Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Washington, Huawei’yi Avrupa’dan nasıl kovdu?

Yayınlanma

Çeviren: Erman Çete

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz uzun makale, POLITICO’da 23 Kasım 2022 tarihinde yayınlandı. Yayının iki önemli editörünün imzası bulunan makale, harcanan tüm PR paralarına ve lobi faaliyetlerine rağmen, ABD’nin Çin karşıtı “Haçlı Seferi”nin Avrupa’da teknoloji başlığında başarıya ulaştığını gösteriyor. Washington’ın müttefikleri, yalnızca 5G altyapısında Huawei’yi dışlamakla kalmıyorlar, Britanya örneğinde olduğu gibi, Huawei (ve Çin ordusu bağlantılı ZTE) tarafından üretilen güvenlik kameralarını dahi devlet dairelerinden güvenlik gerekçesiyle söküyorlar. Dikkat çekici bir diğer nokta, Donald Trump döneminde yaygınlaşan Çin karşıtı yaptırımlar ve ticaret savaşları ile ABD’nin kendi müttefiklerini Çin’e karşı tavır almaya zorlama siyaseti, Joe Biden döneminde de devam etmesi. Rusya-Ukrayna savaşının bu eğilimi daha da güçlendirdiği görülüyor. ABD, kendi ekonomik ve siyasi hegemonyasına rakip olarak gördüğü Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı her tür önlemi almaya çalışıyor. Trump’ın Çin çizgisi, bu bağlamda iki partili Amerikan sisteminin üzerinde ortaklaştığı bir çizgiyi yansıtıyor; zira Biden, Trump zamanında getirilen Çin karşıtı iktisadi yaptırımları gevşetmeye pek niyetli değil. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Washington, Huawei’yi Avrupa’dan nasıl kovdu?

Laurens Cerulus ve Sarah Wheaton
23 Kasım 2022

Huawei Avrupa’dan el çekiyor.

Çinli telekomünikasyon devi, soylu Batılı lobicilerini işten atıyor, Avrupa operasyonlarını daraltıyor ve küresel liderlik hırslarını rafa kaldırıyor.

Şirketin 20’den fazla mevcut ve eski çalışanı ve stratejik danışmanıyla yapılan görüşmelere göre, bunu yapmasının nedenlerinin şirketin ticari potansiyeliyle pek ilgisi yok –Huawei hala en son teknolojiyi rakiplerinden daha düşük maliyetlerle sunabiliyor– ve her şey siyasetle ilgili.

Amerika Birleşik Devletleri tarafından baskı altına alınan ve bir zamanlar en stratejik denizaşırı pazarı olarak gördüğü bir Kıtada giderek daha fazla dışlanan Huawei, Çin pazarına geri dönüyor ve Avrupa’da kalan ilgisini, Batı’da büyük ölçüde güvenlik riski olarak görülen bir şirkete ev sahipliği yapmaya hâlâ istekli olan birkaç ülkeye odaklıyor.

Bir Huawei yetkilisi, “[Huawei] artık küreselleşme dalgasında yüzen bir şirket değil” dedi. “O, artık iç piyasada kıçını kurtaran bir şirket.” Bu makale için görüşülen diğer Huawei çalışanlarının çoğu gibi, yetkili de şirketin sıkıntılarını özgürce anlatmak için kimliğinin gizli kalması koşuluyla konuştu.

Huawei’nin durumu, şirketin kurucusu Ren Zhengfei tarafından Temmuz ayında şirketin Şenzen genel merkezinde yöneticilere yaptığı bir konuşmada özetlendi. Şirketin son üç yılda karşılaştığı üçlü zorluğu ortaya serdi: Washington’ın düşmanlığı; koronavirüs pandemisi kaynaklı aksamalar; Rusya’nın, küresel tedarik zincirlerini alt üst eden ve Avrupa’nın Çin gibi ülkelere aşırı bağımlılık konusundaki endişelerini artıran, Ukrayna’yı işgali.

Ren, kamuya açıklanmayan fakat POLITICO’nun gördüğü konuşmasında, “2019’da karşı karşıya olduğumuz şartlar bugünkülerden farklı” dedi. “Daha parlak bir geleceğimiz olacağını sanmayın.”

“Daha önce tüm insanlığa hizmet etmeye çalışan bir küreselleşme idealimiz vardı” diye ekledi: “Bugün idealimiz ne? Hayatta kalmak!”

‘Küreselci Huawei’nin öldüğü an’

Şirket Batı’da kış uykusuna yatarken, ABD’nin çalışmalarına yönelik saldırısına karşı koymak için sadece birkaç yıl önce işe aldığı üst düzey Batılı yöneticileri kenara atıyor veya kovuyor.

Avrupa’da çalışan bir Huawei yetkilisi, “Batılılar dinliyordu” dedi: “Artık böyle değil… Kimse dinlemiyor.”

Huawei’nin Brüksel ofisi –bir zamanlar şirketin alet çantasında, Avrupa’nın kısıtlamalarına karşı lobi yapması için kilit bir merkezdi– artık genel merkezi Düsseldorf’ta bulunan Avrupa operasyonları içinde tamamen eridi.

Ofis bu yaz, şirkete Ekim 2019’da Avrupa’daki siyasi baskıya karşı tepkinin başlangıcında katılan, eski BBC muhabiri iletişim başkanı Phil Herd’ü kaybetti. Ofis ayrıca yakın zamanda lobicilik ve politikadan sorumlu en az üç kilit personelini daha kaybetti. Brüksel kurumlarının baş temsilcisi (Tony) Jin Yong, şu anda Batı Avrupa’daki idari işlerden sorumlu ve zamanının çoğunu Düsseldorf ofisinde geçiriyor.

Londra’da, Huawei’nin Birleşik Krallık İletişim Direktörü Paul Harrison, ekim ayında görevinden ayrıldı ve diğer yetkililer de aşağı yukarı aynı zamanlarda bıraktı. Harrison, Huawei’ye 2019’da Birleşik Krallık yayıncısı Sky News’teki üst düzey bir editörlük işinden [ayrılarak] katılmıştı.

Yerel Challenges dergisinin haberine göre Paris’te şirketin Pazarlama ve İletişim Direktörü Stéphane Curtelin, eylül ayında görevinden ayrıldı. Ondan önce, Paris ofisi, 2020’de Huawei’ye katılan, kapsamlı idari deneyime sahip kıdemli bir Fransız siber güvenlik yetkilisi İdare ve Güvenlik İşleri Başkanı Vincent de Crayencour’u kaybetti. Şirketin Paris Ofisi Baş Temsilcisi Linda Han da yaz gelmeden görevinden ayrıldı.

Varşova’da, şirketin yerel PR yöneticisi Szymon Solnica eylül ayında Huawei’den ayrıldı. Ayrılışını duyurduğu bir LinkedIn gönderisinde, “Son yıllarda günlük olarak uğraştığım krizler çok büyüktü” diye yazdı.

Resmi röportajlarda konuşan Huawei yetkilileri, ayrılışları normal devirler olarak nitelendirdi. Geçen hafta yapılan resmi bir mülakatta, Huawei Avrupa’nın sözcüsü, “Şirketlerde, sadece Huawei’de değil, her zaman dalgalanmalar olur… Bazı insanlar ayrılıyor ve bazı insanlar geliyor” dedi.

Ancak şirketteki diğerleri, ayrılmaların Eylül 2021’de başlayan radikal bir değişimi yansıttığını özel olarak kabul etti.

İşte bu, Huawei’nin finans müdürü ve Ren’in kızı Meng Wanzhou, banka dolandırıcılığı ve elektronik dolandırıcılık komplosu kurmak suçlamasıyla ABD’ye iade edilmekle karşı karşıya kalmasının ardından Kanada’da yaklaşık üç yıl geçirdikten sonra şirketin Şenzen’deki genel merkezine döndüğünde oldu.

Bir yetkili, “Meng’in uçaktan indiği an, küreselci Huawei’nin öldüğü andı” dedi.

Kurucunun kızı –ve şirketin liderliğinin olası varisi– Meng, Huawei ile Washington arasındaki hukuk ve halkla ilişkiler mücadelesinde kilit bir rol oynamıştı. Kanada’dan döndüğünden beri şirketin genel merkezinde başkan yardımcısı olarak Huawei’nin en üst kademelerine ulaştı ve tepede kurumsal bir değişikliği tetikledi.

Amerikan baskısının en yoğun olduğu dönemde şirketin küresel iletişim departmanını yöneten (Catherine) Chen Lifang, yönetim kurulundan alınarak denetim kurulunda bir role getirildi.

Küresel iletişim departmanı artık Huawei yönetim kurulunda, Avrupa’da Huawei’nin Batı Avrupa bölgesinin eski başkanı, Avrupa’da Vincent Peng olarak bilinen Peng Bo tarafından temsil ediliyor. Peng’in yükselişi, şirketin Avrupa operasyonlarını Şenzen’e yakınlaştırma çabalarının bir parçası.

Avrupa’da halkla ilişkileri düzene sokma gündemi, Hong Kong’da Bloomberg News için çalışan eski bir gazeteci, Guo Aibing tarafından yönetiliyor. Guo, Avrupa’ya paraşütle indirildi ve şirketin Kıta genelindeki lobicilik ve iletişim faaliyetlerinde kesintiler ve güçlendirmeler yapıyor.

Şirket aynı zamanda Avrupa’daki faaliyetlerini de yeniden yapılandırıyor. Şirketin planları, bütün Kıta’yı merkezi Düsseldorf’ta olan tek bir operasyon bölgesinde toplamak.

Huawei şu anda Kıta’yı iki pazara ayırıyor: Düsseldorf’tan yönetilen Batı Avrupa ve Varşova’da bulunan üst düzey bir yönetici ile [yönetilen] Doğu Avrupa Kuzey ülkeleri.

Huawei Avrupa sözcüsü, yeniden yapılanma “tüm Avrupa iş faaliyetlerinde daha fazla sinerji yaratmamıza yardımcı olacak; Avrupa’daki müşterilerimize doğrudan daha fazla değer getirecek” dedi.

Sözcü, genel olarak, şirketin şu anda 12.000 kişi civarında olan personel seviyelerinin “sabit” kalacağını söyledi.

Ren’e göre şirket başka yerlerde de küçülüyor. Bu yazki konuşmasında şirketin kurucusu, “Bazı ülkelerdeki pazarları bırakacağız” dedi. “Örneğin, Beş Göz ülkeleri ve Hindistan’daki pazarlarımızı bırakacağız.”

“Beş Göz” ABD, Britanya, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda arasındaki istihbarat paylaşımı düzenlemesine atıf yapıyor. Beş ülkenin tamamı, güvenlik endişeleri nedeniyle Huawei ve diğer Çinli şirketlerin kritik altyapılarını yasakladı veya yasaklama sürecinde.

Bunun yerine Huawei, küresel 5G’nin büyük bir bölümünü oluşturan ve İsveç’ten Ericsson ile Finlandiya’dan Nokia’nın pazar paylarını korumak için mücadele ettiği kendi iç pazarına odaklanıyor.

Trump etkisi

Huawei’nin stratejik geri çekilmesi, yakın zamana kadar Avrupa’daki varlığını genişletmek ve sürdürmek amacıyla lobicilere ve halkla ilişkiler kampanyalarına milyonlarca avro akıtan bir şirket için dikkate değer.

2010’lı yılların büyük kısmı boyunca Huawei, Avrupa’daki birçok kişi tarafından iktidara sokulan teknoloji firmaları arasında dostane bir yüz olarak görülüyordu. Yaklaşımlarında tuhaf, evet, ama samimi ve –çoğu için– rekabeti artırdığı ve yeni nesil telekom ağlarında fiyat etiketini düşürdüğü için Kıta’nın çıkarlarına faydalı.

Şirket, genellikle bir Huawei telefonu da dahil olmak üzere cömert hediye çantalarıyla ve Brüksel’deki Concert Noble’da Çin yeni yılını kutlayan resepsiyon gibi süslü açık büfeler ve dans performansları içeren göz alıcı mekanlarda gösterişli partileriyle tanındı.

Cafcaflı cümbüşler daha sonra, Çin yapımı telekomünikasyon altyapısının ciddi bir güvenlik ve casusluk riski oluşturduğuna dair endişeler nedeniyle Washington’dan gelen ters siyasi rüzgarlara verilen aşırı tepkinin bir parçası oldu.

Bu karşı rüzgarlar ABD Başkanı Barack Obama döneminde esmeye başladı ama kasırga, kuvvetine Donald Trump’ın seçilmesi ile erişti. 2019’a gelindiğinde şirket, Ren’in kızı Meng’in Kanada’da ABD’nin iade talebinin sonucunu beklediği Amerikan yaptırımları altındaydı.

Trump yönetiminde eski bir dışişleri bakan yardımcısı Keith Krach, Washington’ın nasıl “panik düğmesine bastığını” hatırlıyor.

Avrupalı bakanlara Çin ile olan ilişkilerini sorduklarını anımsıyor. “Ve demişlerdi ki, ‘Şey, önemli bir ticaret ortağı’ ve hepsi bu kadar. Ve daha sonra odanın her iki tarafına baktılar, odada kimse yoktu ve bana fısıldadılar: ‘Ama onlara güvenmiyoruz.”

Firma, jeopolitik fırtınada yön bulmak için Batı dünyasının en iyi operatörlerine altı rakamlı maaşlar teklif etti. POLITICO’nun bu tür teklifler alan birkaç kişiden öğrendiğine göre, Elysée ve Westminster gibi iktidar saraylarıyla doğrudan bağlantıları olan Batılı eski gazeteciler ve politikacılardan oluşan yüksek kalibreli bir ekip oluşturdu.

İlk başta kumar işe yaramış görünüyordu.

Huawei’nin, ABD’nin kendisinin casusluk riskleri oluşturduğu ve Washington’un saldırganlığının ekonomik çıkarlardan kaynaklandığı şeklindeki mesajı, özellikle Almanya gibi Trump’ın kullanışlı bir engel olduğunu kanıtladığı yerlerde ilgi gördü.

Berlin’deki Global Public Policy Institute [Küresel Kamu Politikası Enstitüsü] müdürü Thorsten Benner, “Trump’ın öne sürdüğü dava neredeyse ters etki yarattı” dedi. Huawei ayrıca, duyarlı müşteri hizmetleri ile birlikte ucuz ekipmanın değerini gören büyük telekomünikasyon operatörlerinden de destek aldı.

2020’nin başında Huawei, ABD’nin topyekun yasaklama çağrılarını atlatmış görünüyordu. 28 Ocak’ta, o zamanki İngiltere Başbakanı Boris Johnson, şirkete ülkenin 5G altyapısının bir bölümünü inşa etmesi için yeşil ışık yaktı. Sadece bir gün sonra, Avrupa Birliği, Çinli satıcılara aşırı güvenmekten uzaklaşmak için bir plan sundu, fakat Huawei’nin kendi teknolojisi için pazar erişimini sürdürmesi amacıyla ulusal hükümetlerle lobi yapması için kapıyı açık bıraktı.

Sonra pandemi geldi. Wuhan kaynaklı koronavirüs binlerce kişiyi öldürürken, Trump, Mayıs 2020’de Huawei’ye yarı iletken arzını temelde kesen yeni yaptırımlarla Çin karşıtı yaylım ateşini artırdı.

Temmuz ayına kadar Birleşik Krallık’tan Johnson rotayı tamamen tersine çevirdi ve hükümetin, bu hareketin teknolojinin piyasaya sürülmesini geciktireceğini ve maliyeti yarım milyar sterlin artıracağını tahmin etmesine rağmen, tüm Huawei ekipmanlarının İngiliz 5G ağlarından çıkarılması gerektiğini duyurdu.

2020 ve 2021 boyunca, Fransa, İsveç, Romanya, Baltık ülkeleri, Belçika ve Danimarka dahil olmak üzere Avrupa hükümetleri, ülkenin 5G ağının önemli bölümlerinde Huawei ekipmanlarını yasakladılar veya operatörlerinin orta vadede kendilerini bu ekipmandan vazgeçmelerini zorunlu kıldılar.

Bir zamanlar Avrupa’da Apple ve Samsung’a meydan okuma yolunda olan Huawei’nin akıllı telefon ticareti, bu arada cihazlarını Google’ın sahip olduğu işletim sistemi Android’den ayıran ABD yaptırımları tarafından ezildi.

Putin hesapları değiştirdi

Bu aksilikler acı vericiydi ama hâlâ ölümcül sayılmıyordu. Trump’ın seçimi kaybetmesi ve Avrupa’da pandeminin geri çekilmesi, karşı saldırı için bir fırsat sunuyor gibiydi.

2021’in başında, Huawei’nin Brüksel lobicileri, Avrupa’nın ucuz ve hızlı 5G donanımına açlığının güvenlik endişelerine galip geleceği konusunda hâlâ iyimserdi. Avrupa Parlamentosu’nda görüşlerini ortaya koymak için arka arka sıralanmış toplantıları bile vardı.

Bu toplantılar 24 Şubat’ta, Putin’in Ukrayna’yı bütün gücüyle istilasını başlattığı gün iptal edildi. Avrupa’daki birçokları için, Huawei’ye ilişkin risk-fayda hesaplamaları bir gecede değişmişti.

Geçmiş yıllarda Huawei’nin Avrupa’daki pazar etkisini takip eden telekom uzmanı John Strand, “Gördüğüm en büyük değişiklik, özellikle Almanya’da Rus gazına bağımlı olduğumuzun fark edilmesinden geldi” dedi. “Şu soru akla geliyor: Rus gazına mı yoksa Çin telekom altyapısına mı bağımlı olmak daha kötü?”

Joe Biden döneminde Huawei’ye baskı yalnızca daha da arttı ve Washington’ın uyarıları şimdi daha sempatik bir aracıdan geliyor. Ekim’de Avrupa Komisyonu, 5G ağlarını desteklemek için Huawei teknolojisinin kullanılmasına karşı yeni bir uyarı yayınladı ve Birleşik Krallık hükümeti, Huawei ekipmanlarını İngiliz telekom altyapısından çıkarma gerekliliğini yeniden teyit etti.

Şirketin ıstırabı, lobicilik çabalarının ayaklarını yerden kesmiş ve pazar payını tüketmiştir.

Pandemiden önce şirket, Avrupalı ​​politikacıları, gazetecileri ve iş liderlerini, küresel emellerini sergileyen farklı Avrupai mimari tarzlarına sahip binaların bulunduğu devasa bir kampüs olan Şenzen merkezinde düzenli olarak ağırlıyordu.

Çin’in sıfır COVID siyaseti bunu imkânsız kıldı.

Şirket, dünyanın en büyük telekom endüstrisi etkinliği olan Barselona’daki yıllık Mobil Dünya Kongresi’nde yıllarca en çok harcama yapan şirket oldu. Bu sene, şirketin sahadaki varlığı, göz kamaştırıcı ve astronomik pazarlama bütçeleriyle yeni ürünler piyasaya sürdüğü daha önceki gösterilerin soluk bir taklidiydi.

Fakat belki de bir zamanlar Huawei’yi ana sponsorları arasında sayan Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu kadar yüksekten uçan hiçbir olay geri dönüşün boyutunu gösteremez. 21 Ocak 2020’de, Johnson’ın Trump’a karşı Huawei’nin yanında yer almasından sadece bir hafta önce Ren, Alpler’deki tatil beldesinde sahnedeydi ve “Sapiens” yazarı Yuval Noah Harari ile yapay zekanın geleceğini tartışıyordu.

Ertesi yıl, siyasi iktidar oyuncularının ve finansal devlerin Davos’taki küresel buluşması pandemi yüzünden iptal edildi. 2022 yazında yeniden toplandığında, Huawei üst düzey şefleri gevezeliği kaçırdı. Pekin’in sıfır COVID politikası uyarınca Çin’den ayrılamazlardı.

Bilançoları vuran jeopolitik

Endüstri uzmanları, şirketin aralarında Almanya ve İspanya’nın da bulunduğu bazı büyük ulusal pazarlarda hala sağlam bir paya sahip olduğunu söylüyor.

Strand Consult tarafından 2020 yılında yapılan bir araştırma –Huawei’nin Avrupa’da kapladığı alanın bugüne kadar yapılmış en kapsamlı genel değerlendirmesi– Çinli firmanın Avrupa pazarlarına ne kadar derinden yerleştiğini gösterdi: Strand’in incelediği 31 ülkeden 15’inde, tüm 4G radyo erişim ağı ekipmanlarının (RAN) yarısından fazlası Çinli satıcılardan geldi.

Ancak bu pazarların birçoğunda yetkililer, operatörleri önümüzdeki yıllarda “yüksek riskli satıcıların” –genellikle devlete bağlı Huawei ve Çin ordusu bağlantılı telekom şirketi ZTE olduğu anlaşılır– kullanımını aşamalı olarak kaldırmaya veya en azından önemli ölçüde sınırlamaya zorlayan önlemler aldı.

Tüm bunlar acıtmaya başladı.

5G’yi uygulamaya yönelik erken yarışta Huawei, Avrupa’daki rakiplerini geride bıraktı. Bununla birlikte, butik telekomünikasyon araştırma şirketi Dell’Oro tarafından derlenen ve bir endüstri yetkilisi tarafından POLITICO ile paylaşılan özel rakamlara göre, geçen yılın başlarından itibaren –Avrupalı ​​yetkililer 5G güvenliği konusunda yön değiştirirken– İsveçli Ericsson, Avrupa’daki yeni radyo erişim ağları satışlarındaki pazar payında Huawei’yi geride bıraktı. Radyo erişim ağları, ağ yatırımının en büyük bölümünü oluşturur ve baz istasyonlarını ve antenleri içerir.

2022’nin ikinci çeyreğine ait en son güncelleme, Ericsson’un yüzde 41, Huawei’nin yüzde 28 ve Fin Nokia’nın yüzde 27 olduğunu gösterdi. Buna 3G, 4G ve 5G’de yeni baz istasyonları ve anten satışları da dahildir; bunların bir kısmı operatörlerle devam eden sözleşmelerin bir parçasıdır.

Bilhassa 5G RAN için yön değişimi daha da nettir: Huawei, piyasaya çıkışın başlangıcında pazar lideri olarak ilk baştaki konumunu kaybetti; Dell’Oro’nun tahminine göre şu anda Avrupa’da satışların yüzde 22’sini, Ericsson yüzde 42’sini ve Nokia yüzde 32’sini sağlıyor.

Endüstri uzmanları, Huawei’nin önemli halkla ilişkiler rollerini birleştirme ve rafa kaldırma hamlesinin, oyunda hâlâ pay sahibi olduğu ülkelerde şirkete zarar verebileceğini söylüyor: En önemlileri Almanya, İtalya ve İspanya. Bu büyük Avrupa pazarlarında, hükümetler “yüksek riskli satıcılara” yönelik önlemleri empoze etmekte yavaş kaldılar – ve bunları uygulamada bilhassa yavaş ve yumuşaklardı.

Deutsche Telekom ve Vodafone gibi Avrupa’nın en büyük operatörlerinin de Huawei ile devam eden sözleşmeleri var, yani Çinli firma en azından hâlâ bakım sağlıyor, ağları çalışır durumda tutuyor ve potansiyel olarak hâlâ 5G’nin hizmete sunulmasının bazı kısımlarını destekliyor.

Fakat en azından Almanya’da Olaf Scholz’un yeni hükümeti Çin teknolojisi konusunda daha eleştirel bir tavır aldı. Bu ay –Çin’e karşı şahin bir tutum takınan– Ekonomi Bakanı Robert Habeck Çinli yatırımcıların Alman bir çip fabrikasını satın almasını potansiyel güvenlik tehditleri gerekçesiyle resmi olarak engelledi.

Budapeşte geceleri

Huawei elbette Avrupa’dan tamamen vazgeçmedi.

Şirkete bu yaz Brüksel’de yüz yüze görüşme fırsatı vermeye devam edenlere ağır bir hediye çantası verildi.

Şirketin halkla ilişkiler operasyonundan parlak ciltli kapaklara – “Daha Akıllı Bir Gelecek Seçin: Avrupa’nın bir sonraki dijital politikasına bir katkı” ve “Avrupa’yı Birleştirmenin On Yılı” gibi başlıklarla– ek olarak, çantada Frédéric Pierucci’nin bir anı kitabı da vardı.

Fransız altyapı işleri üreticisi Alstom’da eski bir yönetici olan Pierucci, 2013 yılında FBI tarafından rüşvet suçlamasıyla tutuklanmıştı – tam da Amerikan holdingi General Electric’in Alstom’un nükleer operasyonlarını devralmak için müzakere ettiği sırada.

“Amerikan Tuzağı” başlıklı kitap, yazarının, Washington’ın kendi müttefiklerine karşı yürüttüğü gizli ekonomik savaşında bir rehine olduğunu savunuyor.

Yayıncının özetinde, “Birbiri ardına, dünyanın en büyük şirketlerinden bazıları, ekonomik sabotaj eylemleriyle ABD’nin yararına aktif olarak istikrarsızlaştırılıyor…” deniyor.

Bu, şirket içinde derin bir ilgi uyandıran ve kendilerini liberal süper güçlere kafa tutuyor olarak gören diğer hükümetlerle doğal bir yakınlık oluşturan bir anlatı. Huawei Kıtada dost ararken, Çin ve Rusya ile nasıl ilişki kurulacağı konusunda AB’nin geri kalanına giderek daha fazla karşı çıkan Macaristan, lafını sakınmaz bir müttefik olmaya devam ediyor ve şirket bu ilişkiye yöneliyor.

Bu yıl eylül ayında, Huawei’nin CEE [Orta ve Doğu Avrupa] ve İskandinav bölgesi birimi, şirketin Avrupa’daki en büyük lojistik merkezine ev sahipliği yapan Macaristan’da yıllık İnovasyon Günü etkinliğini düzenledi.

Tuna Nehri kıyısındaki teknoloji girişimcileri, Budapeşte’nin kubbeli Castle Garden Bazaar’ında ısmarlama kahve ve bol miktarda kanepe yerken İngilizce ve Macarca, biraz Çince ve Almanca karışık sohbetler yaptılar.

Konferans salonunun içinde, iki dilli sunucular Norveç’teki yerel somon ırklarını koruma ve Macaristan’daki selleri önleme hakkında mini belgeseller hazırladılar. Küçük işletme yöneticileri, tamamı Huawei 5G ağlarında olmak üzere Avusturya’daki mahsulleri ve Yunanistan’daki olası orman yangınlarını izleyen drone’lara dikkat çektiler.

Macarca simültane tercüme imkanıyla Huawei, Economist Intelligence Unit’e yaptırdığı ve Avrupa’nın 5G kullanımı ve uygulaması konusundaki geri kalmış durumunu yineleyen araştırmayı öne çıkardı. Bu, Huawei’nin altyapısının kaldırılmasının gerçek sonuçları olacağını üstü kapalı bir şekilde hatırlatıyordu.

Fakat şirket, portföyünün daha büyük bir parçası ne olmasını umduğunu da vurguladı: güneş panelleri için invertörler gibi, güvenlik endişeleri uyandırma olasılığı daha düşük olan ürünler.

Şirketin şu anki halkla ilişkiler ve iletişim başkanı Jeff Wang, Kıtada çalışarak geçirdiği 10 yılı andığı, Budapeşte’deki kalabalığa yönelik video konuşmasında, “Huawei kendini yeşil bir Avrupa vizyonuna adamıştır” dedi.

Etkinliğe giden haftalar boyunca Huawei yetkilileri, Başbakan Viktor Orbán’ı konuşturmak için bastırdılar. Bu pek olumlu sonuçlanmasa da Orbán, üst düzey yardımcılarından biri olan Dışişleri ve Ticaret Bakanı Péter Szijjártó’yu bir mesaj iletmesi için gönderdi.

Szijjártó, “Hiçbir yatırımcı şirkete menşe ülkesi nedeniyle ayrımcılık yapmayacağız,” dedi. Budapeşte’nin, “burada, Macaristan’daki Huawei varlığını” engellemeye yönelik “uluslararası baskı”ya karşı sıkı duracağını da ekledi.

Huawei’nin CEE & Nordic bölgesinden sorumlu başkan yardımcısı Radoslaw Kedzia (ve 2015’te Çek Cumhuriyeti’nde şirket içinde CEO statüsüne ulaşan ilk Çinli olmayan kişi), Macaristan’da ısrar etmenin arkasında siyasi bir hesap olmadığını söyledi.

Kedzia, “Gelin bizi şeytanlaştırmayın, tamam mı? Biz de diğer şirketler gibiyiz” dedi.

Eğer yapılan bir iş değerlendirmesi, “Gelecek 10-20 yıllık istikrarlı operasyon beklentisini sunuyorsa, o zaman kaynaklarınızın bir kısmını o ülkede yoğunlaştırmanın iyi olduğunu düşünürsünüz” diye ekledi.

Aynı şekilde Avrupa sözcüsü, Huawei’nin her ülkeyle “aynı şekilde, aynı düzeyde” iletişim kurduğu konusunda ısrar etti. Şirket teknolojiye odaklanıyor ve “siyasi oyunlara dahil olmuyor” dedi.

Bir şey kesin: İş büyük Avrupa oyununa geldiğinde, Huawei kaybetti ve tüm siyasi oyuncularını eve gönderdi.

Dünya Basını

Kimler faşist olabilir? Önce Mussolini’nin İtalya’sına, sonra İsrail’e bakalım

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız metin, faşizmin yalnızca Avrupa’ya özgü tarihsel bir patoloji ya da belirli ideolojik çevrelerle sınırlı bir sapkınlık olmadığını öne sürerek; bu kavramı bir tarihsel dönemle ya da belirli bir coğrafyayla sınırlı, kapanmış bir istisna olarak değil; farklı bağlamlarda, farklı özneler eliyle yeniden üretilebilen, süreğen ve dönüşken bir siyasal form olarak düşünmeye davet ediyor. Yazar, faşizmin yalnızca ezen sınıfların değil, tarihsel olarak ezilmiş, hatta soykırıma uğramış topluluklar içinde dahi, belirli sınıfsal ve siyasal koşullar altında gelişebileceğini ileri sürüyor. Bu tez, Mussolini İtalyası’nda faşizme angaje olmuş Yahudilerden başlayarak, günümüz İsrail’ine uzanan bir süreklilik hattı üzerinden kuruluyor.

Özellikle erken dönem Siyonizm’in Avrupa faşizmleriyle kurduğu ideolojik ve stratejik akrabalıklara dikkat çeken metin, bu akrabalığın bugün İsrail sağında -ve onun diasporadaki uzantılarında- işgal, etnik temizlik ve apartheid pratikleriyle nasıl yeniden vücut bulduğunu ortaya koyuyor.

Metin yalnızca İsrail’in güncel soykırım rejimini değil, bu rejimi mümkün kılan tarihsel süreklilikleri ve ideolojik zeminleri de açığa çıkarıyor. Filistin halkına yöneltilen ve yıllar içinde soykırım karakteri kazanan saldırıların, başka coğrafyalarda “faşizm” olarak adlandırılmakta tereddüt edilmeyen pratiklerle nasıl örtüştüğünü -ve hatta kimi yönleriyle onları aştığını- ifşa etmiş oluyor.

***

Kimler faşist olabilir? Önce Mussolini’nin İtalya’sına, sonra İsrail’e bakalım

Larry Haiven, 30 Mayıs 2025

Çeviren: Leman Meral Ünal

İsrail’in Gazze’de 20 aydır sürdürdüğü katliama ve öncesinde giriştiği “yargı darbesi” teşebbüsüne rağmen, Batı kamuoyunun hayal dünyasında inatla yaşamaya devam eden şu efsane var: Bu yaşananlar gerçek olamaz. Ortadoğu’daki sözümona “tek demokrasi” olan İsrail, nasıl faşizme kayıyor olabilir ki? Nitekim sıklıkla bu sorunun farklı bir türeviyle karşılaşıyoruz: Onca acı çekmiş, Holokost’u yaşamış bir halk olarak Yahudiler –İsrail’le özdeşleştirilerek– nasıl olur da Gazze’deki gibi vahşetlere imza atabilirler? İsrail’in (aslında hiç de hak edilmemiş) “uluslar arasında bir ışık” olduğu yönündeki imajını nasıl bu denli yerle bir edebilirler?

1995 yılında, İtalyan yazar Umberto Eco, Benito Mussolini döneminde büyüme deneyimlerine dayanan bir deneme kaleme almıştı. Eco’ya göre, Nazizm’in aksine, İtalyan faşizmi tutarlı bir ideolojiden ziyade, çelişkilerle doluydu. Ancak o yine de tüm otoriter rejimlerin atası, “ilksel faşizm”in (Ur-Faşizm) kaynağıydı. Eco, Ur-Faşizm’in 14 özelliğini sıralıyordu.

Bugünkü siyasal manzarayı düşünürken, bu özelliklerin en azından bir kısmını anımsamakta fayda var: Gerçek ya da uydurma geleneklere dayanma; modernizmin reddi (Aydınlanma sonrası her şeyin yozlaştığı iddiası); eylem ve şiddet kültü; bireysel kimliğin ulus ya da grubun içinde eritilmesi; muhalefetin ya da karşıt düşüncenin ihanetle eşitlenmesi; yabancı ve göçmen düşmanlığı; kültürel ve ekonomik dönüşüm karşısında hayal kırıklığına uğramış orta sınıfa seslenme; düşman tehditlerinin abartılması; “zayıf” olanlara duyulan küçümseme; kahramanlık ve ölüme, özellikle düşmanın ölümüne duyulan hayranlık; erkeksi güç gösterileri; seçici popülizm ve liderin “ortak irade”nin temsilcisi olduğu fikri; içi boş sloganların kullanımı.

Yakın dönemde Yale Üniversitesi’ndeki görevinden ayrılıp iki meslektaşıyla birlikte Kanada’ya yerleşen filozof Jason Stanley, How Fascism Works [Faşizm Nasıl İşler?] adlı kitabında Eco’nun bu tespitlerinin çoğuna katılmakla birlikte, faşizmin esasen belirli siyasi inançlar bütünü olmaktan ziyade, iktidara ulaşmak için kullanılan bir dizi yöntem olduğunu savunur.

Peki, kimler faşist olabilir? Belki de şöyle sorulmalı: Faşizme karşı bağışıklığı olan, yani ona “yakalanmayacak” ya da teslim olmayacak bir topluluk var mıdır? Mesela Yahudiler? Auschwitz’ten sağ kurtulmuş birinin çocuğu ve Bağımsız Yahudi Sesleri (Independent Jewish Voices – IJV ) adlı oluşumun kurucu üyelerinden biri olarak, bu soruya ayrı bir ilgi duyuyorum.

Yanıtım hep aynı oldu: Yahudiler de diğer tüm halklar gibi, bu konuda herhangi bir istisna oluşturmaz. Faşizm altında acı çekmiş olmak, hiçbir halkı faşizme kapılmaktan bağışık kılmaz.

Bir topluluğun doğuştan belirli davranış özelliklerine sahip olduğu düşüncesi, yani “özcülük”, tüm ırkçılık biçimlerinin temelini oluşturur. Yahudilerin “özünde” “anti-faşist” olduğu düşüncesi de tıpkı diğer olumsuz kalıpyargılar kadar yanlıştır. Yahudiler, ne diğerlerinden daha iyi ne de daha kötüdür; bazılarımız faşist olabilir, bazılarımız anti-faşist, bazılarımız ise kafasını kuma gömebilir –tıpkı diğer tüm halklar gibi. Gerçi İsrail’in Filistinlilere karşı soykırım uyguladığı şu dönemde kafayı kuma gömmek epey zorlaşmış durumda ama…

Gerçeği söylemek gerekirse, faşizmin 1920’ler ve 30’lardaki altın çağında da pek çok Yahudi faşistti.

Burada, en baştan beri antisemit olan Nazi Almanyası’ndan söz etmiyorum. Ancak faşizmin ilk örneği olan İtalya’ya dönecek olursak, işte oradan öğrenilecek bazı dersler var.

1991 yılında, İtalyan-Amerikalı gazeteci ve yazar Alexander Stille, Benevolence and Betrayal: Five Italian Jewish Families Under Fascism [İyilik ve İhanet: Faşizm Altında Beş İtalyan Yahudi Ailesi] adlı kitabını yayımladı. Bu kitap, Yahudi tarihinin bu dönemini ele alan ilk ve nadir akademi dışı çalışmalardan biridir.

1861 yılında birleşik bir ulus haline gelen İtalya, kısa sürede Avrupa’daki pek çok ülkeye kıyasla Yahudilere karşı daha hoşgörülü bir yaklaşım benimsedi. Ülke genelindeki Yahudiler, Giuseppe Garibaldi’nin önderliğindeki Risorgimento (Yeniden Doğuş) hareketine hem maddi destek vermiş hem de bizzat katılmışlardı. Garibaldi’nin hamisi olan ve Yahudilere uzun süredir dostane yaklaşan liberal Savoy hanedanı, birleşik İtalya’nın hükümdarı olmuştu. Stille’in aktardığına göre:

“Birkaç on yıl içinde, İtalyan Yahudileri, başka hiçbir ülkede eşi görülmemiş bir kabul düzeyine ulaştı. Fransa’da Yüzbaşı Dreyfus hakkında şiddetli tartışmalar yaşanırken, İtalyan Yahudiler generallik, bakanlık ve başbakanlık görevlerinde bulunuyordu. 1902 yılına gelindiğinde, kral tarafından atanan 350 senatörün altısı Yahudi idi. Bu sayı 1920’de 19’a yükseldi. Venedikli bir Yahudi olan Luigi Luzzatti 1910’da başbakan oldu. (…) Açıkça görülüyor ki önlerinde hiçbir engel yoktu.”

50 yıl sonra, İtalyan milliyetçiliği faşizme dönüştüğünde, Yahudilerin bir kısmı buna direndi. Ama birçoğu da bu otoriter dönüşümü kendi milliyetçi tutkularının doğal bir uzantısı olarak görerek destekledi. 1922’de Rusya’dan İtalya’ya göç eden Yahudi kökenli bir aileden gelen Stille şöyle diyor:

“İtalyan Yahudilerinin hikâyesini Avrupa’daki diğer Yahudi topluluklarından ayıran şey, Mussolini İtalyası’nda Yahudilerle faşistlerin uzun süreli birlikteliğiydi. İtalyan faşizmi, antisemitik bir yönelime girmeden önce 16 yıl boyunca iktidardaydı. Bu süre zarfında Yahudiler, diğer muhafazakâr İtalyanlar kadar Faşist Parti’ye üye oluyorlardı.”

Hatta Yahudiler, Mussolini’nin, Hitler’in etkisiyle savaş öncesinde çıkardığı “Irk Yasaları”na kadar Faşist Parti’ye kabul dahi ediliyorlardı. Nitekim İtalyan nüfusunun yalnızca yüzde 1’ini oluşturmalarına rağmen, parti içindeki oranları bunun üç katıydı.

Mussolini sonunda onlara düşman olsa da, İtalyan Yahudileri Holokost’ta Avrupa’daki diğer Yahudi topluluklarına oranla daha az kayıp verdi. Irk Yasaları sonrası bile İtalyanlar, Yahudileri Nazi müttefiklerine teslim etmekte görece isteksizdi. Ancak 1943’te Mussolini’nin devrilmesi ve Alman birliklerinin kuzeyi işgal etmesiyle İtalyan Yahudilerine dönük kitlesel sürgün ve katliamlar başladı. Auschwitz’den sağ kurtulan ve Nazi soykırımının (ayrıca İsrail milliyetçiliğinin) en önemli eleştirmenlerinden biri haline gelen partizan Turinli Yahudi Primo Levi’nin kitapları, bu vahşeti tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Yine de İtalyan siyasetinin belirsizliği ve Nazizm’e tam bağlılık konusundaki tereddütler sayesindedir ki, 43,000 İtalyan Yahudisinden yalnızca 7,000’i (yani yüzde 8’i) katledildi – bu oran, Polonya’daki yüzde 90, Macaristan’daki yüzde 61 ve Fransa’daki yüzde 23’e nazaran Avrupa’nın en düşük oranlarından biriydi.

İtalyan faşizminin öne çıkan Yahudi figürlerinden biri de Mussolini’nin 1911–1930 arasındaki sevgilisi ve başdanışmanı Margherita Sarfatti idi. 1925’te Mussolini’nin övgü dolu bir biyografisini yazmıştı. Faşist hiyerarşi içinde yer alan diğer Yahudiler arasında İtalyan korporatizminin teorisyeni Gino Arias, Ferrara Belediye Başkanı Renzo Ravenna ve Trieste Belediye Başkanı Paolo Salem de bulunuyordu.

Stille’in kitabında öne çıkan isimlerden biri de, faşistlerin önde gelen Yahudi destekçisi Ettore Ovazza’ydı. Faşist Parti’yi finanse etmiş ve 1920’deki “Roma’ya Yürüyüş” darbesine katılmıştı. Torino kökenli zengin bir aileden gelen Ovazza, Birinci Dünya Savaşı’nda İtalya için savaşmış, savaş sonrası komünist devrim tehlikesine karşı Mussolini ve Kara Gömlekliler’i desteklemişti. Ne var ki, savaşın sonlarına doğru kendisi ve ailesi SS tarafından infaz edildi. Mussolini’ye duyduğu bağlılık, Il Duce ile tanışmasını anlattığı anılarında açıkça görülmektedir:

“Bizi hafif bir tebessümle nazikçe karşıladı. Sakince masasının başında oturuyordu. Eşikte tereddütle duraksadığımızda içeriye girmemizi işaret etti. İlk kez Duce’nin yüzünü bu kadar yakından görecektim. Yahudilerin anavatana olan sarsılmaz bağlılığını ifade ettiğimde, Ekselansları Mussolini gözümün içine baktı ve kalbime işleyen bir sesle şunları söyledi: ‘Bundan bir an bile kuşku duymadım.’”

Faşist saflarda yer alan Yahudiler kadar, Primo Levi gibi anti-faşist Yahudiler de mücadelede büyük rol oynadı. Bazıları hapse atıldı, komünist fizik profesörü Eugenio Curiel gibi bazıları öldürüldü, doktor ve yazar Carlo Levi gibi bazıları ise Mussolini rejimi tarafından sürgüne gönderildi. Levi, sürgün yıllarını geçirdiği güneyin yoksul kasabasını anlattığı Christ Stopped at Eboli [İsa Eboli’de Durdu] adlı ünlü kitabını yazdı. Yayıncı Angelo Formiggini gibi bazıları ise Modena Katedrali’nin çan kulesinden atlayarak intihar etti.

Evet, Yahudiler de faşist olabilir. Yalnızca İtalya’da değil, İsrail’de de.

1948 öncesi Filistin’deki Yahudi siyasetinde ve sonrasında İsrail’de görülen faşist unsurlar ya da doğrudan faşizmin kendisi yeni bir olgu değildir. Nitekim İsrail’in şu anki başbakanı Benjamin Netanyahu, 1900’lerin başında İtalyan faşizmini benimseyen bir siyasi geleneğin mirasçısıdır. Netanyahu’nun babasının akıl hocası, Vladimir (Ze’ev) Jabotinsk’i İsrailli tarihçi Lenni Brenner’in sözleriyle hatırlatalım:

Jabotinsky’nin ‘Lejyoner’ [Osmanlı’dan Filistin’i almak için İngiliz ordusunda Yahudi birliği kurmayı amaçlayan] militarizmi ve aşırı milliyetçiliğinin, Siyon kampında bir Yahudi faşizmi arayanları cezbetmesi kaçınılmazdı. Liderle ilgili kişisel çekinceleri olsa da, hem kendi tabanından gelen baskılar hem de giderek radikalleşen çizgisinin iç mantığı, Jabotinsky’yi ve Revizyonist Siyonizm’i adım adım İtalyan faşizminin yörüngesine soktu.”

İsrail’in kurucu kadrolarının tamamı, Filistinlilerin etnik temizliğine inanan ve bunu daha kuruluşun ilk günlerinden itibaren fiilen uygulayan milliyetçilerdi. Ancak Jabotinsky, İsrail’in ilk yıllarına damga vuran İşçi Partisi çizgisinin oldukça sağında yer alıyordu. Jabotinsky’nin siyasi takipçileri arasında Netanyahu’nun babası Ben-Zvi Netanyahu ve ve daha sonra Herut (Özgürlük) Partisi’ni kuran terör örgütü Irgun’un lideri Menachem Begin de vardı. Herut, zamanla Likud’a dönüştü.

Sosyal demokrasiyi savunan, daha ihtiyatlı bir diplomasiyle toprak kazanımını gözeten ve bazı Filistinlilerin İsrail yurttaşı olmasına gönülsüz de olsa razı olan İşçi Partisi’nin aksine, Jabotinsky ve mirasçıları çok daha saldırgan, Filistinlilere karşı tahammülsüz ve serbest piyasa yanlısıydı. Canadian Dimension’da daha önce de belirttiğim üzere, özellikle 1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan sonra İsrail sosyolojik açıdan, askeri ve bürokratik olmak üzere iki geniş siyasi elit zümreye ayrılmıştı: Kibbutznikler (çoğunlukla seküler, Aşkenaz, sosyal demokrat ve toprak taleplerinde daha mütevazı) ve mithnachlim (daha çok Mizrahi kökenli, dindar, yer yer faşizan, Filistinlilerin sürülmesinden ve yerleşimlerin hızla artırılmasını savunan bir grup). Demografik değişimlerin ve İsrail’in artan uluslararası yalnızlığının etkisiyle ikinci grup güç kazandı, ilk gruba mensup birçok kişi ise ülkeden ayrılmayı tercih etti.

1950’ler ve 60’ların başında Toronto’da büyürken, ana akım Yahudi örgütlerinde Herut’un gençlik kolu Betar’a “faşist” ve hatta “Nazi” dememiz oldukça normaldi. Betar bugün de, ABD kampüslerindeki Filistin yanlısı öğrencileri Göçmenlik ve Gümrük İdaresi’ne (ICE) ihbar eden kampanyaların başını çekiyor.

1948 yılında Albert Einstein, Hannah Arendt ve aralarında önde gelen 26 Yahudi entelektüelin bulunduğu bir grup, New York Times’a yazdıkları ünlü mektupta Amerikalıları Herut ve lideri Menachem Begin konusunda uyarmıştı. Mektupta Herut’un “faşist devlet doktrinini açıkça savunduğu” belirtiliyor ve şu ifadeye yer veriliyordu: “Terörist partinin gerçek karakteri eylemlerinde ortaya çıkmaktadır; geçmişteki icraatları, gelecekte ne yapabileceği konusunda yeterince fikir vermektedir.”

Bu mektubun üzerinden 29 yıl geçmeden, Begin İsrail başbakanı oldu. Onu yine aynı siyasi çizgiden gelen Yitzhak Shamir izledi.

Bugünkü İsrail Parlamentosu Knesset’te sol neredeyse yok denecek kadar az, buna karşın sağ partiler çoğunluğu oluşturuyor. Aşırı sağ ise iki partiyle temsil ediliyor: Itamar Ben-Gvir’in liderliğini yaptığı Yahudi Gücü ve Bezalel Smotrich’in başında olduğu Dini Siyonist Parti. Bu iki parti, 2022 seçimlerinde kullanılan 4,6 milyon oyun yarım milyonunu alarak Knesset’in en büyük üçüncü grubu haline geldi ve Netanyahu’nun iktidar koalisyonunda kilit rol üstlendi.

Bana inanmıyorsanız Smotrich’in kendi sözlerine kulak verin: “Aşırı sağcı, homofobik, ırkçı, faşist biri olabilirim ama sözüm sözdür.” Menachem Begin bile zamanında kendisini böyle tarif etmeyi aklından geçirmezdi. Asıl çarpıcı olan, Smotrich’in bu sözleri sarf etmesi değil, bunları açıkça söyleyip yine de İsrail’de siyasi kariyerini sürdürebilmesidir.

Ben-Gvir, Yahudi ve Araplar arasında katı ayrım ve diğer Filistinlilerin sürgün edilmesini savunan, Nürnberg benzeri ırk yasalarını destekleyen aşırı milliyetçi haham Meir Kahane’nin takipçisidir. Görüşleri nedeniyle Knesset’ten atılan ve 1990’da ABD’de suikasta uğrayan Kahane’nin hatırasını, Ben-Gvir açıkça sahiplenmektedir. 2021’de Knesset’e seçilene kadar Ben-Gvir’in oturma odasında, 1994’te El-Halil’deki İbrahimi Camii’nde namaz kılan 29 Filistinliyi katleden Baruch Goldstein’ın fotoğrafı asılıydı. Ben-Gvir’in aşırı sağcı görüşleri o kadar radikal bulunuyordu ki, askerlik çağına geldiğinde İsrail Savunma Kuvvetleri onu orduya almayı reddetmişti.

Yine bana değil de, Ben-Gvir’in kendi sözlerine kulak verin:

“Haham Kahane için bir Anma Günü’ne ihtiyacımız var. Birkaç hafta önce [sol görüşlü bir siyasetçi] için saygı duruşunda bulunduk, neden Kahane için de bulunmayalım? Rabin’in Anma Günü var da neden Kahane’nin olmasın?”

2014’te üç Yahudinin 16 yaşındaki Muhammed Ebu Hudayr’ı demir çubukla dövüp, boğazına benzin dökerek diri diri yakması hakkında ise şunları söylüyor:

“Ebu Hudayr’ı öldüren [Yahudi] failin idam edilmesine kesinlikle karşıyım ama Yahudi öldüren [Arap] faillerin öldürülmesinden yanayım. Bir milleti yok etmek isteyen terör ile fikirlerine katılmadığım, büyük bir hata yaptığını düşündüğüm insanların eylemleri arasında kıyas kabul etmeyen bir fark var. Suç işlediler, cezalarını çekmeliler. Ama bu [Yahudilerin Ebu Hudayr’ı öldürmesi] terör değildir.”

Smotrich ve Ben-Gvir, Knesett’in ve siyasi yelpazenin marjında kalmış figürler değiller; biri maliye bakanı, diğeri ise ulusal güvenlik bakanı olarak hükümette kilit pozisyondalar. Belki Netanyahu’nun kırılgan koalisyonu devrilecektir, ancak bu aşırı sağcı partilerin ve temsil ettikleri çizginin İsrail siyasetindeki belirleyici rolü sürecek gibi görünüyor.

Peki İsrail, faşist bir devlet mi? Bu soruya kesin bir yanıt vermeden bile, 60 binden fazla Filistinlinin öldürülmesinin dünya kamuoyu ve Yahudi diasporası nezdinde şiddetli bir tepki doğurması gerekirdi. Ama bir şekilde hem dünyanın büyük kısmı hem biz Yahudiler hâlâ çifte standartlara inanmayı sürdürüyoruz. Başkaları böyle şeyler yapabilir. Ama biz Yahudiler yapamayız.

Oysa yapabiliriz. Ve yapıyoruz da.

Güney Asya’daki deneyimlerinden yola çıkan Hintli denemeci ve romancı Pankaj Mishra, acı çeken halkların zulüm uygulamayacağına dair inancı reddediyor:

“Büyük zulümlerin kurbanlarının ahlaken yüce davranacağı ya da bu acılardan güçlenerek çıkacağına inanacak kadar naif değilim. Hindistan’da Dalitler, ki muhtemelen tarih boyunca zulme uğramış en büyük topluluklardan biri, 2002’de Narendra Modi’nin denetimindeki Gujarat katliamı sırasında üst kastlardaki işkencecileriyle birlikte Müslümanları öldürüp tecavüz ettiler. Orta Doğulu Yahudiler ise, Avrupa kökenli İsrail elitlerinin ırkçı ayrımcılığına maruz kalmışken, şimdi Filistinlilere aynı aşağılamaları yaşatır hale geldi.”

Peki İsrail’deki faşizm yükselişinin ve diaspora Yahudilerinin buna dönük açık desteğinin muhtemel nedenleri neler olabilir?

Bunlardan biri, Ettore Ovazza örneğindeki gibi, yönetici sınıflarına mensup hale gelen Yahudilerin, sınıfsal çıkarlarını koruyacaklarına inandıkları için faşizme yönelmeleri olabilir. Bernardo Bertolucci’nin 1900 filmindeki o ikonik sahneyi hatırlayın: Zengin toprak sahipleri ve kapitalistler yükselen faşist hareketle buluşup soldan gelen tehdidi bertaraf edebilmek için onları görevlendiriyorlardı.

Bir diğer neden hem faşizmin hem de Siyonizmin kökenlerinde, 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başının yaygın Avrupa aşırı milliyetçiliğinin yatması ve bazı Yahudilerin dışlanmaya karşılık dışlayıcılığı tercih etmeleri olabilir. Nasıl ki İtalyan milliyetçiliği kendini tiranlık biçiminde faşizme, Alman milliyetçiliği ise soykırımcı Nazizme dönüştürdüyse, Siyonizm de zamanla aşırılığa kaydı.

Bir başka açıklama, faşizmin sunduğu güvenlik, öngörülebilirlik ve düzen duygusunda yatıyor olabilir -bütün bunlar kişisel özgürlükler ve başkalarına zarar verme pahasına olsa da.

Son olarak, faşizmin cezbedici “kıyametçiliği”ni göz ardı etmemek gerekir: “Bu, yok olmadan önceki son savaşımız” fikrinin, “zaten dünya bize düşman, öyleyse hiçbir şeyden çekinmeyelim” ruh haliyle birleşmesi yani.

İsrailli gazeteci Gideon Levy, Gazze savaşı sonrasında İsrail’in siyasal yönelimi konusunda en ufak bir şüphe taşımıyor:

“Bu savaş, bir faşist devlet kurma savaşıdır. Kahane Devleti İsrail’de olası hale gelmiştir. Bu süreci mümkün kılan ise Netanyahu’nun kriminal omurgasızlığıdır. Sadece neo-Nazi aşırı sağcı partiler değil, en çok da başbakanın kendi partisi Likud, Kahanizm’i iktidara taşıdı.”

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

İran-İsrail savaşı ve Orta Asya

Yayınlanma

Editörün notu: Orta Doğu’da tırmanan İran-İsrail savaşı, Rusya için jeopolitik açıdan hayati önem taşıyan Orta Asya’nın istikrarına yönelik yeni bir tehdit oluşturuyor. Rusya’nın önde gelen düşünce kuruluşu Valday Kulübü’nün program direktörü Timofey Bordaçev’in değerlendirmesine göre bu tehlike iki şekilde ortaya çıkabilir: Birincisi, İran’ın olası bir iç kaosa sürüklenmesiyle bölgenin Rusya ve Çin’e karşı Batı nüfuzuna açık hâle gelmesi. İkincisi ise İsrail’in politikalarının, adalete duyarlı Orta Asya halkları arasında radikalleşmeyi ve aşırılıkçılığı körüklemesi potansiyeli. Orta Asya ülkeleri bu riskleri bölgesel işbirliğiyle yönetmeye çalışsa da Bordaçev, Rusya’nın destekleyici bir komşu olarak kalması gerektiğini ancak bu ülkelerin güvenliğinin nihai sorumluluğunu üstlenmemesi gerektiğini vurguluyor.


Orta Doğu’daki savaş Orta Asya’yı tehdit ediyor

Timofey Bordaçev
Vzglyad

Uluslararası ilişkilere nispeten profesyonel bir gözle bakan herkes, Rusya’nın jeopolitik konumunun en önemli özelliğinin doğal sınırlardan yoksun olması olduğunu bilir. Hatta Kafkasya gibi bu tür engellerin görünüşte var olduğu yerlerde bile, bu sınırlar olmadan yaşama alışkanlığı algımızda belirleyici bir rol oynuyor.

Orta Asya, Rusya ile tamamen bütünleşik bir jeopolitik alan oluşturuyor. Bölgenin barışçıl gelişimine yönelik dış tehditler, otomatik olarak Rusya’nın kendisine yönelik tehditler olarak görülüyor. Bu tür tehditleri önleme çabasında ne kadar ileri gidilebileceğini anlamak, önümüzdeki yıllarda Rus dış politikasının önemli görevlerinden biri.

Şu anda Orta Asya, en yıkıcı güçlerin eylemlerine açık hâle geleceği bir durumla karşı karşıya kalabilir. Bu durum, SSCB’nin dağılmasından sonra yeniden bağımsızlığını kazanmasından bu yana ilk kez yaşanıyor. Orta Asyalı dostlarımız Avrupa’dan oldukça uzaktalar; Avrupa, Suriye, Irak ve Ermenistan için komşuluğu sorun teşkil eden Türkiye de onlara epey uzak. Komşularını cezasız bir şekilde bombalamayı seven İsrail de yakınlarında değil. Tüm Avrasya’da coğrafi açıdan daha şanslı sayılabilecek tek ülke Moğolistan: Araları iyi olan iki ülkeyle, Rusya ve Çin ile komşu.

Son 34 yıldır tek endişe kaynağı Afganistan’dı. Aslında Afganistan’ın kendisinden ziyade, bizzat Orta Asya ülkelerinden gelen dinci aşırılık yanlıları için bir üs olması nedeniyle endişe kaynağıydı. Afganların kendileri ise 19. yüzyılın sonlarından bu yana komşu topraklara pek tecavüz etmedi. Başlıca komşuları olan Rusya ve Çin, aralarındaki bu alanda barış ve huzurun hâkim olmasında hayati bir çıkara sahiptir. Bu durum öncelikle kendi çıkarlarından kaynaklanıyor; zira her iki büyük gücün de nüfusunun önemli bir kısmı Müslüman. Fakat uluslararası ilişkilerde iyi davranışın en güvenilir garantisi de tam olarak bu tür çıkar odaklı mülahazalar.

Ancak bu günlerde Orta Doğu’da yaşananlar neticesinde bu rahat konum biraz daha kötüye gidebilir. İsrail hükümetinin önümüzdeki yıllara yönelik stratejisinin, komşularıyla sürekli savaş hâli yaratarak elitlerin iktidarda kalmasını sağlamaktan ibaret olduğu izlenimi doğuyor. Ekim 2023 olayları bir başlangıç noktası oldu ve şimdi İsrail ile İran arasında doğrudan bir çatışma yaşanıyor.

İsrail elitleri arasındaki pek çok “öfkeli baş”, bir sonraki hedefin bölgede liderlik rolü üstlenmeye çalışan bir diğer iddialı güç olan Türkiye olacağını söylüyor. İsrail’in diğer Arap komşularının da bu durumdan kaçamayacağına şüphe yok; mademki sürekli savaş yolunu seçti, bu yoldan dönmesi için hiçbir neden bulunmuyor. Başka bir deyişle, İsrail’in dış politikası tüm Orta Doğu’yu ve komşularını yavaş yavaş bir askeri çatışma girdabına çekiyor. Üstelik İsrail, ABD’nin kendi çıkarlarına aykırı olmasına rağmen Washington’un desteğini sürekli arkasında hissediyor.

Orta Doğu’nun sürekli bir çatışma alanına dönüşmesi, Avrasya’nın en sakin bölgelerindeki komşuları için bile iyi bir anlam taşımıyor. Bu nedenle Rusya’nın dikkatini ve burada uzun vadeli, hesaplı bir politika oluşturmasını gerektiriyor.

Birincisi, İran’ın şu anda karşılaştığı sorunlar Orta Asya’nın istikrarını ciddi şekilde tehdit edebilir. İsrail ve şimdi de ABD ile doğrudan askeri bir çatışmanın sonuçlarının ne olacağını henüz tahmin edemiyoruz. Şimdilik İran yönetimi durum üzerinde yüksek bir kontrol sergiliyor ve halkı vatanseverliğiyle öne çıkıyor. Ancak en dramatik senaryolar da göz ardı edilemez.

Eğer İran gerçekten de hasımlarının arzuladığı gibi bir iç kaosa sürüklenirse, Orta Asya ciddi tehlikelerle yüzleşecektir. Bunun basit sebebi, İsrail, ABD veya Avrupa için oradaki güvenlik durumunun kendi askeri ya da ekonomik güvenlikleriyle değil, Rusya ve Çin ile olan diplomatik ilişkileriyle ilgili bir mesele olmasıdır.

Orta Asya’yı düşündüğümüzde, coğrafi büyüklüğüne rağmen modern dünyanın çok küçük bir parçası olduğunu unutmamak gerekir. Beş ülkenin toplam nüfusu 90 milyona ulaşmıyor ki bu da İran veya Pakistan gibi ülkelerden daha az. Her birinin nüfusu çok daha fazla olan Vietnam, Bangladeş veya Endonezya gibi modern dünya ekonomisinin “fabrikalarından” bahsetmiyoruz bile.

Diğer bir deyişle, Orta Asya, Rusya ve Çin için önemli olsa da ABD veya Avrupa’nın gözünde, kaynak sağlamaya çalıştıkları dünyanın çok önemsiz bir parçası. Moskova veya Pekin’e zarar verme fırsatı söz konusu olduğunda Washington, Brüksel veya Londra’daki hiç kimse bu bölgeyi korumayacaktır. Ve eğer İran’da siyasi sistem kökten değişir veya ülke bir iç kargaşaya sürüklenirse, toprakları Orta Asya’ya yönelik yabancı nüfuzunun kaynağı hâline gelecektir.

İkincisi, bu bölgedeki iç sorunların nedeni bizzat İsrail’in saldırgan politikası olabilir. Daha somut bir ifadeyle, halkın, hükümetlerinin bu duruma karşı koyamamasından duyduğu hoşnutsuzluktur. Orta Asya cumhuriyetlerinin pek çok sakininin Sovyet geçmişine sahip olduğunu ve Rus kültürüyle bağları bulunduğunu unutmamak gerekir. Bu da onların adaletsizliği, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki Arap ülkelerinin vatandaşlarına göre çok daha keskin bir şekilde algıladıkları anlamına gelir. Bu nedenle, İsrail’in tüm komşularına karşı yürüttüğü savaş politikasının, bize en yakın Doğu parçasındaki Müslümanların kamuoyu üzerindeki potansiyel etkisini küçümsememek gerekir. Bu durum, en azından daha fazla Orta Asya ülkesi vatandaşının aşırılık yanlısı dinci hareketlerin saflarına katılmasına yol açabilir.

Orta Asya ülkeleri, dünya meselelerindeki konumlarını güçlendirmek ve büyük jeopolitikanın “pazarlık kozu” hâline gelmekten korunmak için çok şey yapıyor. Son yıllardaki önemli çalışmalarından biri, iç ve dış politikanın ana hatlarını koordine etmek ve çevre dünyayla diyalog kurmak için liderlerin sürekli bir araya geldiği Orta Asya Beşlisinin oluşturulmasıdır. Rusya bunu her şekilde desteklemektedir.

Ana komşularıyla işbirliğini güçlendiriyorlar ancak Rusya ve Çin’in hasımlarıyla çatışmaktan kaçınıyorlar. Türkiye’nin konumunun zayıflığını ve kaynak yetersizliğini anladıkları için, “Büyük Turan” gibi jeopolitik hayaller kurma girişimlerine karşı temkinli davranıyorlar. Genel olarak, Orta Asya ülkelerinin dış politikası hem esnekliğin hem de Rusya’ya karşı olan yükümlülüklerine bağlılığın bir örneği: Bu konuda ciddi şekilde gücenecek bir durumumuz yok.

Fakat en makul dış politikanın bile Orta Asya’daki dostlarımız için modern dünyada huzurun garantisi olacağından tam olarak emin olamayız. Gördüğümüz gibi bu dünyada artık uluslararası hukuk ve teamüller neredeyse işlemiyor, kaba kuvvete dayalı politika zafer kazanıyor. Bu, Rusya’nın onların kaderi için tam sorumluluk alması gerektiği anlamına gelmez. Bu tür yaklaşımlar daha önce de Rusya’nın kısıtlı kaynaklarının kendi güvenliğimiz ve gelişimimiz için hiçbir fayda sağlamadan harcanmasına yol açtı.

Rusya’nın müttefiklik yükümlülükleri nedeniyle çatışmalara müdahale etme konusunda çok kötü bir deneyimi var: Bu tür örneklerin en trajiği 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı’dır. Ve şimdi Orta Asya’daki komşularımızla, devletlerinin bekasının kendi egemenlik meseleleri olduğunu açıkça konuşmakta fayda var. Ve Rusya bu noktada, komşularının kendi güvenliklerini sağlayabileceklerine inanan bir dost, güvenilir bir komşu ve dikkatli bir gözlemci.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Jerusalem Post: Rusya-Ukrayna savaşının gölgesinde Çin’in Orta Doğu stratejisi

Yayınlanma

İsrail gazetesi Jerusalem Post’ta Çin’in Orta Doğu stratejisini tartışan bir makale yayınlandı: “Rusya-Ukrayna savaşı, Batı’nın dikkatini ve kaynaklarını bağlayarak, Çin’in Orta Doğu’da varlığını genişletmesi için alan açtı.”

***

Mordechai Chaziza
Jerusalem Post, 26 Haziran 2025

Ukrayna’daki savaş, küresel düzeni sarsarak Soğuk Savaş dönemindeki bölünmeleri yeniden canlandırdı ve ülkeleri stratejik ittifaklarını yeniden değerlendirmeye itti.

Avrupa, çatışmanın merkez üssü olsa da, jeopolitik şok dalgaları Orta Doğu’ya da yansıdı ve tarihsel olarak ABD ve Rusya’nın etkisi altında olan bölgede Çin’in önemli bir aktör olarak ortaya çıkışını hızlandırdı.

Çin’in bu değişen küresel düzene verdiği yanıt, yeniden ayarlanan bir stratejiyi ortaya koyuyor: Artık geleneksel müdahale etmeme yaklaşımıyla sınırlı kalmayan Pekin, ekonomik bağlarını derinleştiriyor, stratejik altyapı projelerini ilerletiyor ve kendisini diplomatik bir alternatif olarak konumlandırıyor.

Ukrayna savaşı, Batı’nın dikkatini ve kaynaklarını bağlayarak, Çin’in Orta Doğu’daki varlığını genişletmesi için alan açtı. Çin, artık bu bölgede sadece enerji güvenliği değil, aynı zamanda uzun vadeli nüfuz da arıyor.

Bugün Orta Doğu, stratejik riskten kaçınma ile karakterize ediliyor. Bölgedeki ülkeler tek bir güce sadakat göstermeyi kaçınıyor ve ABD, Çin ve Rusya ile dengeli ilişkiler kurmayı tercih ediyor. Ukrayna krizi, bu dengeleme çabalarına aciliyet katarak enerji, gıda güvenliği ve siyasi istikrarsızlık konusundaki endişeleri yoğunlaştırdı.

Çin’in cazibesi, altyapı, kredi ve siyasi koşullar içermeyen ticaret gibi angajman modelinde yatmaktadır. Yalnızca 2024 yılında, Orta Doğu ülkeleri Çin’den 39 milyar dolarlık yatırım ve inşaat anlaşması imzaladı. Bu anlaşmaların en büyük alıcıları Suudi Arabistan, Irak ve BAE oldu. Bu müdahaleci olmayan yaklaşım, bölgesel öncelikler, egemenlik, ekonomik kalkınma ve çeşitlendirme ile uyumludur.

Önce enerji, ama sadece enerji değil

Çin’in Orta Doğu ile ilişkilerinin kökleri enerji güvenliğine dayanmaktadır. 2023 yılında Çin’in petrol ithalatının %36’sından fazlası Körfez ülkelerinden geldi. Pekin, Rusya’dan petrol ithalatını artırsa da, Katar ve Suudi Arabistan gibi ülkelerle uzun vadeli LNG anlaşmaları imzalayarak aşırı bağımlılıktan kaçındı.

Ancak enerji sadece başlangıç noktasıdır. Enerji, daha geniş bir ekonomik entegrasyonun önünü açmaktadır. Bugün, Çin’in yatırımları yenilenebilir enerji, dijital altyapı ve yapay zekaya da uzanıyor. Bu stratejik çeşitlilik, Çin’i sadece bir enerji tüketicisinden bölgenin merkezi bir kalkınma ortağına dönüştürüyor.

Kuşak ve Yol Girişimi

Kuşak ve Yol Girişimi (BRI), Çin’i Orta Doğu’nun en önemli altyapı ortağı haline getirdi. 2023 yılına kadar, bölge, liman ve demiryollarından akıllı şehirlere ve 5G ağlarına kadar uzanan projelerle küresel Kuşak ve Yol Girişimi inşaat harcamalarının üçte birinden fazlasını oluşturdu. Çin ile bölge arasındaki ticaret hacmi 2019’da 294 milyar dolardan 2022’de 480 milyar dolara yükseldi.

Bu ekonomik yerleşme, tedarik zincirlerini güvence altına almak ve Çin standartlarını ve teknolojilerini bölgenin geleceğine yerleştirmek gibi iki amaca hizmet ediyor. Suudi Arabistan tek başına 2024’te BRI anlaşmalarında 19 milyar dolarlık pay aldı. Bu anlaşmalar arasında Riyad metrosu gibi yüksek profilli projeler de yer alıyor.

Çok kutupluluk ve küresel yönetişim

Ticaretin ötesinde, Çin kendisini çok kutuplu bir dünya düzeninin lideri olarak konumlandırıyor. Orta Doğu, bu vizyonun merkezinde yer alıyor. 2024 yılında Mısır, İran ve BAE BRICS+’ya katılırken, Suudi Arabistan da katılmaya davet edildi. Bu hamleler, Batı merkezli ittifaklardan kopuşu ve alternatif kurumlara yönelmeyi işaret ediyor.

Çin ayrıca Orta Doğu’nun Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılımını teşvik etti ve Küresel Kalkınma ve Küresel Medeniyet Girişimleri gibi yeni çok taraflı çerçeveler oluşturdu. Kuzey-Güney ayrışmasının derinleştiği bir ortamda, Pekin’in “Güney-Güney dayanışması”na verdiği önem Orta Doğu’da yankı buluyor.

Arabulucu mu, fırsatçı mı?

Çin’in Orta Doğu’daki giderek daha fazla dikkat çeken diplomatik faaliyetleri, özellikle uzun süredir bölgede rakip olan ülkeler arasında arabuluculuk rolüyle küresel ilgiyi üzerine çekti. Mart 2023’te Pekin, İran ile Suudi Arabistan arasında diplomatik ilişkilerin yeniden kurulmasını sağlayan tarihi bir anlaşmaya aracılık etti. Bu anlaşma, gerilimin yatışmasına ve bölgesel diyaloğun ilerlemesine katkıda bulundu.

Bunu, Çin’in Hamas ve El Fetih dahil 14 Filistinli grup arasında uzlaşma görüşmelerini kolaylaştırması izledi ve Temmuz 2024’te Filistin’in birliği ve geçici ulusal hükümet planlarına ilişkin Pekin Deklarasyonu ile sonuçlandı.

Bu çabalar, Çin’in geleneksel olarak çekingen diplomatik tutumundan önemli bir sapma anlamına geliyor. Orta Doğu’da genellikle askeri müdahale ve güvenlik taahhütlerine güvenen ABD’nin aksine, Çin riskten kaçınan bir yaklaşımı benimsemiş ve doğrudan müdahale yerine arabuluculuk ve diyalogu tercih etmiştir.

Çin’in arabulucu rolü, yapıcı bir küresel aktör ve Batı yöntemlerine alternatif olarak imajını güçlendirerek önemli sembolik kazanımlar sağlarken, daha derin güvenlik angajmanının getireceği maliyet ve riskleri üstlenmek istememesi nedeniyle etkisi sınırlı kalmaktadır.

Bununla birlikte, Çin’in arabuluculuğunun sembolik önemi büyüktür. Kendisini barış arabulucusu olarak konumlandıran Pekin, yeni diplomatik modeller sunan bir küresel güç olarak kendini gösterir. Bu söylem, Batı liderliğindeki çatışma çözümüne alternatif arayan Küresel Güney’deki birçok ülkede yankı bulur.

Kısıtlamalar ve çelişkiler

Artan nüfuzuna rağmen, Çin’in Orta Doğu’daki etkisi sınırlamalara sahiptir. Pekin, ABD’nin bölgedeki stratejisini belirleyen siyasi veya askeri müdahaleye kendini adamamıştır. Ayrıca, çıkarlarını savunmak için önemli maliyetleri üstlenmeye istekli olduğunu da kanıtlamamıştır.

Gazze’de devam eden savaş sırasında Çin’in İsrail’e yönelik eleştirileri, Washington ile rekabetine paraleldi, ancak olayların seyrini etkilemedi. Bu arada, ABD diplomasisi İsrail ile Hizbullah arasında gerginliğin tırmanmasını önledi ve bölgesel güvenlik konusunda Washington’un şimdilik vazgeçilmez bir güç olduğunu gösterdi.

Dahası, Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından ABD’nin etkisinin yeniden artması, kriz zamanlarında Çin’in yumuşak gücünün kırılganlığını ortaya koydu. Örneğin, Pekin’in İran’a Husi saldırılarını durdurması için baskı yapma konusundaki çekingenliği, retorik ile etki gücü arasındaki uçurumu ortaya çıkardı.

Rusya’nın vekili değil

Rusya-Ukrayna savaşı, Çin’in Orta Doğu stratejisinin bazı yönlerini şekillendirmiş olsa da, bu stratejinin arkasındaki ana güç değildir. Çin’in bölgeyle ilişkileri, çatışmadan önceye dayanır ve enerji kaynaklarını çeşitlendirmek, ekonomik fırsatları genişletmek ve küresel etkisini artırmak gibi uzun vadeli stratejik önceliklere dayanır.

Çin’in yaklaşımı uzun süredir Orta Doğu’nun kilit devletleriyle ikili ilişkiler kurmaya, Kuşak ve Yol Girişimi gibi kurumsal çerçeveler geliştirmeye ve bölgeyi BRICS ve ŞİÖ gibi çok taraflı gruplara entegre etmeye odaklanmıştır.

Ancak Ukrayna’daki savaş, mevcut eğilimleri hızlandırmıştır. Orta Doğu ülkeleri, jeopolitik istikrarsızlık ve Batı politikalarının öngörülemezliğinden korunmak için Çin’in girişimlerine daha açık hale gelmiştir.

Pekin ise enerji arzını güvence altına almak ve ticarette renminbi kullanımını teşvik etmek için çabalarını yoğunlaştırırken, Doğu ile Batı arasındaki ideolojik ayrışmayı da kendi lehine kullanarak kendisini Küresel Güney’in savunucusu olarak konumlandırmaya çalışmaktadır.

Bununla birlikte, Çin’in Orta Doğu stratejisinin temelleri değişmemiştir. Bölgenin karmaşıklığı, istikrarsızlığı ve stratejik önemi, Çin dahil hiçbir gücün bölgeyi tek başına domine edemeyeceği anlamına gelmektedir.

Çin’in etkisi, hegemonya kurmak veya ABD’nin güvenlik liderliğine doğrudan meydan okumaktan ziyade, pragmatik ekonomik angajman ve ihtiyatlı diplomasi ile tanımlanmaya devam ediyor. Rusya-Ukrayna savaşı, değişimin hızını artırarak gölge düşürdü, ancak Çin’in Orta Doğu’daki uzun vadeli emellerinin mimarı değil.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English