Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

ABD’yi bölen büyük kavga: Kültür Savaşları

Yayınlanma

ABD içi kavgalar klasik Demokrat-Cumhuriyetçi hesaplaşması gibi gözükse de son on yılda başka bir hal aldı. Amerikan toplumundaki kutuplaşma “sağ-sol” diye açıklanacak boyutta değildi. Takımlar değiştiği gibi kavganın boyutu da değişmişti. Hatta o denli şiddetlenmişti ki dünyanın dört bir tarafında benzer atışmalar başladı, Türkiye de buna dahil…

Kültür savaşlarından bahsediyorum, içine siyah haklarını, kadın haklarını, LGBT meselelerini, din ve mezhep çatışmalarını kattığınız bir kimlik hesaplaşması. Tartışmalara yol açan “Netflix” yapımları, kadına dönüşen Kral Arthur’lar, siyahi oluveren Aşiller derken bu kavganın en ciddi cephelerinden biri eğlence endüstrisi oldu. Neredeyse her film, dizi, kitap ve oyun bu savaş alanında bir mermi halini almıştı. Bizde de benzer akımlar ortaya çıkınca Türk halkı biraz daha merak eder hale geldi. Tüm bunlar nereden geliyor? Bu değişimin sebebi ne? Bu savaşı kim kazanacak?

“Woke” Hareketi

Yabancı medyanın en sevdiği kelimelerden biri oldu bu “Woke”. Bu savaşta liberallerin taşıdığı bayrağa verilen genel ad bile denilebilir. Türkçe ‘uyanmışlar’ diye bahsedeceğim bu isim, Meşhur Matrix filminden geliyor. Mavi hapı al ve hayatına olduğu gibi devam et. Kırmızı hapı al ve etrafındaki haksızlıklara karşı “uyanmış” ol. Tabii bu kelime ve hareket, sosyal medyanın yayılmasıyla hayatımıza girdi. Ancak bahsi geçen ideolojinin kökenleri çok daha eskiye dayanıyor.

Akademik arka planına kısaca girmek gerekirse aradığımız kelime Critical Theory (eleştirel kuram). Marksist çıkarımların kültürel bağlamda yorumlanmış hali diyebiliriz. Kökeni 1930’lara, ABD’ye göç etmiş bir grup Alman akademisyene dayanıyor. Marksizm ekonomiye odaklıyken eleştirel kuram benzer çıkarımları tüm toplumsal ilişkiler üzerinde yapmaya çalışıyor. Bunun da aralarındaki temel fark olduğu söylenebilir.

Bu eleştirel kuramın zamanla alt dalları oluştu. 1980’lerde Harvard Hukuk Fakültesindeki öğrenciler ders programının yeterince ırksal çeşitlilik barındırmadığı gerekçesiyle protestoya başladılar. Derrick Bell isimli bir öğretmen bu öğrencilere ırksal bir bakış açısı kullanan alternatif dersler vermeye başladı. Böylece ABD seçimlerinde dahi ağızlara pelesenk olmuş “Critical Race Theory” (CRT) ortaya çıktı, yani eleştirel ırk kuramı.

CRT şüphesiz ki Amerikan politik düzleminin en popüler tartışma konularından biri halini aldı. Okullarda okutulmaya başlanınca muhafazakarlar isyan ettiler. Onlara göre CRT’nin kökeni “kültürel Marksizm” idi. Çatışma bu şekilde eğitim alanına da taşınmış oldu.

Eleştirel kuramın yapısını ırktan cinsiyete taşıyan eleştirel feminist teori ve eleştirel queer teorisi de ortaya çıktı. Marksizm nasıl tüm patron-işçi ilişkilerini istismar olarak değerlendiriyorsa bu teoriler bütün ilişkileri bu şekilde tanımlıyordu. Yani bir erkek ve kadın arasındaki ilişki her zaman istismara dayalı olacaktı. Ya da heteroseksüel bir birey ile eşcinsel birey arasındaki ilişki her daim eşcinselin “normal” olmayan olarak görülmesi ve istismara uğraması üzerine kuruluydu. Bazen bu kimlikler üst üste de binebiliyordu. Yani beyaz bir erkeğin siyah bir kadınla ilişkisi iki farklı teorinin üst üste bindiği bir şekilde değerlendirilmeliydi. Her bireyin deneyimi kimliğini oluşturan elementlerden dolayı özeldi.  Buna da kesişimsellik (intersectionality) deniyor.

Toplumda kabulü

Burada teorik kısma bir ara verelim ve toplumda neden karşılık buldu ona bakalım. 2000’lerin başındaki ırkçılık karşıtı sloganları hatırlıyor olabilirsiniz. “Tek ırk var, o da insan” benzeri cümleler futbol maçlarından filmlere, birçok noktada kendini gösteriyordu. Bu “renk körü” bakış açısı bazılarına göre ırkçılığı anlamada yetersiz kalıyordu. Hala sokakta siyahlar katlediliyor, kariyerde yukarılara tırmanamıyor, temsili hep eksik oluyordu. 2010’da Occupy Wall Street eylemleri solun son sınıf temelli büyük eylemiydi. ABD solu, merkez medyanın da desteğiyle kimlik siyasetine yöneldi. 2014’te siyahi bir genç olan Michael Brown’un katledilmesiyle Black Lives Matter örgütü kuruldu ve CRT ideolojisi akademiden topluma yayılmaya başladı.

Woke kelimesi de bu zamanlarda türemeye başladı. ABD’nin Hristiyanlıkla limoni olan beyaz üst orta sınıfı bir aydınlanma yaşadı ve woke akımını bir yaşam şekli, hatta bir din haline getirdiler. Artık batılılar bir odaya girdiklerinde 5 insan görmüyor 3 beyaz 2 siyah insan görüyorlardı. Ten rengi, cinsiyet ve cinsel yönelim birçoklarında takıntı halini aldı. Bu akımın “kutsal” görünecek kitapları da vardı. Akademisyen Robin di Angelo’nun “Beyaz kırılganlığı” kitabı ve doktor Ibram X Kendi’nin “Irkçılık karşıtı nasıl olunur?” kitapları.

Bu iki kitap liberal kesim için inanılmaz önemliydi. Bazı üniversitelerde mühendislik bölümlerinde dahi mezuniyet için okumak ve üzerinden sınava girmek şart hale getirildi. İnsanlar Instagram paylaşımı yaparken kitabı kareye sokmaya çalışıyordu. Yani bu ideolojiyi takip etmek Amerikan üst orta sınıfında bir sosyal statü aracı halini almıştı.

Okullarda değişimler bunlarla sınırlı kalmadı. “Saldırgan” görülen ders konuları müfredattan çıkarıldı. Üniversite öğretmenleri “anlatacak konu bulamıyoruz” diye şikayet ettiler. Kitaplar ise sansüre uğramaya başladı. Romanlardaki “saldırgan” terimler değiştirildiler. Başka dilden yapılan çeviriler de sansürden kaçamadı. Hatta Japon anime ve mangaları (animenin çizgi roman hali) sansüre uğradılar.

Hollywood kısmına az çok herkes aşina. Bütün filmler eşit temsil taşımak zorundaydı. Bir hikayenin Ortaçağ İngiltere’sinde geçmesi önemli değildi. Oyuncular eşit sayıda siyah, Asyalı ya da Latino içermeliydi. Kadın-Erkek sayısı eşitsiz olamazdı. Bu yüzden eşyanın tabiatına aykırı karakterler görmeye başladık. Yüzüklerin Efendisi’nin doğru düzgün güneş görmeden yer altında yaşayan cücelerinin siyah olmaları gibi…

Teoriye kısaca tekrar dönelim. Nasıl oluyor da beyaz John Wayne’nin Cengiz Han’ı oynaması “whitewashing” (beyazlaştırma) oluyor ama bir siyahın Aşil’i oynaması “blackwashing” (siyahlaştırma) olmuyor?

Zulüm Piramidi

Bu ideolojinin nasıl çalıştığını anlamak için yazılı olmayan kanunlarını bilmek gerekiyor. Bunu bize zulüm piramidi anlatıyor. Yani tarihsel olarak kimin kime zulmettiğini bulabilirsek kimin kurban kimin zalim olduğunu belirleyebiliriz.

Bu fikir yapısı ayrımcılık için yapılan basit tanımları değiştiriyor. Bizim bildiğimiz ayrımcılık, bir bireyin başkasına kimliğinden ötürü ön yargı taşıması üzerine kurulu. Bu fikir yapısında ise ayrımcılığın tanımı ön yargı + güç olarak gösteriliyor.

Yani sizin ırkçı olabilmeniz için elinizde güç bulunmalı. “Sistematik ayrımcılık” konsepti George Floyd protestoları zamanı bütün protestocuların ağzında bir tanımdı. Kendilerine sistematik ayrımcılık uygulandığı için siyahlar güç sahibi olamazlardı. Güç sahibi olamadıklarına göre birine önyargılı davransalar bile ırkçılık yapamazlardı.

Bu güç dengesi meselesi ırklar ve cinsiyetler üzerine bir piramitte yerleşiyor. Sizin kurban mı zalim mi olduğunuzu bu piramit belirliyor. Beyaz, düz erkekseniz piramidin en tepesindesiniz. Hiçbir ırksal veya cinsiyet temelli ilişkide kurban rolünde olamazsınız. Sizi renginiz ya da cinsiyetiniz üzerinden aşağılasalar veya işinizden çıkarsalar bile bu düşünceye göre size ayrımcılık yapılmış olunmaz.

Piramit güç dengesinde aşağı doğru ilerliyor, en aşağıdakiler en kurbanlar. Bu yüzden kendini “Amerikan yerlisi” olarak gösterme modası başladı. Okul başvurularında %1 dahi genetik yerli bağlantısı varsa başvuranlar bunu kullanıyorlar. Hatta Demokrat siyasetçi Elizabeth Warren, yerli olmamasına rağmen öyle davranmış,  Trump tarafından “Pocahantas”  diye dalga geçilmişti.

İdeolojinin bir önemli noktası da liyakate düşman olması. Bu fikre göre liyakat, imtiyazsız kitleleri elemek için bir araç. Fırsat eşitliği olsa bile sonuç eşitliği yoksa orada ayrımcılık var.

Robin di Angelo’nun kitabı ayrımcılık örneklerinde daha da derine iniyor. Bir beyaz kadın, siyah bir kadına sesini yükseltiyorsa bu ayrımcılıktan ötürüdür. Beyaz bir çocuk siyah bir kadına bakıp parmağıyla gösteriyorsa bu yine ayrımcılıktır. Bariz Ortadoğulu olan İsa’nın beyaz temsil edilmesi bile ırkçılıkla açıklanabilir.

Beyazların yaşadığı mahallelere siyahlar gelince beyazların kaçması “White Flight” (beyaz kaçışı), siyahların yaşadığı mahallere beyazlar gelince ise “Gentrification” (nezihleştirme) deniyor. Yani tüm kimlik ilişkileri birtakım terimlerle kontrol altına alınmış.

Ibram X Kendi kitabında ırkçılık karşıtı olmayı “eğer ırkçı değilim diyorsanız, kesin ırkçısınız. Irkçılıkla mücadelenin birinci adımı ırkçı olduğunu kabul etmek” diye tanımlıyor. Yani beyazlar doğuştan günahkarlar diyor kendisi. Çünkü diğerlerinin sahip olmadığı imtiyazlarla doğuyorlar. Bu sayede okullarda hocalara “ben bir ırkçıyım. Daha iyi biri olacağım” diye kağıtlar imzalatılıyor.

Dil bilimci John McWhorter, “woke ideolojisi bir din gibi değil, doğrudan bir dindir” diyor. Ritüelleriyle, kitaplarıyla Hristiyanlığı bırakmış Amerikan üst orta sınıfının yeni inancı olduğunu söylüyor.

Piramidin yıkıldığı an

Bu ideolojinin epey sallandığı noktalar var. Bunların başında Asyalıların uğradığı şiddet geliyor. Bu konu son dönemde ciddi olarak tartışılmaya başlandı. ABD’de sokak ortasında dövülen hatta öldürülen Asyalılar ortaya çıktılar. Bu saldırılar şüphesiz ki ırkçı saldırılardı. Ancak failleri beyaz değildi. Bu nedenle üstüne gidilemedi.

Bazı siyah topluluklarında Asyalılar “gerçek ABD’li” olarak tanımlanmıyordu. Dışarıdan gelip daha iyi şartlarda yaşadıkları düşünülüyordu. Ortaya çıkan sürtüşme şiddete dönüştü. Ancak bu olaylar piramitte bir yere oturmuyordu. Asyalılar daha zengin ve güvende olarak piramitte siyahlardan üsttelerdi. Hatta bazı okul başvurularında beyazlar ve Asyalılara daha yüksek fiyatlar veriliyordu. Nasıl olur da siyahlar tarafından “mağdur” edilebilirlerdi ki?

Tüm bunlar ideolojinin eksik ve “yerel” bakış açısından dolayı oluyor. Yukarıdaki ırkçılık örneklerini hatırlayın. Örneğin “beyaz İsa”. Dünya’nın neresine gitseniz İsa’nın ten rengi bölge vatandaşıyla aynıdır. Asyalılar çekik gözlü İsa resmeder. Afrika’da İsa siyahtır.

Ya da White Flight, Türkiye’de sığınmacı sorununun olduğu bölgedeki insanların başka ilçelere dağılması değil mi?

Nasıl oluyor da ABD’deki beyaz-siyah ilişkilerine sahip olmayan ülkelerde benzer durumlar ortaya çıkıyor?

Çünkü bütün bu ilişkiler, kimlik değil sınıf ilişkileri. Yoksul-zengin arasındaki ilişkileri ırk veya cinsiyete bağlayınca anlamsız sonuçlara ulaşıyorsunuz. Ünlü talk showcu  siyah bir kadın olan Oprah Winfrey mağdur olurken, Ohio’lu beyaz bir tren işçisi “zalim” olmayı başarabiliyor, sebebiyse sadece ten rengi ve cinsiyeti.

Dış siyasete etkileri

Epey ironik bir şekilde woke hareketi kısa sürede çok uluslu küresel şirketler ve sivil toplum kuruluşları tarafından benimsendi. Şirketler logolarını Black Lives Matter ve gökkuşağı renkleriyle doldururken sendikaları ırklar arası gerginlik çıkararak dağıtmayı başardılar.

Bloomberg’de “sosyal adalet hareketlerini ABD’nin dış politika hamlelerini güçlendirmek için kullanabiliriz” başlıklı makaleler çıkmıştı. Reagan döneminde kurulan ve çeşitli darbelerde adı geçmiş “National Endowment for Democracy” (NED) gibi NGO’lar sitelerinde kimlik meselelerini ön plana çıkarıyor, hedef ülkelerde kimliği yüzünden dışlanmış hissedenleri saflarına katmaya çalışıyordu. Bu sayede başka ülkelerdeki liberal, üst orta sınıfları da ABD tarafına çekebiliyorlardı. Dahası, anti emperyalist olmasıyla bilinen sol örgütler, sınıf siyasetini terk edip kimlik siyasetine dönünce doğal olarak kendilerini Amerikan saflarında buldular. Antifa üyelerinin hem Suriye’de YPG terör örgütü saflarında hem de Ukrayna’da Azov taburlarının saflarında görmemizin başka bir açıklaması olamazdı.

Tabii ABD için bu akım pek güllük gülistanlık olmadı. Sadece şirketler değil, devlet kurumları da bu fikirleri benimsemişlerdi. CIA’den tutun Pentagon’a LGBT hakları reklamları çekiliyordu. 2018’de yapılan reklam kampanyası sonucu ABD ordusuna güven yüzde 70’lerden yüzde 40’lara indi. Orduya katılım başvuruları dibi gördü. Dahası, Amerikan savaş makinasının ekmeği suyu olan muhafazakar taban, devlete antipati beslemeye başlamıştı. ABD’nin küresel rakipleri de bu boşluğu gördüler ve “karşı mahalleye” dükkan açtılar.

Putin, her konuşmasında “dejenere” batı toplumuna vurgu yapıyordu. Kısa zamanda Rusya’ya daha muhafazakar bir toplum olduğu için sempati duyan ABD’liler ortaya çıktı. Hatta Rus paralı askerleri Wagnerler ABD’li muhafazakarları hedef alan reklam kampanyaları hazırladılar.

Yani özetle, kültür savaşlarının en güçlü makinası batının azınlıklara olan davranışlarını tarihsel olarak farkındalık kazandıran ancak sınıfsal çatışmaları yanlış yorumlayarak kimlik takıntılı bir toplum yaratan woke hareketi oldu. Batı medeniyetindeki siyah ve LGBT hakları gibi hala çözülmemiş kimlik sorunlarını görmesi olumlu olsa da getirdiği çözüm önerileri sorunu derinleştirdiği gibi sınıf temelli politikaları etkisizleştirdi. Daha woke ideolojisiyle ilgili anlatacak çok şey var. Ama hem ABD’de hem de küresel boyutta bu akımın dalgalarını izlemeye devam edeceğiz. Bu hareketin ABD’nin son dönemde sarsılan küresel hegemonyasına katkı sağlayıp sağlamayacağını ise zaman gösterecek.

GÖRÜŞ

Yeni nesil saldırılar

Yayınlanma

Yazar

Savaş araçları, taş ve sopalardan zırh ve kılıçlara, toplardan tanklara, nükleer silahlardan siber saldırılara kadar uzanarak insanlık tarihi boyunca evrilerek değişti. Elbette savaşlar sadece askeri mücadele ile sınırlı değil; ekonomik, siyasi ve diplomatik alanlara uzanması normal. Artık savaşın dijital arenada da gerçekleştiği yeni bir dönemdeyiz. “Yeni nesil saldırı” olarak adlandırılan bu saldırı tipi, bir ülkenin düşmanını sadece fiziksel kuvvetle değil, teknolojik üstünlükle de zayıflatma stratejisine dayanıyor. Yeni nesil saldırılar, geleneksel askeri operasyonların ötesinde, siber saldırılar, elektronik harp, psikolojik operasyonlar ve hassas hedefli saldırılar gibi çok boyutlu teknikleri barındırıyor. Bu tür saldırılar, genelde düşmanı “felç” etme amacı güderek; düşmanın iletişim ağlarını veya savunma altyapısını devre dışı bırakmayı hedefliyor.

Bu bağlamda, şu ana kadar dünyanın farklı yerlerinde gerçekleşen siber saldırılarda genelde networklere sızılmış, hassas gizli veriler çalınmıştı. İsrail’in Lübnan’daki Hizbullah mensuplarının çağrı cihazlarının ve telsizlerinin eş zamanlı olarak patlatılması ile ilk defa bu yaygınlık ve ölçekte fiziksel olarak can ve mal kaybı gerçekleşti.

Bu saldırıların ilk günü gerçekleşen çağrı cihazlarının patlaması teknoloji üstünlüğünden ziyade, koordine ve uzun süre fark edilmeden devam eden istihbarat faaliyetlerinin eylemidir. Tedarik zincirine sızılarak çağrı cihazlarının içine patlayıcı madde yerleştirilmesi Hizbullah tarafından büyük bir istihbarat zaafı. Üstelik bu cihazlar teslim alındıktan sonra Hizbullah militanları tarafından neredeyse 5 ay boyunca fark edilmeden kullanıldı. İkinci günkü yeni nesil saldırıda patlayan telsizlerin yanı sıra bölgedeki diğer elektronik cihazların da patladığı gözlemlendi. Solar panellerden tabletlere uzanan bir yelpazede gerçekleşen patlamaların elektromanyetik bir saldırı sonucunda gerçekleşmiş olma ihtimali mevcut.

Her ne kadar kayıplar nicelik olarak büyük ve Hizbullah’ın göreceli olarak üst düzey mensupları hedeflenmiş olsa da bu iki yeni nesil saldırıdaki amaç yalnızca Hizbullah kadrolarını demoralize etmek değildi. Psikolojik savaş taktiği olarak amaç sadece Lübnan halkına korku aşılamak, insanları terörize etmek değil; bu korkuyu her şeyi kapsayan ve kaçınılmaz hale getirmeyi amaçlayarak, İsrail’in her yerde olduğuna inandırmak: ceplerinde, kulaklarında ve hatta çocuklarının yatak odalarında.

Lübnan’da meydana gelen yeni nesil saldırılar tüm dünyada savaş algısını değiştirerek cepheden çok uzaklarda olsak bile evimizde, okulda, işyerinde, markette, berber koltuğunda elimizden düşürmediğimiz elektronik eşyalarımızla hedefe alınabileceğimizi gösterdi. Karamsarlık aşılamadan önlem almak için gecikmememiz adına, yeni nesil savaşlar muhtemelen düşündüğümüzden korkunç ve çoktan hayatımızın içinde.

Savaş büyür mü?

Yeni nesil saldırılarla gündemimizi sarsan ve hepimizi ürküten bu savaş nasıl evrilecek? İsrail, muhtemelen geniş çaplı bir kara harekâtı başlatmadan önce yeni nesil saldırıları ve hava saldırılarını tercih ediyor. Böylece olası büyük bir savaşı başlatmadan önce hem insanlara korku salmış oluyor hem de Hizbullah yönetimine ve üst düzey komutanlarına suikast düzenleyerek onları elimine ediyor. Güney Lübnan’daki ve Bekaa’daki Hizbullah mevzilerini hedef alarak, örgütün silah depolarını ve askeri altyapısını büyük ölçüde yok ediyor.

Güney Lübnan’daki 150.000’den fazla insanı evlerini terk etmek zorunda bırakmayı da bir savaş taktiği olarak uyguluyor. Bu İsrail’in savaşı nasıl idare etmek istediğine yönelik ipuçları içeriyor olabilir. Öncelikle ilan ettiği hedef olan Litani nehrinin güneyinde sivil halkı bölgeden uzaklaştırarak belki de bir kara harekâtına gerek duymadan askeri amaçlarına ulaşmak. İkincisi, zaten peşpeşe krizlerin altında ezilen Lübnan halkının, yerinden edilen Güney Lübnanlı göçmenler eliyle, yaşam şartlarını daha da ağırlaştırmak isteyebilir. İsrail’in burada beklentisi de cephe gerisinde destek yerine ağır eleştirilere maruz kalan Hizbullah’ın mücadele kapasitesini iyice azaltmak.

Hizbullah ise tam ölçekli bir savaşa girmeden önce taktiksel saldırılarla devam ediyor. Genelde kuzey İsrail’deki askeri tesisler ile sınırladığı saldırılarını Haifa’ya, Tel Aviv’e kadar taşımaya başladı. Ancak şimdiye kadar verilen tepkilerin sınırlı kalması, çoğu Hizbullah yanlılarını bile yeterince tatmin edebilmiş değil. Sivil halkın da çok ciddi bedel ödediği bu kritik dönemeçte bu bedelden sorumlu tutulan Hizbullah’ın İsrail için en küçük caydırıcılık üretememesi artık daha yüksek sesle dile getiriliyor.

Aslında Hizbullah, İsrail’in güç zehirlenmesi yaşayarak Hizbullah’ı hafife alıp bir kara harekâtına başlamasını körüklemek de istiyor olabilir. Olası bir kara harbinde üstünlük sağlayarak İsrail’e büyük zahiyatlar verdirmeyi umuyor olabilir. Dağlık ve ormanlık bir bölge olan Güney Lübnan’ı Hizbullah’ın özellikle Rıdvan gücü çok iyi tanıyor. Hizbullah’ın tünelleri de hesaba katılırsa İsrail’in kara harbi opsiyonundan elinden geldiğince kaçınmaya çalıştığını görüyoruz. Zira Hizbullah’ı kuzey sınırından uzaklaştırıp kendi vatandaşlarının güvenli eve dönüşlerinin sağlamanın ötesinde Litani Nehri gibi yani zengin bir su kaynağı da İsrail’in iştahını kabartıyor.

Bir yandan İsrail kara harekatı başlatarak Lübnan’ın içlerine gelmesi mümkün ama işgali uzun süre sürdürmesi ve bunu tolere edebileceği kayıplar ile başarması çok daha zor. 2006’da Beyrut’a kadar girmiş ve sonra Mavi Hat’ta kadar geri çekilmek zorunda kalmıştı.

Lübnan’ın Gazze’nin kaderini paylaşmasına ne engel olabilir?

İsrail kural ve sınır tanımazlığı ile bölgeyi ateşe atmaya devam ediyor ve önüne geçilmesi gerektiği her geçen gün daha da açık hale geliyor. Hizbullah’ın neredeyse yok olan komuta kademesine ve şimdiye kadar kayda değer caydırıcılık üretme iradesi ortaya koy(a)mamasına bakarsak cevap onlarda değil. Bölge ülkelerinin farklılıklarını bir kenara bırakıp İsrail’e karşı bir koalisyon kurma gerekliliği daha çok ön plana çıkıyor. İsrail kendisine “tehditleri” yok ettiğini düşünürken daha güçlü rakipler yaratıyor olabilir mi?

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

İsrail uçurumun kenarında

Yayınlanma

Yazar

İsrail Gazze’de Hamas’ın kökünü kazımak ve rehineleri kurtarmak amacıyla başlattığı ve yaklaşık bir yıldır sürdürdüğü operasyonlardan henüz tam sonuç alamamışken bu defa da Hizbullah ile bir savaş başlatmış görünüyor. Bu satırlar kaleme alındığı sırada (25 Eylül Çarşamba, erken saatler) henüz kara harekâtına giriş(e)memişti. Hatta yapıp yapmayacağı da pek kesin görünmüyordu; çünkü hafta sonunda Güney Lübnan’a yönelik yoğun hava operasyonlarına Hizbullah sanki hiç etkilenmemişçesine karşılıklar vermeye devam ediyordu.

Ana akım medyada tam olarak yer almasa da Hizbullah’ın İsrail’in kuzeyindeki özellikle askeri hedefler ve Hayfa şehrini yoğun bir biçimde vurduğu, bunun üzerine İsrail’in kuzey bölgesinin önemli bir kısmından sivilleri boşaltmak (veya sığınaklara yerleştirmek) zorunda kaldığı haberleri geliyordu. Bunlara ilaveten İsrail’in hava bombardımanına karşılık Tel Aviv’e de füzelerle saldırdığı ve bütün bu saldırılarda İsrail’in fena halde övülen hava savunma sistemi Demir Kubbe’nin etkisiz kaldığı gözlemlenmekteydi.

HİZBULLAH KOLAY LOKMA DEĞİL

Kısacası Hizbullah, İsrail ile giriştiği her silahlı çatışmada ortaya koyduğu gibi kolay lokma değil ve bu defa da muhtemelen olmayacak. İsrail’in Lübnan’ı işgal ettiği 1980’li yılların başlarında doğan/güçlenen ve bugüne kadar İsrail ile defalarca çatışmaya giren bu örgüt ne bir düzenli ordu ne de sıradan gerilla yapılanması. Savaşın gidişatına göre her iki yöntemi de kullanabilen her defasında İsrail’e büyük kayıplar verdirerek geri adımlar atmaya zorlayan Hizbullah en son 2006 yılındaki savaşta da aynı başarıyı göstermişti.

Şimdi İsrail kapsamlı bir kara harekâtına girişecek olursa muhtemelen benzeri bir sonuç ortaya çıkacak. Fakat bundan olabildiğince imtina ettiğini görüyoruz. Hizbullah ile İsrail arasında en son 2006 yılında gerçekleşen ve 33 gün süren çatışmalarda İsrail şimdi olduğu gibi sivil, çoluk-çocuk gözetmeksizin yoğun bir hava bombardımanıyla harekata başlamış; ancak daha sonra kara operasyonuna giriştiği andan itibaren büyük kayıplar vererek geri çekilmişti.

Öyle ki, Hizbullah çok sayıda İsrail tankını tahrip etmiş; İsrail helikopterlerini düşürmüş, helikopterlerin kolaylıkla operasyon yapmalarına izin vermemiş ve F-16’lardan bazılarını vurduğu konuşulmuştu. Hatta bir defasında Hizbullah Lideri Nasrallah canlı yayına çıkıp konuşurken ‘şu anda direniş güçlerimiz bir İsrail savaş gemisini vuracak’ açıklaması yapmış ve tam da o sırada bir Hizbullah füzesi hızla İsrail savaş gemisini etkisiz hale getirmişti. İsrail’in sivil yerleşim merkezlerine yönelik yoğun hava bombardımanını bütün uyarılara rağmen aralıksız devam etmesi üzerine Hizbullah da İsrail yerleşim yerlerini vurmaya başlamış ve önce Lübnan sınırına yakın kasabalara/şehirlere yönelik Hizbullah saldırıları sonuçta İsrail’in hiç beklemediği bir şekilde Tel Aviv’e kadar ulaşmıştı. Ve bu arada çok sayıda askeri Hizbullah tarafından esir alınan İsrail adeta süklüm püklüm savaştan geri çekilmek zorunda kalmıştı.

ŞİMDİKİ ASKERİ-POLİTİK DURUM HİZBULLAH’IN DAHA DA LEHİNDE

Peki 2006’ya göre şimdiki durum askeri ve politik açılardan nasıl? Şimdi başlayacak bir savaşta Hizbullah 2006’ya oranla daha avantajlı görünüyor. Öncelikle İsrail’in Hamas’a karşı giriştiğini iddia ettiği ve Gazze’de tam bir soykırıma dönüşen operasyonundan istediği sonuçları aldığı söylenemez. Sivillere soykırım yapmak askeri güç kullanmanın siyasi-diplomatik sonuçlarını elde etmek anlamına gelmeyebilir/gelmez. Örneğin rehineleri kurtarmak veya Hamas’ın kökünü kazımak olarak ifade edilen savaş amaçlarından hiçbirisi elde edilebilmiş değil. Ortada korkunç bir soykırım olduğu açık ama Hamas Gazze’de hala operasyonel ve İsrail’in Hizbullah’a karşı başlatacağı bir kara harekâtından faydalanarak pusu ve benzeri başka yöntemlerle İsrail’e zarar vermeye çalışacak ve verecektir.

Öte yandan Türk medyasının adeta ısrarla görmezden geldiği bir diğer olay/gelişme başka ipuçları veriyor. İsrail’in, Hizbullah’ın bazı mensuplarının kullandığı çağrı cihazları ve telsizleri uzaktan patlatmasından hemen önceki günlerde Yemen’deki Husiler olarak bilinen ve Direniş ekseni güçlerinin önemli bir parçası haline gelen yönetim Tel Aviv’i iki bin kilometre uzaktan hipersonik bir füzeyle vurmayı başarmıştı.

Bu olay özellikle önemli idi; çünkü hipersonik füzeler tam anlamıyla Batı’nın envanterinde bile yok. Dünyada en gelişmiş olanlarının Rusya ve Çin’in envanterinde bulunan bu füzelerden İran da yapmayı başardı. Yemen’den atılan bu füze Kızıldeniz üzerinden ve muhtemelen Amerikan donanmasının bulunduğu bölgelerden veya yakınından geçip iki bin kilometreden fazla yol katederek, on bir dakikada Tel Aviv’i vurabildi. İsrail’in hava savunma sistemi Demir Kubbe’nin etkisiz kalma sebebi bu tür füzelerin radarda hemen hemen görünmemesi ve/veya bunları karşılayacak süratte Batı’nın elinde füzeler olmaması. Hizbullah ile başlayacak bir kara savaşında Yemen Husilerinin bu füzelerden daha fazla fırlatarak İsrail’i zor duruma sokmaları kuvvetle muhtemel. Husilere karşı gönderilen Batılı deniz gücünün hemen hemen hiç etkili olmadığını biliyoruz.

Bunlara ilaveten Irak ve Suriye’de de Direniş Ekseni unsurlarının bulunduğunu dikkate almak gerekir. Bunların da belirli ölçülerde ellerindeki dronlarla savaşa katılacaklarını ve İsrail’e karşı Hizbullah’ın yanında yer alacaklarını hesaplamak gerekir. Politik açıdan ise 2006’ya göre şartlar İsrail’in oldukça aleyhinde. Öncelikle Netanyahu hükümetinin özelinde İsrail bütün dünya kamuoyları ve pek çoğunun hükümetleri nezdinde tam bir parya olmuş durumda. Amerika’da bile hem kamuoyu hem de Amerikan elitinin önemli bir kısmı İsrail’i şiddetli bir eleştiri yağmuruna tutabiliyor.

Bunların ilk bakışta Hizbullah ile İsrail arasında yaşanacak bir kara savaşında fazlaca bir etkisi olmayacağı söylenebilir; ancak İsrail vatandaşları üzerinde olumsuz psikolojik etkileri olacağına hiç şüphe yok. Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısı ve ardından başlatılan Gazze operasyonlarından bu yana büyük bir bölümü başka ülkelere aynı zamanda vatandaş olan İsrail yurttaşlarının kayda değer sayıda bir kısmının ülkeyi terk ettiğini de hesaba katmak gerekir. Özellikle Hamas’ın fırlatabildiği füzeler ve özellikle Hizbullah ile İsrail arasındaki düşük yoğunluklu çatışmalarda Hizbullah tarafının İsrail’i kolaylıkla füze yağmuruna tutabilmesi bu süreci hızlandırmış olmalıdır. Bölgesel açıdan belki de 2006’ya göre İsrail lehine meydana gelen tek değişken Suriye devletinin Türkiye’nin de kendi çıkarları aleyhine destek verdiği bir kirli savaşla zayıflatılmış olmasıdır. Ve bunun bir Hizbullah-İsrail savaşı üzerinde nasıl etkiler yaratacağını önümüzdeki günlerde daha iyi gözlemleyebileceğiz.

ÇOK KUTUPLULUK VE KOLEKTİF BATI’NIN DENGELENMESİ

Çok kutupluluğun önlenemez bir şekilde yeni dünya düzeni haline gelmesinin bölge ve İsrail açısından önemli sonuçları olacaktır; çünkü çok kutupluluk Kolektif Batı’nın üstünlüğünün başta askeri alanda olmak üzere ekonomik ve teknolojik alanlarda da dengelenmesi demektir ki, bunun ilk ipuçlarını halihazırda görmekteyiz. Özellikle Amerika’nın bir yanda Rusya öte yanda da Çin ile güç mücadelesi yürüttüğü bir dönemde İsrail’e yapacağı yardım ve destek seçim dönemlerinde olduğu kadar kapsamlı olmayabilir. Hatta bazı Yahudi kuruluşlarının da ifade ettiği gibi, Amerika’daki seçmen profilinin hızla değişmesi ve seçmenlerin iyi gitmeyen ekonomiye odaklanması gibi konular çok yakın bir gelecekte İsrail-Amerika ilişkileri üzerinde ciddi etkiler yapmaya başlayabilir.

Bir yandan kendilerini Direniş Ekseni olarak tanımlayan ve başını Hizbullah’ın çektiği güçler ile öte yandan iki devletli bir çözümü reddeden mevcut İsrail yönetimine karşı siyasi/diplomatik bir mücadele yürüten Arap devletleri arasına sıkışmış ve yeterli nüfusa sahip olmayan bir İsrail’in şu anda izlediği soykırım, katliam, etnik temizlik, savaş vd. politikalarını orta vadede devam ettirmesi mümkün olmayabilir. Kısacası İsrail adeta kendi sonunu getirmeye doğru hızla ilerliyor.

Bu süreci tersine döndürebilmesi için Gazze’de tam bir ateşkes sağlanması ve ardından bir Filistin Devleti’nin kurulması yolunda ciddi ve kapsamlı adımların atılmasına ihtiyaç olduğuna hiç şüphe yok. Örneğin Oslo Barış Sürecinde İsrail iki devlet modelini tam anlamıyla hayata geçirmiş olsaydı Hamas konusu Filistin devletinin ve Filistin politik liderliğinin bir iç meselesi olarak kalacaktı. Ve Hizbullah ile diğer Direniş Ekseni Güçleri ve İran İsrail’e karşı mücadelenin en önemli unsuru olan meşruiyet kaybına uğrayacaklardı. Ama soru şu: İsrail’de ileriyi gören bir vizyon hükümet olup halkın desteğiyle böyle bir barış süreci başlatabilir mi? Şu anda maalesef ümitlerin oldukça düşük olduğu bir zaman diliminden geçiyoruz.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

İsrail’in “hedefe yönelik infaz” politikasının tehlikeli tırmanışı ve genişlemesi

Yayınlanma

Yazar

17-19 Eylül tarihleri arasında Lübnan’da art arda yaşanan büyük çaplı çağrı cihazı ve telsiz patlamaları, yaklaşık 100 kişinin ölümüne ve binlerce kişinin yaralanmasına yol açtı. Ölenler arasında siviller ve çocuklar da bulunuyordu. Bu benzeri görülmemiş saldırılarda mağdurların çoğunun Hizbullah üyesi olması ve olayların ağırlıklı olarak Beyrut’un güney banliyöleri, Güney Lübnan ve Beka Vadisi gibi Hizbullah’ın kontrolündeki bölgelerde gerçekleşmesi nedeniyle hem Hizbullah hem de Lübnan hükümeti, bu saldırıların İsrail tarafından düzenlenen organize bir telekomünikasyon saldırısı olduğu konusunda neredeyse oybirliğiyle görüş bildirdi.

İsrail-Filistin ve İsrail-Lübnan çatışmasının yeniden alevlenmesinden sonra, Hizbullah liderleri İsrail istihbaratının Lübnan’ın akıllı telefon ağlarına sızdığı uyarısında bulunmuştu. Bunun üzerine üyeler, konumlarının tespit edilmesini önlemek amacıyla genelde eski, düşük teknolojili iletişim cihazlarını kullanmaya başlamıştı. Associated Press’e göre, bu ekipmanları kullananlar arasında Hizbullah’a bağlı okullar, hastaneler ve yardım kuruluşları gibi askeri olmayan kurumlar da bulunuyordu.

İsrail, geleneksel olarak “ne doğrulama ne yalanlama” tutumunu sürdürse de İsrail ile Hizbullah arasındaki çatışmanın giderek tırmanması göz önüne alındığında, çoğu gözlemci, teknolojik olarak güçlü olan İsrail’in, iletişim cihazlarının tedarik zincirine sızarak önceden yerleştirilmiş mikro bombaları patlattığı, böylece “hedefe yönelik infaz” politikasını ölçeklendirdiği ve savaş düzeyine çıkardığı sonucuna varıyor. Bu, Hizbullah’tan intikam almak ve onları caydırmak amacıyla yapılan bir hamle olarak görülüyor.

Eğer durum buysa, bu, İsrail’in yıllardır uyguladığı “hedefe yönelik infaz” politikasını daha yenilikçi hale getirip, ölçeğini genişlettiği ve şiddetini artırdığı anlamına geliyor. Tüketici ürünlerini, özellikle iletişim cihazlarını kitlesel imha silahlarına dönüştürerek savaş hukuku, uluslararası hukuk ve insani ilkeleri daha da ihlal ediyor ve uluslararası çatışmalar için yeni bir Pandora’nın kutusunu açarak kötü bir örnek teşkil ediyor.

“Hedefe yönelik infaz” neden bu kadar yaygın?

İsrail, küçük bir ülke ve nüfusu az olduğundan, tarih boyunca önleyici saldırıları ve hızlı sonuç almayı tercih etti. Uzun süreli çatışmalar İsrail’e büyük insan ve maddi kayıplar yaşattığı için, hükümet, çatışmaları durdurmak için karşı tarafla aynı şiddette veya daha fazla şiddet kullanmak zorunda kaldı. İsrailliler yıllarca dağınık halde yaşadı, ayrımcılığa ve katliama maruz kaldı ve ülke sürekli savaş durumunda kaldı. Endişe ve kriz bilinci, kaçınılmaz bir psikolojik gölge haline geldi ve hatta ulusal karakterin önemli bir özelliği olarak yerleşti. On yıllardır süren gergin karşı karşıya gelme ve şiddet tehdidi, çoğu İsraillinin güvenliği en yüce değer olarak görmesine ve “dünyayı karşıma almaktansa dünyanın beni karşısına almasına izin veririm,” şeklinde aşırı bir benmerkezci zihniyetin oluşmasına neden olmuştur. Bu faktörler, İsrail’in uzun süredir uyguladığı “hedefe yönelik infaz” politikasının ardındaki intikam motivasyonunu oluşturuyor ve bu politikanın çoğu İsrailli tarafından kabul görmesinin toplumsal temelini oluşturuyor.

“Hedefe yönelik infaz” politikası, İsrail hükümetinin düşman stratejisinin tutarlılığını ve göreli rasyonelliğini yansıtıyor. Bu politika, içeride saldırı mağdurlarını teskin edebilir ve olası tehditleri önleyebilir; dışarıda ise “terörle mücadele” bahanesiyle uluslararası baskıyı hafifletebilir. Bu şekilde, çatışmanın topyekûn tırmanmasını veya genişlemesini önleyebilir, geniş çaplı insani felaketlerin ortaya çıkmasını engelleyebilir, kamuoyu eleştirilerini azaltabilir ve düşman cepheyi bölüp parçalayarak İsrail karşıtı duyguları zayıflatabilir. Ayrıca, düşman radikal grupların örgütsel yapısını caydırma, dağıtma ve felç etme etkisi de vardır.

“Hedefe yönelik infaz” neden sıklıkla başarılı oluyor?

İsrail’in “hedefe yönelik infaz” yöntemleri çeşitlilik gösteriyor. Bu yöntemler arasında havadan karaya füze saldırıları, keskin nişancı tüfekleri, tank saldırıları ve arabalara, telefon kulübelerine, beton bariyerlere hatta cep telefonlarına uzaktan kumandalı bombalar yerleştirme gibi yöntemler yer almaktadır. Zaman zaman başarısızlıklar yaşansa da İsrail askeri istihbarat birimleri genelde istikrarlı, hassas ve etkili bir şekilde hareket edebilmekte ve yan hasarı en aza indirmeye çalışıyor. Şimdi, uluslararası kamuoyu, İsrail’in çağrı cihazları, telsizler ve hatta güneş panellerinde önceden yerleştirilmiş mikro patlayıcıların toplu ve hedefe yönelik olarak patlatılmasını sağladığına inanıyor. Bu, “hedefe yönelik infaz” politikasının zamanla durmadığını, aksine daha da geliştiğini gösteriyor.

“Hedefe yönelik infaz” politikasının bu kadar yaygın olması ve sık sık başarılı olması, temel olarak şu faktörlere dayanıyor:

İlk olarak, İsrail ezici bir genel güce sahiptir. İsrail uzun süredir savaş durumunda olduğundan, askeri ve istihbarat birimleri her an tetikte durumdadır. Sadece askeri alanda tüm Ortadoğu’nun süper gücü olmakla kalmayıp, aynı zamanda ekipman, teknoloji, iletişim, asker kalitesi, eğitim kalitesi ve savaş deneyimi açısından dünya çapında birinci sınıftır. “İnfaz” hedeflerini ele alırken adeta serçeyi öldürmek için top kullanır. “İnfaz” operasyonlarının kendisi sadece çeşitlilik göstermekle kalmayıp, aynı zamanda çok yüksek teknoloji içeriğine sahiptir.

İkincisi, İsrail’in askeri veya istihbarat kurumları önceden hazırlık yaparak, hedeflerin kullandığı ekipmanlara önceden bombalar yerleştirmekte ve gerektiğinde uzaktan kumandayla patlatır. Ankesörlü telefonlara, cep telefonlarına, telefon kulübelerine, yol bariyerlerine ve hatta sahte hediyelere uzaktan kumandalı bombalar yerleştirmek ve uygun zamanda patlatmak, İsrail’in bombalı suikastlarında sık kullanılan bir yöntemdir.

Üçüncüsü, ekipman kabiliyetlerindeki asimetriyi kullanarak tanklar, helikopterler, insansız hava araçları, roketatarlar veya keskin nişancı tüfekleri ile uzak mesafeden öldürme ve bombalama.

Dördüncüsü, düşman ülke sivilleri gibi kılık değiştirerek suikast hedefine yaklaşma ve eylemi gerçekleştirme.

“Hedefe yönelik infazın” başarılı olmasının bir diğer önemli faktörü, çok sayıda muhbirin işbirlikçi olarak hareket etmesi ve İsrail’in askeri istihbarat birimlerine hassas istihbarat sağlaması veya cep telefonu, araba gibi ekipmanları temin etmesidir. İsrail’in muhbir yetiştirme yöntemleri arasında şantaj, rüşvet ve iş izni verme gibi yöntemler bulunmaktadır. Bu, iradesi zayıf ve geçim sıkıntısı çeken bazı Filistinlileri, Lübnanlıları veya İranlıları ulusal çıkarlarına ihanet etmeye zorlamaktadır. Bazı istihbarat raporlarına göre, İsrail istihbarat kurumlarının Tahran’da Hamas lideri Heniye’yi “hedefe yönelik infaz” etmesi, satın alınmış içeriden birinin takibi, konumlandırması ve önceden patlayıcı yerleştirmesi yoluyla gerçekleştirilmişti.

İsrail hükümeti, bir dönem yargısız infaz eylemini “tasfiye” (Liquidation) olarak adlandırıyordu; ardından bu terimi “hedefe yönelik infaz” (Targeted Killing) olarak değiştirdi. Bu tanım bile yeterince açık olmasa da çoğunlukla bu eylemi “aktif savunma” olarak nitelendirerek, uluslararası ve yerel sol medya tarafından “suikast” olarak değerlendirilen bu eylemleri reddetti. Fakat adı ne olursa olsun, bu tür eylemlerin suikastın temel özelliklerine uyan birkaç gerçeği değiştirmediği açıktı: Hukuki bir yargılama olmaksızın suçlanan bir kişiyi yasa dışı şekilde öldürmek, doğrudan bir çatışma olmadan ve hedefin savunma şansı olmadığı bir anda hayatına son vermek ve genellikle bu eylemleri ya inkâr etmek ya da sessiz kalmak.

20 yılı aşkın süre önce, İsrailli milletvekilleri, avukatlar ve gazetecilerden oluşan İşgal Altındaki Topraklardaki İnsan Hakları Bilgi Merkezi (ICHROT), bir raporunda, suikastın İsrail’in 30 yılı aşkın süredir Filistinli önemli isimleri öldürme politikasının bir parçası olduğunu ve Aksa İntifadası sonrasında ortaya çıkan yeni bir uygulama olmadığını belirtti. Gerçekten de durum böyleydi.

O dönemde İsrail ordusunun Batı Şeria bölgesi komutanı Tuğgeneral Benny Gantz’a bir “temizleme politikasının” olup olmadığı sorulduğunda şu cevabı vermişti: “Temizleme diye siz dediniz, ben değil. Ne gerekiyorsa yapacağız ve tehdit olduğu sürece benzer operasyonları durdurmayacağız,” dedi. Özel Kuvvetlerin kurucularından Rami Golzin, İsrail gazetesi al-Hayat’a verdiği mülakatta şunları itiraf etmişti: “Biz tasfiye gerçekleştiriyoruz. Eğer Ebu Cihad’ı (1988’de) veya tasfiye edilmesi gereken diğer hedefleri tasfiye etmeseydik, otobüslerimiz havaya uçurulurdu ve 17 evladımız öldürülürdü”.

İsrail askeri istihbarat birimleri başlangıçta, suikast operasyonları sonlandıktan sonra belli kişileri “tasfiye” ettiklerini ilan ediyordu. Ancak daha sonra sessiz bir tutum benimseyerek bu faaliyetleri ne kabul ediyor ne de reddediyordu. Ancak değişmeyen bir uygulama, suikastların hedeflerinin “suçlarını” sayma pratiğiydi. İsrail askeri istihbaratı, suikastları hedeflerin terör saldırılarını önlemek için gerçekleştirdiklerini belirtiyordu. Bu, tipik bir “önce infaz, sonra yargılama” yaklaşımıydı.

İnsan hakları ihlalleri ve kınama

ICHROT, İsrail’in suikast politikasının hedeflerin yaşam hakkını ihlal ettiğini ve uluslararası hukuk ile İsrail yasalarının temel ilkelerine aykırı olduğunu vurgulamıştı. Bu politikanın en kritik noktası, hukuki dayanak olmadan bir kurum veya şahsın başka bir şahsı öldürme kararı alması ve bunu yargı organlarının onayı olmadan uygulamasıydı. Ayrıca, “sanık” genelde kendisine yöneltilen suçlamalardan habersiz olup, suçlansa bile kendini savunma şansı bulamıyordu.

Bu organizasyon, İsrail’in suikast politikasının, Filistinlilerin İsrail hedeflerine yönelik “terör saldırılarına” misilleme veya bu saldırıları organize edenleri cezalandırma amacı taşıdığını belirtiyordu. Ancak bu operasyonlar çoğu zaman şaibeli ve hatalı istihbarata dayandırılıyor ve bu durum, İsrail ordusunun kolayca harekete geçmesine, gücünü kötüye kullanmasına ve masum insanların zarar görmesine yol açıyordu. Çok sayıda olayda, İsrail’in “hedefe yönelik infaz” uygulamalarının, suikast hedefi olan insanların masum aile fertleri de dahil olmak üzere çok sayıda sivilin ölümüne neden olduğu görülmüştü.

Bir diğer önemli sorun ise, “hedefe yönelik infaz” politikasının askeri operasyonları sınırsız hale getirmesiydi. Eğer İsraillilere saldırdığından şüphelenilen Filistinlileri ya da Lübnanlıları öldürmek mümkünse, potansiyel saldırganlara ne yapılacaktır? Peki ya İsrail hedeflerine dönük saldırıları desteklediklerini sadece sözlü olarak ifade eden herhangi bir milletten insanlar, özellikle de Orta Doğu ülkelerinin vatandaşları ne olacak? Zira İsrail mantığına göre bunların hepsi potansiyel teröristtir.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English