Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

ABD kuşatmasına karşı Duma Başkanı Volodin’in parlamenter diplomasisi

Yayınlanma

12 -13 Aralık 2022’de Rus parlamento heyeti Ankara’ya resmi ziyaretleri sırasında, Anıtkabir’de Atatürk’e saygı duruşunda bulundu ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden (TBMM) meslektaşlarıyla görüşmeler yaptı. Ziyaretin sonunda, heyetin lideri ve Devlet Duması (Rus parlamentosu) başkanı Vyacheslav Volodin, Türk mevkidaşı TBMM başkanı Mustafa Şentop ile ortak açıklama yaptı ve daha sonra Türkiye Cumhurbaşkanı Recep  Tayyip Erdoğan ile bir araya geldi.

Yunanistan, Kıbrıs ve Kuzey Suriye ile yaşanan gerginliklerin ortasında, bu trans-Avrasya gezisi Türk medyasında pek de yer bulmadı — ama aslında bu sansasyonel bir gelişmeydi. Rusya’nın kritik güvenli bölgelerini korumak için askeri bir operasyon başlattığı 24 Şubat 2022’den sonra — son 25 yıl boyunca Yugoslavya, Afganistan, Irak, Suriye ve Libya’yı yeryüzünden silen ülke tarafından ‘yasadışı saldırganlık’ olarak nitelendirilen olay — ABD, Batı merkezli düzene uymamaya ve kendi oyununu oynamaya cesaret eden tek dünya aktörünü çaresizce kuşatmaya ve izole etmeye çalışıyor.

Türk okurlarım bu durumu 1910’ların sonlarında yaşananlara benzetebilir, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın hatasını takiben, Batı’nın, Türkleri dünya siyasi sisteminden alaycı bir şekilde dışladığı ve onları Batılı kuklalardan oluşan güvenlik kordonu ile kuşatmaya çalıştığı dönem. Nihai amaç, bağımsız politikası stratejik Doğu Akdeniz bölgesi üzerindeki Batı hakimiyetine bir tehdit oluşturduğu için bu eski ülkeyi dağıtmaktı. Aksine, yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni tanıyan ve ona askeri yardımda bulunan ilk yabancı ortak o zamanki Sovyet Rusya’ydı.

Aynı şekilde — yüz yıl sonraki hikayemize dönecek olursak — Şubat 2022’deki depremden bu yana Batı, Rus yetkililerin birçok dış temasını kesti. Ancak ‘toplumlar arası diplomasi’ diye bir terim vardır: Ulus tarafından seçilmiş parlamento üyeleri veya temsilcilerinin, ülke dışındaki eski veya yeni müttefiklerle köprü kurması anlamına gelir.

Ve Duma başkanı, Vyacheslav Volodin, Rus çıkarlarını desteklemek için bu özel yolu kullanıyor. Yaklaşık 750  bin abonesi olan telegram kanalında ABD’ye ‘Sodom İmparatorluğu’ diyen ve Okhotny Ryad’da (Devlet Duması’nda bir yer) Batılı ultra liberal değerlere karşı savaşan 58 yaşındaki bu adam kimdir diye sorabilirsiniz.

1990’larda, Rus demokrasisinin ilk zamanlarında, Bay Volodin siyasi merdivenin tüm basamaklarını tırmandı: Saratov ilindeki belediye meclisi üyeliğinden Rusya Parlamentosu üyeliğine. Ve şimdi, onlarca yıl sonra, 450 vekilinden birini Devlet Duması başkanına dönüştürmeyi başardı. Ben de dahil olmak üzere her siyasi gözlemci için akla gelen soru şu olacaktır: Nasıl? Bunun muhtemel sebeplerinden biri Volodin’in Rusya lideri Vladimir Putin’e olan tartışılmaz sadakati. Peki ya diğerleri?

Ekim 2019’u hatırlıyorum: Bir gazeteci olarak, Volodin liderliğindeki Rus parlamento heyetinin benzer bir resmi Türkiye ziyaretine eşlik etmiştim. Moskova’dan İstanbul’a IL-96 uçağında uçarken, kendimizi Amerika’yı tehdit eden Soğuk Savaş pilotları olarak hayal etmiştik. Gerçekten de dört motoruyla, bu Rus yapımı geniş gövdeli  hava devi başka bir yarımküreye ulaşabilir; bu kadar çok sayıda motor daha güvenilirdir, ancak yüksek yakıt tüketimine sahiptir. ABD ve AB yapımı iki jetli Boeing veya Airbus‘a karşı daha az etkilidir. Bu nedenle bazı Rus uzmanlar ulusal uçakların geliştirilmesini durdurmayı önerdi — çünkü petrolümüzü ve gazımızı her zaman Batılı teknik mucizelerle değiştirebilecektik.

O tarihte, üç yıldan uzun bir süre önce İstanbul’da, parlamentolar arası bir güvenlik konferansının gerçekleşmesi gerekiyordu. ‘Gerekiyordu’ diyorum, çünkü Rusya, Türkiye, Pakistan, Çin ve Afganistan’dan gelen vekillerin yanı sıra, başlıca bölgesel güç olan İran’dan gelen heyet de ziyaretini son anda iptal etmişti. Belki de Türkiye o dönem Kuzey Suriye’deki askeri operasyonunu yeni başlattığı için olabilir: Tahran’ın kesinlikle karşı çıktığı bir eylem. Bu nedenle, ABD liderliğindeki NATO’ya bölgesel bir alternatif olabilecek bir güvenlik platformu kurma niyeti iyiydi, ancak hedeflenen tam anlamıyla gerçekleşmedi.

Bazı değişikliklere rağmen, Volodin’in gezisinin ve diğerlerinin programı son derece sıkışıktı. Planımızda şehir turu yoktu, sadece çalışma grupları ve yerel yetkililerle toplantılar yapıldı. Şaşırtıcı ama Moskova’da yokluğumuz 24 saatten az sürdü.

Zaman geçtikçe bazı metaforlar gerçek olur. 23 Şubat 2022’de — Ukrayna üzerindeki Rus operasyonunun başlamasından sadece bir gün önce — IL-96 uçağımız başka bir yarım küredeki bir ada olan Küba’ya ulaştı. Moskova’nın eski müttefikine karşı Batı ekseninde yapılan parlamento ziyaretiyle, Devlet Duması’nın uçağı, Amerikan arka bahçesinde uçak gemisi olarak Küba’yı kullandığında, Sovyetler Birliği’nin en iyi günlerinin politikasını yansıttı.

Ertesi gün 24 Şubat geldi. Düzinelerce Batı ülkesi hemen muazzam bir Rusya karşıtı kampanya başlattı. Haber bültenlerine bakarken heyetimizin bazı üyeleri endişeye kapıldı. Ancak Volodin’in şüphesi yoktu: rotamıza devam etti ve iki saat sonra bir başka eski Sovyet müttefiki olan Orta Amerika eyaleti Nikaragua’ya indik. Ulusal parlamentoda Volodin, Rus eylemlerinin nedenlerini açıklayan- örneğin Ukrayna anlaşmazlığının asıl ilham kaynağının yıllardır Ukrayna’ya silah sağlayan Washington olması- güçlü bir konuşma yaptı ve tüm Orta Amerika onu dinliyordu.

Bu anlatıyı sorgulayabilirsiniz, ancak Beyaz Saray’ın ‘demokrasiye yönelik bir tehdit’ olarak ilan ettiği herkese saldırması muhtemel olan ABD nezdinde böyle bir manevra yapmanın cesurca olduğu konusunda hemfikir olacağımızı düşünüyorum.

Bu küresel savaşın olduğu zaman diliminde, başka bir şey hatırlıyorum: Barış. Bir parlamento muhabiri olarak, Volodin’in Devlet Duması’nın bir sonraki adımlarını açıklamak için üst düzey medya gazetecileriyle gayri resmi görüşmelerini yürüttüğü brifing odasındayım. Kurallara göre, tüm elektronik cihazlar yasak, bu nedenle sadece hafızama ve elimle yazdığım notlarıma güvenmek zorundayım — bu klasik Rus edebiyatı zamanlarını hatırlatıyor. Ancak böyle kayıt dışı bir ortam hepimizin daha açık konuşmasını sağlar.

Volodin, ‘Mimarlıkta yetenekliyim. İki gecede, bir huzurevi projesi tasarladım ve sonra hayırseverlerin parası ile inşa edildi’ diyor. Halka açık yerlerde hayırseverliği hakkında konuşma taraftarı değil: yetenekli çocuklar için okullar veya Rus oblastlarının yoksul bölgelerinde inşa ettiği sanatoryumlar.

Ve şimdi, Aralık 2022’nin ortalarında, parlamento heyetimiz Türkiye’yi yeniden ziyaret etti. Erdoğan ile Volodin arasındaki Ankara görüşmesiyle ilgili resmî açıklama kısa ve özdü: Volodin, Türk cumhurbaşkanına Rusya lideri Vladimir Putin’in ‘hoş geldin’ mesajını iletti. Bunun anlamı neydi? Tahminden öteye gidemeyiz. Bununla birlikte, Moskova’nın Batı’ya karşı alternatif bir Doğu İttifakı kurduğu açıktır — ve Volodin’in parlamenter diplomasisi bu politikanın sınırında yer alıyor.

GÖRÜŞ

Modi’nin Moskova ziyareti: İkili ilişkilerden çok, küresel belirsizliğe hazırlık

Yayınlanma

Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin 8 Temmuz’da Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile ikili zirve için Moskova’ya bir ziyaret gerçekleştirmesi bekleniyor. Martta beşinci dönemine başlayan Putin’in ardından haziranda üçüncü dönem hükümetini kuran Modi’nin ilk ikili dış ziyareti. Ayrıca Rusya-Ukrayna savaşının başlamasından bu yana Rusya’ya yapacağı ilk ziyaret. Her iki ülke de küresel belirsizliğin ortasında yeni ortaklıklar ararken Modi’nin gezisi iki ülke arasındaki güçlü bağların yeniden teyididir. Aynı zamanda Hindistan’ın bağlarını “dengelemeye” devam etme niyetinde olduğunun bir işareti. Dolayısıyla iki ülke arasındaki zayıflayan siyasi bağlar üzerine bazı kaygıları ortadan kaldırmakta önemli bir yol kat edeceği, daha açık bir biçimde Rusya’nın ilişkilerde “sapma” kaygılarını gidereceği beklentisi ile ayrıca önem kazanıyor. Ve Batı’nın Putin’i dışlanmış olarak gösterme çabalarını zayıflatması anlamında da önemli görülebilir.

Şanghay İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ) Kazakistan’daki zirvesini atlayan Modi’nin bu ziyareti aynı zamanda son iki döneminde seçimlerden sonra ilk dış seyahatlerinde mahalleye odaklandığı geçmiş gelenekten önemli bir sapma anlamına da geliyor. 2014’te ilk ikili dış ziyaretini Himalayalar’da Bhutan ve Nepal ve 2019’da Hint Okyanusu’nda Maldivler ve Sri Lanka’ya yapmayı seçen Modi, son on yılda Rusya’yı beş kez ziyaret etti ancak 2019’dan bu yana Moskova’ya ikili bir gezi yapmadı. Moskova’ya ilk ziyareti BRICS zirvesi için Haziran 2015’te, son ziyareti ise Eylül 2019’da Vladivostok’ta düzenlenen Doğu Ekonomik Forumu içindi.

Hindistan, Rusya’nın Şubat 2022’de Ukrayna müdahalesini “işgal” olarak nitelendirmedi ancak genel olarak barışçıl bir çözüm ve anlaşmazlıklarda sivillerin korunması çağrısında bulundu. Modi, İsviçre’de Ukrayna savaşı ile ilgili düzenlenen küresel barış zirvesine katılmadı ve Dışişleri Bakanlığı’ndan üst düzey bir yetkili tarafından temsil edildi. Rusya’nın davet edilmediği zirvenin ardından yayınlanan ortak bildiriye mesafeli yaklaşan Hindistan çatışmanın her iki tarafı olan Rusya ve Ukrayna’nın masada olması gerektiğini vurguladı.

Ukrayna savaşı, daha önce durgun olan Hindistan-Rusya ticaretinde önemli bir artışa yol açtı. Son iki yılda iki ülke arasındaki ticaret neredeyse üç katına çıkarak yaklaşık 66 milyar dolara ulaştı. Bu artışın başlıca nedeni Hindistan’ın büyük miktarlarda, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından Batı tarafından yaptırım uygulanan Rus ham petrolü satın almasıdır. Hükümet verilerine göre Hindistan’ın Rusya’dan ham petrol ithalatı 2022’de 2 milyar dolar iken 2024’te 46,5 milyar dolara yükseldi. İronik bir şekilde, Batı’nın Rus petrolüne uyguladığı yaptırımların tetiklediği bir petrol krizi sırasında Hindistan, Rusya’dan aynı petrolün ithalatını indirimli olarak artırdı ve bu da onu Hindistan’ın en büyük petrol ihracatçılarından biri yaptı.

Göreve başlamasından sonraki bir hafta içinde Modi, Küresel Güney’den büyük uluslar ile bir sosyal yardım oturumuna katılmak üzere G-7 zirvesi için İtalya’ya gitti. Ancak ŞİÖ zirvesine katılmadı; Hindistan’ı Dışişleri Bakanı Jaishankar temsil etti. Bu, Batı’ya Delhi’nin Batı ile bağlarını geliştirmeye devam edeceği yönünde bir işaret. Grubun Batı karşıtı yönelimi, Modi’nin dış politikasındaki incelikli Batı yanlısı eğilimler ile giderek daha fazla çeliştiğinden Hindistan ŞİÖ’ye ilgisini kaybediyor gibi. Putin ve Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in zirveye katılmayı planlaması nedeni ile son dakika iptali özellikle anlamlıydı. Gerçi resmi olarak Modi’nin katılım sağlayacağına yönelik bir bilgilendirme yapılmadığı için pek de iptal denemez ama… Delhi, Moskova’ya ikili bir ziyaret düzenleyerek yokluğunu telafi edecek olsa da Modi-Xi görüşmesi için bir aciliyetin olmadığı açık. Ve bu ziyaret, Hindistan dış politikasının tanımlayıcı bir özelliği olan stratejik özerkliğe güçlü eğilimini yansıtmaktadır ve bu, Moskova ile güçlendirilmiş bağların devam etmesi anlamına gelir. Bu arada Çin’in varlığı dikkate alınırsa, çok taraflı zirvelerde Hindistan pozisyonunu sürdürmeye pek istekli değil gibi.

Kremlin sözcüsü Dmitry Peskov salı günü yaptığı açıklamada, Putin ile Modi arasındaki ilişkinin “son derece güvenilir doğası” göz önüne alındığında, iki liderin yakında Moskova’da bir araya gelmeleri durumunda her başlığın konuşmaya açık olacağını, diğer deyişle hiçbir konunun yasaklanmayacağını söyledi. Bununla beraber Modi-Putin görüşmelerinin ilk etapta Hindistan’ın petrol ithalatı nedeni ile Hindistan-Rusya ticaretindeki artışa, özellikle Delhi aleyhine gelişen geniş ticaret açığına, Batı yaptırımlarından kaynaklanan ödeme sorunlarının yumuşatılmasına, Chennai-Vladivostok deniz koridoruna ilişkin daha önceki görüşmelere ve daha fazla savunma değişiminin önünü açacak Karşılıklı Lojistik Değişim (RELOS) anlaşmasının sonuçlanmasına odaklanması bekleniyor. Ayrıca Ukrayna savaşı nedeni ile geciken savunma donanımı ve yedek parça tedarikinin hızlandırılması da amaçlanıyor. Son ama daha da önemlisi, gelişen Çin-Rusya bağlarını kaygı ile izleyen Hindistan’ın stratejik çıkarlarının ziyarete yön vermesi bekleniyor.

Kısa süre önce askeri işbirliğini güçlendirmek amacı ile Rus hükümeti Delhi ile bir lojistik anlaşma taslağını onayladı. İki ülkenin silahlı kuvvetleri arasındaki operasyonel katılımın artırılmasında önemli bir adım olan lojistik anlaşması, barışı koruma misyonları, insani yardım ve ortak askeri tatbikatlar da dahil çeşitli askeri operasyonlar sırasında ülkeler arasında karşılıklı lojistik desteği kolaylaştırıyor. Destek genellikle yakıt ikmali, bakım ve tedarik gibi kritik hizmetleri içeriyor ve birlikte çalışabilirliği artırıyor. Anlaşma, kabul edilmesi halinde beş yıl geçerli olacak ve taraflardan herhangi biri feshetme kararı almadığı sürece otomatik olarak yenilenecek. Bu taslak lojistik anlaşması, Rusya ile Hindistan arasında uzun süredir devam eden askeri ilişkinin devamı niteliğinde. İki ülke, 2021’de askeri-teknik işbirliğine ilişkin 2030’a kadar uzatılacak kapsamlı bir anlaşma imzalamıştı. Hindistan’ın ayrıca Amerika, Fransa, Güney Kore, Singapur, Avustralya ve Japonya ile benzer lojistik anlaşmaları var. Bu anlaşmalar, Hindistan’ın stratejik erişimini ve operasyonel hazırlığını artırmada hayati önem taşıyor ve ordusunun daha uzun ve daha karmaşık konuşlandırmaları sürdürebilmesini sağlıyor.

Ve en önemlisini sona sakladım: Beklenen Modi-Putin zirvesi ikili sonuçlardan çok esasen dünya görüşünün paylaşılması ile ilgileniyor.

Ukrayna savaşının tırmanma eğilimi sürüyor. İsrail-Hamas çatışması azalma belirtisi göstermiyor. Pakistan, Ocak 2025’te BM Güvenlik Konseyi’ne iki yıllığına geçici üye olarak katılacak. Pakistan ile her koşulda dostluk yaklaşımı güden Çin’in geçmişte olduğu gibi bazı Hindistan vatandaşlarını küresel teröristler olarak ilan etme veya Jammu ve Keşmir konusunda bir karar alma fırsatı arayacağı yönünde birtakım Hindistan kaygıları doğuyor. Ayrıca, Hindistan gelecek yıl Cenevre’deki Uluslararası İnsan Hakları Konseyi’nin bir üyesi olmayacak. Hindistan’ın üye olmadığı 2018’deki süreçte Konsey’in Jammu ve Keşmir’deki insan hakları ihlalleri hakkında bir rapor sunduğu dikkate alınırsa, Delhi için başka bir kaygı da doğuyor.

Dahası, İşçi Partisi’nin İngiltere’de iktidara gelirken, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un seçimleri kazanma yolunda sağ kanatla zayıflaması söz konusu. Ayrıca Amerika, Başkan Biden ve Trump’ın sınır tanımayan bir mücadele içinde olduğu Başkanlık seçimleri yolunda.

Batı’nın Rusya’yı Ukrayna ile zorlaması ile Rusya doğu çevresinde Pekin tarafından sıkıştırılsa da Putin Xi ile yumuşama arayışına girmek zorunda kaldığı için Hindistan’ın konumu karmaşık bir hal aldı. Batı, Rusya ile tüm kanalları açık tuttuğu için Hindistan’ı eleştirse de Delhi Hindistan’ın askeri malzemelerinin çoğunluğu hala Moskova’dan geldiği için Moskova’nın Pekin ile bağ kurmasını öylece durup izleyemez. Ancak aynı zamanda Çin ile yakın ilişkilerine karşın Rusya’nın Çin’e karşı riskten korunmaya çalıştığı ve Hindistan’ın da buna karşı bir denge unsuru olarak yardımcı olduğu görülüyor. Açık gereklilik şu ki Rusya’nın Çin’e yaklaşması ile birlikte Hindistan, Batı ile büyüyen bağlarına karşın Rusya’ya bir denge unsuru sunmak zorunda.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

NATO zirvesi öncesinde kolektif Batı’nın üç köşesinden yansıyan kriz hali

Yayınlanma

Yazar

Kolektif Batı, NATO’nun 9-11 Temmuz’da Washington’da düzenlenecek 75’inci yıl zirvesine, üzerlerinde toplanan kara bulutlarla gidiyor. Rusya Federasyonu’nu stratejik yenilgiye uğratma hedefli ‘Proje Ukrayna’; askeri, diplomatik ve ekonomik cepheleriyle çökerken, Gazze Şeridi’ndeki insani ve siyasi dram meşhur ‘değerler makyajını’ akıtmış durumda. Çin Halk Cumhuriyeti’ni dizginlemek için Asya’nın sularını ısıtmaya mecalin kalıp kalmayacağı meçhul. Ve asıl Batı’nın kendi içinde neoliberal modelinin sıkışmışlığı görünür hale geliyor.

AB’nin iki sac ayağından Fransa’da Macronizm çatırdarken, 20 senedir ‘aşırı sağ’ diye formüle edilen denklem ciddiye biniyor. Almanya’da Başbakan Olaf Scholz, komşusunu kaygıyla izliyor. Hristiyan Demokratlar’ın da ötesinde Almanya için Alternatif ile yeni şekillenen sol ensesinde.

‘Demokrasi beşiği’ Britanya’nın etnik kökeniyle cilalanan başbakanı Rishi Sunak, 14 yıllık Muhafazakar iktidarı uçurumdan atarken, neoliberal nizamın temsilciliği İşçi Partisi’ne devroluyor.

Asıl önemlisi dört yıllık başkanlığında dünyayı ‘demokrasi ve müstesna Amerikan liderliği’ altında toplama iddiasını ortaya koyan Joe Biden’ın bizzat kendisi ‘yitip gidiyor’. Amerikan siyaset makinasının dişlileri gıcırdıyor.

Fransa’dan başlayalım…

KÜÇÜK NAPOLYON’UN BÜYÜK KUMARI

Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, çok değil, birkaç ay öncesine kadar kibirli bir edayla Rusya ile savaşmak için Ukrayna’ya asker gönderme gündemini canlı tutuyordu. Moskova’dan tarihsel anımsatmalar eşliğinde sert yanıt alınca, Ukrayna çatışması öncesinde Rusya lideri Putin ile telefon görüşmesi kayıtlarını tekrardan ‘ifşa ederek’ intikama kalkıştı. Gizlice aldığı kayıtlarda Putin’in BM onaylı Minsk anlaşmasını uygulamak için Donbass’taki halk cumhuriyetleriyle müzakere çabalarını anlatmasından öte bir şey de yoktu. Asıl dikkati çeken Macron ekibinin gülüşüp dalga geçmeleriydi.

Macron’un neşesi uzun sürmedi. Fransa’da Avrupa Parlamentosu için 9 Mayıs’ta düzenlenen seçimler suratında patladı. Kötü şöhretli nazi babası ile göbek bağını çoktan kesip merkez sağa konumlanmış Marine Le Pen’in partisi Ulusal Birlik (RN-Rassemblement Nationale) 31,4 ile sandığı salladı. Macron’un Rönesans partisi yüzde 14,6’yla ağır hezimet yaşadı. Macron, ‘aşırı sol’ diye etiketlediği yüzde 13,8’lük ‘sosyalistleri’ kılpayı geçebildi.

‘Baskın basanındır’ diyerek parlamentoyu fesh etti, ilk turu 30 Haziran, ikinci turu 7 Temmuz’da erken seçim ilan etti. Fransız halkının önüne son 20 yılın bildik denklemini koydu: ‘biz gidersek aşırı sağcı Le Pen gelir’.

Ne ki bu kez 30 Haziran’daki ilk tur seçim de faciaya döndü. Ulusal Birlik tek başına oyların yüzde 29,5’una ulaşırken, müttefikleriyle yüzde 33’e tutundu. Macron’u destekleyen merkez bloğun (Rönesans ile ortakları Demokrasi hareketi MoDem ve Ufuklar Partisi) ‘Birlikte’ ittifakı ancak yüzde 20,4’e çıkabildi. Baş başa kalsalar birbirlerini yiyecek Sosyalist Parti, Boyun Eğmeyen Fransa (LFI), Yeşiller ve Komünist Parti ‘aşırı sağ’ kaygısıyla Yeni Halk Cephesi’nde birleşip yüzde 27,9’a ulaşmayı başardı. Ulusal Birlik’e göz kırpan Éric Ciotti’nin Cumhuriyetçileri (LR) yüzde 6,56 ile dördüncü geldi.

İkinci tur 7 Temmuz’da. Ulusal Birlik’e karşı seçim bölgelerinde adaylar şansı daha yüksek rakipleri lehine çekiliyor. Fransız medyasına göre yükü çeken solcular. Yeni Halk Cephesi adayları ‘Birlikte’ lehine çekilirken, Macron’un adayları güçsüz oldukları yerlerde bile kampanyaya devam ediyor. Sol yine neoliberal nizama payandalıkla meşgul.

‘TOPAL ÖRDEK’

Macron, karmaşık seçim sisteminin de yardımıyla ikinci turda durumunu bir nebze düzeltebilir. Ancak rahat yönetme şansı görünmüyor. Fransız siyasi sisteminin alamet-i farikası ‘Kohabitasyon’un işlemesi zor. Le Pen ve yoksul göçmen kesimden devşirdiği 28 yaşındaki başbakan adayı Jordan Bardella, parlamentoda mutlak çoğunluk olmadan iktidarı istemiyor.

İlk tur Fransızların beşte dördünün Macron’a karşı olduğunu sergiledi. Ülkenin kredi notu düşer ve bütçe krizi tartışılırken, Macron sola veya teknokrat hükümete yıkabileceği bir siyasi belirsizliğe oynayabilir. Ama 7 Temmuz’da ‘20 yıllık bildik denklem’ işe yaramazsa, görev süresinin sonu olan 2027’yi bile görmeyebilir.

Polis şiddetiyle ezdiği Sarı Yelekler, emeklilik reformu, ağırlaşan göçmen krizi ve Fransız sömürgelerinin insanlarıyla kimlik ve dini ayrımlar üzerinden bitmeyen gerilimler, militarist Ukrayna politikalarının etkisiyle katlanan gıda ve enerji fiyatları eşliğinde Macronizmin sonu görünüyor. Zaman Le Pen’in lehine işliyor.

Velhasıl Macron, Washington’daki NATO zirvesine her halükarda ‘topal ördek’ olarak gidiyor.

DEMOKRASİNİN BEŞİĞİNDE BURUK ZAFER

Brexit’le ‘eğreti durduğu’ AB’den ayrılan Anglo-Amerikan ittifakının küçük ortağı Birleşik Krallık’ta Fransa’daki gibi bir trajedi yok. Ama epeydir, Boris Johnson, Liz Truss gibi isimler eşliğinde zaten temsili demokrasi kör topal işlerken, şimdi üstüne alternatifsizlik hakim.  

Beklendiği üzere, Muhafazakar Parti’nin 14 yıllık iktidarı Hint asıllı seçilmemiş varlıklı Başbakan Rishi Sunak’ın gözetiminde çöktü. 4 Temmuz seçiminde kesin olmayan sonuçlara göre, Muhafazakarlar 365 sandalyeden 121’e düştü. Yüzde 23.7 oranında oyla tam 250 milletvekilliği kaybettiler. Şahin Savunma Bakanı Grant Shapps, bir ay kadar süren başbakanlığı ‘marul ömrüyle’ anılan Lizz Truss Avam Kamarası’na seçilemediler.

Parlamentoda mutlak çoğunluk için 326 yeterliyken İşçi Partisi tam 412 sandalyeyi kaptı. Oylarını hepi topu yüzde 1,6 oranında yükseltmişken, seçim sistemi sayesinde yüzde 33,7 oranında oyla 221 fazladan vekil çıkardılar. Liberal Demokratlar 71 sandalye alırken, asıl sürprizi ‘aşırı sağcı’ Reform UK yaptı. Nigel Farage liderliğindeki Reform UK, oylarını yüzde 12,3 oranında yükselterek yüzde 14,3’e çıkardı ve 4 vekillik kazandı. Kalanı Yeşiller, Bağımsızlar, İskoçya, Kuzey İrlanda ve Galler’den partilere gitti.

Birleşik Krallık’ın yeni Başbakanı İşçi Partisi lideri Keir Starmer.

Ancak ‘zafer’ buruk. 2019’daki yüzde 64,9’luk katılım oranının 8 puan düşerek yüzde 56,9’a gerilemesi ‘ezici zaferin’ coşkusunu söndürüyor.

KENDİ SEÇİM BÖLGESİNDE OY KAYBEDEN LİDER 

Daha utanç verici olan katakulli ile partiden attığı selefi Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi’nin lideri olduğu 2019’da kendi seçim bölgesinden 36.641 oy almış olan Starmer’ın, şimdi partinin lideri olarak aldığı oyların 18.884’e düşmesi. Corbyn bağımsız milletvekili seçilmeyi başardı. İşçi Partili rakibi Paul Waugh da öyle. Fark Waugh’ın geçen sene Rishi Sunak’a ‘yetkin başbakan’ diyerek övgü düzmüşlüğü. İngiliz İşçi Partisi’nin halleri nereden baksak acınası.

Aslında seçim öncesi YouGov anketi, İşçi Partisi’ne oy vereceklerin ana motivasyonunun yüzde 48 ile Muhafazakarlardan kurtulmak olduğunu ortaya sermişti. Starmer’ın emekçiler için çalıştığını düşünen yahut ona liderliği için oy vereceğini söyleyenlerin oranı yüzde 1, sağlık sistemini düzeltme olasılığına oy verenler yüzde 4 görünüyordu.

Nitekim Amerika’nın çokuluslu yatırım devi BlackRock’ın multi milyarder patronu Larry Fink’in ‘umut’ görüp desteklediği Keir Starmer, iç siyasette asgari ücret artışı, sağlık randevuları ile ilgili vaatlerini tutabilir mi bilinmez. Özetle, ülkeyi yeniden AB’ye sokma arzusunda, Gazze’de İsrail yandaşı, ‘Proje Ukrayna’nın destekçisi… Yani Rishi Sunak kampanyasının ‘dünya kötü, güvenlik için orduyu güçlendirmeliyiz’ söylemine kimsenin prim vermemiş olması bir şey değiştirmiyor.

ASIL SÜRPRİZ SİYASETTEN SİLEMEDİKLERİ FARAGE

Asıl sürprizi yapan Reform UK’ye gelince… Parti 4 sandalye kazanırken tartışmalı lideri Nigel Farage ilk kez Avam Kamarası’na girmeyi başardı. Ülkenin aşırı göçmen akını yüzünden kültürel yarılma yaşadığını söyleyen Farage “Biz misafirperver bir ülkeyiz ama milyonlar alamayız” diyor. “Dünyanın her yerinden, her dinden gelebilirsiniz, eğer bizim değerlerimizi paylaşıyorsanız birlikte mutlu ve barış içinde yaşayabiliriz” dese de ülkenin Hıristiyan köklerine atıfta bulunuyor. ‘Okullardan zehirli üçüncü cins ideolojisini yasaklamayı’ vaad eden Farage, son dönemde Rusya’nın AB ve NATO tarafından kışkırtıldığını söyleyerek şimşekleri çekti. Nihayetinde, Brexit sonrası siyasetten silineceğini iddia edenleri haksız çıkardı.

Velhasıl Keir Starmer, ABD’nin Bağımsızlık Günü’ne denk gelen 4 Temmuz seçiminin ardından Macron’un aksine Washington’a ‘muzaffer’ gidiyor.  

Tesadüf o ki, büyük ortak ABD’deki başkanlık seçimi de 5 Kasım ‘Guy Fawkes Günü’ne denk geliyor. 17’inci yüzyılda Katoliklerin Kral 1. James’in zulmüne karşı Westminster’ı havaya uçurma komplosunun kutlandığı tarihe… Ve Atlantik’in ötesinde, Beyaz Saray’da da Capitol Hill’de de sinirler gergin.

‘UYKUCU JOE’ İLE ‘BÜYÜK DON’

Amerikan ana akım medyasının yardımıyla üzeri örtülmeye çalışılan 81 yaşındaki Joe Biden’ın ‘bunama’ sorunları, Demokratik Parti ve müesses nizamın başına büyük dertler açtı. Hem de Donald Trump’a karşı ‘Amerikan demokrasisi için’ ikinci kez göğüslerini siper etmeye çalışırken…

ABD önseçimleri rekabetsiz ve renksiz geçerken, 27 Haziran’daki ilk başkanlık münazarasında kızılca kıyamet koptu. ‘Uykucu Joe’ ile ‘Büyük Don’un kapışmaları tarihi nitelikteydi. Camp David’de bir hafta kampa sokulmuş Biden cümleleri ağzında geveleyip anlaşılmaz kılmakla kalmayıp arada uyuklarken, doğrusu Trump rakibine çok da yüklenmeme taktiği izledi. 90 dakika boyunca ABD ve dünyaya dair üst perdeden atıp tutarken birbirlerine hakaretler yağdıran iki aday, geçkin yaşlarını ‘en iyi kim golf oynuyor’ üzerinden yarıştırarak Amerikan siyasetinin entelektüel düzeyini iyice sığlaştırdı.

‘JOE MUHTEŞEM BİR İŞ YAPTIN! HER SORUYU CEVAPLADIN!’

‘Uykucu Joe’ da ‘Büyük Don’ da ‘münazara zaferi’ ilan etti. Bilhassa First Lady Jill Biden’ın Demokrat taraftarlar önünde adeta 5 yaşında çocukla konuşur gibi “Joe, muhteşem bir iş yaptın! Her soruyu cevapladın” diyerek yaptığı sunum şoke ediciydi!

Demokratik liderlik ve bağışçıların büyük paniği gizlenecek gibi değil. New York Times, The Atlantic gibi yayınlar açıkça Biden’a adaylıktan çekilme çağrıları yaptı. Damardan Biden’cı İngiliz medyası Atlantik ötesinden ses verirken, The Economist Amerikan başkanlık armasını yürüteçle kapağına taşıdı.

Biden ekibi münazaradaki halini haziran ortasına kadar Avrupa’ya seyahatler ve grip olmasına bağlamaya çalışarak herkesi güldürüyor. ‘Kral çıplak’! Anketler seçmenlerin yüzde 70’ten fazlasının Biden’ın zihin sağlığının başkanlığa elvermediğini düşündüğünü gösteriyor. Son olarak Biden’ın Philedelphia’da bir radyoya “Siyah bir başkanla birlikte görev yapan ilk siyah kadın başkan yardımcısı olmaktan gurur duyduğunu” söylemesi karşısında dehşete düşen Amerikalılar “Bu adamda nükleer kodlar var” diye söyleniyorlar.

Şu ana kadar çabalar önseçimleri rakipsiz almış Biden’ı çekilmeye ikna edemiyor. Hatta yasadışı silah bulundurmaktan hükümlü, eski uyuşturucu müptelası oğlunu resmi toplantılara katarak aile meclisi eşliğinde kenetlenmiş görünüyor.

Demokratlar biçare. Bu haliyle Trump’ı yenebilecek iki isim öne çıkarılıyor. Mütevazı ve entelektüel eski First Lady Michele Obama ile tuhaf ve anlaşılmaz cümleleri ve yapmacık tavırlarıyla pek iyi sınav vermemiş başkan yardımcısı Kamala Harris. Michele Obama’nın görevi istemediği söyleniyor. Hevesli Kamala’nın heyecanını gizleyemediği açık fakat parti içinde kendisinden çok da hazzedilmediği anlaşılıyor.

Demokratların ağustos ayındaki kurultayına kadar ne olacağı meçhul. Biden’ı çekilmeye zorlamak için ‘tüm adaylara açık, beş haftalık hızlı bir önseçim ve kurultay’ yahut yasal mekanizmalara başvurmak dahil bin bir tartışma dönüyor.

En derin korku Trump’ın bu kez kazanırsa Amerikan devlet bürokrasisine Obama döneminden bu yana daha da nüfuz etmiş Demokratları koltuklarından etmesi. Münazara sonrası Yüksek Mahkeme’nin 6 Ocak 2021 Kongre baskını dahil Trump’a resmi görevindeki icraatlarından ötürü ‘kısmi muafiyet’ sunması kaygıları artırdı. Trump’a açılan davalarla ilgili ‘yasal gerekçeler’ geçerli olsa dahi, Adalet Bakanlığı destekli kovuşturmaların onu ekarte etmeye yönelik ve siyasi nitelikte olduğu izlenimi silinemiyor.

ABD’de hayat pahalılığı, kronikleşen göç, sokakları saran fentanil ile çöken altyapının yenilenmesi gereğine konuşulurken ve kamu borcu üç ayda bir 1 trilyon dolar artarken, Biden’ı yeniden seçtirme sancısı içindeki Demokratların sıkıntısı büyük.

TESELLİCİ DEMOKRATLAR, AI MÜHENDİSLİĞİ PEŞİNDE KOŞANLAR

Kimi Demokrat teselliyi ‘felçli Woodrow Wilson, FDR veya Ronald Reagan’a atıfla ‘Biden’ın durumu benzersiz değil’ demekte buluyor. Associated Press’in Perşembe günkü haberinin başlığı ‘Biden 81 yaşında: Zeki ve odaklanmış ama bazen kafası karışık ve unutkan’ oldu.

Kimisi de uzmanı oldukları ‘toplum mühendisliğine’ hevesleniyor. En acayip fikir Huffington Post’un ‘görüşler’ bölümüne konan ‘Biden Kampanyasının Yapay Zekayı Kucaklamasının Zamanı Geldi’ başlıklı makaleyle geldi. Makalede açıkça Demokrat kampanyanın ‘yapay zeka kullanarak Amerikan halkını Joe Biden’ın sağlıklı ve enerji dolu olduğuna inandırması gerektiği’ teması işlendi! Amerikan halkının ahmak yerine konmasını içeren böylesine bir öneri herhalde dünyada bir tek ABD’de yapılabilir.

Biden’ın ‘yitip giden’ liderliği, Avrupalı müttefiklerin halleri, necon’ların Batı’nın ekonomik ve siyasi hegemonyasını devam ettirmek için çizdikleri stratejinin de gelip dayandığı yeri gösteriyor. Biden ev sahipliğinde yapılacak NATO’nun 75’inci yıl zirvesi öncesi durum hiç parlak değil. Esasında Rusya ve Çin liderlerinin yinelenen mesajları, kolektif Batı’ya bir büyük kapışmadan dönmek için rasyonel yollar sunuyor. Ne ki, Batı’nın siyasi elitlerinin bu yolları görebilmeleri uzak bir ihtimal.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Suriye ile acil barış ve uzlaşma

Yayınlanma

Yazar

Siz belki okumaktan bıktınız; ama ben yazmaktan bıkmadım, çünkü mesele olağanüstü önemde. Suriye ile barış konusunda Harici’de yazdığım bir önceki yazı ‘Et Tekraru Ahsen, Velevkane Yüz Seksen’ başlığını taşıyordu. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye ile uzlaşma konusundaki açıklamaları beni tekrardan ümitlendirdi.

Erdoğan’ın açıklamalarından bu defa daha fazla umutlu olmama sebep önce Rusya’nın Suriye Özel Temsilcisi Lavrentyev ile görüşen Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat’ın Türkiye ile bir uzlaşma sürecine ülkesinin bütün toprakları üzerinde etkili egemenlik kurması çerçevesinde olumlu baktığını açıklamış olmasıydı. Erdoğan ise bu açıklamalara ilişkin bir soruya gayet olumlu ve yerinde cümlelerle karşılık cevap verince bu işin bu defa ilerleyeceğine dair ümidim arttı. En az bu açıklamalar kadar önemli olanı ise MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin artık Suriye ile uzlaşarak/anlaşarak teröre karşı ortak mücadele edilmesine vurgu yapan konuşmalarıydı. Kabul etmek gerekir ki, çoğu zaman Bahçeli’nin bu tarz konuşmaları hükümetin/devletin yeni politikalarının deklarasyonu gibi oluyor.

İÇERİK ÇOK UYGUN

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye Devlet Başkanı Esat’ın açıklamasına verdiği cevabın muhteva analizinde birkaç husus hemen fark edilebiliyor. Örneğin Erdoğan’ın sözlerinde zehirli hiçbir unsur bulunmaması ilk bakışta dikkati çekiyor. Örneğin rejim kelimesinin kullanılmamış olması tek başına çok önemli bir fark. Yakın zamana kadar Türk yetkililerin sürekli kullandığı bu ifadenin karşı tarafta çok büyük olumsuzluklar barındırdığını söylemeye bile gerek yok. Yıllar önce Yunanistan ile Gayriresmi Diplomasi toplantıları yaptığımızda onların Kıbrıs konusunda Türk işgali vb. sözlerine biz, Kıbrıs Barış Harekâtı sözlerine de onlar itiraz ederlerdi.

Rejim kelimesi ile başlayan açıklamalar da Suriye tarafı için uzlaşmamak adına yapılan yaralayıcı ve eleştiri sözleri ve bunu gerek Harici’de gerekse sosyal medya hesabımda (@hasanunal1920) sürekli dile getire geldim. Örneğin Erdoğan Suriye konusunda ilk defa 2022 yılının ağustos ayı başlarında Soçi’de Rusya Devlet Başkanı Putin ile yaptığı görüşmenin ardından, Putin’in kendisine PKK/PYD’ye karşı askeri operasyon konusunda hep Suriye ile ortak hareket etmeyi tavsiye ettiğini, kendisinin de artık aynı kanaatte olduğunu, devletler arasında sürekli husumet olmayacağını ve kendisinin Esat ile el sıkışabileceğini söylemesine ve benzeri açıklamaları sonraki günlerde sürdürmesine rağmen o zamanki bürokrasi ısrarla rejim vb. açıklamalar yaparak sürece ivme kazandırmak yerine adeta baltalamıştı.

Bu defa Erdoğan’ın konuşmasında bu türden hiçbir unsur olmadığı gibi, Esat’a ilişkin olarak Suriye Devlet Başkanı ifadesini tercih etmesi ayrıca ümit verici; çünkü 2022 yılı ağustos ayı başlarında Erdoğan’ın yaptığı açıklamalara rağmen o zamanki bürokrasi kullandığı ifadelerle hala Esat’ı ve hükümetini meşru görmediğimizi ima ediyordu. Bu defa Erdoğan’ın ısrarla Suriye Devlet Başkanı demesi sanırım ve ümit ederim ki, bütün soru işaretlerini ortadan kaldırıyordur.

Erdoğan’ın konuşmasında yer alan önemli vurgulardan birisi de Suriye’nin iç işlerine karışma niyetimizin olmadığının belirtilmesiydi. Erdoğan’ın Putin’le Soçi görüşmesi sonrası yaptığı açıklamanın ardından Türk yetkililer özellikle de o zamanki dışişleri bakanı rejim diye başlayan cümlelerle Suriye’ye yeni bir anayasa yapılması gerektiğinden söz ediyor ve ısrarla muhaliflerden bahsederek onların yönetime nasıl katılacaklarını sorguluyorlardı. Aslında yaptıkları şey Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Soçi’de ve sonraki günlerde yaptığı uzlaşma/anlaşma açıklamalarını görmezden gelmekle eş anlamlı gibiydi. Türkiye’nin 2013-2015 döneminde belirlediği ve ulusal çıkarlarımızla uzaktan yakında alakası olmayan bir politika söz konusuydu.

Özetle söylemek gerekirse, önce çatışmasızlık olacak, o arada yeni bir anayasa yazılarak Suriye’ye dayatılacak, Esat çekilerek yeni ve geçici bir hükümet kurulması sağlanacak ve bu hükümette muhalifler yer alacak (Esat’ın yer alıp almayacağı bile Türkiye açısından bir soru işaretiydi, Ankara bu konuda belki ifadesine daha yatkındı), sonra uluslararası gözlemcilerin sıkı denetimi altında seçimler yapılacak ve sonuçlarına göre de yeni yönetim oluşacaktı. Bu politikanın Türkiye’nin ulusal çıkarı ile uzaktan yakından bir alakası yoktu/olamazdı; çünkü Suriye gibi milli ve üniter yapıdaki bir devlete yeni anayasa dayatmak bu ülkeyi federasyona sürüklemek veya adı konulmamış bir federal yapıya zorlamak anlamına geliyordu. Böyle bir yapıda PKK/PYD’nin de federe ünitelerden birisi olacağı açıktı.

Oysa biz PKK/PYD’nin böyle bir kukla ünite/devletçik haline gelmemesi için mücadele ediyorduk; ancak bu örnekte olduğu gibi üzerinde tam olarak düşünülmemiş politikaların bir tarafında ulusal çıkarları korumak adına silahlı mücadele edersiniz öbür ayağında ise silahla karşı koyduğunuz yapının istediklerini elde etmesine dolaylı olarak yardımcı olursunuz. Böyle bir politikaya görevdeki bazı profesyonel diplomatların bu taleplerin BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararını gerekçe göstererek sahiplenmeleri ise oldukça garip bir durumdu; çünkü BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs meselesiyle ilgili bir dizi kararını biz de haklı olarak uygulamazken (İsrail’in BM kararlarını hiçe saydığını ayrıca not ederek) bu kararı tanrı buyruğu gibi değerlendirmek aslında Erdoğan’ın ‘Suriye ile uzlaşın’ talimatını sulandırmaktan başka bir şey değildi. Aslında o politikaya göre ülkemizde ve Suriye’de baktığımız yaklaşık on milyon Suriyeli ile PKK/PYD’nin Amerikan güçleri ile birlikte Fırat’ın doğusundaki nüfus ve İdlib bölgesinde yaşayanlarla birlikte Esat’tın seçilmesi engellenecekti; çünkü bu üç büyük nüfus grubu Suriye hükümetinin kontrolünde yaşayanlardan daha fazlaydı.

Erdoğan’ın Suriye’nin iç işlerine karışma niyetinde olmadığımızı söylemesi hem ulusal çıkarlarımıza uygun hem de yeni bir politika önerisine benziyor. Başka bir ifadeyle Suriye için yeni anayasa fantezisinden vazgeçmiş oluyoruz ki, aramızdaki en önemli engellerden birisi ortadan kalkmış oluyor. Bu, ayrıca Suriye’nin milli ve üniter anayasal yapısının korunmasının Türkiye’nin çıkarlarıyla ne kadar uyumlu olduğunun anlaşılması anlamına geliyor olsa gerektir; çünkü federal bir yapıya zorlanan ve içinde PKK/PYD’nin federe ünite olarak yer alacağı bir Suriye’nin parçalanma ve Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü tehdit etme riski hiç de azımsanamaz.

İLERİYE BAKMAK

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklaması kesin bir politika dönüşümü anlamına geliyorsa bunun bürokraside sulandırılmasına izin vermemek gerekir. Erdoğan ‘vaktiyle ailece de görüşüyorduk, yine görüşürüz’ dediğine göre, Suriye ile sıradan ve soğuk bir barıştan söz etmiyor olsa gerektir. İki devlet arasında önce barışın tesisi için sığınmacıların gönderilmesi ve terör örgütlerine karşı ortak mücadele konularında ayrı ayrı mutabakat imzalanması gerekecektir. Her iki alanda da çok kapsamlı sorunların olduğuna şüphe yok. Dolayısıyla mutabakat metinlerine ilaveten çalışma grupları hazırlanarak hızla ilerleme sağlamak lazım gelecektir.

Bu noktada en önemli sorun hükümete destek veren Siyasal İslamcılar, medya ile resmi sıfatlı veya gayriresmi Amerikancı gruplar olacaktır. Örneğin ‘Esat Suriye topraklarından çekilmemizi istiyor’ feveranını epeydir ediyorlar ve etmeye devam edeceklerdir. Oysa Şam hükümetinin kontrolümüzdeki toprakları boşaltmamızı istemesi gayet normal bir talep. Ne yani, Suriye hükümeti topraklarını bize bırakacak değildi herhalde?

Vaktiyle Suriye’ye fethe gidiliyormuş havası yaratılması, hükümetin kendi medyasının bu gerçek dışı havayı yıllarca pompalaması uzlaşmanın önündeki en büyük sorunlardan birisi gibi düşünülebilir. Fakat buradaki en büyük avantajımız Erdoğan’ın kararları ve tavırları karşısında bu grupların hızla pozisyon değiştirebilmeleri. Gerek kurumlar içerisindeki gerekse gayriresmi kişilikli Amerikancılar ise çok kutupluluk yerleştikçe etkilerini kaybediyorlar. Bu defaki yakınlaşmanın avantajlarından birisi de bu olsa gerek. Ayrıca yakınlaşma konusu bu defa bürokrasiye bırakılarak yavaşlatılma/sulandırılma riskine karşı doğrudan liderler diplomasisi yoluyla yönetilebilir ve uzlaşma/anlaşma bürokrasiye talimat olarak verilebilir.

PKK/PYD’NİN SONU

Türkiye-Suriye ilişkilerinin normalleşmesi PKK/PYD’nin sonu demektir. Amerika’nın bu terör örgütlerine açık destek veriyor olması bu gerçeği değiştirmez. Özellikle çok kutuplu dünyada Amerika’nın bu örgütler yoluyla Orta Doğu’da bir kukla devlet kurmaya çalışması, sınırları doğrudan veya dolaylı değiştirme girişimleri çok kutuplu bir dünyada sürdürülemez. Ankara-Şam uzlaşması Fırat’ın doğusunda hem de Amerikan birliklerinin desteği ile büyük çaplı etnik temizlik yaparak tutunmaya çalışan PKK/PYD ve Vaşington üzerinde psikolojik açıdan şok etkisi yaratacaktır; çünkü bugüne kadar bu kirli ikili Ankara’nın siyasal İslamcı politikalardan vaz geçmeyeceği dolayısıyla Esat dedikleri Suriye ile uzlaşmayacağı varsayımı üzerinden hareket etmekteydiler. Türkiye, Suriye ile uzlaştığı anda bu varsayım gecekondu temeli üzerine inşa edilmiş bir gökdelen gibi çatırdamaya başlayacak ve hızla göçecektir. Suriye ile uzlaşma bu terör örgütüne karşı yapılacak operasyonları ya Şam ile koordine etme veya hiç operasyon yapmadan karşı tarafın göçmesine sebep olacak bir stratejik sabır politikasıyla sonuç alınmasını sağlama fırsatlarını beraberinde getirecektir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English