Dünya Basını
Sanayi politikası geri mi dönüyor?

Çevirmenin notu: ABD’de Joe Biden dönemi, iktisadi politikalar açısından esasında Donald Trump döneminde yarım kalanların devamını getirmişti. Sadece üsluplar farklılaşmıştı. Çin’in yakaladığı ivme ve yüksek teknolojide kaydettiği ilerleme, ABD’nin yeni bir iktisadi politika benimsemesini de beraberinde getirdi. Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın nisan ayında Brookings Enstitüsü’nde ana hatlarını çizdiği yeni Amerikan manifestosu saldırgan bir görünümdeydi ve tarih bu gibi güç mücadelelerinin savaşsız bitmeyeceğini belli etmişti.
Sanayi politikası geri mi dönüyor?
Anshu Siripurapu, Noah Berman
Council on Foreign Relations
18 Kasım 2022
Kovid-19 salgınının sonuçları ve Çin’in yükselişi, ABD hükümetinin ekonomiyi şekillendirmedeki rolüne dair yeni tartışmaları beraberinde getirdi.
Giriş
ABD, Kovid-19 salgını, küresel tedarik zincirindeki istikrarsızlık, iklim değişikliği ve Çin’in yükselişi başta olmak üzere bir dizi zorlukla yüzleşirken, sanayi politikasının rolü veya stratejik açıdan önemli olduğu düşünülen belirli sektörlere sunulacak devlet teşviki konusunda yeni tartışmalar yaşanıyor.
Sanayi politikasının destekçilerine göre ABD’nin bu yeni politikayı uygulaması, Çin’in devlet güdümlü kalkınmasına karşılık vermek, kritik malzeme ve ürünlerin tedarikini güvence altına almak ve gezegeni koruyabilecek teknolojiler geliştirmek açısından elzem. Sanayi politikasına yalnızca Çin’de değil, Almanya, Japonya ve Güney Kore gibi ülkelerde de başvurulduğuna ve buna tarihsel olarak ABD’de de başvurulduğuna işaret ediyorlar. Sanayi politikasına karşı çıkanlara göre bu, kaçınılmaz olarak serbest piyasayı bozacak ve şirketleri ürün ve hizmetlerinin kalitesine göre değil, yasama organlarına lobi yapma becerilerine göre ödüllendirecek. Başkan Donald Trump, Cumhuriyetçi Parti’nin ticaret ve ekonomi politikası konusundaki geleneksel duruşunu değiştirirken, Başkan Joe Biden CHIPS ve Bilişim Yasası ve Enflasyonu Düşürme Yasası da dahil olmak üzere önemli sanayi politikası mevzuatının kabulüne nezaret etmiş oldu.
Sanayi politikası nedir?
Sanayi politikası genel anlamda hükümetin ulusal güvenlik veya ekonomik rekabet gücü için kritik olarak tanımladığı belirli sektörleri teşvik etme çabalarını ifade ediyor. Roosevelt Enstitüsü’nden Todd Tucker sanayi politikasını şu şekilde tanımlıyor: “Girdi maliyetlerini, çıktı fiyatlarını veya diğer düzenleyici işlemleri değiştirerek kaynakların bir endüstri veya sektörden diğerine kaymasını teşvik eden her hükümet politikasının ifade eder.”
Genellikle buna havacılık, yarı iletkenler ve gemi inşası gibi ağır üretim yapan veya askeri uygulamaları olan sektörler dahil edilir. Politika tedbirleri koruyucu gümrük vergileri veya diğer ticari kısıtlamalar, doğrudan teşvikler veya vergi kredileri, araştırma ve geliştirmeye (Ar-Ge) dönük kamu harcamaları veya kamu alımları (devletin satın aldığı askeri teçhizat gibi mal ve hizmetler) olabilir. CFR’den Edward Alden, “Bu, piyasa sonuçlarının maksimum faydayı sağlayacağını varsaymak yerine, hükümetin tek parmağını teraziye koymasıyla ilgili,” diyor.
ABD’de daha önce nasıl kullanıldı?
Alexander Hamilton, sanayi politikasının ABD’deki ilk büyük savunucusu olarak kabul edilir. Ülkenin ilk hazine bakanı, 1791 tarihli ünlü “İmalat Konulu Rapor”unda, ülkenin yeni gelişen imalat sektörünün gümrük vergileri ve teşviklerin bir kombinasyonu yoluyla desteklenmesini savunmuştu.
Vanderbilt Üniversitesi’nden Ganesh Sitaraman, bu Hamiltoncu geleneğin ABD tarihi boyunca, Henry Clay’in on dokuzuncu yüzyılın başlarında gümrük vergileri, bir merkez bankası ve altyapı geliştirmenin bir kombinasyonu olan “Amerikan Sistemi” vizyonu gibi çeşitli şekillerde ifade edildiğini yazıyor. Sitaraman, Amerikan sanayi politikasının diğer bazı geleneklerini de erken dönem Amerikan liderlerine atfediyor; bunlar arasında belirli sektörlerden ziyade araştırma ve altyapıyı teşvik etmeye odaklanan “Franklinci” gelenek ve antitröst ve diğer düzenlemelerin kullanımı yoluyla rekabetçi bir piyasa yaratmaya odaklanan “Madisoncu” gelenek yer alıyor.
Ancak CFR’den Alden, ABD’nin gelişmiş ekonomiler arasında tarihsel olarak “sanayi politikalarını tutarlı bir şekilde kullanmaktan en çok kaçınan ülke” olduğunu söylüyor. Alden, Washington’un bu politikaları genelde sadece bir dış tehdit algılanması halinde benimsediğini söylüyor.
Uzmanlar, Başkan Franklin D. Roosevelt’in (FDR) 1930’lardaki Yeni Düzen[1] programlarının çoğunu erken örnekler olarak gösteriyor. Bunlar arasında bir dizi sektörde ücretleri ve fiyatları düzenlemeye çalışan Ulusal Kurtarma İdaresi de yer alıyor. Bunu takip eden devasa, devlet güdümlü İkinci Dünya Savaşı seferberliği de uç bir örnekti.
Savaştan sonra ABD’nin sanayi politikası, uzay yarışı da dahil olmak üzere büyük ölçüde Sovyetler Birliği ile rekabete göre şekillendi. Sovyetler Birliği’nin ilk yapay uydu Sputnik’i fırlatmasına karşılık olarak kurulan Pentagon’un Gelişmiş Savunma Araştırma Projeleri Ajansı (DARPA), diğer atılımların yanı sıra modern internetin ve Küresel Konum Sistemi’nin (GPS) önünü açmasıyla biliniyor. Hükümetin yarı iletkenlerde yaptığı büyük alımlar Amerikan endüstrisinin büyümesini teşvik etti. Fakat 1980’lerde yarı iletken endüstrisinde Japonya ile rekabet, ABD’nin düşüşe geçeceği korkularını körükledi. Bu düşüş, Ar-Ge harcamalarını koordine ederek ve ortak standartlar belirleyerek endüstriyi güçlendirmeyi amaçlayan on dört Amerikan şirketinden oluşan hükümet destekli bir konsorsiyum olan Sematech’in kurulmasını beraberinde getirdi.
Daha yakın tarihli örnekler arasında, DARPA’nın Enerji Bakanlığı nezdindeki muadili olarak 2009 yılında yeni enerji teknolojileri geliştirmek üzere kurulan ARPA-Energy yer alıyor. Başkan Barack Obama’nın 2016 yılında başlattığı Manufacturing USA girişimi, gelişmiş üretimi teşvik etmeye odaklanan ondan fazla kamu-özel araştırma enstitüsünün kurulmasına ön ayak oldu.
Peki ya diğer ülkeler?
Almanya, Japonya, Güney Kore ve çoğu Latin Amerika ülkesi de dahil pek çok ülke sanayi politikalarını farklı düzeylerde başarıyla uyguladı.
Sanayi politikası; Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık (İngiltere) da dahil olmak üzere Avrupa’da uzun bir geleneğe sahip. Örneğin iktisatçı Ha-Joon Chang, İngiltere’nin on dördüncü yüzyılın başlarında gümrük vergileri, ihracat kısıtlamaları ve diğer tedbirleri kullanarak yün imalatının gelişimini nasıl teşvik ettiğini ayrıntılı olarak anlatmıştı. Yeniden birleşen Almanya’nın on dokuzuncu yüzyıldaki Şansölyesi Otto von Bismarck, hem tarımı hem de sanayiyi korumak için “demir ve çavdarın evliliği” olarak bilinen gümrük vergilerini uygulamaya koymuştu. Chang, kamu iktisadi teşebbüslerinin pek çok Avrupa ekonomisinde önemli bir rol oynadığını belirtiyor. Fransız hükümeti bugün hala otomobil üreticisi Renault’nun büyük hissedarlarından biri; havacılık devi Airbus ise Boeing gibi Amerikan şirketlerine meydan okumak için İngiliz, Fransız, İspanyol ve Alman hükümetlerinin verdiği ortak çabanın bir sonucu.
1980’lerde, Birleşik Krallık’ta Margaret Thatcher ve diğer liderlerin çelik ve havayolları gibi kamulaştırılmış endüstrileri özelleştirmesiyle, devletin ağır müdahalesine karşı bir dönüş yaşandı. Ancak daha yakın bir zamanda, eski Birleşik Krallık Başbakanı Boris Johnson, ülkeyi 2050 yılına kadar karbon nötr hale getirmeye yardımcı olmak için yenilenebilir enerjilere ve elektrikli araçlara yatırım sözü vererek “yeşil sanayi devrimi” planlarını açıkladı. Bugün Almanya’da araştırma, kamu-özel sektör enstitülerinden oluşan bir ağ tarafından destekleniyor ve üretime bir staj programı eşlik ediyor. Berlin, ayrıca araştırma teşvikleri ve diğer girişimler yoluyla yüksek teknolojili üretimi artırma yönünde bir “Endüstri 4.0” planı geliştirdi.
Avrupa Birliği ise kısa bir süre önce, kıta genelinde araştırmaları koordine etme ve pil üretimini teşvik etmeye yönelik ağ olan Avrupa Pil İttifakı’nı da içeren iklim odaklı bir sanayi politikası benimsedi. Birlik ayrıca küresel yarı iletken pazarındaki payını artırmayı ve kuantum bilişimde öncü olmayı hedefliyor.
Pek çok uzman, sanayi politikasının Asya’da, Japonya ve Güney Kore de dahil olmak üzere bölgedeki ülkelerin İkinci Dünya Savaşı sonrası hızlı iktisadi kalkınmasını ifade eden “Doğu Asya mucizesini” tetiklediğini öne sürüyor. Japon hükümeti, ticaret ve yatırım kısıtlamaları, teşvikler ve diğer politikaların bir kombinasyonunu kullanarak çelik ve yarı iletkenler gibi endüstrilerin gelişimini teşvik etti. 1980’lere gelindiğinde Japonya, ABD’ye rakip bir ekonomik güç merkezine dönüşmüştü. Fakat bazı uzmanlar, sanayi politikasının Japonya’nın ekonomik büyümesi üzerindeki etkilerinin abartıldığını ve girişimcilik ve ülkenin yüksek tasarruf oranı gibi diğer faktörlerin daha büyük rol oynadığını savunuyor. Otuz yıldan fazla süren hızlı büyümenin ardından Japonya, 1990’larda bazılarının kayıp on yıl olarak adlandırdığı bir dönem yaşadı ve o zamandan beri düşük büyüme ve deflasyonla mücadele ediyor.
Ayrıca Güney Kore, 1960’lar ve 1970’lerde çelik, gemi inşası, elektronik ve otomobil üretim sektörlerini geliştirerek ekonomisini hızla modernleştirmeye çalıştı. Bu durum, Güney Kore ekonomisine hâkim olan Samsung ve LG gibi devasa chaebol[2] holdinglerin kurulmasına yol açtı. Seul ayrıca yarı iletken endüstrisini büyük ölçüde teşvik ederek ülkenin dünyanın en büyüklerinden biri haline gelmesine ön ayak oldu. Bu arada Tayvan’da da hükümet, araştırmaları finanse ederek ve ABD’de eğitim görmüş mühendisleri işe alarak yarı iletken endüstrisinin gelişmesinde kayda değer bir rol oynadı. Fakat iktisatçı Arvind Panagariya, Güney Kore ve Tayvan’ın başarısının sanayi politikasından ziyade ticareti benimsemelerinden kaynaklandığını savunuyor.
1949’dan bu yana Komünist Parti liderliğindeki Çin, 19702lerin sonlarında başlayan bazı piyasa odaklı reformlara rağmen uzun süredir devlet güdümlü bir ekonomiye sahip. Son yıllarda Pekin, elektrikli araçlar, gelişmiş demiryolu ve gemi inşası ve yapay zekâ dahil on yüksek teknoloji endüstrisinde küresel hakimiyet elde etme hedefini özetleyen Made in China 2025 stratejisi şeklinde agresif bir sanayi politikası benimsedi; hükümet bu endüstrilerin gelişimine teşvikler yağdırdı.
Latin Amerika’da savaş sonrası dönemde pek çok ülke, tarım ve madencilik gibi sektörlerde düşük katma değerli mallara çok fazla bağımlı olduklarından kaygı hissederek ithal ikameci sanayileşmeyi denedi. Bu yaklaşım, gümrük vergileri ve diğer ticari kısıtlamalar yoluyla mamul mal ithalatını caydırarak yerli sanayileri teşvik etmeyi amaçlıyordu. Uzmanlar, sonuçların karmaşık olduğunu söylüyor: bazı yeni endüstriler ve başarılı şirketler kuruldu ama aynı zamanda yolsuzluk, verimsizlik ve sürdürülemez hükümet bütçelerini de beraberinde getirdi.
Neden tartışmalı?
Sanayi politikasına ilişkin tartışma hararetli zir serbest piyasaların ve hükümetin ekonomideki rolüne ilişkin daha derin ve uzun süredir devam eden bir tartışmanın kalbine iniyor.
Politikayı savunanlar, serbest piyasa bunu yapamayabileceği için hükümetin ekonomiyi ulusal çıkarlar doğrultusunda yapılandırma konusunda hem kabiliyete hem de göreve sahip olduğunu iddia ediyor. Örneğin, düşünce kuruluşu American Compass’ın yönetici direktörü Oren Cass, imalat sanayilerinin istikrarlı, iyi ücretli istihdam gibi geniş toplumsal faydalar sağladığını ve bunların tek bir şirketin karar alma sürecinde hesaba katılmadığını öne sürüyor. Harvard Business School profesörleri Gary Pisano ve Willy Shih, uzun süredir üretimin offshore edilmesinin, üretim bilgi birikiminin kaybolması nedeniyle ABD’nin yenilik yapma kabiliyetini engellediğini savunuyor.
Dahası, bir ülke ulusal güvenlik nedenleriyle tıbbi malzeme veya askeri teçhizat gibi kritik malları yurt içinde üretmesi gerektiğine karar verebilir. Destekçiler ayrıca hükümetin Ar-Ge’yi finanse etmesi gerektiğini, çünkü toplumsal faydaların şirketlerin yatırımının çok ötesine geçtiğini iddia ediyor.
Bilgi Teknolojileri ve İnovasyon Vakfı’ndan Robert D. Atkinson, akılcı bir sanayi politikasının uluslararası alanda rekabet eden, sivil ve askeri uygulamaları olan ve bir kez kaybedildiğinde yeniden canlandırılması zor olan yüksek değerli sanayilere odaklanması gerektiğini söylüyor. Atkinson, buna örnek olarak yarı iletken üretimini gösteriyor.
Politikaya karşı çıkanlar, hükümetin başarılı firmaları belirlemede serbest piyasadan daha kötü olduğunu ve müdahalenin kaçınılmaz olarak, siyasi olarak iyi ilişkilere sahip şirketlerin rakiplerinin zararına fayda sağlayan ahbap çavuş kapitalizmine yol açtığını söylüyor. Cato Enstitüsü’nden Scott Lincicome, 1980’lerde ABD hükümetinin yarı iletken endüstrisini destekleme çabaları da dahil olmak üzere, güvenlik motivasyonlu bir dizi sanayi politikası başarısızlığını belgelemiş ve bunun endüstriye çok az yardımcı olduğunu ve hatta belki de zarar verdiğini ileri sürmüştü. Tekelcilik karşıtı Amerikan Ekonomik Özgürlükler Projesi’nden Matt Stoller gibi sol görüşlü bazı uzmanlar, sanayi politikasının inovasyonu engelleyeceğini ve ulusal güvenliğe zarar vereceğini savunarak şirket gücünün daha da yoğunlaşmasına yol açabileceği uyarısında bulundu.
ABD’deki mevcut tartışma ne üzerine?
Sanayi politikası 1980’lerde ve 1990’larda Washington Konsensüsünün gelişmesiyle gözden düşmüş, ana akım iktisatçılar kalkınmayı devlet işletmelerinin özelleştirilmesi ve serbest ticaretin teşvik edilmesi gibi serbest piyasa politikalarının bir sonucu olarak görmüşlerdi. Ancak, özellikle Çin’in yükselişi, artan ekonomik eşitsizlik, iklim değişikliği tehdidi ve Kovid-19 salgınının ortaya çıkardığı tedarik zinciri kırılganlıkları nedeniyle her iki taraftaki karar alıcılar arasında yeniden ilgi söz konusu.
Demokratlar, FDR dönemi müdahaleciliğini hatırlatan cüretkâr önerileri giderek daha fazla gündeme getiriyorlar. Örneğin, önerilen Yeni Yeşil Mutabakat, temiz enerji, altyapı ve üretime odaklanan geniş, iklim merkezli bir sanayi politikası öngörüyor. Sağda ise Başkan Trump, bilhassa imalat sektöründeki yerlileşmeyi geri getirme hedefiyle uzun süredir devam eden Cumhuriyetçi iktisadi ortodoksiden ayrıldı. İthal çelik ve alüminyum ürünlerine, çamaşır makinelerine ve güneş panellerine gümrük vergileri getirdi; Çin’e karşı agresif adımlar atarak yüz milyarlarca dolar değerinde Çin malına ek gümrük vergileri koydu ve Çin’in Amerikan teknoloji firmalarını satın almasını engelledi. Fakat pek çok uzman, Trump’ın gümrük vergilerini etkisiz olmakla eleştirerek, tüketiciler ve diğer sektörler için büyük bir maliyetle çok az istihdam yarattığını söyledi.
Diğer bazı Cumhuriyetçiler de aynı fikirde. Cumhuriyetçi Florida Senatörü Marco Rubio, Aralık 2019’da yaptığı bir konuşmada Çin ile mücadele ve “onurlu çalışmayı” geri getirmek yönünde yeni bir sanayi politikasını savunarak “Piyasa her zaman en verimli iktisadi sonuca ulaşacaktır ama bazen en verimli sonuç kamu yararıyla çelişir,” demişti. Rubio’nun planı, federal Ar-Ge harcamalarının artırılmasını, havacılık ve demiryolu gibi “stratejik öneme sahip sektörlere” yatırım yapılmasının teşvik edilmesini ve işletmelerin fabrika ve makinelere daha fazla yatırım yapmaya teşvik edilmesini içeriyor.
Cato’dan Lincicome, Çin’deki devlet kapitalizminin başarısının abartılmasına karşı uyarıda bulunarak, Çinli yarı iletken şirketlerin milyarlarca dolarlık teşvike rağmen küresel lider olmayı başaramadığını belirtiyor. Dahası, “ABD, ülkeyi büyük yapan şeylere—yüksek vasıflı göçü artırmak, vergi ve düzenlemeleri azaltmak ve müttefiklerle yeni ticaret anlaşmaları sağlamak— eğilmeli,” diyor. Lincicome ayrıca sanayi politikası savunucularının ABD’nin gerilemesine ilişkin gerçeklerden çok daha kasvetli bir tablo çizdiğini öne sürüyor. İstihdam azalmış olsa da imalat çıktısının değeri son yirmi yılda arttı ve sektörün ekonomideki azalan payı, hizmet endüstrileri genişledikçe diğer gelişmiş ekonomilerdekilerle tutarlı.
Biden ne yaptı?
Başkan Biden, ABD’nin ekonomik rekabet gücünü artırmak adına yüz milyarlarca dolarlık yeni harcama önererek ve “orta sınıfa dönük” bir dış politika sözü vererek “Daha İyisini İnşa Etme” vaadiyle kampanya yürütmüştü. Görevindeki ilk icraatlarından biri, federal hükümetin ABD’li şirketlerden mal ve hizmet satın almasını gerektiren Amerikan Malı Satın Al yasalarını güçlendirmeyi amaçlayan bir kararname oldu. Bir başka kararnameyle de federal hükümetin devasa araç filosunu ABD’de üretilen temiz enerjili modellerle değiştirme sürecini başlatarak yerli elektrikli araç sektörüne potansiyel bir destek sundu.
2022 yılında Kongre ile yapılan müzakereler, önemli sanayi politikası etkileri olan iki büyük yasa tasarısına iki partiden de destek gelmesiyle sonuçlandı. Ağustos ayında kabul edilen CHIPS ve Bilişim Yasası, ileri teknoloji üretiminin Çin’den ABD’ye taşınmasını teşvik etmek amacıyla bilimsel Ar-Ge ve yarı iletken üretimine yaklaşık 280 milyar dolar yönlendirecek. Yasanın kabulünü takip eden haftalarda, yarım düzine yarı iletken üreticisi ABD’deki üretimlerini desteklemek için federal teşviklerden yararlanmayı planladıklarını açıkladı. Yasa kapsamında bütçe alabilmek için şirketlerin Çin, İran, Kuzey Kore ya da Rusya’da belirli türde tesisler inşa etmemeyi taahhüt etmeleri gerekiyor. Biden yönetimi ayrıca, Çin’in gelişmiş bilgi işlem çipleri elde etmesini, süper bilgisayarların bakımını yapmasını ve geliştirmesini ve yarı iletkenler üretmesini kısıtlayan sıkı ihracat kontrolleri getirerek, yeni teknolojiler konusunda Çin’i geride bırakmaya yönelik benzeri görülmemiş bir adım attı. Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi’ndeki Yapay Zekâ Yönetişim Projesi’nin direktörü Gregory Allen, “dönüm noktası” niteliğindeki bu kontrollerin “Çin’in teknoloji endüstrisinin büyük bölümünü aktif biçimde boğmaya—öldürme niyetiyle boğmaya— yönelik yeni bir politikayı yürürlüğe koyduğunu” yazdı.
Yine ağustos ayında kabul edilen Enflasyonu Azaltma Yasası, gelişmiş ulaşım ve teknoloji üretimini ABD’ye geri getirme yönünde 60 milyar dolarlık ilave vergi kredisi, hibe, kredi ve yatırım içeriyor. Yasa, nihai montajı Kuzey Amerika’da yapılan ve bataryaları öncelikle ABD veya ticari müttefiklerinden temin edilen bileşenler ve kritik mineraller içeren elektrikli araçların tüketicileri ve üreticileri için milyarlarca dolarlık yeni teşvikler barındırıyor. 2023’ten sonra, batarya bileşenleri Çin’de üretilen otomobil üreticileri bu teşviklerden yararlanamayacak.
Ancak CFR’den Shannon K. O’Neil, yerli imalatın kısmen ABD’ye geri getirilmesine dönük çabanın esasında tedarik zincirlerini daha az dirençli hale getirebileceği konusunda uyarıda bulundu. O’Neil, bunun yerine, ABD’nin ortak tedarik zincirleri ve stratejik stoklar oluşturmak için Kanada ve Meksika gibi müttefiklerle koordinasyon içinde olması gerektiğini yazdı. Bu işbirliği, gelecekteki krizlere yanıt verilmesine ve üretimin çok az sayıda üreticide verimsiz bir şekilde yoğunlaşmasının önlenmesine olanak sağlayacak. O’Neil, “Eşitsizlikleri azaltmanın ve refah getirmenin yolu dünyayı dışlamak değil. ABD bir ekonomik güç merkezi olarak kalmak, küresel tüketiciler, işletmeler ve endüstriler için Asya, Avrupa ve diğerleriyle rekabet etmek istiyorsa, bunu tek başına yapamaz. Komşularına ihtiyacı var,” diye yazdı.
[1] 1930’lu yıllarda ABD’de Başkan Franklin D. Roosevelt’in ilk döneminde uygulanan ekonomi programı. Programın asıl amacı Büyük Buhran sonrası toparlanmayı kolaylaştırmaktı. İşsizlere ve yoksullara rahatlama, ekonominin normal seyrine dönmesi ve tekrar çöküşü önlemek adına mali sistemin reforme edilmesi amaçlanmıştı. (ç.n.)
[2] Güney Kore’de genelde aile şirketi olarak kurulmuş olan büyük ölçekli firmalar. (ç.n.)
Dünya Basını
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.
James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025
Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.
Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.
Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.
İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.
İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.
Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.
Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.
Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.
Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.
Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.
Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
Dünya Basını
INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.
“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.
Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.
***
İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar
Dr. Raz Zimmt
İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.
Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.
Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.
Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.
İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:
-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;
-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;
-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.
Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.
Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:
-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;
-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;
-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.
Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.
İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.
NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.
Dünya Basını
Amerikalı profesör Stephen Walt: İsrail Hegemon Olamaz

Uluslararası İlişkiler teorilerinde realist yaklaşımın öne çıkan isimlerinden, Harvard Üniversitesi Profesörü Stephen M. Walt, Foreign Policy için kaleme aldığı makalede İsrail’in neden bölgesel hegemon olamayacağını tartışıyor.
İsrail’in İran’a yönelik kapsamlı saldırısı, bölgesel rakiplerinin her birini ortadan kaldırma veya zayıflatma kampanyasının son turudur. Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından, Filistin halkını anlamlı bir siyasi güç olarak yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütmüştür; bu çaba, önde gelen insan hakları kuruluşları ve çok sayıda akademik uzman tarafından soykırım olarak tanımlanmıştır. Hava saldırıları, tuzaklı cep telefonları ve diğer yöntemlerle Lübnan’daki Hizbullah liderliğini yok etmiştir. Yemen’deki Husilere saldırmış ve Esad sonrası Suriye’de silah depolarını yok etmek ve tehlikeli gördüğü güçlerin orada siyasi etki kazanmasını engellemek için bombalamalar gerçekleştirmiştir. İran’a yönelik son saldırılar ise yalnızca bu ülkenin nükleer altyapısına zarar vermeyi ya da onu yok etmeyi değil, daha fazlasını amaçlamaktadır. En azından, İsrail İran’ın nükleer programı üzerindeki müzakereleri sona erdirmek; üst düzey İranlı liderleri, askeri yetkilileri, diplomatları ve bilim insanlarını öldürerek İran’ın karşılık verme kapasitesini felç etmek; mümkünse ABD’yi savaşa daha fazla çekmek istemektedir. En uç noktada ise rejimi çöküşe sürükleyecek kadar zayıflatmayı ummaktadır.
Tüm bu eylemler en azından kısa vadede kısmen başarılı olduğuna göre, artık İsrail’i bölgesel bir hegemon olarak mı düşünmeliyiz? Eğer böyle bir devlet, “belirli bir bölgede tek büyük güç” olarak tanımlanıyorsa ve “başka hiçbir devlet (veya devletler kombinasyonu) tümüyle bir askeri güç sınavında ciddi bir savunma yapamayacaksa”, İsrail bu tanıma uyuyor mu? Eğer öyleyse, komşularının da tıpkı diğer hegemonlarla karşı karşıya kalanların yaptığı gibi hareket etmesi mi beklenmelidir: “Üstün gücünü tanıyıp, hegemonun hayati çıkarları konusunda ona boyun eğmek”?
İlk bakışta, bu olasılık gerçek dışı görünüyor. Nüfusu 10 milyondan az olan (ve bunların sadece %75’i Yahudi olan) bir ülke, birkaç yüz milyon çoğunluğu Müslüman Arap ve 90 milyondan fazla Pers’in yaşadığı geniş bir bölgeyi nasıl egemenliği altına alabilir?
Ancak, İsrail’in komşularına kıyasla birçok avantajı olduğunu düşündüğümüzde bu fikir daha makul hale geliyor. Vatandaşları daha iyi eğitimli, son derece vatansever ve genellikle Arap muadillerinden daha etkili liderler tarafından yönetilmiştir. Zengin ve siyasi olarak etkili bir diasporadan cömert ve tutarlı destek alır, geçmişte ise Büyük Britanya ve Fransa gibi büyük güçlerden paha biçilmez yardımlar görmüştür. Çoğu Arap rakibi iç bölünmeler, isyanlar veya darbelerle karşı karşıya kalmış ve Araplar arası rekabetle bölünmüştür.
Ayrıca modern askeri gücün artık sayısal üstünlükten çok teknolojik hakimiyet, eğitim ve yetkin komuta becerilerine dayandığı için, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) daima karşı karşıya kaldığı güçlerden çok daha yetenekli olmuştur. Savaşlar giderek daha pahalı ve sofistike silahlara bağımlı hale geldikçe bu avantaj daha da artmıştır. Hizbullah ve Hamas zamanla daha yetenekli hale gelmiş olsa da, hiçbiri İsrail’in varlığını tehdit edememiş veya İsrail’in onlara verebileceği zararla boy ölçüşememiştir. İsrail’in geniş nükleer silah cephanesi ve övülen istihbarat yetenekleri, konumunu daha da sağlamlaştırmıştır.
En önemlisi, İsrail Amerika Birleşik Devletleri’nden büyük ve büyük ölçüde koşulsuz destek almaktadır. ABD hükümeti ne yaparsa yapsın İsrail’i desteklemekte ve İsrail’in “niteliksel askeri üstünlüğünü” sürdürme konusunda resmen taahhütte bulunmuştur. Bu yardım olmasaydı, yaklaşık 10 milyon İsrailli kendi topraklarını savunabilir—nükleer silahları olduğunu unutmayın—ama çevre bölgeye hükmetme şansları pek olmazdı.
Tüm bunlar göz önüne alındığında, İsrail’in daha geniş Orta Doğu’yu egemenliği altına alma fikri o kadar da saçma değildir. Ancak İsrail’i gerçek bir bölgesel hegemon olarak görmek bir hata olur.
Birincisi, bölgesel bir hegemon, komşularına kıyasla o kadar güçlüdür ki artık onlardan ciddi bir güvenlik tehdidiyle karşılaşmaz ve yakın zamanda gerçek bir rakibin ortaya çıkacağı konusunda endişelenmesine gerek yoktur. Bu, ABD’nin 20. yüzyılın başında ulaştığı konumdu: Diğer büyük güçler Batı Yarımküre’den çekilmişti ve bölgede hiçbir ülke veya ülke kombinasyonu, Amerika’nın ekonomik gücü ve askeri potansiyelini yakalayamazdı. Küba füze krizi hariç—ki bu da dış bir gücün (Sovyetler Birliği) yarımküreye nükleer başlıklı füzeler göndermesiyle olmuştu—ABD 19. yüzyıl sonundan bu yana yarımküre içinden ciddi bir askeri tehdit yaşamamıştır. Bu ayrıcalıklı konum, Washington’un dış ve savunma politikalarını Avrasya’ya odaklamasını sağlamıştır; amacı başka hiçbir gücün stratejik önemi olan bir bölgede benzer bir konuma gelmesini engellemekti.
Bugün İsrail bu standardı karşılamıyor. Örneğin Husiler hâlâ meydan okuyor ve IDF, Gazze’de büyük bir yıkım gerçekleştirmesine rağmen hâlâ orada bataklığa saplanmış durumda. İsrail, Hizbullah ve Hamas’ı ciddi şekilde zayıflatmıştır ama bunlar devlet dışı aktörlerdi ve hiçbiri İsrail’in varlığına yönelik varoluşsal bir tehdit oluşturmamıştı. Bugün hiçbir Arap devleti ya da koalisyonu İsrail’e denk değil, ancak hem Türkiye hem de İran önemli askeri güçlere ve çok daha büyük nüfuslara sahip; tümüyle bir savaş durumunda kaybetseler bile inandırıcı bir savunma yapabilirler. Bu da İsrail’in onları hesap dışı bırakamayacağı ya da bu devletlerin ona boyun eğeceğini varsayamayacağı anlamına gelir. İran’ın süregelen direnişi bunu açıkça göstermektedir: Son saldırılara karşılık olarak verdiği yanıt maruz kaldığı zarardan az olsa da hiç de önemsiz değildir ve çatışma sona ermemiştir. Tahran’ın, bu son karşılaşmayı kaybetse bile, gönüllü olarak çıkarlarını İsrail’e tabi kılacağına dair hiçbir işaret yoktur. Bu tek başına bile İsrail’in bölgesel hegemon olmadığını gösterir.
Ayrıca, son saldırıların tüm gerekçesi İran’ın bir gün nükleer silah edinme ihtimaliydi. Risk, İran’ın İsrail’e nükleer saldırı düzenlemesi değildi—bu intihar olurdu—ama bir İran bombası, İsrail’in bölgede cezasız güç kullanma kapasitesini sınırlardı. İsrailli liderlerin bu ihtimali—daha temkinli hareket etmeye mecbur kalma ihtimalini—bir tehdit olarak görmesi, ABD’nin uzun süredir sahip olduğu türden “serbest güvenlik”ten yoksun olduklarını gösterir.
İsrail’in son savaş alanı başarıları, İsrail’in kontrol ettiği topraklarda nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan Filistinliler sorununu da çözmüş değildir. Üstün askeri ve istihbarat kapasitesi, Hamas’ın 2023 Ekim’inde yüzlerce İsrailliyi öldürmesini engelleyememiştir ve buna karşılık İsrail’in 55.000’den fazla Filistinliyi öldürmesi, bu çatışmaya siyasi bir çözüm getirmeye de yardımcı olmamıştır. Aksine, İsrail’in küresel imajını ciddi şekilde zedelemiş ve uzun süredir müttefik olan çevrelerde bile desteği zayıflatmıştır.
En önemlisi, İsrail hâlâ Amerikan desteğine kritik ölçüde bağımlıdır; komşularına saldırmak için ihtiyaç duyduğu uçakların, bombaların ve füzelerin çoğunu ABD sağlar ve sürekli diplomatik koruma sunar. Gerçek bir bölgesel hegemon, komşularına hükmetmek için başkalarına güvenmek zorunda kalmaz ama İsrail kalıyor. ABD desteği onlarca yıldır sarsılmazdı; bunun sebebi güçlü bir yerli çıkar grubunun etkisidir, ancak bu ilişki son yıllarda bazı gerilim işaretleri göstermiştir ve Amerika’nın küresel güç konumu gerilerken sürdürülmesi daha zor hale gelecektir. Eğer bu son çatışma ABD’yi içine çekerse, Trump’ın barışı koruyacağını düşünen MAGA yanlıları da dahil olmak üzere daha fazla Amerikalı, bu “özel ilişki” için ödenen bedelin ne kadar ağır olduğunu fark edecektir.
Son olarak, kalıcı bölgesel hegemonya, komşu ülkelerin hegemonun baskın konumunu kabul etmesini (ve bazı durumlarda memnuniyetle karşılamasını) gerektirir. Aksi takdirde hegemon, sürekli olarak yeni bir muhalefet doğmasından endişe eder ve bunu önlemek için sürekli eylemlerde bulunmak zorunda kalır. Ayrıcalıklı konumunu başkalarına kabul ettirebilmek için kalıcı bir hegemon, belirli bir hoşgörüyle hareket etmelidir; eski ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in Latin Amerika’ya karşı “iyi komşuluk” politikasını benimsemesi gibi. Napolyon Fransası, Nazi Almanyası veya İmparatorluk Japonya’sı gibi hegemonyaya aday ülkelerin bir süreliğine baskın konum elde ettiklerini ama bu kazanımları pekiştiremediklerini ve sonunda daha güçlü karşı koalisyonlara yenik düştüklerini hatırlamak gerekir.
Komşulara karşı hoşgörüyle davranmak İsrail’in güçlü yönlerinden biri olmamıştır ve ülkedeki sağcı güçlerin ve dini aşırılık yanlılarının artan etkisi bunu daha da olanaksız kılmaktadır. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde, İsrail’in bölgesel hegemon olmaktan çok uzak olduğu açıktır. Liderlerinin bu statüyü elde etmeyi istememesi için hiçbir neden yoktur—kim istemez ki—ama bu konum onlara daima ulaşılmaz kalacaktır. Ve bu da İsrail devletinin uzun vadeli güvenliğinin, komşularıyla, özellikle de Filistinlilerle kalıcı bir siyasi anlaşma yapmasına bağlı olduğunu gösteren bir başka hatırlatmadır. Kalıcı güvenliğin yalnızca güçle değil, esasen siyasetle sağlandığını bir kez daha hatırlatır.
-
Görüş6 gün önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Asya2 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Ortadoğu5 gün önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi1 hafta önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Dünya Basını2 hafta önce
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat
-
Görüş2 hafta önce
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında
-
Avrupa5 gün önce
Merz: İsrail hepimizin kirli işlerini yapıyor