Bizi Takip Edin

Görüş

Arap-İran kavşağında Çin’in yeni Orta Doğu politikası

Avatar photo

Yayınlanma

Çin Komünist Partisi (ÇKP) 20. Kongresi hem Xi Jinping’in üçüncü dönemini hem de Çin’in ikinci yüzyılını başlatmıştır. ÇKP Kongresinin tamamlanmasının ardından Xi Jinping dış politikaya ışık hızında bir giriş yapmıştır. Önce Asya’daki zirvelere katılmış ardından Pekin’de başta Almanya ve AB olmak üzere bir dizi ülkenin liderlerin kabul etmiş ve son olarak da ikinci kez Suudi Arabistan’ı ziyaret etmiştir. Bu ziyareti sırasında hem Körfez ülkeleriyle hem de Arap ülkeleriyle birer zirve gerçekleştirmiştir.

Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in adeta pandemi sürecinin  acısını çıkarırcasına gerçekleştirdiği  3 gün süren Suudi Arabistan ziyaretinde Kapsamlı Stratejik Ortaklık Anlaşması da dahil olmak üzere 50 milyar dolar değerinde 35 anlaşma imzalandı. Özellikle ticaret hacminin daha da geliştirilmesi, enerji ve savunma alanında işbirlikleri öne çıktı. Xi Jinping bu ziyaret esnasında iki ayrı  zirveye katılmıştır; birincisi  Körfez İşbirliği Konseyi ile diğeri ise ilk defa düzenlenen 21 Arap ülkesinin katıldığı Çin-Arap Devletleri Zirvesidir. Xi, Zirvede “Çin-Arap Dostluğunun Ruhunu İleriye Taşımak ve Yeni Çağda Ortak Bir Geleceği Olan Çin-Arap Topluluğunu Ortaklaşa İnşa Etmek” başlıklı bir açılış konuşması yaptı. Konuşmasında Çin’in Arap dünyası ile tarihsel ilişkilerinden başlayarak Arap ülkelerinin kurtuluş savaşlarına Çin’in verdiği destek de dahil olmak üzere günümüzdeki meselelere kadar değindi. Xi, özetle Arap dünyasına ortak bir gelecek inşa etmeyi ve ortak bir kaderin parçası olmayı teklif etti. Xi’nin çıkışı Arap dünyasında yeni bir dünyanın kurulmakta olduğunu ve Arap ülkelerinin de bu dünyada yerini almak için hevesli olduklarını gösterdi. Çin, Filistin meselesinde de  1967 öncesi sınırlara sahip başkenti Doğu Kudüs olan BM’ye üye bağımsız bir Filistin devleti  fikrini desteklediğini bir kez daha dile getirdi.

Çin’in Arap dünyasıyla son 70 yıldaki politikasının tarihine bakıldığında daha çok Soğuk Savaş döneminde ideolojik bir perspektif üzerinden inşa edildiği görülür. Bu dönemde üçüncü dünyanın liderliği Çin ile Sovyetler birliği arasındaki ana rekabetin temel alanıydı. Soğuk Savaş sonrası ise Arap dünyası ve Ortadoğu Çin için daha pragmatik bir anlam taşımaya başladı ve Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Doğu Blokunun yıkılmasıyla ideolojik bakışın yerini ticaret ve enerjinin güvenli tedariği almıştır. Bir başka deyişle, Soğuk Savaş sonrası Çin dış politikası devrimci olmaktan çok pragmatiktir. Ayrıca, Çin için Arap dünyası siyasi bir kutup oluşturmaktan çok, bir ekonomik pazardır.

Suudi Arabistan, son dönemde özellikle Yemen Savaşıyla birlikte daha da artan İran tehdidi nedeniyle hızlı bir silahlanma süreci başlatmış, bu bağlamda ABD’den milyarlarca dolar silah almaya başlamıştır. Ancak son dönemde ABD ile başta kaşıkçı cinayeti ve petrol kısıntısı nedeniyle gerginlik yaşayan Suudi Arabistan ABD’ye alternatif olarak Çin’i ön plana çıkarmıştır.  Trump’ın “biz olmasak iktidarda ancak iki hafta kalabilirsiniz” sözü ve  Biden’ın parya olarak nitelendirmesiyle Amerikan başkanlarının sistematik olarak Riyad yönetimini aşağıladığı bir sürecin başladığı gözlemlenmiştir. Ve gelişmeler, Suudi Arabistan’ı  Rus-Çin Blokuna yakınlaştırmış ve bu yıl Şanghay İşbirliği Örgütü Semerkant zirvesinde Suudi Arabistan ile diyalog ortaklığı protokolü imzalamıştır.

Halihazırda, 2022 itibariyle daha önce yapılmış anlaşmalar kapsamında Suudi Arabistan Çin’den 4 milyar dolarlık silah alacak. Aslında Çin ile Suudi Arabistan arasındaki silah ticareti 1985’lere kadar gitmektedir.1986’da Suudi Arabistan Çin’den 50 adet orta menzilli DF-3 balistik füzeler almıştır. Bu füzelere nükleer başlık da takılabiliyor. 2007’de ise DF-21 füzelerini almıştır. 2014 ve 2017’de Çin’den insansız hava araçları almış almaya da devam ediyor. Amerikan istihbaratına göre Çin, Riyad yakınlarında Sudi Arabistan’ın balistik füze geliştirmesine yardım ediyor. Bu arada geçtiğimiz Ağustos ayında ABD’den de 3 milyar dolar değerinde Patriot hava savunma sistemlerini almak için anlaşmaya varmış durumdadır.

ABD, Suudi Arabistan’ın Çin’den silah almasına İran nedeniyle göz yummaktadır. Güçlü bir Suudi Arabistan, Orta Doğu’da İran’ı caydırabilecek ve karşı koyabilecek bir güç olacaktır. Ancak aynısı Çin için söylenemez. Çin, hem Suudi Arabistan’a hem de İran’a silah satmaktadır. Çin için iki ülke de kendisi için bir pazar ve aynı zamanda enerji tedarik ettiği merkezlerdir. Suudi Arabistan için Çin’in İran’a silah satması ironik bir durumken benzer şekilde İran için de Çin’in İsrail ile özellikle savunma alanındaki stratejik ilişkileri ironik bir durum oluşturmaktadır. Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı yaptığı açıklamada “eğer İran çalışır bir nükleer silah elde ederse körfez ülkeleri olarak güvenliğimiz için gereken neyse yaparız” şeklindeki ifadesi gerekirse Körfez ülkelerinin de nükleer silah edinebileceğine işaret ediyor. Bu cesurca açıklamanın Xi Jinping’in ziyaretinin ardından gelmesi de anlamlıdır.

İran’dan ziyarete tepki

Çin ile Körfez İşbirliği Konseyi toplantısının ana gündem maddesini İran oluşturdu. Yayınlanan 18 maddelik bildirinin 4 maddesi doğrudan İran ile ilgiliydi.  İran’ın  nükleer programından mezhepsel çatışmaları desteklemesine kadar bir çok konu masaya yatırıldı. Ancak en önemli konu bildirinin 12. maddesinde yer alıyordu: Liderler, Birleşik Arap Emirlikleri’nin üç adalar sorununa barışçıl bir çözüme ulaşma girişimi ve çabaları da dahil olmak üzere tüm barışçıl çabalara desteklerini teyit ettiler; Büyük Tunb, Küçük Tunb ve Ebu Musa adalarını uluslararası hukuk kurallarına uygun ikili müzakereler yoluyla ve bu konuyu uluslararası meşruiyete uygun olarak çözmek.”

İran, bu bildiriyi küstahça yapılmış bir açıklama olarak değerlendirdi ve Basra Körfezinde yer alan ve İran’a ait olan  üç stratejik ada üzerinde hak iddia eden Birleşik Arap Emirliklerine Körfez İşbirliği Örgütünün ve Çin’in verdiği destek kabul edilemez olarak nitelendirildi.  Ayrıca İran, meseleyi uluslararası hukuk kurallarına uygun ikili müzakereler yoluyla ve bu konuyu uluslararası meşruiyete uygun olarak çözmek şeklinde geçen ifadeyi de sert eleştirerek İran’ın müzakere edilemez olarak gördüğü egemenliği ile ilgili bir mesele üzerinde müzakere çağrısı yaptığı için tepki gösterdi.

İran, bu üç ada nedeniyle Birleşik Arap Emirlikleriyle zaman zaman gerginlik yaşadıklarının altını çizerken bu kez Tahran yönetimi için şaşırtıcı olan şey  Çin’in anlaşmazlıkta taraf tutuyor gibi görünmesi durumuydu. İran cumhurbaşkanının siyasi işlerden sorumlu genelkurmay başkan yardımcısı Mohammad Jamshidi, Çin’i eleştirerek, “Pekin’deki meslektaşlarıma bir hatırlatma. Suudi Arabistan, ABD ile birlikte Suriye’de IŞİD/El Kaide’yi desteklerken ve Yemen’e vahşice saldırırken, İran bölgesel istikrar ve güvenliği yeniden sağlamak ve güvensizliğin hem Doğu’ya hem de Batı’ya yayılmasını önlemek için terörist gruplarla savaştı” dedi. Ayrıca, Çin’in İran Büyükelçisi Suudi Arabistan’daki Körfez İşbirliği Konseyi-Çin zirvesinin ardından yapılan ortak açıklama üzerine Dışişleri Bakanlığına çağrıldı. Çin Büyükelçisi ile yapılan görüşmede, İran tarafının Körfez İşbirliği Konseyi-Çin açıklamasında İran’ın toprak bütünlüğüne yönelik ifadelerden dolayı rahatsızlık dile getirildi. Basra Körfezi’ndeki üç İran adasının İran’ın toprak bütünlüğünün ayrılmaz bir parçası olduğu ve İran’ın herhangi bir parçası gibi hiçbir ülkeyle müzakere konusu olmamış ve olmayacak olduğu vurgulandı.

İran’ın tepkileri üzerine Çin Başbakan yardımcısı apar topar Tahran’a geldi. Çin Başbakan yardımcısı “Çin’in İran’la kapsamlı stratejik ilişkiler geliştirme iradesi asla değişmeyecek” diyerek Çin’in  İran’ın ulusal egemenliğini, toprak bütünlüğünü ve ulusal onurunu ve dış müdahaleye karşı mücadelesini desteklediğini vurguladı.

İran’ın son dönemde Rusya ve Hindistan ile geliştirmeye başladığı stratejik ilişki Pekin yönetiminin gözünden kaçmadı. Özellikle İran, Hindistan ile ilişkileri geliştirirken Çin’in müttefiki Pakistan ile ilişkileri daha da kötüleşmeye başladı. Amerikan basını, Rusya ile İran’ın Ukrayna savaşı üzerinden  artık stratejik müttefik olduklarını ilan etti. Bu son gerginlik akıllara İran Çin’i terk ederek Rusya’ya mı yanaşıyor sorularını getirdi.

Sonuç olarak bir asırdan beri savaşları ve anlaşmazlıkları bir türlü bitmeyen Arap dünyasının bu kaotik ortamını Çin’in kabullenmesi geleneksel Çin dış politikasının da terkedilmesi anlamına geliyor. Bütün dengeleri vesayet yönetimleri tarafından kurgulanmış bir dünyada, Çin, ilkesel olarak karşı çıktığı ve emperyalizmin bir politikası olarak gördüğü vesayetçilik ya da büyük güç ilişkisini tesis eder mi? Bu riske girer mi? Hele de Arap Dünyasının geleneksel sorunlarında taraf olur mu? Bu soruların cevabı henüz belirsiz. Örneğin Birleşik Arap Emirlikleri- İran gerginliğinde ortaya çıkan tablo Çin’in taraf tuttuğu şeklinde yorumlandı. Benzer şekilde Filistin’e verilen destek nedeniyle İsrail ile karşı karşıya gelmesi muhtemel. Asya Pasifik bölgesi kimsenin arka bahçesi değildir diyen Xi Jinping, Orta Doğu bölgesinde bu dili kullanmadı. Gerçek şu ki geçtiğimiz yaz Biden’ın İsrail ziyaretinde ABD’nin Orta Doğu’yu terk etmeyeceğini ve bölgeyi Rusya ve Çin’e bırakmayacağını söylemesi önümüzdeki dönemde Çin-ABD arasında Asya Pasifik’te yaşanan jeopolitik rekabetin Orta Doğu’ya taşınacağını gösteriyor.

Görüş

Pahalgam terör saldırısı, Hindistan ve Pakistan yine kavgalı…

Avatar photo

Yayınlanma

İki gün önce, 22 Nisan’da, Başbakan Modi’nin Suudi Arabistan’da bulunduğu sıralarda Jammu ve Keşmir’deki turistik Pahalgam ‘da sivillere (turistlere) yönelik bir terör saldırısı gerçekleşti. 20’den fazla kişinin öldüğü ve çok sayıda kişinin yaralandığı bu saldırı nedeni ile Modi, iki günlük Arabistan ziyaretini yarıda keserek, 23 Nisan sabahı Delhi’ye acil dönüş yaptı. Aslında şimdi Modi’nin bu ziyaretini konuşuyor olabilirdik Ki Hindistan’ın istikrarlı bir şekilde stratejik, ekonomik ve güvenlik ortaklıkları kurduğu bir ülke olan Suudi Arabistan ziyareti önemliydi.

Neyse, saldırıya yönelik ilk değerlendirme şöyle olabilir: Hindistan’ın Başbakanı Suudi topraklarında iken Hindistan’da bir terör saldırısının olması anlamlı ki bu, Delhi’nin Güney Asya’da hala istikrarsızlaştırıcı kaldıraçlara sahip olduğunu, Keşmir sorununun hala yakıcı olduğunu hatırlatma çabası olarak anlamlandırılabilir. Ki bir de Amerika Başkan Yardımcısı Vance’in de saldırı günü Hindistan’da bulunduğunu atlamayalım. Ticaret ve savunmada Hindistan ve Amerika bağlarını derinleştirmeyi amaçlıyor ve bu, son yıllarda Washington’da iki partili ivme kazanan bir yörünge ki Yeni Delhi’nin Batı ile artan uyumu ayrıca hassas nokta…

Pahalgam saldırısı sonrası Hindistan alarmda… Hint yetkililer saldırıdan Pakistan’ı sorumlu tutarak, saldırıyı düzenleyenlerin Pakistan’dan geldiğini iddia etti. Ulusal basında çıkan haberlere göre, kısa süre sonra saldırının sorumluluğunu üstlenen, Leşker-i Tayyibe’nin bir kolu olan Direniş Cephesi isimli bir grup oldu. Hindistan cephesinde tepkisel ilk reaksiyon olarak, Pahalgam saldırısından yalnızca birkaç gün önce Pakistan’ın Kara Kuvvetleri Komutanı Syed Asım Munir’in “iki ulus teorisini açıkça öne süren ve Keşmir’i Pakistan’ın ‘şah damarı’ olarak niteleyen” konuşmasının, “terör vekillerine stratejik bir yeşil ışık gibi okunduğu” öne sürüldü.

Jammu ve Keşmir polisi Pahalgam terör saldırısına karışan terörist çizimlerini yayınladı. Buna göre, Leşker-i Tayyibe silahlı örgüte mensup üç kişinin (saldırıyı dört kişinin yaptığı söyleniyor) yer aldığı çizimlerde 2’sinin Pakistan uyruklu olduğu ifade ediliyor. Ayrıca, onlar hakkında paylaşılabilecek herhangi bir bilgi için ödül verileceğini belirtiyor.

Leşker-i Tayyibe, Hindistan kontrolündeki Keşmir’in Pakistan ile birleşmesi için mücadele eden Pakistan merkezli, ancak Pakistan’da yasaklı bir grup. Amerika tarafından terörist grup olarak listeleniyor ki 2019’da Pakistanlı yetkililerce tutuklanan lideri Hafız Said, Amerika’nın terörist listesinde bulunuyordu ve başına 10 milyon dolar ödül konmuştu. Bu kişi ayrıca Hindistan’ın da en çok aranan isimlerinden biriydi. Yeni Delhi, 166 kişinin öldüğü 2008 Mumbai saldırısı başta olmak üzere Keşmir ve Hindistan şehirlerindeki birçok ölümcül saldırıdan bu grubu sorumlu tutuyor.

Pahalgam saldırısı sonrası Delhi hızla vatandaşlarına Pakistan’a seyahat etmekten kaçınmalarını ve şu anda Pakistan’da bulunan vatandaşlarına da en kısa sürede Hindistan’a dönmelerini tavsiye etti. Ve saldırıdan sonraki gün, 23 Nisan, Delhi’de ardı ardına gelişmenin yaşandığı bir gün oldu: Pakistan ile ilişkilerini düşürdü, halk bağlantılarını azalttı, İndus Su Anlaşması’nı dondurdu, diplomatlar sınırdışı edildi, Pakistanlıların Hindistan’a girmesi engellendi (Hindistan vizesi olan ve Wagha Attari sınırından gelen Pakistanlılar bir hafta içinde ülkeyi terk etmek durumunda.) Ayrıca, Delhi’deki Pakistan Yüksek Komisyonu önünde protestolar yaşanırken İslamabad’daki Hindistan Yüksek Komisyonu önünde de misilleme amaçlı protestolar görüldü.

VE YENİ DELHİ HIZLA 5 KARAR ALDI:

  1. Indus su anlaşması askıya alındı.
  2. Diplomatik misyon gücü 30’a düşürüldü.
  3. Pakistanlı askeri diplomatlar istenmeyen kişi ilan edildi (Bu kişiler bir hafta içinde ülkeyi terk etmek durumunda.)
  4. Pakistan uyruklular için SAARC vizeleri iptal edildi. (Saarc Vizesi sahibi Pakistanlı vatandaşlar 48 saat içinde ülkeyi terk etmek durumunda. Ayrıca, Pakistanlı vatandaşlara yönelik tüm geçerli vizelerin 27 Nisan’dan itibaren iptal edildiğini açıkladı ki bunun bir istisnası, tıbbi vizeler 29 Nisan’da iptal edilecek.)
  5. Wagha Attari sınır kontrol noktası kapatıldı. (Hindistan’ın Attari sınırını kapattığını duyurmasından bir gün sonra Pakistan da Wagha sınırını Hindistan’dan sınır ötesi geçişlere istisnasız kapattığını duyurdu.)

PEKİ, BU DİPLOMATİK ADIMLAR NE ANLAMA GELİYOR?

INDUS SU ANTLAŞMASI’NIN ASKIDA OLMASI:

Bu, Hindistan’ın Pakistan’a su akışını hemen durdurduğu veya derhal durduracağı anlamına gelmeyebilir, ancak güçlü bir siyasi mesaj gönderiyor. Bu, temelde -anlaşma uyarınca söz konusu olan- hiçbir veri paylaşımının olmayacağı ve suyun paylaşılması zorunluluğunun olmayacağı anlamına geliyor. Pakistan’ın Punjab eyaleti sulama için İndus havzasından gelen suya büyük ölçüde bağımlı. Bu karar aslında gelecekte suyun durdurulabileceği veya azaltılabileceği korkusu ve belirsizliği yaratıyor. Kİ nehir suyu öyle göz açıp kapayıncaya kadar kapatılabilen bir musluk gibi değil, dolayısıyla bu şu an için Pakistan’a psikolojik korku yaratmak amaçlı.

SAARC VİZELERİNİN PAKİSTAN İÇİN İPTALİ:

Yeni Delhi’nin ifade ettiğine göre raporlar, yaklaşık 200 Pakistanlının SAARC vizeleri kullanarak Hindistan’a girdiğini, ancak şu anda hiçbir Hint’in aktif bir SAARC vizesi olmadığını gösteriyor. Bu hareket, tek taraflı bir tavizi sonlandırıyor ve giriş protokollerini sıkılaştırıyor.

DİPLOMATİK MİSYON GÜCÜNÜ 30’A DÜŞÜRME:

Hem Yeni Delhi hem de İslamabad’daki diplomatik varlığın 55’ten 30’a azaltılması kararı, Hindistan’ın bağları tamamen kesmeden angajmanı azalttığını gösteriyor. Gelecekteki görüşmeler için dar bir pencere açık bırakıyor Kİ bu, Hindistan için ancak yalnızca Pakistan’ın terörizme karşı görünür ve katı bir eylemde bulunması durumunda yapıcı iletişim olanağı sunacağı anlamına geliyor.

PAKİSTANLI SAVUNMA DANIŞMANLARININ İSTENMEYEN KİŞİ İLAN EDİLMESİ:

Pakistan’ın Hindistan’da görevlendirilen askeri, deniz ve hava ataşeleri istenmeyen kişi ilan edildi ve ayrılmaları için bir hafta süre tanındı. Bu aslında savunma düzeyindeki diyaloğu düşürmeyi amaçlayan büyük bir diplomatik aşağılama anlamına geliyor.

ATTARİ-WAGAH SINIR KAPISININ KAPATILMASI:

Pahalgam saldırısı sonrası tüm ticaret askıya alındı. Kapanış, ticaret ve sivil hareketliliğin ötesine uzanıyor gibi. Şimdi aklıma şöyle bir soru geldi: Wagah’taki sembolik törenler de askıya alınacak mı?..

Neyse, bu arada, tüm suçlamaları reddeden Pakistan da Hindistan adımlarına karşı aynen misillemede bulundu. VE Yeni Delhi’nin İndus Havzası’nda yasal olarak Pakistan’a ait suyun akışını durdurmaya ya da yönlendirmeye yönelik her türlü girişiminin “savaş nedeni” sayılacağını bildirdi.

INDUS ÖNEMLİ…

İndus Havzası, Asya’daki en büyük nehir havzalarından biri. Aslında dört ülkenin -Çin, Hindistan, Pakistan, Afganistan- paylaştığı İndus sularının kullanımında Hindistan ile Pakistan arasında sorun yaşanıyor. Ki İndus suları sorunsalının temel dayanağı bu ikilinin Keşmir sorunu. Keşmir’in Hindistan kontrolündeki kısmı Jammu ve Keşmir stratejik bir konumda, İndus Nehir Sistemi kollarının çoğu buradan doğar. Kİ bunun doğal anlamı, Keşmir’de egemenliği olan devlet, İndus Sistemi’nin suları üzerinde kontrol sahibi olur.

İndus Havzası’nda geliştirilen sulama sisteminin büyük bir bölümü Punjab’da yer alır ve burası da Doğu Punjab, Hindistan ve Batı Punjab, Pakistan olarak bölünmüş durumda. Ve bu bölünmüşlük Punjab’ın sulama altyapısını da Hindistan sınırlarında nehrin yukarısındaki su akışını kontrol eden yapılar ile Pakistan sınırları içinde kalan ve nehrin aşağısında bulunan bağımlı kanalları da bölmüş durumda. Yani Hindistan “yukarı kıyıdaş ülke” veya memba ülkesi konumunda. Böylelikle “aşağı kıyıdaş ülke” veya mansap ülkesi konumunda kalan Pakistan, sulama sistemleri açısından dezavantajlı bir konumda. Ve Pakistan ekonomisinin yüzde 20’si İndus Nehri çevresindeki faaliyetlere bağımlı. Yeni Delhi’nin hidroelektrik potansiyeli çerçevesinde, Jammu ve Keşmir de dahil Hindistan’ın kuzey bölgesine hizmet veren İndus Havzası, Brahmaputra’dan sonra ikinci sırada. 19 Eylül 1960 tarihinde imzalanan “İndus Suları Anlaşması” uyarınca nehrin doğu kolları -Sutlej, Beas, Ravi- Hindistan’ın, batı kolları -İndus, Jhelum, Çenab- ise Pakistan’ın kullanımında.

ANCAK İkili arasında bu sınıraşan su konusu her Keşmir sorunu patlak verdiğinde bir soruna dönüşüyor. Su sorunu tek başına doğrudan bir sıcak savaşa yol açmaz ama Keşmir sorunu başta olmak üzere beslendiği diğer sorunlar tırmandığı zaman istisnasız bir silaha dönüşüyor… Kİ Bu da ikili arasında her zaman çatışma riski barındırıyor…

Okumaya Devam Et

Görüş

Dönüşümün gereklilikleri ve ulusal ortaklığın ihtiyaçları arasında Hamas

Avatar photo

Yayınlanma

Hamas, Filistin tarihinde çok önemli bir dönüm noktasında duruyor; bu nokta, Gazze’deki saldırganlığın ve soykırım savaşının yıkımının ötesine geçiyor. Bu dönem, süreklilik, Hamas’ın Filistin ulusal arenasındaki rolü ve bölgesel ile uluslararası çatışma dinamiklerindeki önemli değişimler ışığında ulusal eylemin yeniden tanımlanması gibi varoluşsal soruları gündeme getiriyor.

Aksa Tufanı operasyonu, İsrail bilincinde derin bir şok yarattı. Bu şok, aşırı Siyonist sağ tarafından tüm Filistin halkını hedef alan sıfır toplamlı bir savaşı meşrulaştırmak için kullanıldı. Aynı zamanda, Filistin ulusal projesini tehdit eden derin yapısal ve siyasi zorlukları da gün yüzüne çıkardı. Bunlar arasında, artık elit çevreleri aşan ve Filistin toplumunun çekirdeğine dokunan derinleşen siyasi bölünme yer alıyor. Bu bölünme, Gazze’deki savaşın kapsamlı doğası ve taban hareketleri üzerinde ağırlaşan jeopolitik kısıtlamalar tarafından körükleniyor.

Bu krizi ağırlaştıran bir diğer etken ise, muhtemelen resmi Filistin kurumlarının zayıflamasından bile önce başlayan, Filistinli grupları etkileyen kurumsal bozulmadır. Bu durum, hem siyasi çabaları hem de direnişi bütünleştiren, böylece meşruiyet ile silahlı mücadele arasındaki zararlı ayrımı kapatan birleşik bir ulusal strateji oluşturabilecek kolektif siyasi vizyonun yokluğuna yol açtı.

Mevcut olaylar artık basitçe Hamas’ı kökünden sökme savaşı veya askeri kapasitesini azaltma kampanyası olarak çerçevelenemez. Askeri araçların daha geniş çatışma dinamiklerini değiştirme veya İsrail saldırganlığını dizginleme konusundaki sınırlılıkları açıkça ortaya çıktı. Bu araçların, Filistin halkını ve davasını yok etmekle tehdit eden kesin bir çözümü zorlama yönündeki İsrail çabalarını durdurmada etkisiz olduğu kanıtlandı.

Bugün savaş, giderek artan şekilde düşmanlıkları uzatmak ve Filistin coğrafyasını parçalama, demografik birliği dağıtma ve ulusal kimliği baltalama yönündeki İsrail planlarını uygulamak için bir bahane olarak kullanılıyor. Bu durum, İsrail’in aldatıcı taktiklerini ortaya çıkaran esir takası dosyası etrafındaki müzakerelerin manipülasyonunda özellikle belirgin.

Dahası, bu anı uzun süredir devam eden mücadelenin “basit anlamda bir başka safhası” olarak görmek artık kabul edilemez. Filistin halkının katlandığı muazzam insani ve siyasi maliyetler, savaşın belirgin bir sonunun olmamasıyla birleştiğinde, bunu benzeri görülmemiş ve belirleyici bir an hâline getiriyor. Bu, mevcut tüm strateji ve araçların kapsamlı bir ulusal düzeyde yeniden değerlendirilmesini gerektiriyor.

Tek başına direnişten kapsamlı ulusal ortaklığa

Deneyimler, direnişin hem meşru hem de gerekli olmasına rağmen, kapsamlı bir ulusal projenin yerini alamayacağını gösterdi. Ne de ulusal ortaklık çerçevesi dışında veya tek taraflı karar alma yoluyla etkili bir şekilde yürütülebilir. Bu ilke, diğer ulusal güçleri dışlayan tek bir grubun hakim olduğu siyasi süreçler için de eşit derecede geçerli.

Gereken şey, çatışmanın kültürel, bölgesel ve uluslararası boyutlardaki karmaşıklığını ele alan birleşik bir yaklaşım. Bu, karar almada tam ulusal ortaklığı, bölgesel gerçeklerin, uluslararası bağlamların dikkatli bir şekilde değerlendirilmesini ve güç ile kaynaklar dengesinin hassas bir şekilde ölçülmesini gerektirir.

Sahadaki önemli etkisi ve halk desteği göz önüne alındığında, Hamas’ın aşağıdakileri içeren çok düzeyli bir stratejik dönüşümü benimsemesi gerekiyor:

1) Kolektif liderliğe geçiş

Hamas, bireysel bir direniş modelinden birleşik bir ulusal çerçeve içinde kolektif liderliğe geçmeli. Bu, Filistin siyasetini entegrasyon ve ortaklık temelinde yeniden kuracaktır. Hamas, ulusal meşruiyete bağlı kalmalı, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile uyumlu olmalı ve ya FKÖ Yürütme Komitesi’ndeki temsiliyeti aracılığıyla ya da Filistin Ulusal Konseyi için demokratik seçimlere giden bir geçiş döneminde uzlaşıya dayalı figürleri destekleyerek politika oluşturmaya doğrudan katkıda bulunmalı.

2) Siyasi ve örgütsel yenilenme

Hamas’ın, yapıcı tarafsızlığa dayalı bölgesel ilişkileri geliştiren dengeli bir dış politika aracılığıyla kendisini siyasi olarak yeniden konumlandırması gerekiyor. Bu, Filistin davasının hizmetinde Arap ulusal güvenliğine bağlılığı ve dış bağımlılığın net bir şekilde reddedilmesini içerir.

3) Uluslararası hukukun benimsenmesi

Uluslararası hukuk, Filistin ulusal çıkarlarını ilerletmek için siyasi referans noktası olarak hizmet etmeli. Bu ilke, Hamas’ın 2017 tarihli siyasi belgesinde açıkça belirtilmişti; belge, Kudüs’ün başkent olduğu ve Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkını içeren 4 Haziran 1967 sınırları boyunca bağımsız bir Filistin devletini onaylıyordu. Bu, Filistinliler arasındaki asgari fikir birliğini temsil etmekte ve barışın önündeki temel engel olarak İsrail işgalini tanımlıyor.

4) Şeffaflık ve hesap verebilirlik

Hamas, daha şeffaf ve katılımcı bir siyasi yaklaşım benimsemeli ve geçmişteki yanlış değerlendirmeler veya kasıtsız ihlaller için sorumluluk almaya hazır olduğunu göstermeli.

Filistin direncini, siyasi ufku olmayan, uzun süreli, amaçsız bir mücadelede tüketmeye devam etmek, Filistin davasını hem bölgesel hem de küresel olarak zayıflatma riski taşıyor. Bu durum, özellikle bölgesel ve uluslararası gerilimin artışı ve yabancı güçlerin Filistin ulusal karar alma mekanizmasını devre dışı bırakarak Gazze’nin geleceğini şekillendirme çabaları devam ederken, gerçek ulusal kazanımlar için fırsatları azaltıyor.

Bu gerçeklik, direniş araçlarının genişletilmesini, Filistin’in bölgesel ve uluslararası arenalardaki etkisinin güçlendirilmesini, kurumsal kapasitenin artırılmasını ve halk, hukuk ve diplomatik stratejileri içerecek şekilde direniş yöntemlerinin çeşitlendirilmesini gerektiriyor. Ayrıca Gazze meselesinin uluslararasılaştırılması ve siyasi ile medya baskısının sürdürülmesi çağrısında bulunuyor.

Aynı zamanda, ivme kazandıran, kayıpları sınırlayan ve bu kritik dönüm noktasında Filistin ulusal projesini yeniden canlandıran kapsamlı bir ulusal yaklaşımla işgale karşı siyasi cepheleşmeyi harekete geçirmek esastır.

Savaştan çıkış seçenekleri ve yolları

Bu zorluklar ışığında, dört birbiriyle bağlantılı yol, Hamas’ın ve daha geniş anlamda Filistin ulusal hareketinin mevcut savaştan çıkıp yenilenmiş bir ulusal ufka doğru ilerlemesine yardımcı olabilir:

1) Kapsayıcı, koşulsuz ulusal diyalog başlatmak

Tüm ulusal ve İslami güçler, hizipsel bölünmeleri aşan bir diyalogda bir araya getirilmeli. Amaç, aşağıdakileri içeren yeni bir ulusal fikir birliği oluşturmak:

— Tek taraflı savaşı sona erdirmek için acil, birleşik bir Filistin planı geliştirmek.

— “Ertesi gün” zorluklarını uyumlu ulusal yanıtlarla ele almak.

— Pekin’in önerdiği acil teknokrat hükümet veya Kahire’de tartışılan toplumsal destek komitesi önerileri gibi girişimleri değerlendirmek.

— Bu adımlardan önce Hamas’ın Gazze’nin idari sorumluluklarından çekildiğini beyan etmesi.

— Filistin ulusal projesinin doğası ve mekanizmaları üzerinde anlaşmak, silahlı direnişin rolünü açıkça destekleyici olarak tanımlamak; bütünleyici bir parça, ancak siyasi bir alternatif değil.

2) Tek müzakere organı olarak FKÖ’yü güçlendirmek

FKÖ, Filistinliler için tek meşru ve kapsamlı siyasi çerçeve olarak yeniden teyit edilmeli. Aşağıdakileri talep eden net bir vizyonla müzakerelere liderlik etmeli:

— Savaşın derhal sona ermesi.

— Gazze üzerindeki ablukanın kaldırılması.

— Kalıcı bir ateşkes.

— Yeniden inşa için uluslararası garantiler.

— Filistin halkının devredilemez ulusal haklarına dayalı gerçek bir siyasi süreç.

3) Bölgesel ve uluslararası çabalara dahil olmak

Hamas ve daha geniş Filistin liderliği, savaşı durdurmayı amaçlayan bölgesel ve uluslararası çabalara katılmalı. Bunlar şunları içeriyor:

— Trump yönetimi altında önerilen yerinden etme planlarının reddedilmesi.

— Mısır-Arap girişimine aktif katılım.

— İki devletli çözümü destekleyen Suudi liderliğindeki uluslararası koalisyonlarla uyum.

— Filistinlilerin birleşik, dengeli ve uluslararası destekli bir müzakere pozisyonuna sahip olmasını sağlamak için Arap-İslam zirvesinin yedi üyeli komitesiyle etkileşim.

Sonuç olarak, bu an tereddüte veya siyasi manevralara yer bırakmıyor. Ya Gazze’nin yaralı kalbinden yeniden inşa edilen Filistin ulusal projesinin anlamlı bir dönüşümü için bir dönüm noktası olacak ya da mevcut çıkmaza yol açan kusurlu yapıları sürdürecektir.

Sahadaki gücü ve siyasi kapasitesi göz önüne alındığında, Hamas şimdi sadece bir direniş grubu olarak değil, aynı zamanda Filistin halkının tarihi ve devredilemez haklarını elde etmeye adanmış kolektif bir ulusal liderliğin hayati bir parçası olarak rolünü yeniden tanımlamak için tarihi bir fırsatla karşı karşıya.

Okumaya Devam Et

Diplomasi

Çok kutuplu dünyada Bandung Ruhu’nu yeniden değerlendirmek

Yayınlanma

Fang Xuting, Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi Araştırma Görevlisi

Çin diplomatik söylemini nasıl ifade ediyor?

18-24 Nisan 1955 tarihleri arasında 29 Asya ve Afrika ülkesi ile bölgesinden hükümet heyetleri, tarihi Asya-Afrika Konferansı için Endonezya’nın Bandung kentinde bir araya geldi. Bandung Konferansı’nın 70. yıl dönümünde, “Küresel Güney”in yükselişi ve geleneksel uluslararası güç dinamiklerinin yeniden yapılandığı, hızla dönüşen küresel düzenin arka planında, konferansın anısını ve kalıcı “Bandung Ruhu”nu yeniden ziyaret etmek yeni stratejik önem kazanıyor. Günümüz Çin’i için bu durum, çok taraflı diplomasiyi ilerletme, Güney-Güney işbirliğini derinleştirme ve uluslararası düzenin yeniden yapılandırılmasına katkıda bulunma açısından taze değer sunuyor.

Bandung Konferansı’nın tarihsel bağlamı

1950’lerde, Soğuk Savaş’ın yoğunlaştığı dönemde, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği liderliğindeki iki ideolojik blok, Üçüncü Dünya’da nüfuz için giderek daha fazla rekabet ediyordu. Asya ve Afrika’da yeni ortaya çıkan devletlerin liderleri kendi kaderlerini tayin hakkını ararken, anti-emperyalist ve sömürgecilik karşıtı hareketler ivme kazandı. Sömürge sistemi çözülmeye başladı. Asya ve Afrika’daki bağımsız uluslar, uluslararası ilişkilerde tarafsızlıklarını savunmada daha cesur hale geldi ve 1950’lerin başlarında Birleşmiş Milletler forumlarında giderek daha aktif rol aldı. Örneğin Hindistan, defalarca Asya ve Arap ülkeleri adına konuşarak Kore Savaşı’nda ateşkes ve barışçıl çözüm çağrısında bulundu. Amerikan askeri politikasını açıkça eleştirdi ve güç siyasetinden korkmadığını gösterdi.

1954 sonlarında düzenlenen Bogor Konferansı’nda beş ülke —Hindistan, Endonezya, Burma (şimdiki Myanmar), Seylan (şimdiki Sri Lanka) ve Pakistan— 1955’te ilk Asya-Afrika Konferansı’nı resmen başlatmak üzere ortak bildiri yayınladı. “Bağımsız hükümetler” ilkesine dayanarak, Çin dahil otuz ülke konferansa katılmaya davet edildi.

Çin’in diplomatik geçişi açısından bakıldığında, Bandung Konferansı, yeni kurulan Çin Halk Cumhuriyeti’nin devrimci dış politikadan uzaklaşıp devlet diplomasisine dayalı politikaya yöneldiği önemli anı temsil ediyordu. Bu, ikili Soğuk Savaş hizipleşmesinden barış içinde birlikte yaşamaya dayalı bağımsız dış politikaya geçişi simgeliyordu. Aslında, konferanstan önce bile —özellikle Kore Savaşı’ndan (1950–1953) sonra— Çin, Asyalı ve Afrikalı komşularına daha barışçıl imaj sunmak için dış politikasını yumuşatma eğilimi göstermişti.

Çin’in Kore Savaşı’na katılımı daha geniş çatışmanın sadece parçası olsa da, rolü askeri açıdan belirleyiciydi. Savaşın sonuçları, Asya’daki sosyalist hareketlerin ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin seyrini kayda değer ölçüde etkiledi. Hem Asya’da hem de Avrupa’da sosyalist devletlerin ortaya çıkışı, Batılı güçlere karşı jeopolitik denge sağladı. Uzun süre, Doğu ile Batı arasındaki iki kutuplu çatışma stratejik dengeyi korudu, zira Amerika Birleşik Devletleri liderliğindeki Batılı güçler artık sadece Avrupa’daki sosyalist blokla değil, hem Avrupa hem de Asya’daki sosyalist ülkeler ittifakıyla karşı karşıyaydı.

Dahası, savaş, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana Çin ile büyük Batılı güç arasındaki ilk doğrudan askeri çatışmaya işaret ediyordu. Azimli mücadeleyle Çin, Amerika Birleşik Devletleri’ni müzakere masasına dönmeye zorladı, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ni krizden kurtardı, kendi ulusal sınırlarını savundu, Çin-Sovyet ittifakını pekiştirdi ve uluslararası konumunu yükseltti. Çin, savaşın haklı gerekçesini —”ABD saldırganlığına direnmek ve Kore’ye yardım etmek; vatanı korumak”— vurguladı ve anlatısını küresel anti-emperyalist mücadelelerle ilişkilendirerek, yeni ortaya çıkan Asya ve Afrika uluslarının sömürgecilik karşıtı özlemleriyle güçlü yankı uyandırdı. Bu retorik ve ideolojik uyumlar, Çin’in Üçüncü Dünya ile dayanışması için sağlam temel oluşturdu.

Son olarak, Çin’in Kore Savaşı sırasındaki Panmunjom müzakereleri de dahil olmak üzere diplomatik ve askeri angajmanı, Batı ile ilişkilerde değerli deneyim sağladı; bu deneyim daha sonra Çu Enlay’ın Bandung Konferansı’ndaki diplomatik başarısında etkili olacaktı.

18 Nisan 1955’te Bandung Konferansı resmen başladı. 24 Nisan akşamına gelindiğinde, son genel kurul oturumu, tarihte 29 Asya ve Afrika ülkesi tarafından topluca yayınlanan ilk ortak bildiri olan Asya-Afrika Konferansı Nihai Bildirisi’ni oybirliğiyle kabul etti. Bildiri, sömürgecilik karşıtlığı ve ulusal bağımsızlıkla ilgili konuları ele alan Bandung’un On İlkesi’ni içeriyor, küresel barış ve işbirliğini teşvik eden kararları benimsiyor ve Asya ve Afrika halklarının saldırganlığa karşı çıkma ve dünya barışını koruma yönündeki ortak özlemini yeniden teyit ediyordu.

Bandung Ruhu’nun tarihsel değeri ve Çin’in katkıları

Bandung Konferansı, zamanının en geniş coğrafi alanı ve nüfusu kapsayan, en büyük ve en temsili kıtalararası zirvesiydi. Asya ve Afrika uluslarının emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı çıkma, ulusal bağımsızlığı koruma ve barış ile kalkınmayı teşvik etme yönündeki kolektif iradesini somutlaştırdı. Bandung Ruhu —farklılıkları koruyarak ortak zemin arama, barış içinde birlikte yaşama, dayanışma, işbirliği ve ortak mücadele— o zamandan beri dünya tarihinde değerli entelektüel miras haline geldi. Gelişmekte olan ülkelerin daha sonra uluslararası ilişkilere yaklaşımını derinden etkiledi. Sadık destekçi ve aktif katılımcı olarak Çin, Çin bilgeliğini ve diplomatik deneyimini sunarak Bandung Ruhu’nun oluşumuna önemli katkıda bulundu.

1) Çin’in barış içinde birlikte yaşamanın beş ilkesinin entegrasyonu

Asya-Afrika Konferansı Nihai Bildirisi’nin sonuç bölümü, Çin’in önerisi üzerine oybirliğiyle kabul edilen dünya barışını ve işbirliğini teşvik etme beyanını içeriyordu. Bu beyan, temel insan haklarına ve Birleşmiş Milletler Şartı’nın amaç ve ilkelerine saygı, tüm ulusların egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı, büyük ya da küçük tüm ırkların ve ulusların eşitliğinin tanınması ve diğer ülkelerin iç işlerine müdahale etmeme gibi uluslararası ilişkilerin yürütülmesine yönelik on ilkeyi ana hatlarıyla belirtiyordu. Bandung’un On İlkesi, Çu Enlay’ın Barış İçinde Birlikte Yaşamanın Beş İlkesi’nin tüm unsurlarını tam olarak içeriyor ve bunları daha da geliştiriyordu.

2) Çin’in tutarlı anti-emperyalist ve sömürgecilik karşıtı duruşu

Çin liderliği, 1950’lerin “savaş ve devrim” ile karakterize edilen tarihsel bağlamını yansıtarak, yeni kurulan Halk Cumhuriyeti’ni sömürgeci saldırıya uğramış ve ulusal bağımsızlığını kazanmış sosyalist ulus olarak tanımladı. Bu kimlik, Bandung dönemindeki dış politikasına rehberlik etti. Konferansa giden toplantılarda Çu Enlay, kapitalist blok içindeki ülkelerin tipolojisini ortaya koyarak, Çin’in Amerika Birleşik Devletleri’ni izole etmesi, ara devletleri kazanması ve en çok ezilen uluslarla birleşmesi gerektiğini savundu. Buna göre, Çin’in Bandung Konferansı’na katılmaktaki temel amacı, uluslararası izolasyonunu kırmak ve Asya ile Afrika’daki ulusal kurtuluş için verilen haklı mücadeleyi tam olarak desteklemekti; böylece Bandung Ruhu’nun şekillenmesinde temel rol oynadı.

3) Çin’in “farklılıkları koruyarak ortak zemin arama” diplomatik yaklaşımını tanıtması

Katılımcı ülkelerin farklı ideolojik yönelimleri ve Amerika Birleşik Devletleri ile müttefiklerinin öncülüğündeki anti-komünist propaganda göz önüne alındığında, pek çok heyet Çin’e karşı temkinliydi. Hatta bazıları hem sömürgeciliğin hem de komünizmin kınanması gerektiğini savundu. Bu zorlukla karşı karşıya kalan Çu Enlay, uzlaşmacı ve kapsayıcı yanıt verdi: “Aramızda anlaşmazlıklar var, ancak bu tür farklılıkları kabul etmek, kendi başına bir anlaşma biçimidir”. Çin, suçlamalara yanıt olarak devrimci veya ideolojik retorikten kaçınarak bilinçli olarak “tartışmasız” yaklaşım benimsedi. Bu, konferansın sorunsuz ilerlemesini sağladı.

Konferans sırasında Çin, farklılıkları koruyarak ortak zemin arama ilkesine bağlı kaldı ve Endonezya ile Çifte Vatandaşlık Anlaşması’nı imzaladı. Endonezya Dışişleri Bakanı Sunario, anlaşmayı “iki Asya ülkesi arasında iyi niyet ve hoşgörü ruhu içinde” varılan anlaşma olarak övdü; ona göre bu ruh, Bandung Konferansı’nın kendisine de rehberlik etmişti.

Bandung Ruhu’nun günümüzdeki önemi ve Çin tarafından miras alınması

Geçtiğimiz 70 yıl içinde küresel manzara derin dönüşümler geçirdi. Sömürge sistemi çöktü, iki kutuplu Soğuk Savaş çatışması geçmişte kaldı ve ekonomik küreselleşme derinleşti. Barış, kalkınma, işbirliği ve karşılıklı fayda, dönemin hakim temaları haline geldi. Fakat, uluslararası toplumdaki temel çelişkiler kökten değişmedi. Adaletsiz ve eşitsiz siyasi ve iktisadi düzen devam ediyor ve medeniyetler, ideolojiler, siyasi sistemler ve kalkınma modelleri arasındaki gerilimler varlığını sürdürüyor.

Şu anda küresel manzarayı üç temel özellik tanımlamaktadır. Birincisi, güvenlik alanında, büyük güç rekabeti, blok çatışması, bölgesel çatışmalar ve iç karışıklıklar birbirini etkileyip güçlendirerek uluslararası güvenlik düzenini şekillendiriyor. 2022’de Ukrayna krizinin patlak vermesi, Soğuk Savaş sonrası dönemin sonunu ve akademisyenlerin artan küresel istikrarsızlıkla işaretlenen “Soğuk Savaş sonrası sonrası dönem” olarak adlandırdığı dönemin başlangıcını işaret ediyor olabilir.

İkincisi, ideolojik alanda, Batı’nın “demokrasi otoriterliğe karşı” anlatısı, Küresel Güney’in “çoklu moderniteler” savunusuyla çatışıyor. Amerika Birleşik Devletleri değer temelli diplomasiyi ve Hint-Pasifik Ekonomik Çerçevesi gibi dışlayıcı ittifakları teşvik ederken, Küresel Güney ülkeleri kalkınma haklarına ve egemen eşitliğe öncelik vererek ikili hizalanma mantığını reddediyor. Bu arada, sosyal medyadaki algoritmik güçlendirme enformasyon savaşını yoğunlaştırdı ve küresel kamuoyunu büyük güçlerin yumuşak güç rekabetinin yeni arenasına dönüştürdü.

Üçüncüsü, iktisadi alanda, Küresel Güney’in yükselişi ve yeni Güney-Güney işbirliği biçimlerinin ortaya çıkışı, küresel kalkınma manzarasını yeniden şekillendirdi. Geçmişle karşılaştırıldığında, güney ülkeleri artık daha fazla maddi kapasiteye, kalkınma deneyimine ve kurumsal platformlara sahip. Yapısal güçleri ciddi ölçüde arttı ve günümüzün küresel dönüşümlerinde giderek daha etkili roller oynamalarına olanak tanıdı.

Bandung Konferansı’na katılan ve Küresel Güney’in kilit liderlerinden biri olan Çin, giderek çok kutuplu hale gelen dünyada kendi diplomatik söylemini etkili şekilde ifade edebilmek için Bandung Ruhu’nu miras almalı ve yeni dönemin özellikleriyle uyumlu hale getirerek ilerletmeli.

1) Blok öatışmasını azaltmak için “barış içinde birlikte yaşama”yı kullanmak

Çin, Soğuk Savaş zihniyetine karşı çıkmaya ve güvenliğe yönelik “kapsamlı, işbirlikçi ve sürdürülebilir” yaklaşımı teşvik etmeye devam etmeli. Kavramsal düzeyde, Çin’in önerdiği Küresel Güvenlik Girişimi, Küresel Güney’in endişelerinin çoğuyla uyumlu. Bu nedenle, Küresel Güney Güvenlik Perspektifi oluşturmak için yol gösterici çerçeve işlevi görebilir. Pratikte Çin, Küresel Güney ülkeleri arasında hem ikili hem de çok taraflı diplomasiyi güçlendirmeli. İki tipik çok taraflılık biçimi ortaya çıktı:

Birincisi, BRICS’in tipik örnek olduğu büyük Küresel Güney güçleri arasında çok taraflı işbirliği. Yoğunlaşan büyük güç rekabeti bağlamında, BRICS’in genişlemesi —özellikle Orta Doğu devletlerinin dahil edilmesi— mekanizmanın güvenlik yönetişiminde daha büyük rol oynayabileceğinin sinyalini veriyor. Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ve BRICS gibi platformlar, güvenlik çıkarlarını koordine etmek ve Hint-Pasifik stratejilerinin dışlayıcılığına karşı koymak için kullanılmalı.

İkincisi, Küresel Güney güçleri ile tüm bölgesel gruplar arasındaki işbirliği. Örnekler arasında Çin’in Afrika, Arap devletleri ve Pasifik ada ülkeleriyle angajmanı yer alıyor. Çin-Afrika İşbirliği Forumu (FOCAC) ve Çin-Arap Devletleri İşbirliği Forumu gibi forumlar, bölgesel sıcak noktaların gerilimini düşürmek ve blok temelli çatışmayı reddetmek için platformlar sağlıyor.

2) Değer temelli diplomasiyi “farklılıkları koruyarak ortak zemin arama” ilkesiyle dengelemek

İlk olarak Çu Enlay tarafından Bandung’da önerilen farklılıkları koruyarak ortak zemin arama kavramı, pragmatik işbirliği lehine ideolojik dogmatizme direnmeyi vurguladı. Bugün Çin, egemen eşitlik ilkesini ve tüm ulusların kendi kalkınma yollarını seçme hakkını vurgulayarak “demokrasi otoriterliğe karşı” anlatısına meydan okumalı. Karşılıklı saygı ve kapsayıcılık ilkesi, medeniyetler arası diyaloğu ve sistemler arası karşılıklı öğrenmeyi vurgulayan modeli destekleyerek uluslararası ilişkilere rehberlik etmeli.

Çin, tek taraflılığa, sıfır toplamlı düşünceye ve hegemonik uygulamalara karşı çıkmalı, karşılıklı saygı, adalet, hakkaniyet ve kazan-kazan işbirliğine dayalı yeni tip uluslararası ilişkileri teşvik etmeli. Ayrıca kalkınma haklarına öncelik veren Küresel Güney söylem sisteminin inşasını hızlandırmalı. BM İnsan Hakları Konseyi gibi uluslararası platformlarda Çin, Batılı güçler tarafından insan haklarının siyasallaştırılmasına direnmeli. Dahası, CGTN ve TikTok gibi platformlar aracılığıyla uluslararası iletişim güçlendirilmeli, algı savaşına karşı koymak için etkili Kuşak ve Yol işbirliği vakaları kullanılmalı.

3) Güney-Güney işbirliği yoluyla kalkınma paradigması dönüşümünü yönlendirmek

Barış İçinde Birlikte Yaşamanın Beş İlkesi’nden Bandung Ruhu’na ve yeni Güney-Güney işbirliğinin ortaya çıkışına kadar, öz her zaman kalkınma yollarının çeşitliliğine saygı ve eşitlik, dayanışma ve karşılıklı faydaya dayalı ortaklıklar oldu. Amaç, yoksulluğu ve az gelişmişliği aşmak, adil küresel düzen inşa etmek ve çeşitlilik içinde birliği gerçekleştirmek.

Çin, özellikle Asya ve Afrika’da altyapı ve kapasite işbirliğine odaklanarak Kuşak ve Yol Girişimi’nin (KYG) yüksek kaliteli gelişimini derinleştirmelidir. Gelecek On Yıl İçin Kuşak ve Yol Girişimi’nin Yüksek Kaliteli Gelişimine Bakış‘a göre, Çin “küçük ama güzel” geçim projelerine öncelik vermeli, böylece Bandung’un ekonomik karşılıklı yardım idealini yerine getirmeli.

Çin, Güney-Güney işbirliği modellerinde yenilik yapmalı. Büyük ölçüde gelişmiş Batı ülkelerinin modernleşme deneyimleriyle şekillenen geleneksel uluslararası kalkınma paradigmaları, tek yönlü akma eğilimindedir ve alıcı ülkeleri kurumsal olarak Batı normlarına uymaya zorlar. Buna karşılık Çin, Afrika ile sürdürdüğü ortak modernleşme modelini teşvik etmeye devam etmeli. Bu yaklaşım, karşılıklı etkileşimi ve paylaşılan iradeyi vurgular, aşağıdan yukarıya istişare, ortak inşa ve ortak paylaşım yoluyla yerli inisiyatifi teşvik eder ve böylece daha eşit ve sürdürülebilir kalkınma ortaklıklarını besler.

Çin, modernleşme modeli olarak hizmet etmeli. Çin tarzı modernleşmenin yeni uygulamaları, yalnızca Çin’in Küresel Güney kalkınmasındaki liderliği için sağlam temel sağlamakla kalmaz, aynı zamanda diğer Küresel Güney ülkelerine alternatif kalkınma yolları sunar. Çin-Afrika ortak modernleşmesi kilit stratejik odak noktası olarak, Çin yeni uluslararası modernleşme işbirliği paradigmasına öncülük etmeye yardımcı olabilir.

1955’te Bandung Konferansı’nın sunduğu fırsatı değerlendirerek, Çin Halk Cumhuriyeti Batı’nın izolasyonunu ve ablukasını başarıyla kırdı ve kendisini Üçüncü Dünya için güvenilir ortak olarak sundu. Yetmiş yıl sonra Çin, Bandung deneyiminden tekrar yararlanmalı, Bandung Ruhu’nu yeni dönemde Çin karakteristiği taşıyan diplomasi pratiğiyle bütünleştirmeli. Bunu yaparken Çin, daha adil ve makul uluslararası düzenin inşasına yardımcı olacak ve dünya barışı ile kalkınmasına katkıda bulunacaktır. Bu sadece tarihe saygı duruşu değil, aynı zamanda mevcut zorluklara yanıt ve geleceğin keşfidir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English