Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Almanya’da Sarah Wagenknecht partisinin başarı şansı var mı?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Oliver Nachtwey, Basel Üniversitesi’nde Sosyal Yapı Analizi profesörüdür ve Frankfurt’taki Sosyal Araştırma Enstitüsü’nde öğretim üyesidir. Araştırma alanları arasında emek ve endüstri sosyolojisi, siyaset sosyolojisi, kapitalizmin karşılaştırmalı incelenmesi ve toplumsal hareketler yer almaktadır. Oliver Nachtwey, Sahra Wagenknecht ve Wagenknecht’in yeni projeleri hakkındaki düşüncelerini Almanya’nın önde gelen gazetelerinden Frankfurter Allgemeine Gazetesine (FAZ) aktardı. Söyleşinin tamamını sizler için çevirdik. Nachtwey, Alman siyasetinin ilgi odağındaki Wagenknecht’in ne olduğuna ve ne olmadığına ilişkin önemli ipuçları sunuyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Sahra Wagenknecht’in Projesi: BRD noir

Sahra Wagenkencht’in biyografisi, insanın karşıt pozisyonlarda bulunurken nasıl yükselebileceğini gösteriyor. O, siyasette var olmayan bir arzda bulunuyor. Parti kurma girişimi başarıyla sonuçlanabilir mi?

‘’Ve yakında hala topallıyor olacak’’, bu anlamsız ve kaba sözün 90’lı yıllarda Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS) lideri Lothar Bisky tarafından, o dönem PDS içinde ve dışında en çok ilgi gören komünist olan Sahra Wagenknecht hakkında söylendiği dillendiriliyor. Bisky, sakatlığı sebebiyle ayağını sürüyen Rosa Luxemburg’u ima ediyordu. Wagenkencht’in giyim tarzı, eskiden sık sık giydiği dantel bluzları ve saç modeli Almanya’nın en tanınmış sosyalistinin kamusal imajına, göze çarpacak kadar benziyordu. Wagenknecht de Luxemburg gibi hitabeti iyi ve sağgörülü biriydi ve parti yönetimiyle sık sık anlaşmazlıklar yaşıyordu. Fakat Bisky’nin iması yalnızca Wagenknect’in siyasi pozisyonlarını değil, o dönemde zaten mevcut olan estetik-politik oyun düzeni anlayışını da hedef alıyordu. O başından beri başarılı bir şekilde kullandığı bir markaydı. Daha 2002 yılı Federal Meclis seçim kampanyasında yaptığı konuşmalar için partiden ücret talep etmişti.

Sahra Wagenknecht, doğası gereği aykırı bir kişiliktir. Doğu Almanya’da demokratik devrim patlak verdiğinde, 1989 yılında Almanya Sosyalist Birlik Partisi’ne (SED) girdi. Doğu Almanya’daki yönetimden kurtulmak için yapılan siyasi devrim, onu etkilemedi. Onun açısından bu bir ‘karşı devrimdi’. Kapitalist Batı’nın artık Doğu Almanya’da bile sanayiyi, yaşam öykülerini ve yaşam standartlarını tahrip ediyor olmasını herkesten daha kesin şekilde eleştiriyordu. Ancak Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS) içindeki ‘Komünist Platform’un en tanınmış üyesi olarak, özür dilemeyen Stalinist rolünü de seviyordu. Stalin’in ‘etkileyici modernleşme politikasına’ hayranlık duyuyor, Doğu Almanya’yı Alman tarihindeki ‘en insan dostu yönetim’ olarak tanımlıyordu. PDS 2002 yılında ‘Duvar’daki ölümler için hiçbir gerekçe olmadığını’ ilan ettiğinde, parti yönetiminde muhalif bir ses vardı: Sahra Wagenknecht.

Wagenknecht, 1990’lı yıllarda Walter Ulbricht’in ‘Milli Ekonominin Planlanmasında ve Yönetiminde Yeni Ekonomik Sistem’ine hâlâ hayranlık duyuyordu. 2008 ekonomik kriziyle birlikte, onun ekonomik-politik metamorfozu başladı. Artık parti sınırlarının ötesinde, çağdaş kapitalizmin yetenekli bir eleştirmeni olarak dikkat çekiyordu. Doğu Almanya nostaljisi yerini kapitalizmin altın çağındaki BRD (Almanya Federal Cumhuriyeti) nostaljisine bırakıyor.

‘Freiheit Statt Kapitalismus’’(Kapitalizm Yerine Özgürlük, 2012) kitabında kendisini ilerici sosyal piyasa ekonomisinin destekçisi olarak tanıtıyor. Her ne kadar ‘yaratıcı sosyalizm’den bahsetse de düzen konusundaki fikirlerini Walter Eucken, Alfred Müller-Armack ve Ludwig Erhard gibi ordoliberalizmin düşünürlerinden alıyor. Temel olarak Ulbricht’in ekonomi politikasındaki gibi ordoliberalizmde de aynı niteliklere değer vermektedir. “Yüksek verimli bir ekonominin, eşzamanlı sosyal güvenlikte verimin canlanmasını sağladığını” belirtmiştir. “Reichtum ohne Gier” (Açgözlülük Olmadan Zenginlik, 2016) kitabında artık sosyalizm kelimesi geçmiyor. Kapitalizm hakkında eleştirdiği şey, performansı, yeniliği ve (gerçek) rekabeti engelleyen büyük şirketlerin yarı-feodal egemenliğidir. Karl Marx’tan ziyade Joseph Schumpeter’e daha yakındır. İşçilere ya da sendikacılara değil, daha çok serbest meslek sahiplerine, girişimcilere, yöneticilere, üsttekilerin bunu yapamayacağına dair kendilerini rahatlatmak ve kendilerini biraz daha eğitimli hissetmek için istasyondaki kitapçıdan bir kitap alanlara hitap ediyor.

İlgi odağı olmak için yaratılmış

Wagenknecht uzun bir süre boyunca çok dikkat çeken bir yabancıldı, ancak kitapları ve talk-show programları sayesinde siyasi bir yıldız haline geldi. Karizması var. Wagenknecht, kendisi de alttan gelen tecrübeli bir tırmanıcı. Böyle takdir toplamasının sebebi; dosyalarını iyi bilmesi, hazır cevap olması ve tartışma turlarında rakiplerini soğukkanlı şekilde duvara toslatması. Üst sınıfa geçişini ve muhafazakâr habitusunu kutluyor. Ve imajını, burjuva kültürünü küçümsemeyen aksine ona saygı duyan solcu bir entelektüel olarak geliştiriyor. O, Marx’ı tamamen okumuş ve Goethe’nin Faust’unu ezbere biliyor. Weimar klasisizmini burjuva eşrafından daha iyi anlayan bir komünist. Bu da ona hem yukarıdan hem aşağıdan bir görüntü veriyor, sıradan insanların çıkarlarını temsil eden ve düzene dışarıdan bakan biri. Televizyona çıktığında, insanlar ekrandan ayrılmıyorlar. Wagenknecht, siyasi ortamda kimsenin yapmadığı ilginç bir şekilde siyasi alternatifler üzerine konuşuyor.

Wagenknecht’in Sol Parti’de her zaman destekçileri oldu ve parti içinde önemli görevler aldı. 2019’dan beri Federal Meclis Grup Başkanı Dietmar Bartsch ile yaptığı Makyevelist güç paylaşımıyla kötü bir şöhret kazandı. Bartsch ile dönemin parti liderleri Kipping ve Riexinger’e muhalefet dışında pek ortak noktaları yoktu. Yine de milletvekili olmanın günlük zahmetlerini bir dayatma olarak gördüğü için parti içinde bir yabancı olarak kalmaya devam ediyor. Parti etkinliklerine katıldığında geç kalıyor. Hem görkemli bir giriş yapmak için hem de kimseyle konuşmak zorunda kalmamak için. Sonuç olarak, kamuoyundaki ve parti içindeki tanınırlığı ters orantılı, yalnızca sadık olan destekçi çevresi itaatkar.

Wagenknecht kendisini, sosyal sorunlardan kopmuş ‘sol-liberal’ parti yönetimine karşı parti içi muhalefet olarak tanımlıyor. Doğru olan şudur: Sol Parti, iklim hareketinin sorunlarını ele alıyor ve ayrımcılık karşıtlığı birçok aktivist için çok önemli. Ancak Sol Parti’nin sosyal sorunlardan koptuğu iddiası grotesk bir çarpıtmadır. Wagenknecht, parti yönetimine yönelik sert eleştirilerini “Welt”, “Bild” veya “Cicero” gibi tanınmış işçi yanlısı yayınların sayfalarında yayınlamayı seviyor. Wagenknecht, 2021 seçim kampanyasında, artık solcular için seçilebilir olmamakla suçladığı solun en duyulabilir sesi. Aynı zamanda Wagenknecht işçi sınıfından, sadece ticaret odasının değil aynı zamanda itfaiyenin de üyesi olan herhangi bir yerel CDU politikacısına kıyasla daha uzaktır. Sol Parti lideri Wissler ya da önceki lideri Riexinger’in aksine Wagenknecht’in sendikalarla da pek bir alakası yok.

Başarısız sol bonapartizm

Merkel döneminde bile Wagenknecht’in şansölye olmak için gereken özelliklere sahip olduğu söylenirdi. Wagenknecht partisiyle birlikte bunun öngörülebilir bir gelecekte gerçekleşmeyeceğini biliyor. Bunun için kendini partiden özgürleştirmesi gerekiyor. Wagenknecht, partisi Die Linke’nin -özellikle de Wagenknecht’in eylemleri nedeniyle- olumsuz bir girdaba düşmesinden bu yana, düzen karşıtı hareketlenmeler için bir araç olması beklenen parti dışı bir sol hareket olan ‘Aufstehen’i [Ayağa Kalk] kurdu. Bu, kendi parti kuruluşu, sol bonapartizm için bir test çalışmasıdır ve dramatik bir şekilde başarısız oluyor. Aufstehen’in başarısız olmasının en önemli nedeni, örgütçü bir politikacı olarak çok az yeteneği ve isteği olan Wagenknecht değil. Toplantılar, anlaşmalar ve vasat muhalifler dehşet. Diğer partilerden birkaç entelektüeli ve (eski) siyasetçiyi çekmeyi başaran Aufstehen hızla dağılır, Wagenknecht tükenmişlik yaşar ve Sol Parti’nin meclis grup başkanlığından çekilir.

Wagenknecht fenomeni, genişletilmiş bir temsil krizinin ifadesidir. Sol Parti’nin başlangıçtaki ivmesi, Gündem 2010, kaybolmuştur. Yapılan reformlar sertliği ortadan kaldırdı, işgücü piyasası önemli ölçüde iyileşti (ancak büyüyen düşük ücretli sektörü kontrol altına alınamadı). Geriye, ekonomik güvensizliğin çok ötesine geçen, orta sınıflara kadar uzanan genel bir kırılganlık hissi kaldı.

Çaresiz orta sınıf

Gündem 2010, dışa açılan bir dünya ekonomisinde rekabet edebilirlik sorununa bir cevap niteliğinde olsa da; savaşlar, mülteci akınları, salgın hastalıklar ve iklim gibi çoklu krizlerin sebep olduğu finansal kriz, kapitalizmin ayağını kaydırdı. Orta sınıf yaşam tarzının tehdit altında olduğunu görüyor. Ve yerleşik siyaset çaresiz.

Wagenknecht, 2015’teki mülteci krizi sırasında mültecilerin sınırsızca kabul edilmesine, düşük ücretlilerin zaten güvencesiz olan yaşam koşullarını daha da kötüleştireceği gerekçesiyle, karşı çıktı. İşgücü piyasasında kıyasıya bir rekabet olmadığı ve konut piyasasındaki sorun esas olarak devletin konut politikasında yattığı için bu kısmen doğruydu. Ancak Wagenknecht kemer sıkma politikasının otoriter yönünü açığa çıkardı: Mali kriz sırasında bankalara yardım yapılırken, şimdi mültecileri yerleştirmek için fonlar ayrılıyor ve sürekli olarak sosyal devlet için para olmadığı söyleniyor.

Wagenknecht, artık eski halk partileri tarafından temsil edilmediğini düşünen yabancılaşmış kişileri temsil etmektedir. Halk partileri ekonomik ve sosyo-politik olarak giderek daha fazla birbirine benzer hale gelmişti. Artık hepsi merkezdeydi ama merkezin kenarları artık temsil edilmiyordu. AfD sağa, hatta aşırı sağa hizmet ederken, Wagenknecht’in ilkesi şudur: merkezin hem sağ hem de sol uçlarını temsil etmek. Wagenknecht kendi siyasi yaklaşımını sol muhafazakârlık olarak adlandırıyor. Sosyo-politik olarak ilerici, toplumsal olarak muhafazakâr. Kanadı sol karşıtı liberalizmdir ve onlara göre bu, mültecilere karşı açık tavrıyla Merkel’in CDU’sunun bazı kısımlarını da içermektedir. Sol liberalizm karşıtlığının özünde, ABD’li filozof Nancy Fraser’ın devlet kurumlarından Yeşil Parti’ye kadar karşılaşılan iş dünyası yanlısı çeşitlilik kültürünü adlandırdığı gibi ‘ilerici neoliberalizm’ karşıtlığı yatmaktadır: Maddi eşitlik mücadelesinin yerini bir eşitlik politikası alır. Neoliberalizm çeşitliliği kutlarken, Wagenknecht bu basit olumsuzlama üzerine odaklanır: ortalama, benzerlik, ‘normallik’. İlerici neoliberalizme karşıtlık o kadar derin ki, Wagenknecht’in kapitalizm eleştirisi artık genellikle bir kenara bırakılıyor.

Merkezin dışındakiler

Sol partiler, Lenin’le birlikte, her zaman proletaryanın öncülerini, en ilerici işçileri örgütlemek istemişlerdir. Wagenknecht, anti-avangard, yükselen ve artık kaybedecek bir şeyleri olan muhafazakar kesim üzerine oynuyor. Burada da kesinlikle haklı olduğu bir nokta var. Diğer partilerin de aklında bu kesim yok değil ama kimse onlara Wagenknecht gibi kültürel olarak değer vermiyor, kimse onların karanlık duygularını ifade etmekte ondan daha güçlü değil: merkeze ait olmaları gerekirken kendilerini dışlanmış hissediyorlar.

Wagenknecht, küresel çoklu kriz karşısında liberalizmin çaresizliğinden yararlanıyor. Kendisini yeşil ve liberal varyantlardaki yüksek gelirlilerin ahlakına bir alternatif olarak sunuyor. Kınayıcı ahlakçılık saf bir icat değildir. Ancak Wagenknecht, haklı eleştirileri kötü niyetle zenginleştiriyor. Sonuç genellikle sağcı kültür savaşından çok da uzak olmayan grotesk bir görüntü oluyor. Bu yüzden onun sundukları otoriterler açısından da çok ilginç. Farklı nedenlerle demokrasiye yabancılaşmış çevreleri bir araya getirmeye çalışmaktadır: Refah devletinden yana olan ancak göçmenleri entegrasyon için bir sorun olarak gören özgürlükçü-otoriterler ve sosyal-şovenistler ile muhafazakar işçiler ve orta sınıflar. Çok başarılı bir şekilde Sol Parti’nin sosyal sorunu ötelediğini iddia ediyor, ancak kendi üst-alt anlatısı gittikçe zayıflıyor ve daha çarpıcı hale geliyor. İşçi sınıfının parçalanması, düşük ücretli sektör, güvencesiz istihdam ile ilgili ifadeleri giderek kısalıyor. Wagenknecht kendi arzusuna ve hayal gücüne göre, var olan gerçek sınıfla çok az ortak noktası olan bir işçi sınıfı imajı yaratmaktadır. Yoksul insanların göç konusunda orta sınıftan daha eleştirel oldukları doğrudur, ancak genel olarak Wagenknecht’in iddia ettiğinden çok daha heterojenler ve farklı yaşam biçimlerine açıktırlar.

Wagenknecht klasik anlamda bir popülisttir: kurulu düzen yozlaşmış ve yetersizdir, halk temsil edilmemektedir. Ancak destekçilerinin sandığının aksine, bu hiçbir şekilde sol popülizm değildir, bu popülizm elitler tarafından demokrasinin gasp edilmesine bir yanıt olarak katılıma dayanmaktadır. Wagenknecht’in sol-liberal düzene karşı kızgınlığı yönetme yaklaşımı kolayca yeni siyasi alanlara aktarılabilir. Korona salgını sırasında, aşı eleştirmenlerinin ön sıralarında yer alıyor, yarı gerçekleri yaymaktan çekinmiyor, kendisi ve çevresi arasında komplo teorileri üzerine bir mırıldanma duyuluyor. Onun modeli şahsi muhalefettir. Paradoksal olarak, popülizmi tam da kendisi artık medya düzeninin bir parçası olduğu için işe yarıyor. Destekçileri onu kimliksizliğiyle özdeşleştiriyor. Onları temsil ediyor çünkü onlar gibi değil. Bu nedenle Wagenknecht’in bir gösteride grev yeleği içinde yanlış oyuna girmiş bir aktris gibi görünmesi sorun değil.

Hiç sempati duymuyor musunuz?

Wagenknecht, Rusya’nın başlattığı savaşa karşı Ukrayna’ya askeri destek verilmesine karşı çıkan ana seslerden biridir. Silah sevkiyatına ve militarizme karşı çıkarak geleneksel barış hareketinin temel meselelerini dile getirmektedir. Bununla birlikte, Wagenknecht Doğu Almanya’daki “karşı devrime” karşı nasıl soğuk ve küçümseyici davrandıysa, Ukrayna’daki mağdurlara karşı da aynı şekilde soğuk davranıyor. Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski pes etmediği için, açıklamalarında sanki esas savaş çığırtkanı Zelenski’ymiş gibi görünüyor. Wagenknecht’in barış politikası koordinat sistemi aynı kalmıştır. Ona göre Rusya’nın başlattığı saldırı, NATO’nun genişlemesine karşı sadece savunma amaçlı bir tepkidir. Putin’i sadece Batı’ya haddini bildirmek isteyen ve rasyonel hesaplar yapan güçlü bir politikacı olarak görmektedir. Bu şekilde eski Batı Alman barış hareketi ve PDS (Demokratik Sosyalizm Partisi) / SED (Almanya Sosyalist Birlik Partisi) çizgisinde hareket etmektedir. Özellikle Doğu Almanya’da popülerdir. Ancak bu arada internetteki komplo teorisi ağlarının da büyük yıldızı haline gelmiştir.

Programı artık BRD noir. Ekonomi politikası, Karl Schiller’in ordoliberalizminin sosyal demokrat uyarlamasını takip etmektedir: refah devleti ve Keynesyen ekonomi politikası yoluyla piyasa ekonomisinin düzeltilmesi. Wagenknecht sol enternasyonalizmi tamamen bir kenara bırakmıştır: Küreselleşmeden önce var olduğu şekliyle ulusal olarak düzenlenmiş sosyal devlet onun temel modelidir. Kozmopolit elitlere ve Avrupa entegrasyonuna yönelik eleştirileri de bundan kaynaklanmaktadır. Bir Wagenknecht listesiyle, daha önce hiç var olmamış bir parti ortaya çıkmış olacak: kendisini aynı anda hem solda hem de sağda konumlandıran bir parti. Dolayısıyla Wagenknecht sadece AfD için değil, aynı zamanda CDU’nun sosyal kanadı ve SPD’nin sağ kanadı için de bir rakiptir. Bu açıdan aslında bir tür çapraz cepheyi temsil ediyor: Sol, tarihsel olarak sisteme yabancılaşmış işçileri kendi davası olan uluslararası sosyalizm için kazanmak istemiştir. Wagenknecht’in projesi ise tam tersi bir yol izliyor: adaptasyon, yeni sağa adaptasyon, böylece sağa giden yolun durdurulabileceği umuduyla. Wagenknecht ne bir ırkçı ne de bir sağcıdır. Ancak bu durumu daha da kötüleştiriyor: kendi etkileme politikasıyla sağın söylemlerini meşrulaştırıyor ve onaylıyor. Sonunda AfD’yi normalleştirmekle kalmayacak, destekleyecektir.

Şimdi bir Wagenknecht partisi kurulacak mı? Bunu isteyen ve bunun için çalışan birçok insan var, bu kesin. Wagenknecht yine de inanılmaz bir şey başardı: Hayali bir siyaset yarattı, bu onu ‘Aufstehen’ gibi başarısızlık riskinden koruyor.

Az destek

Yine de Aufstehen hareketinin felaketi iz bıraktı. Harekete çok fazla asabi insan akın etmişti, projeyi birlikte yürütebilecek çok az kadro vardı. Wagenknecht örgütsel olarak liderlik yapabilecek kapasitede değildi. Bu yüzden bu kadar uzun süre tereddüt etti. Ayrıca kendisini verimli bir şekilde destekleyebilecek siyasi bir çevreden de yoksundu. Destekçileri arasında WASG’ın kurucusu Klaus Ernst ve istifa eden parlamento grubu lideri Amira Mohamed Ali var. Ancak bundan sonra destekçileri gözle görülür biçimde azalıyor. Sol Parti’deki en yüksek sesli destekçileri arasında siyasi yetenekleri olduğu düşünülen kişiler bulunmuyor. Elbette kocası Oskar Lafontaine önemli bir dayanak noktası. Ancak Lafontaine seksen yaşında, son kitabının adı “Ami, gitme zamanı” ve başka bir yerde “görünmez bir dünya hükümeti” hakkında fısıltıyla konuşuyor.

Wagenknecht’in yörüngesinde dolaşan bazı şüpheli figürler de var. Bunlar doğrudan müttefikleri değil ama Wagenknecht’in onlar üzerinde müthiş bir etkisi var. Örneğin komplo teorisyeni Ken Jebsen ile yakın ilişkisi olan eski milletvekili Dieter Dehm gibi. Ve eski kocası Ralph T. Niemeyer, son Federal Meclis seçimlerinde “Die Basis” adayıydı. Şimdi ise Reich vatandaşı ve kendi kendini ilan eden bir Alman “sürgün hükümetinin” temsilcisi olarak Rusya ile teması sürdürüyor. Wagenknecht aynı zamanda tanınmış komplo teorisyeni Daniele Ganser ve tabii ki Ulrike Guérot için de önemli bir referans. Ancak onlarla, kendisini şimdiden bir sonraki başbakan ilan eden aşırı sağcı “Compact” dergisinin genel yayın yönetmeni Jürgen Elsässer’le yaptığı kadar az işbirliği yapıyor. Yine de Elsässer, 1996 yılında komünizmin güncelliği üzerine birlikte bir kitap yayınladığı eski bir tanıdığı.

Bir Wagenknecht partisi işe yarar mı? AfD seçmenleri ya da araştırmalarda ’’sol otoriterler’’ olarak tanımlanan – yeniden bölüşüme yakınlık duyan ancak kültürel olarak sağcı, göçü eleştiren ve demokrasiden memnun olmayanlar için muhtemelen ilginç olacaktır. Bununla birlikte, büyük bir belirsizlik söz konusudur; iyi anketlerin iyi seçim sonuçlarına dönüşeceği hiçbir şekilde kesin değildir. Wagenknecht ülke çapında tanınıyor ve medyada her yerde yer alıyor, ancak tek bir kişiye odaklanmanın sınırları var. Alman parlamenter demokrasisi Fransa ya da Amerika Birleşik Devletleri’ndeki başkanlık sistemlerinden farklı işliyor. Partilerin kurulması gerekiyor ve bu da kolay değil. Örneğin Wagenknecht’in eyalet düzeyinde seçim listelerini bir araya getirmesi gerekiyor. Wagenknecht ancak bir Avrupa seçiminde birinci aday olarak her şeyi gölgede bırakabilir. Ancak Avrupa seçimleri yoluyla yeterli oy, kaynak ve kampanya geri ödemesi elde etmeyi başarırsa bir parti kurma şansına sahip olabilir.

Sınırlı Sayıda Yetkili

Sadece sandıkta değil, siyasi sistemde de bir parti kurmak için diğer partilerden ayrılanlara ihtiyacınız vardır. Çalışma ve Sosyal Adalet için Seçim Alternatifi (WASG) ancak bir toplantıyı nasıl yöneteceğini bilen deneyimli sendika yetkililerinin bölge birlikleri kurmasıyla ortaya çıkabilir. Wagenknecht’in partisine sosyal hareketlerden aktivist akını olmayacaktır.

AfD, profesörlerden ve yerel eşraftan oluşan bir ağdan yararlanmayı başardı. Ancak Aufstehen’de bile, yetkili kişilerin çevresinin sınırlı olduğu ve sınırlı kalacağı açıktı. Göçü eleştiren ve çeşitliliğe düşman bir program, yerel düzeyde pek çok sağcı aktivisti cezbetmeyi vaat ediyor. Wagenknecht listesinin AfD’ye karşı bir siper olacağını umanlar, en kötü ihtimalle güçlenmiş bir sağ blokla karşı karşıya kalacaklar.

Çeviren: Gülçin Akkoç

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English