Görüş
Arap-İran kavşağında Çin’in yeni Orta Doğu politikası

Çin Komünist Partisi (ÇKP) 20. Kongresi hem Xi Jinping’in üçüncü dönemini hem de Çin’in ikinci yüzyılını başlatmıştır. ÇKP Kongresinin tamamlanmasının ardından Xi Jinping dış politikaya ışık hızında bir giriş yapmıştır. Önce Asya’daki zirvelere katılmış ardından Pekin’de başta Almanya ve AB olmak üzere bir dizi ülkenin liderlerin kabul etmiş ve son olarak da ikinci kez Suudi Arabistan’ı ziyaret etmiştir. Bu ziyareti sırasında hem Körfez ülkeleriyle hem de Arap ülkeleriyle birer zirve gerçekleştirmiştir.
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in adeta pandemi sürecinin acısını çıkarırcasına gerçekleştirdiği 3 gün süren Suudi Arabistan ziyaretinde Kapsamlı Stratejik Ortaklık Anlaşması da dahil olmak üzere 50 milyar dolar değerinde 35 anlaşma imzalandı. Özellikle ticaret hacminin daha da geliştirilmesi, enerji ve savunma alanında işbirlikleri öne çıktı. Xi Jinping bu ziyaret esnasında iki ayrı zirveye katılmıştır; birincisi Körfez İşbirliği Konseyi ile diğeri ise ilk defa düzenlenen 21 Arap ülkesinin katıldığı Çin-Arap Devletleri Zirvesidir. Xi, Zirvede “Çin-Arap Dostluğunun Ruhunu İleriye Taşımak ve Yeni Çağda Ortak Bir Geleceği Olan Çin-Arap Topluluğunu Ortaklaşa İnşa Etmek” başlıklı bir açılış konuşması yaptı. Konuşmasında Çin’in Arap dünyası ile tarihsel ilişkilerinden başlayarak Arap ülkelerinin kurtuluş savaşlarına Çin’in verdiği destek de dahil olmak üzere günümüzdeki meselelere kadar değindi. Xi, özetle Arap dünyasına ortak bir gelecek inşa etmeyi ve ortak bir kaderin parçası olmayı teklif etti. Xi’nin çıkışı Arap dünyasında yeni bir dünyanın kurulmakta olduğunu ve Arap ülkelerinin de bu dünyada yerini almak için hevesli olduklarını gösterdi. Çin, Filistin meselesinde de 1967 öncesi sınırlara sahip başkenti Doğu Kudüs olan BM’ye üye bağımsız bir Filistin devleti fikrini desteklediğini bir kez daha dile getirdi.
Çin’in Arap dünyasıyla son 70 yıldaki politikasının tarihine bakıldığında daha çok Soğuk Savaş döneminde ideolojik bir perspektif üzerinden inşa edildiği görülür. Bu dönemde üçüncü dünyanın liderliği Çin ile Sovyetler birliği arasındaki ana rekabetin temel alanıydı. Soğuk Savaş sonrası ise Arap dünyası ve Ortadoğu Çin için daha pragmatik bir anlam taşımaya başladı ve Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Doğu Blokunun yıkılmasıyla ideolojik bakışın yerini ticaret ve enerjinin güvenli tedariği almıştır. Bir başka deyişle, Soğuk Savaş sonrası Çin dış politikası devrimci olmaktan çok pragmatiktir. Ayrıca, Çin için Arap dünyası siyasi bir kutup oluşturmaktan çok, bir ekonomik pazardır.
Suudi Arabistan, son dönemde özellikle Yemen Savaşıyla birlikte daha da artan İran tehdidi nedeniyle hızlı bir silahlanma süreci başlatmış, bu bağlamda ABD’den milyarlarca dolar silah almaya başlamıştır. Ancak son dönemde ABD ile başta kaşıkçı cinayeti ve petrol kısıntısı nedeniyle gerginlik yaşayan Suudi Arabistan ABD’ye alternatif olarak Çin’i ön plana çıkarmıştır. Trump’ın “biz olmasak iktidarda ancak iki hafta kalabilirsiniz” sözü ve Biden’ın parya olarak nitelendirmesiyle Amerikan başkanlarının sistematik olarak Riyad yönetimini aşağıladığı bir sürecin başladığı gözlemlenmiştir. Ve gelişmeler, Suudi Arabistan’ı Rus-Çin Blokuna yakınlaştırmış ve bu yıl Şanghay İşbirliği Örgütü Semerkant zirvesinde Suudi Arabistan ile diyalog ortaklığı protokolü imzalamıştır.
Halihazırda, 2022 itibariyle daha önce yapılmış anlaşmalar kapsamında Suudi Arabistan Çin’den 4 milyar dolarlık silah alacak. Aslında Çin ile Suudi Arabistan arasındaki silah ticareti 1985’lere kadar gitmektedir.1986’da Suudi Arabistan Çin’den 50 adet orta menzilli DF-3 balistik füzeler almıştır. Bu füzelere nükleer başlık da takılabiliyor. 2007’de ise DF-21 füzelerini almıştır. 2014 ve 2017’de Çin’den insansız hava araçları almış almaya da devam ediyor. Amerikan istihbaratına göre Çin, Riyad yakınlarında Sudi Arabistan’ın balistik füze geliştirmesine yardım ediyor. Bu arada geçtiğimiz Ağustos ayında ABD’den de 3 milyar dolar değerinde Patriot hava savunma sistemlerini almak için anlaşmaya varmış durumdadır.
ABD, Suudi Arabistan’ın Çin’den silah almasına İran nedeniyle göz yummaktadır. Güçlü bir Suudi Arabistan, Orta Doğu’da İran’ı caydırabilecek ve karşı koyabilecek bir güç olacaktır. Ancak aynısı Çin için söylenemez. Çin, hem Suudi Arabistan’a hem de İran’a silah satmaktadır. Çin için iki ülke de kendisi için bir pazar ve aynı zamanda enerji tedarik ettiği merkezlerdir. Suudi Arabistan için Çin’in İran’a silah satması ironik bir durumken benzer şekilde İran için de Çin’in İsrail ile özellikle savunma alanındaki stratejik ilişkileri ironik bir durum oluşturmaktadır. Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı yaptığı açıklamada “eğer İran çalışır bir nükleer silah elde ederse körfez ülkeleri olarak güvenliğimiz için gereken neyse yaparız” şeklindeki ifadesi gerekirse Körfez ülkelerinin de nükleer silah edinebileceğine işaret ediyor. Bu cesurca açıklamanın Xi Jinping’in ziyaretinin ardından gelmesi de anlamlıdır.
İran’dan ziyarete tepki
Çin ile Körfez İşbirliği Konseyi toplantısının ana gündem maddesini İran oluşturdu. Yayınlanan 18 maddelik bildirinin 4 maddesi doğrudan İran ile ilgiliydi. İran’ın nükleer programından mezhepsel çatışmaları desteklemesine kadar bir çok konu masaya yatırıldı. Ancak en önemli konu bildirinin 12. maddesinde yer alıyordu: “Liderler, Birleşik Arap Emirlikleri’nin üç adalar sorununa barışçıl bir çözüme ulaşma girişimi ve çabaları da dahil olmak üzere tüm barışçıl çabalara desteklerini teyit ettiler; Büyük Tunb, Küçük Tunb ve Ebu Musa adalarını uluslararası hukuk kurallarına uygun ikili müzakereler yoluyla ve bu konuyu uluslararası meşruiyete uygun olarak çözmek.”
İran, bu bildiriyi küstahça yapılmış bir açıklama olarak değerlendirdi ve Basra Körfezinde yer alan ve İran’a ait olan üç stratejik ada üzerinde hak iddia eden Birleşik Arap Emirliklerine Körfez İşbirliği Örgütünün ve Çin’in verdiği destek kabul edilemez olarak nitelendirildi. Ayrıca İran, meseleyi uluslararası hukuk kurallarına uygun ikili müzakereler yoluyla ve bu konuyu uluslararası meşruiyete uygun olarak çözmek şeklinde geçen ifadeyi de sert eleştirerek İran’ın müzakere edilemez olarak gördüğü egemenliği ile ilgili bir mesele üzerinde müzakere çağrısı yaptığı için tepki gösterdi.
İran, bu üç ada nedeniyle Birleşik Arap Emirlikleriyle zaman zaman gerginlik yaşadıklarının altını çizerken bu kez Tahran yönetimi için şaşırtıcı olan şey Çin’in anlaşmazlıkta taraf tutuyor gibi görünmesi durumuydu. İran cumhurbaşkanının siyasi işlerden sorumlu genelkurmay başkan yardımcısı Mohammad Jamshidi, Çin’i eleştirerek, “Pekin’deki meslektaşlarıma bir hatırlatma. Suudi Arabistan, ABD ile birlikte Suriye’de IŞİD/El Kaide’yi desteklerken ve Yemen’e vahşice saldırırken, İran bölgesel istikrar ve güvenliği yeniden sağlamak ve güvensizliğin hem Doğu’ya hem de Batı’ya yayılmasını önlemek için terörist gruplarla savaştı” dedi. Ayrıca, Çin’in İran Büyükelçisi Suudi Arabistan’daki Körfez İşbirliği Konseyi-Çin zirvesinin ardından yapılan ortak açıklama üzerine Dışişleri Bakanlığına çağrıldı. Çin Büyükelçisi ile yapılan görüşmede, İran tarafının Körfez İşbirliği Konseyi-Çin açıklamasında İran’ın toprak bütünlüğüne yönelik ifadelerden dolayı rahatsızlık dile getirildi. Basra Körfezi’ndeki üç İran adasının İran’ın toprak bütünlüğünün ayrılmaz bir parçası olduğu ve İran’ın herhangi bir parçası gibi hiçbir ülkeyle müzakere konusu olmamış ve olmayacak olduğu vurgulandı.
İran’ın tepkileri üzerine Çin Başbakan yardımcısı apar topar Tahran’a geldi. Çin Başbakan yardımcısı “Çin’in İran’la kapsamlı stratejik ilişkiler geliştirme iradesi asla değişmeyecek” diyerek Çin’in İran’ın ulusal egemenliğini, toprak bütünlüğünü ve ulusal onurunu ve dış müdahaleye karşı mücadelesini desteklediğini vurguladı.
İran’ın son dönemde Rusya ve Hindistan ile geliştirmeye başladığı stratejik ilişki Pekin yönetiminin gözünden kaçmadı. Özellikle İran, Hindistan ile ilişkileri geliştirirken Çin’in müttefiki Pakistan ile ilişkileri daha da kötüleşmeye başladı. Amerikan basını, Rusya ile İran’ın Ukrayna savaşı üzerinden artık stratejik müttefik olduklarını ilan etti. Bu son gerginlik akıllara İran Çin’i terk ederek Rusya’ya mı yanaşıyor sorularını getirdi.
Sonuç olarak bir asırdan beri savaşları ve anlaşmazlıkları bir türlü bitmeyen Arap dünyasının bu kaotik ortamını Çin’in kabullenmesi geleneksel Çin dış politikasının da terkedilmesi anlamına geliyor. Bütün dengeleri vesayet yönetimleri tarafından kurgulanmış bir dünyada, Çin, ilkesel olarak karşı çıktığı ve emperyalizmin bir politikası olarak gördüğü vesayetçilik ya da büyük güç ilişkisini tesis eder mi? Bu riske girer mi? Hele de Arap Dünyasının geleneksel sorunlarında taraf olur mu? Bu soruların cevabı henüz belirsiz. Örneğin Birleşik Arap Emirlikleri- İran gerginliğinde ortaya çıkan tablo Çin’in taraf tuttuğu şeklinde yorumlandı. Benzer şekilde Filistin’e verilen destek nedeniyle İsrail ile karşı karşıya gelmesi muhtemel. Asya Pasifik bölgesi kimsenin arka bahçesi değildir diyen Xi Jinping, Orta Doğu bölgesinde bu dili kullanmadı. Gerçek şu ki geçtiğimiz yaz Biden’ın İsrail ziyaretinde ABD’nin Orta Doğu’yu terk etmeyeceğini ve bölgeyi Rusya ve Çin’e bırakmayacağını söylemesi önümüzdeki dönemde Çin-ABD arasında Asya Pasifik’te yaşanan jeopolitik rekabetin Orta Doğu’ya taşınacağını gösteriyor.
Görüş
Modi’nin Güney Kıbrıs ziyareti ve ‘romantizmden arındırılmış’ Türkiye-Hindistan portresi

Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne ziyareti 23 yıl aradan sonra bir ilk oldu. Pazar günü yapılan bu ziyaret konusundapPek çok spekülasyon duyuldu; “Türkiye’ye açık bir mesaj” denildi örneğin. Bir süredir Hindistan’dan Türkiye’ye yönelik çeşitli boykot eylemleri görülüyor. Peki Delhi’nin bir nüfuzu var mı? Dürüst olmak gerekirse çok fazla değil. Ancak bu yazıda konuyu buraya çekmeye niyetim yok. 22 Nisan’da Hindistan kontrolündeki Keşmir’e gerçekleşen terör saldırısının ardından mayıs boyunca da devam eden Pakistan ile çatışma sürecinde Ankara’nın İslamabad’a destek veren duruşunda bu kez kartlarını biraz açık oynaması doğal olarak Yeni Delhi’de hoşnutsuzluk yarattı. Türkiye-Hindistan ilişkilerini tartışmaya açtı.
Ancak Hindistan’ın Doğu Akdeniz’deki stratejik oyunu yalnızca Türkiye’ye karşı bir hoşnutsuzluk siyaseti değil. Güney Kıbrıs ile etkileşim, Hindistan’ın daha büyük Akdeniz puzzle’ının bir parçası. 2023’te Yunanistan (40 yıldır bir Hint başbakanın ilk ziyareti) ve geçen yıl İtalya ziyaretlerinde bulunan Modi bu yıl Fransa’daydı ve Marsilya’da Hindistan konsolosluğunu açtı. Kanada’daki G7 görüşmelerinden önce Güney Kıbrıs’ta bulunan Modi dönüşte de Hırvatistan’a geçti. Bu bir Hindistan başbakanının Hırvatistan’a yaptığı ilk ziyaret ki Güney Kıbrıs ve Hırvatistan IMEC’te potansiyel ortaklar olarak görülüyor.
Güney Kıbrıs ziyareti, Türkiye-Pakistan işbirliğine bir tepki olarak çerçeveleniyor olabilir, ancak çok daha derin. Akdeniz’de önemli görülen Güney Kıbrıs’ın, 2023’te Delhi’deki G20 zirvesinde duyurulan ABD destekli Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru IMEC’in önemli bir bileşeni olması bekleniyor. Hindistan, Güney Kıbrıs ile daha yakın bağları IMEC’e destek olarak görüyor ve İsrail-Güney Kıbrıs enerji çıkarımının potansiyelini dikkate alıyor. Bu, Yunanistan, İsrail ve Güney Kıbrıs (+ ABD) üçlü işbirliğine kadar uzanabilir ve ayrıca Güney Kıbrıs ve İsrail’in IMEC’i destekleyen deniz altı kabloları için elektrik sağlamasına izin verebilir.
Türkiye ve Hindistan ilişkilerinin başlangıcı iyi olsa da ne yazık ki doğası her zaman karmaşık oldu. İlişkilerin ticari, turizm ve kültürel ayakları gelişme gösteriyor. Ancak aynı şey daha önemli olan siyasi ayak için ne yazık ki pek mümkün olmuyor. Hint Müslüman liderlerin -daha sonra Hindistan Ulusal Kongresi tarafından da desteklenen- Hilafet Hareketi ve Hint Müslümanların Milli Mücadele’ye maddi yardımı gibi başlangıç dönemindeki iyi niyetin çoğu Hindistan’ın 1947’deki bölünmesinden sonra ne yazık ki Hindistan’a değil Pakistan’a aktarıldı ve günümüzde bu örnekler yalnızca Delhi ile ilişkileri romantize etme görevi görüyor. Açıkçası 2000’lerin başında Başbakan Bülent Ecevit, Hindistan’a özel bir sempati besleyen ilk ve tek liderdi. Dolayısıyla bu dönem, siyasi ilişkilerde “sıcak” havanın estiği bir istisnaydı.
Bu istisna dışında Türkiye siyaseti büyük çoğunlukla Pakistan ile daha yakın ilişkilerin kurulduğu bir düzlemde gelişti. Hindistan siyaseti ise Türkiye’yi Pakistan prizmasından gördüğü bir düzlemde. Şurası açık: Yeni Delhi Ankara’nın İslamabad ile yakınlık kurmasından hoşlanmıyor. Özellikle savunma alanında. Bu arada bu ikilem yalnızca Ankara için geçerli değil, hemen her Müslüman ülke aynı ikilemle karşı karşıya. Ancak Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, Hindistan ve Pakistan ile ilişkilerini bir şekilde yumuşattı. Daha da fazla hoşnutsuz olduğu şey, Ankara’nın özellikle Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası platformlarda Keşmir konusunu gündeme getirmesi. Hindistan buna karşılık Yunanistan, Ermenistan ve Güney Kıbrıs ile daha yakın bağlar kurdu. Ayrıca, Suudi Arabistan ve BAE ile ortaklıklarını derinleştiriyor. Tüm bunlar Delhi tarafından Ankara’ya yönelik bir “karşı strateji” geliştirme çabası olarak sergileniyor. Yeni Delhi Türkiye’nin bölgesel etkisini sınırlamak için Ankara’ya stratejik olarak karşı koyma planları yapıyor olabilir, ancak yanıbaşında Çin gibi devasa dişli rakibine karşı kendini garantileyebilir ve sürdürülebilir bir düzlem oturtmadan uzak coğrafyalara uzanan strateji planlamalarının başarı ve sürdürülebilirliği gerçekçi değil. Yani bizdeki amiyane tabirle boyundan büyük işlere kalkışmak sözü buraya uygun.
Bu arada, Türkiye’ye yönelik eleştiriler -her zamanki gibi- yüksek sesle dile getirilirken Çin söz konusu olduğunda dikkat çekici bir sessizlik var. Ya da stratejik bir sessizlik demeliydim. Bu çifte standardın ardında daha derin bir jeopolitik ve ekonomik gerçek yatıyor. Hindistan özellikle endüstriyel ekosistemi için Pekin’e fazlasıyla bağımlı. Bağımlılık o kadar derin ki Çin ile -özellikle ticaret kısıtlamalarını içeren- herhangi bir çatışma, Delhi’nin üretim ve elektronik sektörlerinin büyük bir bölümünü felç etme riski taşıyor. Bu ekonomik bağımlılık Hindistan’ın daha güçlü ve vazgeçilmez bir oyuncu olan Çin’i doğrudan eleştirmekten kaçınırken sembolik olarak karşı karşıya gelmesi daha kolay olan Türkiye’yi neden hedef aldığını açıklıyor. Ki Delhi’nin Pekin konusundaki sessizliği rastlantısal değil, hesaplanmış bir durum; ekonomik kısıtlamalar, stratejik zaaflar ve küresel tedarik zincirlerinin acil gerçekleri dikkate alınarak hesaplanmış bir durum.
Gerçekçi bir bakış açısıyla -romantizm gözlüğünü takmadan- şu açıkça söylenebilir: Ankara, Keşmir ve Pakistan’a yönelik politikasını değiştirmediği sürece, yakın gelecekte ikili ilişkilerin çok fazla iyileşmesi pek olası görünmüyor. Normal koşullarda, ortak kültürel bağlara sahip iki dost ülke arasındaki büyüyen işbirliği pek kaygı yaratmayabilir. Ancak giderek daha görünür hale gelen Ankara ile İslamabad arasındaki yakınlık, Pakistan ile Hindistan arasındaki artan gerginliklerin ortasında şekilleniyor. Türkiye için Pakistan ile ilişki kurmak, Hindistan ile bağların pahasına olmak zorunda değil. Ancak Hindistan ve Pakistan’ın her birinin diğerinin dış ilişkilerini sıfır toplamlı bir rekabetin parçası olarak algıladığını unutmayın. Delhi’nin algısı, Türkiye’nin Pakistan’ı yalnızca diplomatik olarak desteklemekle kalmayıp aynı zamanda bölgesel askeri dengeyi etkileyecek şekilde savunma kapasitesini önemli ölçüde güçlendirdiği yönünde. Ankara’nın mevcut politikası Hindistan’ın mevcut algısını güçlendiriyor.
Burada Hindistan ve Pakistan arasındaki oyunun büyük etkisi var. Oyun şöyle: Pakistan belirli bir Müslüman çoğunluklu ülkeyle ilişkiler kurmada daha aktif olduğunda, Hindistan o ülkenin rakibiyle daha fazla etkileşime giriyor. Burada asıl söz konusu olanlar: Türkiye-Yunanistan ve Azerbaycan-Ermenistan. Pakistan Türkiye ve Azerbaycan’a ne kadar yakınlaşıyorsa, Hindistan da Yunanistan ve Ermenistan’a o kadar yakınlaşıyor. Hindistan için denkleme aynı zamanda Güney Kıbrıs ve İran’ı da dahil edin. İsrail’i de unutmamak gerek. Delhi’deki birçok kişi, örneğin, Hindistan’ın İran, Yunanistan, Güney Kıbrıs, BAE ve İsrail’e hızla ulaşarak yakın savunma ve stratejik ilişkiler aramasını, Ankara’nın Pakistan, Bangladeş ve Maldivler ile olan savunma ilişkilerine bir tepki olarak açıkladı.
Yeni Delhi, Üç Kardeş İttifakı olarak nitelenmeye başlayan Türkiye, Azerbaycan ve Pakistan’ın Hindistan’a meydan okumak için birlikte çalıştığını düşünüyor ve bu jeopolitik koalisyonun yükselişinden kaygı duyuyor. Son Hindistan-Pakistan çatışmasında İslamabad’a Türkiye’den çok daha sert bir retorikle açık diplomatik desteğini sunan ülkenin Azerbaycan olduğu bilinmeli. Ki Delhi, Ermenistan ordusunu güçlendiriyor ve bu Bakü’yü kızdırıyor. Yeni Delhi, Türkiye, Azerbaycan ve Pakistan arasında oluşturulan üçlü yarı ittifaka diplomatik olarak karşı koymak için İran ve Ermenistan ile yakın çalışma yoluna gitti. Her iki ülke de bu oluşumdan kaygı duyuyor. Erivan, Bakü ile yıllardır süren bir toprak mücadelesi veriyor. Tahran, İran’da yaşayan milyonlarca Azeri nedeniyle Bakü ile gerginlik yaşıyor ki onların Azerbaycan ile yakın kültürel bağları var ve İran, Bakü’nün bu bağları ayrılıkçı hareketleri desteklemek için kullanacağından korkuyor.
Hindistan, Yunanistan, Güney Kıbrıs, Ermenistan ve İran ile yakın bir şekilde çalışmaya devam edecektir. Gergin ama düşmanca olmayan Türkiye ve Azerbaycan ile ilişkileri zaman geçtikçe daha da kötüleşebilir. Modi bloklar oluşturuyor. Türkiye Pakistan’ı Hindistan’a karşı açıkça desteklediğinden Yunanistan’a mesaj göndermek için Güney Kıbrıs’ta. Güney Kıbrıs, Yeni Delhi’nin güvenilir dostu olarak görülüyor. Hindistan, Kıbrıs sorununa bir çözüm olarak BM Kararlarına dayalı Rumların önderliğinde iki bölgeli iki toplumlu bir federasyonu destekliyor. Modi’nin Keşmir konusunda BM Güvenlik Konseyi kararlarını görmezden gelmesi ancak Kıbrıs konusunda BM Güvenlik Konseyi kararları ve uluslararası hukuk yoluyla çözülmesini savunması tuhaf bir ikiyüzlülük.
Türkiye ve Pakistan iyi niyeti besleyen doğasıyla köklü kültürel bağları paylaşmaya devam edecek. Buna karşın Ankara’nın bölgesel anlaşmazlıklarda açık bir “hizalanma” sinyali vermekten kaçınacak şekilde eylemlerini kalibre etmesi gerekiyor. Ki ölümcül bir çatışmada açıkça taraf seçmek kısa vadeli dayanışma sağlayabilir ancak özellikle ticaret, diplomasi ve çok taraflı forumlarda Ankara’nın özlemlerine uzun vadeli zarar verebilir. Yükselen bir ekonomik ve politik güç olarak Hindistan, Asya’nın geleceğinde önemli bir rol oynayacaktır. Ankara’nın BRICS gibi platformlara katılımı veya Küresel Güney ile bağları genişletme konusundaki ilgisi, Yeni Delhi ile yapıcı bağlardan yararlanır.
Doğrusu Hindistan Türkiye ile bağlarını güçlendirmeye çalışıyordu. Ve açıkçası depremden sonra iyi niyet göstergesi olarak sunduğu Dost Operasyonu’nun ardından ilişkilerin özellikle siyaseten güçleneceği yönünde büyük bir beklentiye girmişti. Yeni Delhi İslamabad ile son çatışmasındaki Ankara tutumunu, “Hindistan’ın dostluğunu reddetti” olarak algıladı. İnsani yardımın sürekli dile getirilmesi hoş bir davranış değil ayrıca. Ve devletler büyük çoğunlukla rasyonel varlıklardır ve doğal olarak onlardan minnettarlık duygusuyla değil, çıkar güdümlü politika geliştirmeleri beklenir. Ancak biraz önce ifade ettiğim gibi bölgesel anlaşmazlıklarda ve duyarlılıklar noktasında “stratejik gizem” belki daha doğru bir yaklaşım tarzı olabilir.
Romantizme gerek yok, özellikle 2019’dan bu yana ikili ilişkiler ciddi düşüşte ve ufukta sürpriz bir sıçrama da olası görünmüyor. Zaten muazzam değildi, diye de düşünenler olabilir tabii.
Görüş
Kış Geliyor

İsrail, siyasi olarak harekete geçmek için tarihi bir fırsat gördü. ABD-İran görüşmelerinin başarısız göründüğü, İran’ın zayıfladığı bir zaman. Peki yakın geçmişten bu noktaya nasıl geldik?
Geçmişte İran, “direniş ekseni” dediği vekil güçlerine, yani bölgede dolaylı savaş veren milislere başvuruyordu. Bu bir tür “ileri savunma” stratejisi idi. Geldiğimiz noktada bu kabiliyeti büyük ölçüde kaybettiler. En önemli bölgesel müttefiki olan Lübnan’daki Hizbullah, geçen yıl İsrail tarafından büyük ölçüde etkisiz hale getirildi. Suriye’de de rejim değişti. Yemen’deki Husiler dışında hâlâ aktif bir vekil gücü kalmadı. İsrail de İran bu kapasiteyi yeniden inşa etmeden önce bu zayıflıktan faydalanmaya çalışıyor.
Her ne kadar İran son aylarda bombaya çok daha yakın bir konuma gelmese de zenginleştirilmiş uranyum stokları ciddi şekilde artış gösterdi. Yani dokunulmaz ve daha cüretkar bir İran ile karşı karşıya kalması giderek yaklaşıyordu. Tüm bu faktörler bir araya geldiğinde, İsrail böyle büyük bir riski almaya karar verdi. Bu sadece nükleer tesislere değil, İran’ın askeri tesisleri, hava savunma sistemleri ve özellikle üst düzey askeri liderler ile bilim insanlarının hedef alındığı çok daha kapsamlı bir saldırı.
Hizbullah Saldırıları ile Paralel Strateji
İsrail’in İran’a uyguladığı saldırı stratejisi, geçen yıl Hizbullah’a karşı Lübnan’da izlenen stratejiye benziyor; sadece alt yapıyı değil, aynı zamanda komuta zincirini de hedef alıyorlar. Hem “know how” hem de yönetimi elimine etmeye çalışıyorlar. Böylece hem psikolojik üstünlük sağlıyorlar hem de birikmiş deneyim ve bilgiyi yok ederek iletilmesine engel olmaya çalışıyorlar. Çünkü Hizbullah ve İran Devrim Muhafızları gibi yapılarda tam kontrolün sağlanması için yetki ve karar alma mekanizmaları kişilere fazlası ile bağlı. Onların devre dışına çıkarılması ciddi bir bozgun durumu yaratıyor.
İsrail’in İran’a düzenlediği saldırı “sınırlı bir operasyon” değil. Uzun süredir planlanan kapsamlı bir operasyon ve yine uzun sürmesi beklenilen bir savaşın parçası olduğu aşikar. Netanyahu’nun halkına Haziran ortasında sıcak tutacak giysiler bulundurun demesi ne beklememiz gerektiği konusunda işaretler içeriyor. Şimdilik, bölgeye etkisi olan ama henüz yayılmamış bir savaş bu. İsrail’in İran’a ulaşması ya da İran’ın İsrail’e saldırabilmesi için Ürdün, Irak, Suriye gibi ülkelerin hava sahasından geçmesi gerekiyor. Yani ne olursa olsun bu ülkeler etkilenecek. Örneğin İran’ın İsrail’e gönderdiği insansız hava araçlarını Ürdün engelledi, çünkü güzergah üzerinde yer alıyor. İran, İsrail’e insansız hava aracı gönderdiğinde bunlar ya Irak, ya Suudi Arabistan, ya Ürdün ya da Suriye üzerinden geçmek zorunda.
Açıkça Savaş İlanı
İsrail bu operasyonun bir savaşın başlangıcı olduğunu açıkça belirtti. Genelde böyle açıklamalar yapılmaz ama hem Başbakan hem de Genelkurmay Başkanı yaptıkları açıklamalarda “İslam rejiminin yeteneklerine karşı bir savaşa başladık” dediler. Yıllar önce planlanmaya başlayan bu savaş, hem nükleer kapasitelere hem de kıtalararası balistik füzelerin fırlatma ve üretim merkezleri ile çeşitli tipte insansız hava araçlarını da hedef alıyor. İsrail, müzakerelerde çözüm olmayacağı varsayımıyla bu askeri kapasitelere karşı saldırı planları zaten geliştiriyordu. Şimdi saldırıya başlamasının sebeplerinden biri de bu müzakereler sadece nükleer meseleye odaklanmıştı; diğer silah sistemleri hiç masada değildi.
Bu saldırı, özellikle Nisan ve Ekim 2024’te İran’la yaşanan misilleme saldırılarından sonra çok daha hedefli ve incelikli şekilde planlandı. O karşılıklı saldırılardan dersler çıkarıldı. Şimdi çok daha kapsamlı ve kesin bir savaş başlatıldı.
İsrail, Netanyahu’nun söylediğinin aksine şu anda yakın ve varoluşsal bir tehdit altında değil. Zaten İran’ın vekil güçlerini tek tek zayıflatıp neredeyse elimine eden İsrail için, sonunda şimdilik asıl amacına yani İran’a sıra geldi. İsrail’in bile beklentisi uzun ve çetin bir mücadele. Netanyahu’nun halkına sıcak giysilerini yanınızda bulundurun tavsiyesinin bizlere hatırlattığı da, popüler kültürün ünlü bir dizisindeki slogan gibi “Kış geliyor”…
Görüş
İsrail’in ‘Bildiği Şeytan” ile İşi Bitti mi?

İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun yaklaşık 30 yıldır İran’ı bombalamak isteyen biri olarak, kendi gündemi olduğu ve İran’ın nükleer silah geliştirdiği yönündeki iddiaları bahane olarak kullandığını anlamak zor değil. Bu şeytanlaştırma operasyonu epeyce uzun soluklu. 1990’larda bile bu iddiayı ısrarla dile getirdi ve iddiasının temeli yoktu. Hatta ABD istihbarat raporları bu iddianın yanlış olduğunu açıkça o zamanlarda ortaya koydu. En son mart ayında yayınlanan ABD istihbarat raporu da aynı şeyi söylüyor. Buna rağmen Netanyahu iddialarına bire bin ekleyerek ısrarla devam ediyor. Son iddialarından biri de İran’ın nükleer silah yapıp bunları teröristlere dağıtacağı yönünde.
İran’ın Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu tarafından tamamen denetime açık bir şekilde yürütülen barışçıl nükleer gelişim hakkına sahip olması normal karşılanacak bir durum olmalı. Nitekim 2015 yılında Obama başkanlığında ABD ve İngiltere bu anlaşmayı destekledi ve imzalar atıldı. İran da o dönem nükleer silah programının olmadığını ve tamamen denetime açık olmaktan memnuniyet duyduğunu söyledi.
2017 yılında Trump başkanlık koltuğuna oturdu ve büyük ihtimalle ABD’deki İsrail lobisinin baskısıyla, 2018 yılında bu anlaşmadan çekildi ve her şeyi yeniden belirsizliğe sürükledi. Trump’ın uyguladığı maksimum baskı politikası, aksine İran’ı uranyum zenginleştirme faaliyetlerini artırmaya itti. Trump’ın, ilk başkanlığında hali hazırda üzerinde anlaşılmış anlaşmadan çekilip, ikinci başkanlığında o anlaşmaya geri dönmek için çaba sarf etmesi son derece ilginç ve kafa karıştırıcı. Trump’ın geçmişten ders alıp, hatasını telafi etmek istediğini düşünmek ancak naiflik olur.
Netanyahu liderliğindeki İsrail’in, nükleer programı bahane ederek İran rejimini çökertmek istediği çok açık. Bu hedefine de adım adım karşısındaki güçleri neredeyse felç edip anlamlı bir karşılık vermelerine izin vermeden ilerliyor. Geldiğimiz noktada da tipik Batı yaklaşımı olan “bildiği şeytanı” tercih etme politikasından uzaklaşıyor.
Kitle imha silahları yerine nükleer bomba bahanesi
Orta Doğu’daki bir devlette rejim değişikliği yaratma girişiminde 20 yıl önce Irak’ta da bulunuldu. IŞİD’in doğuşuna, milyonlarca kişinin ölümüne sebep olan Irak planının yarattığı dehşete tanık olduk. O zaman ABD Dışişleri Bakanı olan Colin Powell, BM’de yaptığı konuşmada “Saddam Hüseyin’in kimyasal silahları var. Saddam Hüseyin bu tür silahları kullandı ve bunları komşularına ve kendi halkına karşı tekrar kullanmaktan çekinmiyor” dedi. Powell, sunumunda keşif fotoğrafları, ayrıntılı haritalar ve çizelgeler ve hatta Irak ordusunun üst düzey üyeleri arasında gerçekleşen kaydedilmiş telefon görüşmelerini kullandı. İstihbarat yetkililerinin kendisine güvenilir olduğuna dair güvence verdiği bu bilgiler eşliğinde bir saatlik konuşması sırasında 17 kez tekrarladığı “kitle imha silahları” ifadesi, Bush yönetiminin Irak’ı işgal etmeyi meşrulaştırmak için kamuoyunda kullanılan ifade oldu.
Powell’in BM’deki bu konuşmasından bir buçuk ay sonra, Başkan Bush Bağdat’a hava saldırıları emri verdi. Bush, televizyondan ulusa hitabında, bunun “Irak’ı silahsızlandırmak, halkını özgürleştirmek ve dünyayı büyük tehlikelerden korumak için” bir askeri operasyonun başlangıcı olduğunu söyledi. ABD güçleri, Irak’taki iç işbirlikçileri ile birlikte Saddam Hüseyin rejimini birkaç hafta içinde devirdi ve Irak’ın sözde “kitle imha silahlarına” dair kanıt hiçbir yerde bulunamadı.
Bush yönetimi, savaş karşıtlığı, özellikle ABD’nin Ortadoğu’daki askeri müdahalelerine karşı olmasıyla tanınan Colin Powell’in kredibilitesini kullanarak Irak’taki rejim değişikliğini gerçekleştirdi. Powell daha sonra BM konuşmasını “büyük bir istihbarat başarısızlığı” ve sicilinde bir “leke” olarak nitelendirdi. Kaynaklarının yanlış ve hatalı olduğunu ve hatta kasıtlı olarak yanıltıcı olduğunun ortaya çıktığını söyleyerek günah çıkaran Powell ölmeden önce pişmanlığını dile getirdi.
Eger İsrail, İran’ı etkisiz hale getirmeyi ve hatta orta-uzun vadede ondan bir müttefik yaratmayı başarırsa, hedef alacağı bölgedeki bir sonraki konvansiyonel güç bilin bakalım kim? Türkiye’yi şeytanlaştırma çabaları şu sıralar biraz daha kısık ateşte de olsa uzun süredir yürürlükte. Bölgede ikili bir karşı karşıya gelme, üçlü bir dengeden çok daha farklı bir zeminde gerçekleşecektir, önlemlerimizi alıp kemerlerimizi bağlasak iyi olacak.
-
Görüş3 gün önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Asya1 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Ortadoğu2 gün önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat
-
Diplomasi4 gün önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Görüş2 hafta önce
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında
-
Görüş2 hafta önce
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 3