Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Almanya’da Sarah Wagenknecht partisinin başarı şansı var mı?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Oliver Nachtwey, Basel Üniversitesi’nde Sosyal Yapı Analizi profesörüdür ve Frankfurt’taki Sosyal Araştırma Enstitüsü’nde öğretim üyesidir. Araştırma alanları arasında emek ve endüstri sosyolojisi, siyaset sosyolojisi, kapitalizmin karşılaştırmalı incelenmesi ve toplumsal hareketler yer almaktadır. Oliver Nachtwey, Sahra Wagenknecht ve Wagenknecht’in yeni projeleri hakkındaki düşüncelerini Almanya’nın önde gelen gazetelerinden Frankfurter Allgemeine Gazetesine (FAZ) aktardı. Söyleşinin tamamını sizler için çevirdik. Nachtwey, Alman siyasetinin ilgi odağındaki Wagenknecht’in ne olduğuna ve ne olmadığına ilişkin önemli ipuçları sunuyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Sahra Wagenknecht’in Projesi: BRD noir

Sahra Wagenkencht’in biyografisi, insanın karşıt pozisyonlarda bulunurken nasıl yükselebileceğini gösteriyor. O, siyasette var olmayan bir arzda bulunuyor. Parti kurma girişimi başarıyla sonuçlanabilir mi?

‘’Ve yakında hala topallıyor olacak’’, bu anlamsız ve kaba sözün 90’lı yıllarda Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS) lideri Lothar Bisky tarafından, o dönem PDS içinde ve dışında en çok ilgi gören komünist olan Sahra Wagenknecht hakkında söylendiği dillendiriliyor. Bisky, sakatlığı sebebiyle ayağını sürüyen Rosa Luxemburg’u ima ediyordu. Wagenkencht’in giyim tarzı, eskiden sık sık giydiği dantel bluzları ve saç modeli Almanya’nın en tanınmış sosyalistinin kamusal imajına, göze çarpacak kadar benziyordu. Wagenknecht de Luxemburg gibi hitabeti iyi ve sağgörülü biriydi ve parti yönetimiyle sık sık anlaşmazlıklar yaşıyordu. Fakat Bisky’nin iması yalnızca Wagenknect’in siyasi pozisyonlarını değil, o dönemde zaten mevcut olan estetik-politik oyun düzeni anlayışını da hedef alıyordu. O başından beri başarılı bir şekilde kullandığı bir markaydı. Daha 2002 yılı Federal Meclis seçim kampanyasında yaptığı konuşmalar için partiden ücret talep etmişti.

Sahra Wagenknecht, doğası gereği aykırı bir kişiliktir. Doğu Almanya’da demokratik devrim patlak verdiğinde, 1989 yılında Almanya Sosyalist Birlik Partisi’ne (SED) girdi. Doğu Almanya’daki yönetimden kurtulmak için yapılan siyasi devrim, onu etkilemedi. Onun açısından bu bir ‘karşı devrimdi’. Kapitalist Batı’nın artık Doğu Almanya’da bile sanayiyi, yaşam öykülerini ve yaşam standartlarını tahrip ediyor olmasını herkesten daha kesin şekilde eleştiriyordu. Ancak Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS) içindeki ‘Komünist Platform’un en tanınmış üyesi olarak, özür dilemeyen Stalinist rolünü de seviyordu. Stalin’in ‘etkileyici modernleşme politikasına’ hayranlık duyuyor, Doğu Almanya’yı Alman tarihindeki ‘en insan dostu yönetim’ olarak tanımlıyordu. PDS 2002 yılında ‘Duvar’daki ölümler için hiçbir gerekçe olmadığını’ ilan ettiğinde, parti yönetiminde muhalif bir ses vardı: Sahra Wagenknecht.

Wagenknecht, 1990’lı yıllarda Walter Ulbricht’in ‘Milli Ekonominin Planlanmasında ve Yönetiminde Yeni Ekonomik Sistem’ine hâlâ hayranlık duyuyordu. 2008 ekonomik kriziyle birlikte, onun ekonomik-politik metamorfozu başladı. Artık parti sınırlarının ötesinde, çağdaş kapitalizmin yetenekli bir eleştirmeni olarak dikkat çekiyordu. Doğu Almanya nostaljisi yerini kapitalizmin altın çağındaki BRD (Almanya Federal Cumhuriyeti) nostaljisine bırakıyor.

‘Freiheit Statt Kapitalismus’’(Kapitalizm Yerine Özgürlük, 2012) kitabında kendisini ilerici sosyal piyasa ekonomisinin destekçisi olarak tanıtıyor. Her ne kadar ‘yaratıcı sosyalizm’den bahsetse de düzen konusundaki fikirlerini Walter Eucken, Alfred Müller-Armack ve Ludwig Erhard gibi ordoliberalizmin düşünürlerinden alıyor. Temel olarak Ulbricht’in ekonomi politikasındaki gibi ordoliberalizmde de aynı niteliklere değer vermektedir. “Yüksek verimli bir ekonominin, eşzamanlı sosyal güvenlikte verimin canlanmasını sağladığını” belirtmiştir. “Reichtum ohne Gier” (Açgözlülük Olmadan Zenginlik, 2016) kitabında artık sosyalizm kelimesi geçmiyor. Kapitalizm hakkında eleştirdiği şey, performansı, yeniliği ve (gerçek) rekabeti engelleyen büyük şirketlerin yarı-feodal egemenliğidir. Karl Marx’tan ziyade Joseph Schumpeter’e daha yakındır. İşçilere ya da sendikacılara değil, daha çok serbest meslek sahiplerine, girişimcilere, yöneticilere, üsttekilerin bunu yapamayacağına dair kendilerini rahatlatmak ve kendilerini biraz daha eğitimli hissetmek için istasyondaki kitapçıdan bir kitap alanlara hitap ediyor.

İlgi odağı olmak için yaratılmış

Wagenknecht uzun bir süre boyunca çok dikkat çeken bir yabancıldı, ancak kitapları ve talk-show programları sayesinde siyasi bir yıldız haline geldi. Karizması var. Wagenknecht, kendisi de alttan gelen tecrübeli bir tırmanıcı. Böyle takdir toplamasının sebebi; dosyalarını iyi bilmesi, hazır cevap olması ve tartışma turlarında rakiplerini soğukkanlı şekilde duvara toslatması. Üst sınıfa geçişini ve muhafazakâr habitusunu kutluyor. Ve imajını, burjuva kültürünü küçümsemeyen aksine ona saygı duyan solcu bir entelektüel olarak geliştiriyor. O, Marx’ı tamamen okumuş ve Goethe’nin Faust’unu ezbere biliyor. Weimar klasisizmini burjuva eşrafından daha iyi anlayan bir komünist. Bu da ona hem yukarıdan hem aşağıdan bir görüntü veriyor, sıradan insanların çıkarlarını temsil eden ve düzene dışarıdan bakan biri. Televizyona çıktığında, insanlar ekrandan ayrılmıyorlar. Wagenknecht, siyasi ortamda kimsenin yapmadığı ilginç bir şekilde siyasi alternatifler üzerine konuşuyor.

Wagenknecht’in Sol Parti’de her zaman destekçileri oldu ve parti içinde önemli görevler aldı. 2019’dan beri Federal Meclis Grup Başkanı Dietmar Bartsch ile yaptığı Makyevelist güç paylaşımıyla kötü bir şöhret kazandı. Bartsch ile dönemin parti liderleri Kipping ve Riexinger’e muhalefet dışında pek ortak noktaları yoktu. Yine de milletvekili olmanın günlük zahmetlerini bir dayatma olarak gördüğü için parti içinde bir yabancı olarak kalmaya devam ediyor. Parti etkinliklerine katıldığında geç kalıyor. Hem görkemli bir giriş yapmak için hem de kimseyle konuşmak zorunda kalmamak için. Sonuç olarak, kamuoyundaki ve parti içindeki tanınırlığı ters orantılı, yalnızca sadık olan destekçi çevresi itaatkar.

Wagenknecht kendisini, sosyal sorunlardan kopmuş ‘sol-liberal’ parti yönetimine karşı parti içi muhalefet olarak tanımlıyor. Doğru olan şudur: Sol Parti, iklim hareketinin sorunlarını ele alıyor ve ayrımcılık karşıtlığı birçok aktivist için çok önemli. Ancak Sol Parti’nin sosyal sorunlardan koptuğu iddiası grotesk bir çarpıtmadır. Wagenknecht, parti yönetimine yönelik sert eleştirilerini “Welt”, “Bild” veya “Cicero” gibi tanınmış işçi yanlısı yayınların sayfalarında yayınlamayı seviyor. Wagenknecht, 2021 seçim kampanyasında, artık solcular için seçilebilir olmamakla suçladığı solun en duyulabilir sesi. Aynı zamanda Wagenknecht işçi sınıfından, sadece ticaret odasının değil aynı zamanda itfaiyenin de üyesi olan herhangi bir yerel CDU politikacısına kıyasla daha uzaktır. Sol Parti lideri Wissler ya da önceki lideri Riexinger’in aksine Wagenknecht’in sendikalarla da pek bir alakası yok.

Başarısız sol bonapartizm

Merkel döneminde bile Wagenknecht’in şansölye olmak için gereken özelliklere sahip olduğu söylenirdi. Wagenknecht partisiyle birlikte bunun öngörülebilir bir gelecekte gerçekleşmeyeceğini biliyor. Bunun için kendini partiden özgürleştirmesi gerekiyor. Wagenknecht, partisi Die Linke’nin -özellikle de Wagenknecht’in eylemleri nedeniyle- olumsuz bir girdaba düşmesinden bu yana, düzen karşıtı hareketlenmeler için bir araç olması beklenen parti dışı bir sol hareket olan ‘Aufstehen’i [Ayağa Kalk] kurdu. Bu, kendi parti kuruluşu, sol bonapartizm için bir test çalışmasıdır ve dramatik bir şekilde başarısız oluyor. Aufstehen’in başarısız olmasının en önemli nedeni, örgütçü bir politikacı olarak çok az yeteneği ve isteği olan Wagenknecht değil. Toplantılar, anlaşmalar ve vasat muhalifler dehşet. Diğer partilerden birkaç entelektüeli ve (eski) siyasetçiyi çekmeyi başaran Aufstehen hızla dağılır, Wagenknecht tükenmişlik yaşar ve Sol Parti’nin meclis grup başkanlığından çekilir.

Wagenknecht fenomeni, genişletilmiş bir temsil krizinin ifadesidir. Sol Parti’nin başlangıçtaki ivmesi, Gündem 2010, kaybolmuştur. Yapılan reformlar sertliği ortadan kaldırdı, işgücü piyasası önemli ölçüde iyileşti (ancak büyüyen düşük ücretli sektörü kontrol altına alınamadı). Geriye, ekonomik güvensizliğin çok ötesine geçen, orta sınıflara kadar uzanan genel bir kırılganlık hissi kaldı.

Çaresiz orta sınıf

Gündem 2010, dışa açılan bir dünya ekonomisinde rekabet edebilirlik sorununa bir cevap niteliğinde olsa da; savaşlar, mülteci akınları, salgın hastalıklar ve iklim gibi çoklu krizlerin sebep olduğu finansal kriz, kapitalizmin ayağını kaydırdı. Orta sınıf yaşam tarzının tehdit altında olduğunu görüyor. Ve yerleşik siyaset çaresiz.

Wagenknecht, 2015’teki mülteci krizi sırasında mültecilerin sınırsızca kabul edilmesine, düşük ücretlilerin zaten güvencesiz olan yaşam koşullarını daha da kötüleştireceği gerekçesiyle, karşı çıktı. İşgücü piyasasında kıyasıya bir rekabet olmadığı ve konut piyasasındaki sorun esas olarak devletin konut politikasında yattığı için bu kısmen doğruydu. Ancak Wagenknecht kemer sıkma politikasının otoriter yönünü açığa çıkardı: Mali kriz sırasında bankalara yardım yapılırken, şimdi mültecileri yerleştirmek için fonlar ayrılıyor ve sürekli olarak sosyal devlet için para olmadığı söyleniyor.

Wagenknecht, artık eski halk partileri tarafından temsil edilmediğini düşünen yabancılaşmış kişileri temsil etmektedir. Halk partileri ekonomik ve sosyo-politik olarak giderek daha fazla birbirine benzer hale gelmişti. Artık hepsi merkezdeydi ama merkezin kenarları artık temsil edilmiyordu. AfD sağa, hatta aşırı sağa hizmet ederken, Wagenknecht’in ilkesi şudur: merkezin hem sağ hem de sol uçlarını temsil etmek. Wagenknecht kendi siyasi yaklaşımını sol muhafazakârlık olarak adlandırıyor. Sosyo-politik olarak ilerici, toplumsal olarak muhafazakâr. Kanadı sol karşıtı liberalizmdir ve onlara göre bu, mültecilere karşı açık tavrıyla Merkel’in CDU’sunun bazı kısımlarını da içermektedir. Sol liberalizm karşıtlığının özünde, ABD’li filozof Nancy Fraser’ın devlet kurumlarından Yeşil Parti’ye kadar karşılaşılan iş dünyası yanlısı çeşitlilik kültürünü adlandırdığı gibi ‘ilerici neoliberalizm’ karşıtlığı yatmaktadır: Maddi eşitlik mücadelesinin yerini bir eşitlik politikası alır. Neoliberalizm çeşitliliği kutlarken, Wagenknecht bu basit olumsuzlama üzerine odaklanır: ortalama, benzerlik, ‘normallik’. İlerici neoliberalizme karşıtlık o kadar derin ki, Wagenknecht’in kapitalizm eleştirisi artık genellikle bir kenara bırakılıyor.

Merkezin dışındakiler

Sol partiler, Lenin’le birlikte, her zaman proletaryanın öncülerini, en ilerici işçileri örgütlemek istemişlerdir. Wagenknecht, anti-avangard, yükselen ve artık kaybedecek bir şeyleri olan muhafazakar kesim üzerine oynuyor. Burada da kesinlikle haklı olduğu bir nokta var. Diğer partilerin de aklında bu kesim yok değil ama kimse onlara Wagenknecht gibi kültürel olarak değer vermiyor, kimse onların karanlık duygularını ifade etmekte ondan daha güçlü değil: merkeze ait olmaları gerekirken kendilerini dışlanmış hissediyorlar.

Wagenknecht, küresel çoklu kriz karşısında liberalizmin çaresizliğinden yararlanıyor. Kendisini yeşil ve liberal varyantlardaki yüksek gelirlilerin ahlakına bir alternatif olarak sunuyor. Kınayıcı ahlakçılık saf bir icat değildir. Ancak Wagenknecht, haklı eleştirileri kötü niyetle zenginleştiriyor. Sonuç genellikle sağcı kültür savaşından çok da uzak olmayan grotesk bir görüntü oluyor. Bu yüzden onun sundukları otoriterler açısından da çok ilginç. Farklı nedenlerle demokrasiye yabancılaşmış çevreleri bir araya getirmeye çalışmaktadır: Refah devletinden yana olan ancak göçmenleri entegrasyon için bir sorun olarak gören özgürlükçü-otoriterler ve sosyal-şovenistler ile muhafazakar işçiler ve orta sınıflar. Çok başarılı bir şekilde Sol Parti’nin sosyal sorunu ötelediğini iddia ediyor, ancak kendi üst-alt anlatısı gittikçe zayıflıyor ve daha çarpıcı hale geliyor. İşçi sınıfının parçalanması, düşük ücretli sektör, güvencesiz istihdam ile ilgili ifadeleri giderek kısalıyor. Wagenknecht kendi arzusuna ve hayal gücüne göre, var olan gerçek sınıfla çok az ortak noktası olan bir işçi sınıfı imajı yaratmaktadır. Yoksul insanların göç konusunda orta sınıftan daha eleştirel oldukları doğrudur, ancak genel olarak Wagenknecht’in iddia ettiğinden çok daha heterojenler ve farklı yaşam biçimlerine açıktırlar.

Wagenknecht klasik anlamda bir popülisttir: kurulu düzen yozlaşmış ve yetersizdir, halk temsil edilmemektedir. Ancak destekçilerinin sandığının aksine, bu hiçbir şekilde sol popülizm değildir, bu popülizm elitler tarafından demokrasinin gasp edilmesine bir yanıt olarak katılıma dayanmaktadır. Wagenknecht’in sol-liberal düzene karşı kızgınlığı yönetme yaklaşımı kolayca yeni siyasi alanlara aktarılabilir. Korona salgını sırasında, aşı eleştirmenlerinin ön sıralarında yer alıyor, yarı gerçekleri yaymaktan çekinmiyor, kendisi ve çevresi arasında komplo teorileri üzerine bir mırıldanma duyuluyor. Onun modeli şahsi muhalefettir. Paradoksal olarak, popülizmi tam da kendisi artık medya düzeninin bir parçası olduğu için işe yarıyor. Destekçileri onu kimliksizliğiyle özdeşleştiriyor. Onları temsil ediyor çünkü onlar gibi değil. Bu nedenle Wagenknecht’in bir gösteride grev yeleği içinde yanlış oyuna girmiş bir aktris gibi görünmesi sorun değil.

Hiç sempati duymuyor musunuz?

Wagenknecht, Rusya’nın başlattığı savaşa karşı Ukrayna’ya askeri destek verilmesine karşı çıkan ana seslerden biridir. Silah sevkiyatına ve militarizme karşı çıkarak geleneksel barış hareketinin temel meselelerini dile getirmektedir. Bununla birlikte, Wagenknecht Doğu Almanya’daki “karşı devrime” karşı nasıl soğuk ve küçümseyici davrandıysa, Ukrayna’daki mağdurlara karşı da aynı şekilde soğuk davranıyor. Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski pes etmediği için, açıklamalarında sanki esas savaş çığırtkanı Zelenski’ymiş gibi görünüyor. Wagenknecht’in barış politikası koordinat sistemi aynı kalmıştır. Ona göre Rusya’nın başlattığı saldırı, NATO’nun genişlemesine karşı sadece savunma amaçlı bir tepkidir. Putin’i sadece Batı’ya haddini bildirmek isteyen ve rasyonel hesaplar yapan güçlü bir politikacı olarak görmektedir. Bu şekilde eski Batı Alman barış hareketi ve PDS (Demokratik Sosyalizm Partisi) / SED (Almanya Sosyalist Birlik Partisi) çizgisinde hareket etmektedir. Özellikle Doğu Almanya’da popülerdir. Ancak bu arada internetteki komplo teorisi ağlarının da büyük yıldızı haline gelmiştir.

Programı artık BRD noir. Ekonomi politikası, Karl Schiller’in ordoliberalizminin sosyal demokrat uyarlamasını takip etmektedir: refah devleti ve Keynesyen ekonomi politikası yoluyla piyasa ekonomisinin düzeltilmesi. Wagenknecht sol enternasyonalizmi tamamen bir kenara bırakmıştır: Küreselleşmeden önce var olduğu şekliyle ulusal olarak düzenlenmiş sosyal devlet onun temel modelidir. Kozmopolit elitlere ve Avrupa entegrasyonuna yönelik eleştirileri de bundan kaynaklanmaktadır. Bir Wagenknecht listesiyle, daha önce hiç var olmamış bir parti ortaya çıkmış olacak: kendisini aynı anda hem solda hem de sağda konumlandıran bir parti. Dolayısıyla Wagenknecht sadece AfD için değil, aynı zamanda CDU’nun sosyal kanadı ve SPD’nin sağ kanadı için de bir rakiptir. Bu açıdan aslında bir tür çapraz cepheyi temsil ediyor: Sol, tarihsel olarak sisteme yabancılaşmış işçileri kendi davası olan uluslararası sosyalizm için kazanmak istemiştir. Wagenknecht’in projesi ise tam tersi bir yol izliyor: adaptasyon, yeni sağa adaptasyon, böylece sağa giden yolun durdurulabileceği umuduyla. Wagenknecht ne bir ırkçı ne de bir sağcıdır. Ancak bu durumu daha da kötüleştiriyor: kendi etkileme politikasıyla sağın söylemlerini meşrulaştırıyor ve onaylıyor. Sonunda AfD’yi normalleştirmekle kalmayacak, destekleyecektir.

Şimdi bir Wagenknecht partisi kurulacak mı? Bunu isteyen ve bunun için çalışan birçok insan var, bu kesin. Wagenknecht yine de inanılmaz bir şey başardı: Hayali bir siyaset yarattı, bu onu ‘Aufstehen’ gibi başarısızlık riskinden koruyor.

Az destek

Yine de Aufstehen hareketinin felaketi iz bıraktı. Harekete çok fazla asabi insan akın etmişti, projeyi birlikte yürütebilecek çok az kadro vardı. Wagenknecht örgütsel olarak liderlik yapabilecek kapasitede değildi. Bu yüzden bu kadar uzun süre tereddüt etti. Ayrıca kendisini verimli bir şekilde destekleyebilecek siyasi bir çevreden de yoksundu. Destekçileri arasında WASG’ın kurucusu Klaus Ernst ve istifa eden parlamento grubu lideri Amira Mohamed Ali var. Ancak bundan sonra destekçileri gözle görülür biçimde azalıyor. Sol Parti’deki en yüksek sesli destekçileri arasında siyasi yetenekleri olduğu düşünülen kişiler bulunmuyor. Elbette kocası Oskar Lafontaine önemli bir dayanak noktası. Ancak Lafontaine seksen yaşında, son kitabının adı “Ami, gitme zamanı” ve başka bir yerde “görünmez bir dünya hükümeti” hakkında fısıltıyla konuşuyor.

Wagenknecht’in yörüngesinde dolaşan bazı şüpheli figürler de var. Bunlar doğrudan müttefikleri değil ama Wagenknecht’in onlar üzerinde müthiş bir etkisi var. Örneğin komplo teorisyeni Ken Jebsen ile yakın ilişkisi olan eski milletvekili Dieter Dehm gibi. Ve eski kocası Ralph T. Niemeyer, son Federal Meclis seçimlerinde “Die Basis” adayıydı. Şimdi ise Reich vatandaşı ve kendi kendini ilan eden bir Alman “sürgün hükümetinin” temsilcisi olarak Rusya ile teması sürdürüyor. Wagenknecht aynı zamanda tanınmış komplo teorisyeni Daniele Ganser ve tabii ki Ulrike Guérot için de önemli bir referans. Ancak onlarla, kendisini şimdiden bir sonraki başbakan ilan eden aşırı sağcı “Compact” dergisinin genel yayın yönetmeni Jürgen Elsässer’le yaptığı kadar az işbirliği yapıyor. Yine de Elsässer, 1996 yılında komünizmin güncelliği üzerine birlikte bir kitap yayınladığı eski bir tanıdığı.

Bir Wagenknecht partisi işe yarar mı? AfD seçmenleri ya da araştırmalarda ’’sol otoriterler’’ olarak tanımlanan – yeniden bölüşüme yakınlık duyan ancak kültürel olarak sağcı, göçü eleştiren ve demokrasiden memnun olmayanlar için muhtemelen ilginç olacaktır. Bununla birlikte, büyük bir belirsizlik söz konusudur; iyi anketlerin iyi seçim sonuçlarına dönüşeceği hiçbir şekilde kesin değildir. Wagenknecht ülke çapında tanınıyor ve medyada her yerde yer alıyor, ancak tek bir kişiye odaklanmanın sınırları var. Alman parlamenter demokrasisi Fransa ya da Amerika Birleşik Devletleri’ndeki başkanlık sistemlerinden farklı işliyor. Partilerin kurulması gerekiyor ve bu da kolay değil. Örneğin Wagenknecht’in eyalet düzeyinde seçim listelerini bir araya getirmesi gerekiyor. Wagenknecht ancak bir Avrupa seçiminde birinci aday olarak her şeyi gölgede bırakabilir. Ancak Avrupa seçimleri yoluyla yeterli oy, kaynak ve kampanya geri ödemesi elde etmeyi başarırsa bir parti kurma şansına sahip olabilir.

Sınırlı Sayıda Yetkili

Sadece sandıkta değil, siyasi sistemde de bir parti kurmak için diğer partilerden ayrılanlara ihtiyacınız vardır. Çalışma ve Sosyal Adalet için Seçim Alternatifi (WASG) ancak bir toplantıyı nasıl yöneteceğini bilen deneyimli sendika yetkililerinin bölge birlikleri kurmasıyla ortaya çıkabilir. Wagenknecht’in partisine sosyal hareketlerden aktivist akını olmayacaktır.

AfD, profesörlerden ve yerel eşraftan oluşan bir ağdan yararlanmayı başardı. Ancak Aufstehen’de bile, yetkili kişilerin çevresinin sınırlı olduğu ve sınırlı kalacağı açıktı. Göçü eleştiren ve çeşitliliğe düşman bir program, yerel düzeyde pek çok sağcı aktivisti cezbetmeyi vaat ediyor. Wagenknecht listesinin AfD’ye karşı bir siper olacağını umanlar, en kötü ihtimalle güçlenmiş bir sağ blokla karşı karşıya kalacaklar.

Çeviren: Gülçin Akkoç

DÜNYA BASINI

Donald J. Trump’ın ideolojisi

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD’nin yeni başkanı Donald Trump’ın eklektik fikirlerinin olması, hiçbir ideoloji olmadığı anlamına gelmiyor. “Çılgın” ve “irrasyonel” olarak damgalanan Trump’ın birbirini besleyen dört ideolojik kaynağı olduğunu savunan iktisatçı Branko Milanovic, bunları merkantilizm, özel sektöre/kâr amaçlı faaliyetlere güven, göçmen karşıtı milliyetçilik ve ABD’nin “kendisi için bir ulus” olduğuna ilişkin inanç olarak sıralıyor. Milanovic’in Trump’tan “antiemperyalist bir milliyetçilik” beklentisi gerçeklerle uyuşmayabilir veya Çin’in Trump’ın şantajını kabul ederek “daha az satıp daha çok almayı” neden kabul edeceği bir muamma; bununla birlikte, Trump ve benzeri figürlerin kolayca “faşist” veya “popülist” olarak nitelendirilemeyeceğine ilişkin vurgusu yerinde görünüyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Donald J. Trump’ın ideolojisi

Branko Milanovic
Global Inequality and More 3.0
12 Kasım 2024

Donald J. Trump’ın bir ideolojisi var mı ve bu ideoloji nedir? Sorunun ilk kısmı gereksiz: her bireyin bir ideolojisi vardır ve eğer bir ideolojiye sahip olmadıklarını düşünüyorsak, bunun nedeni çeşitli ideolojik çerçevelerden toplanan parçaların yeniden düzenlenmiş bir karışımını temsil etmesi ve bu nedenle bir isim koymanın zor olmasıdır. Fakat bu ideoloji olmadığı anlamına gelmez. İkinci kısım milyon dolarlık bir sorudur çünkü Donald J. Trump’ın ideolojisini bir araya getirebilseydik, önümüzdeki dört yıl boyunca yönetiminin nasıl görünebileceğini tahmin edebilir veya öngörebilirdik (oynaklık unsuru yüksektir).

Çoğu insanın Trump’ın ideolojisi hakkında tutarlı bir argüman ortaya koyamamasının nedeni, ya nefret ya da hayranlıktan gözlerinin kör olması ya da onda gözlemledikleri şeyi, alışkın oldukları ve üzerinde bir isim bulunan ideolojik bir çerçeveye oturtamamalarıdır.

Soruyu yanıtlamaya çalışmadan önce, Trump’a yakıştırılan ve bana göre tamamen yanlış olan iki sıfatı bir kenara bırakmama izin verin: faşist ve popülist. Eğer faşist bir hakaret terimi olarak kullanılıyorsa, bunda bir sorun yok ve bunu özgürce kullanabiliriz. Kimsenin umurunda değil. Fakat Trump’ın inançlarına ilişkin rasyonel bir tartışmada bir terim olarak kullanılması yanlıştır. Bir ideoloji olarak faşizm (i) dışlayıcı milliyetçilik, (ii) liderin yüceltilmesi, (iii) bireylerin ve özel sektörün aksine devletin gücüne vurgu, (iv) çok partili sistemin reddi, (v) korporatist yönetim, (vi) toplumun sınıf yapısının üniter milliyetçilikle değiştirilmesi ve (vii) partiye, devlete ve lidere yarı dini bir tapınma anlamına gelir. Trump’ın inandığı ya da empoze etmek istediği şeylerle neredeyse hiçbir ilişkisi olmadığını göstermek için bu unsurların her birini tek tek tartışmama gerek yok.

Aynı şekilde, “popülist” terimi de son zamanlarda kötüye kullanılan bir terim haline geldi ve daha iyi tanımlanması için yapılan bazı (bence oldukça başarısız) girişimlere rağmen, aslında seçimleri kazanan ama bunu “bizim” hoşlanmadığımız bir platformda yapan liderleri ifade ediyor. O zaman bu terim anlamsız hale geliyor.

Trumpizmin sınıfsal kökenleri sanıldığından daha karmaşık

Trump’ın önceki dört yıllık iktidarı sırasında gözümüze çarpan ideolojisinin bileşenleri nelerdir?

Merkantilizm. Merkantilizm, iktisadi faaliyeti ve özellikle de devletler arasındaki mal ve hizmet ticaretini sıfır toplamlı bir oyun olarak gören eski ve kutsal bir doktrindir. Tarihsel olarak, zenginliğin altın ve gümüş olduğu bir dünya ile birlikte gitmiştir. Altın ve gümüş miktarının sınırlı olduğunu kabul ederseniz, daha fazla altın ve gümüşe (diğer tüm mallardan bağımsız olarak) sahip olan devletin ve liderinin daha güçlü olduğu açıktır. Dünya 17. yüzyıldan bu yana gelişti ama pek çok insan hâlâ merkantilist doktrine inanıyor. Dahası, ticaretin başka araçlarla yapılan bir savaş olduğuna ve ABD’nin başlıca rakibinin ya da hasmının Çin olduğuna inanılırsa, Çin’e yönelik merkantilist politika çok doğal bir tepki haline gelir. Trump 2017’de Çin’e karşı bu tür politikaları başlattığında bunlar ana akım söylemin bir parçası değildi ama o zamandan beri merkeze taşındı. Biden yönetimi bunları takip etti ve önemli ölçüde genişletti. Trump’ın bu politikaları ikiye katlayacağını bekleyebiliriz. Fakat merkantilistler alışveriş yanlısıdır [transactional] ve Trump da alışveriş yanlısı olacaktır: Çin daha az satmayı ve daha çok almayı kabul ederse, memnun olacaktır. Biden’ın aksine Trump Çin rejimini zayıflatmaya ya da devirmeye çalışmayacaktır. Dolayısıyla, pek çok kişinin inandığının aksine, Trump’ın Çin için iyi olduğunu düşünüyorum (yani, alternatifler göz önüne alındığında).

Kâr amacı gütme. Tüm Cumhuriyetçiler gibi Trump da özel sektöre inanıyor. Ona göre özel sektör, regülasyonlar, kurallar ve vergiler tarafından makul olmayan bir şekilde engellenmektedir. Kendisi hiç vergi ödemeyen bir kapitalistti ve bu da ona göre iyi bir girişimci olduğunu gösteriyordu. Fakat diğerleri için, daha az kapitalistler için, regülasyonlar basitleştirilmeli veya ortadan kaldırılmalı ve vergilendirme azaltılmalıdır. Bu görüşle tutarlı olarak, sermaye üzerindeki vergilerin emek üzerindeki vergilerden daha düşük olması gerektiği inancı vardır. Girişimciler ve kapitalistler iş yaratanlardır, diğerleri ise Ayn Rand’ın deyimiyle “beleşçilerdir.” Trump’ta yeni bir şey yok. Bu doktrin Reagan’dan itibaren Bill Clinton da dahil olmak üzere aynı doktrindir. Trump sermaye üzerindeki düşük vergiler konusunda daha açık sözlü ve açık olabilir, fakat Baba Bush, Clinton ve Oğul Bush’un yaptıklarının aynısını yapacaktır. Ve liberal ikon Alan Greenspan’in derinden inandığı şeyi.

Göçmen karşıtı “milliyetçilik”. Bu gerçekten zor bir bölüm. “Milliyetçi” terimi Amerikalı politikacılara yalnızca garip bir şekilde uygulanabilir çünkü insanlar “dışlayıcı” (kapsayıcı değil) Avrupa ve Asya milliyetçiliklerine alışkındır. (Diyelim ki) Japon milliyetçiliğinden bahsettiğimizde, bu tür Japonların etnik olarak Japon olmayanları ya karar alma mekanizmasından ya da ülkedeki varlıklarından ya da her ikisinden de uzaklaştırmak istediklerini kastediyoruz. Aynı durum Sırp, Eston, Fransız ya da Kastilya milliyetçilikleri için de geçerlidir. Amerikan milliyetçiliği, ABD’yi oluşturan insanların muazzam heterojenliği nedeniyle, doğası gereği etnik ya da kan bağına dayalı olamaz. Bu nedenle yorumcular yeni bir terim icat etmişlerdir: “beyaz milliyetçiliği.” Bu tuhaf bir terim çünkü derinin rengi ile etnik (kan) ilişkilerini birleştiriyor. Gerçekte, Trump’ın “milliyetçiliğinin” tanımlayıcı özelliğinin ne etnik ne de ırksal olduğunu, sadece yeni göçmenlerden hoşlanmamak olduğunu düşünüyorum. Bugün sosyo-demokratik dünyanın kalbinde, İsveç, Hollanda, Finlandiya ve Danimarka’daki sağcı partilerin (Hollandalı sağcı lider Geert Wilders’in ünlü ifadesiyle) ülkelerinin “dolu” olduğuna ve daha fazla göçmen kabul edemeyeceklerine inandıkları İskandinav ve Kuzeybatı Avrupa ülkelerinde uygulanan göçmen karşıtı politikalardan özünde farklı değildir. Trump’ın bu görüşü sadece ABD’nin nesnel olarak hiçbir kritere göre dolu bir ülke olmaması nedeniyle sıra dışıdır: ABD’de kilometrekare başına düşen insan sayısı 38 iken Hollanda’da 520’dir.

Sağın küresel yeni biçimi: Milli muhafazakârlık

Kendisi için ulus [a nation for itself]. Merkantilizm ile göçmen karşıtlığı birleştirildiğinde, Trump yönetimindeki ABD dış politikasının neye benzeyeceğine yaklaşılır. Bu politika milliyetçi anti-emperyalizm politikası olacaktır. Bu terimleri açmam gerekiyor. Bu kombinasyon özellikle büyük güçler için nadirdir: eğer büyük, milliyetçi ve merkantilist iseler, neredeyse sezgisel olarak emperyalist olmaları gerektiği anlaşılır. Ne var ki Trump tüm dertlere çare olarak ortaya atılan bu reçeteye meydan okuyor. Kurucuların “dış karışıklıklardan” nefret eden dış politikasına geri dönüyor. Onların ve kendisinin görüşüne göre ABD, kendi çıkarlarını gözeten güçlü ve zengin bir ülkedir, ama Madeleine Albright’ın tanımladığı şekilde “vazgeçilmez bir ülke” değildir. ABD’nin görevi dünyadaki her yanlışı düzeltmek (bu doktrinin iyimser ya da kendine hizmet eden görüşüne göre) ya da parasını kendi çıkarlarıyla hiçbir ilgisi olmayan insanlara ve davalara harcamak (aynı doktrinin realist görüşüne göre) değildir.

Trump’ın 1945’ten bu yana her iki ABD partisinin de geçer akçesi haline gelen emperyalizmden neden hoşlanmadığını söylemek zor ancak içgüdüsel olarak Kurucu Babaların ve Woodrow Wilson’ın Cumhuriyetçi rakibi William Taft gibi ABD’nin iktisadi gücüne inanan ve bu gücü dünya üzerinde hegemonik bir siyasi yönetime dönüştürmeye gerek görmeyen kişilerin değerlerini benimseme eğiliminde olduğunu düşünüyorum.

Bu, Trump’ın ABD hegemonyasından vazgeçeceği anlamına gelmiyor (NATO dağıtılmayacak), çünkü Thukididis’in yazdığı gibi: “Ani bir panik havası ve siyasi ilgisizlik ruhu içinde bunun iyi ve asil bir şey olacağını düşünen bazı insanlar olsa da, bu imparatorluktan vazgeçmeniz artık mümkün değil. İmparatorluğunuz şu anda bir tiranlık gibi: onu kabul etmek yanlış olabilir; vazgeçilmesine izin vermek kesinlikle tehlikelidir.” Fakat Trump’ın merkantilist ilkeleri ışığında, ABD müttefiklerine bunun için çok daha fazla bedel ödetecektir. Perikles’in Atina’sında olduğu gibi, koruma artık bedavaya gelmeyecektir. Hepimizin hayran olduğu güzel Akropolis’in müttefiklerden çalınan altınlarla inşa edildiğini unutmamak gerekir.

Stephen Walt, 10 maddede ABD seçimlerini yazdı: Winter is coming!

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Trump’ın zaferinden sonra: Ukrayna’da savaş sona mı eriyor?

Yayınlanma

Yazar

Eski Alman Şansölyesi Angela Merkel’in askeri danışmanı Erich Vad, Trump’ın Ukrayna’daki savaşı hızla sona erdirebileceğine dair iddialara ihtiyatla yaklaşırken, bu vekalet savaşının Avrupa’nın sorumluluğuna geçebileceği ve Kuzey Kore askerlerinin bölgeye dahil olması gibi gelişmelerin savaşı daha karmaşık hale getirebileceğine dikkat çekiyor. Ayrıca, Almanya ve Avrupa’nın ABD’nin politikalarını sorgusuz kabul etmesi halinde iktisadi sorunlarla karşı karşıya kalabileceğini vurgulayan Vad, Almanya’nın çıkarlarını korumak için daha dengeli bir dış politika izlemesi gerektiğini öneriyor.


Trump’ın zaferinden sonra: Ukrayna’da savaş sona mı eriyor, sayın Vad?

Simon Zeise, Berliner Zeitung

7 Kasım 2024

Erich Vad, eski Almanya Başbakanı Angela Merkel’in askeri danışmanıydı. O dönemde Almanya hükümeti, NATO’yu “Trump’a karşı güvenceye almak” istemişti. Vad, mülakatında, ülkenin şu anda karşı karşıya olduğu zorlukları anlatıyor.

Donald Trump’ın ilk başkanlık dönemi, Almanya ile sert bir çekişme içerisinde geçmişti. Almanya hükümetinin ülkenin savunmasına daha fazla harcama yapması, Alman ekonomisinin Rusya’nın ucuz doğalgazından istifade etmemesi ve Çin’e karşı uygulanan gümrük vergileri katılması gerektiği, Trump yönetiminin temel talepleriydi. O zamandan bu yana Avrupa ve Almanya’nın dış politikası büyük ölçüde değişti. Ukrayna savaşı, Kuzey Akım-2’nin patlatılması ve Almanya’nın zeitenwende [dönüşüm] politikası, kıtayı ve ABD ile olan ilişkileri dönüştürdü. Angela Merkel’in eski askeri danışmanı Erich Vad, Berliner Zeitung’a verdiği bu mülakatta, Berlin’in yeni Trump yönetimi karşısında hangi zorluklarla karşılaşabileceğini değerlendiriyor.

Sayın Vad, Donald Trump ABD başkanlık seçiminden galip çıktı. Kendisi, Ukrayna’daki savaşı 24 saat içinde sonlandırabileceğini açıklamıştı. Yarın Avrupa’da barış olacak mı?

Bu kadar hızlı olacağını sanmıyorum. Trump, ocak ayında göreve başlayacak. Belki ABD açısından savaşı sona erdirmek isteyebilir. Washington, örneğin, ABD ile Rusya arasında Ukrayna üzerinden yürütülen bu vekalet savaşının Avrupa ülkeleri tarafından devralınmasını sağlayabilir. Fakat Ukrayna savaşı “donmuş bir çatışma” [frozen conflict] hâline de gelebilir. Gerçekten bir ateşkes ve barış görüşmeleri olur mu, bunu bekleyip görmek lazım.

Ama şu anki durumda Avrupa için asıl endişe verici olan şey, savaşın giderek Avrupa’nın sorumluluğuna geçmesi ve eşzamanlı olarak daha da fazla tırmanması. Artık bölgede Kuzey Koreli askerler var. Ayrıca Batılı siyasetçiler, Kiev’e Rusya’nın iç bölgelerine kadar ulaşabilecek uzun menzilli silahlar tedarik edilmesini talep ediyor. Bu durumda Avrupalılar dikkatli olmalı: Kendi çıkarlarımızı çok daha fazla göz önüne almalıyız ve bu çıkarlar, ABD’ninkilerle her zaman örtüşmeyebilir.

Biden ve Scholz, NATO’yu “Trump’a karşı güvenceye almak” için Almanya’ya orta menzilli füzeler konuşlandırmak istiyorlardı. Bu politika devam edecek mi?

Trump’ın NATO’yu pek de önemli görmeyip esas odak noktasını Çin’e yöneltme eğilimi muhtemelen devam edecek. Avrupa ülkelerinden de daha fazla katkı talep edecektir, bunun karşılığında da Amerika’nın NATO’da kalmasını sağlayacaktır.

Avrupa açısından, Rusya ile uzun vadeli bir çatışmanın sürmesinden yana olmamız mümkün değil. ABD açısından ise, bu savaş –her ne kadar bir vekalet savaşı da olsa– farklı bir gözle değerlendiriliyor: Amerika, Ukrayna’daki Avrupa savaş sahasından 8000 kilometre uzakta.

Trump, Putin ile iyi ilişkiler kurmasıyla övülüyor. Bir yandan Rusya ile yakın ilişkiler kurmak, diğer yandan Ukrayna’daki vekalet savaşını körüklemek bir çelişki değil mi?

Uluslararası ilişkiler çelişkilerle doludur. Dünyayı iyi demokrasiler ile kötü otokrasiler olarak ayırmak, kötü bir çocuk kitabı seviyesinde kalır. Biz Avrupalılar, tek taraflı Ukrayna politikamızla Rusları adeta Çin’in kucağına itmiş olduk. Bu, makro stratejik açıdan son derece sakıncalı bir durumdu. Trump, gittikçe güçlenen Rusya-Çin ittifakını zayıflatmaya çalışacaktır. Eğer bunu başarabilirse, akıllıca bir hamle yapmış olur. Almanya hükümeti, uluslararası ilişkilerdeki bu çelişkileri dikkate almalı. Türkiye ve Hindistan bu türden bir yaklaşımın iyi örnekleri: Türkiye, NATO’nun önemli bir ortağı olmasına rağmen aynı zamanda BRICS ülkeleriyle de güçlü bağlar kurmuş durumda. Erdoğan’ın Putin’le yakın ilişkisi var, Rusya’dan silah ithal ediyor ve aynı zamanda Ukrayna’ya Türk silahları ihraç ediyor. Hindistan Başbakanı Modi, yazın Kiev’i ziyaret etti ve bundan dört hafta önce de Moskova’daydı. Ruslarla sıkı bir savunma işbirliği var; aynı işbirliğini Ukraynalılarla da kurmuş durumda. Rusya’dan doğalgaz ve petrol alıp bunları Almanya’ya satıyor, bir yandan da hem Çin ile hem de ABD ile yakın ilişki kurmaya çalışıyor. Biz Avrupalıların da dünya siyasetine daha nüanslı ve kendi çıkarlarımızı merkeze alarak bakmamız gerekiyor. Özellikle Trump ile yaşanacak anlaşmazlıklarda aksi halde kolayca oyuna getirilebiliriz.

Washington, Çin’i baş düşmanı ilan etti. Trump, Çin mallarına yeni gümrük vergileri getireceğini şimdiden açıkladı. Bizi neler bekliyor?

Avrupalıları zor günler bekliyor diyebiliriz. Trump, güvenlik alanında bizden daha fazla bağımsızlık talep edecek; bu da özellikle savunma harcamalarının artırılmasını gerektiriyor. Bu, ABD açısından da kazançlı bir anlaşma, zira Avrupa’da ithal edilen savunma sanayii ürünlerinin yüzde 60’tan fazlası ABD’den geliyor. Almanya için bu oran daha da yüksek. Trump için bu epey kârlı bir durum. Almanya’nın bir yandan güvenliğini ABD’den ithal edip, diğer yandan ABD’nin rakipleri olan Rusya ve Çin’le milyar dolarlık ticaret yapmasını kabul etmiyor. Almanya’nın bu yaklaşımı, zeitenwende politikasıyla birlikte tarihe karıştı. Bu durum Almanya açısından ciddi riskler taşıyor: Eğer Trump’ın yolunu sorgusuz sualsiz izlersek, ekonomimizi büyük bir çıkmaza sürükleriz. Almanya, AB’nin Çinli elektrikli araç üreticilerine yönelik gümrük vergilerine karşı oy kullandı. Bu, Trump’ın gözünden kaçmadı. ABD, Almanya’dan yapılan ithalata da gümrük vergileri getirecek. Almanya burada çıkar odaklı bir politika izlemeli ve “Çin kartını” da devreye sokmalı. Aksi takdirde arada eziliriz. Maalesef şu anda zayıf bir hükümetimiz var. Fakat bu durumdan hükümetin kendisi de bir ölçüde sorumlu, zira son yıllarda Trump cephesiyle sağlam ilişkiler kurma konusunda yetersiz kaldı. Bunu son derece kısa vadeli bir yaklaşım olarak görüyorum.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Kazan Deklarasyonu’nun kritiği

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: BRICS’in Kazan Zirvesi, ABD ve diğer emperyalist güçlerin hegemonyasına karşı küresel bir direnişin sinyallerini verirken, Rusya öncülüğünde doların egemenliğini sonlandırma ve uluslararası finans sisteminde reform önerileriyle dikkat çekti. Marksist iktisatçı Prabhat Patnaik’e göre zirvede alınan kararlar küresel Güney’in ihtiyaçlarına dair yüzeysel kalıyor. BRICS’in mevcut sistemin daha kapsayıcı hale getirilmesi fikrine dayanarak sorunları çözmeyi hedeflemesi, derin yapısal reformların önüne geçebilir. Örneğin, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) işleyişinde ve serbest ticaret anlayışında köklü bir değişim olmadan, Küresel Güney ülkeleri arasında rekabet yerine işbirliğini teşvik edecek bir yapı kurulması güçleşecektir. Patnaik, Kazan Deklarasyonu’nun doların yerine yeni bir hegemon para birimi yaratma riski taşıdığını, bu nedenle finansal sistemdeki dengesizliklerin yalnızca açık veren ülkeler üzerinde değil, fazla veren ülkeler üzerinde de düzeltilmesi gerektiğini ifade ediyor. Ayrıca Patnaik, finansmanın yalnızca daha kolay hale getirilmesi yeterli görmüyor; Küresel Güney’in asıl bağımsızlığı finansman ihtiyacının ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Bu nedenle Patnaik, BRICS’in, mevcut kapitalist sistemin sınırları içinden çıkarak, Küresel Güney’in gerçek iktisadi bağımsızlığını hedefleyen alternatif modeller geliştirmesi gerektiğini vurguluyor.


BRICS’in Kazan zirvesi

Prabhat Patnaik, Peoples Democracy

10 Kasım 2024

BRICS ülkelerinin Kazan zirvesi, birkaç açıdan tarihi bir önem taşıyordu: İlk olarak, tam üyelik yolunda bir adım olarak “ortak ülkeler” adında yeni bir kategori oluşturdu ve bu statüde Küba ve Bolivya gibi 13 ülkeyi kabul etti. İkinci olarak, ABD öncülüğündeki emperyalist güçlerin, kendi hegemonyalarına meydan okuyan ülkelere karşı uyguladığı tek taraflı ekonomik yaptırımlara karşı durdu. Üçüncü olarak da Uluslararası Para ve Finans Sisteminde reform yapılmasını önerdi.

Kazan Deklarasyonu, doların hegemonyasını aşmak için atılması gereken adımlara dair genel bir çerçeve çizerken, bu ihtiyacın altını çizmekle yetindi; fakat Rusya hükümetine ait bazı belgeler bu konuda daha ayrıntılı bilgiler sundu.

Bu gelişmeler, memnuniyetle karşılanması gereken adımlar; ancak BRICS’in küresel Güney’in sorunlarına yaklaşımında temel sınırlamaların farkında olmamak mümkün değil.

Bu yaklaşımın özü, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve Bretton Woods ikizleri gibi mevcut kurumları daha kapsayıcı hale getirmekte yatıyor; oysa küresel Güney’in sorunları çok daha derin.

Elbette, BRICS heterojen bir ittifak ve radikal bir ajanda benimsemesi beklenemez; ancak burada bahsettiğim mesele, böyle bir ajandanın uygulanabilir olup olmamasından ziyade, “radikal ajandanın” ne olduğu sorunudur.

BRICS deklarasyonu, mevcut uluslararası kurumların sorunlu olduğunu, zira emperyalist ülkeler tarafından domine edildiğini ve yeterince temsil edici olmadığını varsayıyor; oysa sorun, bu kurumların kim tarafından yönetildiğinden bağımsız olarak, yapısal olarak sorunlu olmaları.

Bir benzetme yapmak gerekirse, BRICS’in tutumu, mevcut sistemde işçilerin sömürülmesinin sebebinin karteller ve tekeller olduğunu, bu tekellerin yerine serbest rekabetin gelmesi durumunda sömürünün ortadan kalkacağını öne sürme yönünde.

Örneğin DTÖ’yü ele alalım. Kazan Deklarasyonu, gelişmiş ülkelerin DTÖ’nün ruhuna aykırı olarak korumacılık uyguladığını, bunun küresel güney için ayrımcılık yarattığını ve yalnızca güneyin DTÖ yönetiminde daha iyi temsil edilmesiyle giderilebileceğini savunuyor. Oysa, DTÖ’nün dayandığı serbest ticaret anlayışının kendisi hatalı.

Bu anlayış, hiçbir zaman toplam talep yetersizliği olmayacağını ve bu nedenle pazarlar için mücadele yaşanmayacağını öngören Say Yasası’nın geçerliliğini varsayıyor. Bu yaklaşıma göre, ticaret öncesi ve sonrası her ülkenin tüm kaynakları tam istihdam edilmiştir; tek fark, ticaret sonrası kaynakların farklı ürün grupları üretmek üzere farklı şekilde tahsis edilmiş olmasıdır (Daha fazla bilgi için, bkz. People’s Democracy, 30 Ekim).

Bu yaklaşımla ilgili temel sorun, küresel Güney’in iktisadi bağımsızlık mücadelesinde asıl gerekli olanın, mevcut sistemin özüyle hesaplaşmak olduğunu ıskalamasıdır.

Kazan Zirvesi’nin, doların küresel sistemdeki egemen konumuna karşı adımlar atma yönündeki genel niyetleri önemli ama mevcut küresel düzenin yapısal sorunlarını derinlemesine ele almadan yalnızca yüzeysel değişikliklerle sınırlı kalmak, uzun vadede sürdürülebilir bir çözüm sunmayacaktır.

Bu iddia, kapitalizmin gerçekliğinden tamamen kopuk, son derece saçma bir iddiadır; zira küresel Güney ülkelerini serbest ticarete ya da hatta liberal ticarete zorlamak, onları birbiriyle “Darwinci” bir rekabete itmek anlamına gelir; bu da herhangi bir işbirliği biçimini baltalamak demektir. DTÖ’nün felsefesi, pratikte, küresel Güney ülkeleri arasında dahi işbirliğini değil, tam tersine amansız bir rekabeti garanti eder.

Benzer şekilde, bir ülkenin çiftçilere verdiği fiyat desteğinin, o ürünün toplam değerinin yüzde 10’unu aşmaması gerektiği yönündeki DTÖ kuralı —bu kuralı Hindistan’ın ihlal edip etmediği bir yana— temelde son derece hatalıdır. Bu kuralın dayandığı “piyasa bozan” ve “piyasa bozmayan” sübvansiyon ayrımı, piyasanın verimliliğini varsayar; bu, Keynes öncesi ekonomiye geri dönmek gibi bir yaklaşımdır ve DTÖ’nün hayali varsayımları dışında hiçbir geçerliliği yoktur.

BRICS Deklarasyonu’nun bir diğer önemli vurgusu ise, Amerikan dolarının hegemonyasını sona erdirmek ve sabit döviz kurlarıyla birbirine bağlı ulusal para birimlerinde daha fazla uluslararası ticaret yapılmasını teşvik etmek. Doların egemenliğini ortadan kaldırmak elbette ki kıymetli bir hedef ama bu tek başına yeterli değil. Aynı zamanda finansın egemenliğinin de sona erdirilmesi gerekir.

Bunun için en az üç şartın yerine getirilmesi gerekir: Birincisi, cari açık dengesizliklerinin düzeltilmesi sorumluluğu, cari fazla veren ülkelerin üzerinde olmalıdır, cari açık veren ülkelerin değil. İkincisi, bu dengesizlikler giderilene kadar, fazla veren ülkeler, açık veren ülkelerden gelen tüm borç senetlerini tutmaya razı olmalıdır. Üçüncüsü ise, mevcut borçların ödenmesi için servet transferlerine (“millileştirmeden çıkarma” ya da “özelleştirme”) başvurulmamalıdır.

Dengelemeyi açık veren ülkelerin değil de fazla veren ülkelerin yapması, yalnızca hâkimiyetin ortadan kaldırılması için değil, dünya çapında üretim ve istihdam açısından da önemlidir; dolayısıyla bu, dünya işçilerinin refahı için de elzemdir. Eğer fazla veren ülke uyum sağlamak zorunda kalırsa, bu durumda kendi iç tüketimini artıracaktır. Kendi üretimi halihazırda kapasite sınırına yakın olduğundan, bu iç tüketim artışı ihracatını azaltacaktır.

Açık veren ülke ise iç tüketimini aynı seviyede korusa bile, ithalatı düştüğü için daha fazla üretim ve istihdam sağlayacaktır. Böylece her iki ülke birlikte ele alındığında toplam talep artacak ve bu da daha fazla üretim ve istihdama yol açacaktır. Aynı zamanda, fazla veren ülkenin iç tüketim artışı, çalışan kesiminin daha fazla tüketimi şeklinde gerçekleşirse, iki ülkedeki işçilerin refahı —fazla veren ülkede artan tüketimle, açık veren ülkede ise artan istihdam yoluyla— daha da artacaktır.

Buna karşılık, cari açığı olan ülkenin uyum sağlaması gerektiğinde —ki mevcut uygulama bu yöndedir— iç tüketimini azaltmak zorunda kalacaktır. Bu da söz konusu ülkede bir durgunluk yaratacaktır. Dünyadaki toplam talep seviyesi düşecek ve bu da özellikle açık veren ülkedeki çalışan kesimler için bir maliyet yaratacaktır. Cari dengesizlikleri, açık veren ülkelerin uyum sağlaması yoluyla gidermek, fazla veren ülkelerin uyum sağlaması kadar etkili bir yöntem değildir ama itiraf etmek gerekir ki, fazla veren ülkeleri bu uyuma zorlamak daha zordur.

Ayrıca, fazla veren ülkelerin uyum sağlamasını gerektiren bir düzenleme olmadan doların hegemonyasının sona erdirilmesi, yalnızca başka bir para biriminin hegemonya kazanmasına yol açacak; hegemonyayı tamamen ortadan kaldırmayacaktır. Örneğin, BRICS ülkelerinin yalnızca kendi aralarında ve sabit döviz kurlarıyla ulusal para birimlerinde ticaret yaptığını varsayalım (aksi takdirde, yaygın kur spekülasyonu her türlü ticaret düzenini sürdürülemez hale getirecektir).

Eğer bir ülkenin diğerine karşı sürekli bir cari açığı varsa, ya mevcut uygulamada olduğu gibi bu açığı kapatmak için iç tüketimini azaltır ya da fazla veren ülkeye sürekli olarak borç senedi sunmaya devam eder; fakat bu durumda, kendi para birimi üzerinde baskı oluşur ve sabit döviz kuru sürdürülemez hale gelir. Bu ikinci senaryoda, fazla veren ülkelerin para birimleri diğerlerine göre hegemonya kazanacaktır; doların yerini almak elbette arzu edilen bir şey, ancak bu sadece bir başka para biriminin egemenlik kazanmasıyla sonuçlanacaktır; para birimi hegemonyası ortadan kalkmayacaktır.

Kazan Deklarasyonu, Bretton Woods ikizlerinin yönetim biçimini daha kapsayıcı hale getirerek değiştirmeyi ve böylece küresel Güney ülkelerine daha düşük maliyetli ve daha az “koşullu” finansman sağlamayı amaçlıyor; BRICS bankasının da bu amaca katkı sağlaması bekleniyor. Ancak tüm bunlar, olumlu adımlar olmakla birlikte, küresel Güney ülkelerinin sorunlarını çözmeyecektir. Finansmanın daha kolay ve daha ucuz hale gelmesi, bu ülkelere yalnızca “kendi iplerini uzatır” ama bu, “asılma” kaderini ortadan kaldırmaz. Asılma tehlikesi ancak finansmana duyulan ihtiyacın tamamen ortadan kalkmasıyla sona erdirilebilir.

Finansmana ihtiyaç duymayan iktisadi düzenin varlığı, asla ütopik bir fikir değildir. Sovyetler Birliği döneminde, Hindistan da dahil olmak üzere pek çok ülke, sabit döviz kurları üzerinden Sovyetler ile ikili ticaret anlaşmaları yapmıştı. Bu anlaşmalar çerçevesinde ticaret fazlaları ve açıkları bir dönemden diğerine devrediliyor ve karşılıklı olarak kararlaştırılan mal ve hizmet değişimiyle kapatılıyordu.

Bu tür bir düzende, “finansmana” duyulan özel ihtiyaç, herhangi bir hegemonya dayatması ya da açık veren ülkeye “kemer sıkma” yoluyla faaliyet seviyesini azaltma gerekliliği söz konusu değildi. Elbette, Sovyetler Birliği planlı bir ekonomiydi ve böyle bir düzenlemeyi sürdürebiliyordu. Fakat BRICS, Bolivya Devlet Başkanı’nın zirvede dile getirdiği gibi, küresel Güney için emperyalist hegemonyadan gerçek bir çıkış yolu sunmak istiyorsa, baskıcı olmayan bu tür düzenlemelere benzer çözümler üretmelidir.

Her halükârda, mevcut uluslararası kurumları yalnızca daha kapsayıcı hale getirip desteklemekle yetinmenin tehlikeleri göz ardı edilmemelidir. Bu kurumlar dünya kapitalizmi tarafından tasarlanmıştır ve bir miktar daha “temsilci” hale getirilmiş olsalar bile, kapitalist sistemin temel çıkarlarına hizmet etmeye devam edeceklerdir. BRICS, gerçekten küresel Güney’in çıkarlarını savunmak istiyorsa, mevcut yapılar içinde küçük değişikliklerle yetinmek yerine, köklü alternatif modeller geliştirmelidir.

BRICS Zirvesi’nde çok taraflılık vurgusu

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English