluslararası hukukun ihlali. Yani bu kibirli Avrupa, “Biz bu Rusun parasını kapabiliriz,” diyor. Bu çok saçma.

Bir yardım çığlığı, çünkü bence sayımız çok. Ben çok konferans veriyorum. Neredeyse her gün insanlar konuşuyorum. Avrupa’daki elitlerin çoğu Atlantikçi, NATO yanlısı ya da İsrail yanlısı. Bunu söylediğim için İsrail karşıtı diyorlar, ben İsrail karşıtı değilim. Ama eğer istiyorsanız, kendime anti-Siyonist derim. Gazze‘de neler olduğuna girmeye istekli değilim. İsrail‘in de insan hakları hukukuna saygı göstermesi gerekiyor. Gazze halkının açlıktan ölmesin, vesaire. Her şeyin İsrail’e bırakılmasına izin veremezsiniz. Buna yasal olarak izin verilemez. Bu yüzden Yanis Varoufakis’in ve diğerlerinin pozisyonu savunuyorum. Gazze’de olanlar iyi değil ve Avrupa bunu durdurmak için her şeyi yapmalı. Ama yapmıyoruz, dahası tam tersi oluyor.

Avrupa’da değiştirilecek çok şey var. Tekrar söyleyeyim, bir yardım çığlığı, Avrupa’nın yeniden düzenlemeye ihtiyacı olduğunu savunuyor; BRICS dünyası ile ilişkilerini açıklığa kavuşturmak, onlara bakmak, Arap dünyası ile, Rusya ile olan ilişkileri açıklığa kavuşturmak için.

Sorun şu ki, Avrupa’da hepimiz Putinci, Putin’in kuklaları, sağcı, Yahudi karşıtı, aşırı sağcı olarak damgalanıyoruz, ki bu da neden üniversiteden atıldığım hakkındaki ilk sorunuza getiriyor. Esasen sebepler bunlar. Çünkü tüm bu konularda çok eleştirel oldum. Ve sonra kitabımda bazı küçük hatalar buldular ve buna intihal dediler. Bu tamamen saçma bir şey.

Ama Avrupa’daki eleştirel kitle, tüm Avrupa ülkelerinde savaşa karşı olan vatandaşların oranı çoğunluk. İlk olarak bu savaşı isteyenler sadece elitler. İkincisi, eleştirel düşünürlerden oluşan kritik bir kitleye sahibiz. Tüm Avrupa ülkelerinde, ve Almanya’da eleştirel dergiler çıkarıyoruz.

Eğer kitap, etkileşim için bir başlangıç noktası olursa, BRICS topluluğunun temsilcileri ile etkileşim olursa ve sonra bunun ötesine geçip Kazakistan ile, Hindistan’la, Çin’le, İranlılarla etkileşim olursa ne mutlu.

Sanırım, Avrupa bunu yapabilir, çünkü şimdi kendi kendimizi düşünmeye ihtiyacımız var. Eğer dışarda Avrupa‘ya ayna tutacak bir dünya varsa, sizi bekliyoruz. Yeni bir dünyayı sizinle şekillendirmeyi bekliyoruz, ki bu da Pax Americana sonrasıdır, ki bu da oligarşi sonrasıdır, Amerikan egemenliği sonrasıdır.

Avrupa için seçim şudur: Bu Batı’da, küçücük Batı’da kalmak istiyor muyuz? ABD ve belki Kanada ve belki de Yeni Zelanda’da ve sonra bu küçük Avrupa ülkelerinde. Yoksa Avrupalılar olarak, çok kutuplu dünyayı şekillendiren bir role sahip bir parça mı olmak istiyoruz? Ben açıkça ikincisini umuyorum.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English