Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

‘Asya-Pasifik’te barışı bozan ABD’

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, 17 Ocak 2023 tarihinde Daniel Larison imzasıyla Responsible Statecraft’ta yayınlandı. Makale aslında bir kitap tanıtımı; ama sadece bu kitabın seçilmesi bile manidar: Van Jackson’ın ABD’nin Asya-Pasifik siyasetinin tarihini inceleyen kitabı, Beyaz Saray’daki Çin karşıtı dönüşün Asya barışını bozduğunu düşünmektedir. Larison, Jackson’a katılır bir şekilde, ABD’nin Çin ile olan yumuşamayı bozmasının barışı bozan esas faktör olduğunu düşünmektedir. Dikkat çekici olan noktalardan biri, kitap yazarının Donald Trump’ı çokça eleştirmesine rağmen, eski başkanın siyasetinin ve üslubunun, Amerikan devletinin içinde on yıllardır var olan bir mekanizmanın devamı olduğunu düşünmesidir. Bir başka dikkat çekici nokta, çevirisini verdiğimiz makalenin yayıncısı düşünce kuruluşu Quincy Institute for Responsible Statecraft’ın Beyaz Saray’ın ana eğilimlerinden hayli farklı tezleri savunuyor olması. Sadece Asya-Pasifik değil, Ukrayna meselesinde de ana akımdan farklılaşan tezleri bu yayında okuyabiliyoruz. Şu anda kurumun başında olan Kelley Beaucar Vlahos’un, eskiden The American Conservative’in (TAC) editörlerinden olduğunu görünce taşlar biraz daha yerine oturuyor; muhafazakâr TAC’nin kurucularının Irak işgaline karşı çıktığını hatırlatmak yerinde olacaktır. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


ABD, Asya-Pasifik’te sağduyusunu takip ettiğinde

Daniel Larison
17 Ocak 2023

Asya-Pasifik, devletler arası çatışmayı caydıran ve ekonomik karşılıklı bağımlılığı derinleştiren çeşitli faktörlerin bir araya gelmesi sayesinde kırk yıldan fazla bir süredir barış içinde kaldı.

Washington’da bunun büyük bir kısmını veya tamamını ABD’nin istikrar sağlayıcı rolüne, ittifaklarına ve ileri konuşlandırılmış askeri varlığına atfetmek popüler olsa da, barışın neden devam ettiğinin tüm hikayesi bu değil ve ABD’nin Asya meselelerinde bazen seyirci kaldığını veya istikrarı bozan bir güç olduğunu gözden kaçırıyor. 

Van Jackson’ın yeni kitabı Pacific Power Paradox: American Statecraft and the Fate of the Asian Peace’te [Pasifik Güç Paradoksu: Amerikan Devlet İdaresi ve Asya Barışının Kaderi] tanımladığı paradoks budur. Kitap, ABD’nin 1979’dan bu yana Asya barışını ve güvenliğini hem desteklemek hem de baltalamak için nasıl hareket ettiğinin keskin ve ilgi çekici bir anlatımı. ABD’nin politika yapıcıları, ABD’yi şu anda gittiği yıkıcı rekabet ve militarizm yoluna sokmaktan kaçınmak için okuyup ders çıkarsalar iyi ederler.

Jackson, ABD’yi Asya Pasifik’te üç farklı rol üstlenmiş olarak görüyor: Kenarda duran ve bölgesel kurumlara müdahil olmayan “mesafeli hegemon”, ittifak taahhütleriyle güvenlik ve caydırıcılık sağlayan “hayati istihkam” ve eylemlerinin barış üzerinde yaratabileceği sonuçlara aldırış etmeden kendi planlarına göre hareket eden “otoriter süper güç”.

Önümüzdeki yıllarda akıllı politika seçimleri yapmak istiyorsa, ABD’nin Asya’da nasıl hareket ettiğinin tüm sicilini anlaması ve Asya barışının kırılgan olduğunu ve çok daha zayıfladığını ve bu barışın ana dayanaklarından biri olan ABD-Çin yumuşamasının yerini giderek daha çekişmeli bir rekabete bıraktığını  kabul etmesi gerekiyor.

Kitap, 1979’da barışın başlangıcından itibaren her bir yönetim aracılığıyla kronolojik olarak ilerliyor ve ABD’nin, her başkanın yönetiminde, barışa nasıl katkıda bulunduğunu ve barışa nasıl zarar verdiğini belirliyor. Jackson, bizi Carter yönetimindeki ABD-Çin yumuşamasının ilk deneme günlerinden alıyor ve iki hükümetin işbirliklerini nasıl derinleştirdiğinin ve Trump’a kadar her yönetimde ekonomik bağları nasıl genişlettiğinin izini sürüyor.

Asya barışının, barışı eskisi kadar esnek ve uzun ömürlü kılan birçok pekiştirici faktörün sonucu olarak nasıl inşa edildiğini ve pekiştirildiğini açıklıyor.

Jackson, barışı destekleyen altı farklı faktör tanımlıyor: ABD’nin ileri askeri varlığı,  Amerikan ittifakları, büyük güç yumuşaması, karşılıklı iktisadi bağımlılık, bölgeselcilik,  demokrasi ve iyi yönetişim. Pek çok kaynağı olan “katmanlı barış” dediği şey budur. Bunların hepsi önemliydi, fakat ‘Asya barışı için neredeyse tüm faktörlerin altını çizen veya bunlara yapıcı bir katkı sağlayan’ şeyin Washington ile Pekin arasındaki yumuşama olduğunu savunuyor. 

Bugün ABD ve Asya için tehlike, bu faktörlerin bazılarının göz ardı edilme veya reddedilme riskiyle karşı karşıya olması ve bunun da barışı eskisinden daha büyük bir tehlikeye atmasıdır.

Amerikalıların çoğu, ABD ve Kuzey Kore’nin 2017’de savaşa ne kadar yaklaştıklarını kavramıyor, fakat bu, son kırk yılın en tehlikeli anlarından biriydi ve Soğuk Savaşın derinliklerinden bu yana dünyanın nükleer savaşa en yakın olduğu anlardan biriydi. Jackson, önceki kitabı On the Brink’te [Eşikte] 2017 nükleer krizinin ne kadar tehlikeli olduğunu belgelemişti ve bu hikâyenin bazı kısımlarını, hem maksimum baskı yaptırımları kampanyası hem de önleyici savaş gözdağı ile Trump yönetiminin barışı tehdit etmekteki rolünü dikkate alıyor.

ABD’li politika yapıcıları bu durumda ABD’nin büyük bir savaşa ne kadar yaklaştığını anlamazlarsa, gelecekteki krizlerden kaçınmaları ve daha başarılı bir Kuzey Kore politikası tasarlamaları çok daha zor olacaktır. Trump’ın düzensiz ve saldırgan davranışı, bu krizi olduğu kadar tehlikeli hale getirmede önemli bir faktör olsa da, bu yalnızca Trump değil, ABD’nin Kuzey Kore’ye yönelik politikasında süregelen bir sorundu.  

Trump, haklı olarak, Jackson’ın son kırk yıldaki ABD politikalarına ilişkin değerlendirmesinde en kötü notları alıyor, ama Trump’ın önceki yönetimlerle büyük ölçüde sürekliliği temsil ettiğine dair önemli bir noktaya değiniyor. Jackson, ‘Amerika Birleşik Devletleri’nin genellikle, eylemleri savaşı azaltmak yerine daha olası hale getiren otoriter süper güç olduğunu’ hatırlamamızı istiyor.

Önsözde belirttiği gibi, “Trump dönemi, ABD devlet idaresinde her zaman olan, fakat bizim bu konudaki anlatımızda yer almayan alışkanlıkların büyütülmesiydi.” Diğer pek çok şeyde olduğu gibi, Trump’ın kötü davranışı, o göreve gelmeden çok önce ABD’nin dünyada nasıl faaliyet gösterdiğine dair çirkin gerçekleri ortaya çıkardı.

Washington’ın yeni şahin konsensüsü, ABD’nin Çin ile bu kadar uzun süre angajman peşinde koşmasının yanlış olduğu sonucuna vardı, fakat yumuşama ve angajman, bölgeyi istikrara kavuşturmada ve Asya ülkelerinin ekonomik olarak gelişmesine izin vermede çok önemliydi. ABD-Çin yumuşaması olmasaydı, Doğu ve Güneydoğu Asya’nın modern tarihi muhtemelen olduğundan daha gergin ve şiddetli olurdu. 

Jackson’ın dediği gibi, “ABD’nin Çin ile yumuşaması –Asya’nın en büyük iki gücü arasındaki kusurlu ama uzun süreli işbirliği ilişkisi– 1970’lerden bu yana bölgesel istikrarın büyük oranda yeterince takdir edilmeyen bir kaynağı olmuştur.”

Bu yumuşamanın yerini rekabete bırakmanın Asya’da barış için ciddi sonuçları olacaktır. Jackson, “Rekabetin kendi bedeli vardır ve istikrar devam edecekse, Asya barışının böylesine temel bir kaynağının kaybının telafi edilmesi gerekir,” uyarısında bulunuyor. Sorun şu ki ABD, “Çin-ABD yumuşamasının Asya’yı istikrarlı tutmak için yaptığı muazzam işi fark etmeden, Çin ile bir rekabet paradigmasını bu kadar çabuk benimsedi.” Yumuşama, barışın yapısını ayakta tutan sütunlardan biri olagelmiştir ve artık yerine herhangi bir değişiklik yapılmadan yıkıldığı için, tüm yapı çökme tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Jackson’ın Asya’dan verdiği dersler başka yerlerde de uygulanabilir. “Ekonomik yaptırımlar ve savaş tehdidiyle sınırlı bir politika araç setinden uzun vadeli istikrar sağlanamaz,” diye yazıyor. Bu bana doğru görünüyor ve dünyanın birçok yerindeki ABD dış siyasetinin sicili bunu kanıtlıyor. Kuzey Kore, gerçekçi olmayan hedeflerle birleşen ekonomik savaş ve tehditlerle tanımlanan bir politikanın nasıl başarısızlığa uğramaya ve daha kötü koşullara ve hatta muhtemelen savaşa yol açmaya mahkum olduğunun en belirgin örneği olarak öne çıkıyor.

Jackson, bu çıkmaz yolda devam etmek yerine, ‘tek çözümün, Kim rejiminin, bu algıyı besleyen rekabet ilişkisini değiştirmek için ciddi bir girişimde bulunurken, kendisini kökleşmiş dış tehdit algılarına karşı güçlendirme ihtiyacıyla birlikte yaşamakta yattığını’ öne sürüyor. Biden yönetiminin yaptığı gibi, daha fazla yaptırım yüklerken nükleer silahlardan arındırma konusunda ısrar etmeye devam etmek hiçbir şeyi çözmeyecek.

Pacific Power Paradox, Asya barışı ve ABD’nin barışı hem sürdürme hem de tehdit etmedeki rolüne dair kapsamlı, dikkatlice araştırılmış bir çalışma. Bir polemik olarak yazılmamış, ancak ABD’li politika yapıcıları için ABD’nin Asya’daki rolünün tüm tarihini bizim kolektif sorumluluğumuz dahilinde görmezden gelmeleri konusunda açık bir uyarı var.

DÜNYA BASINI

Fyodor Lukyanov ile mülakat: Ermenistan-Türkiye ilişkilerinin normalleşmesi ve hatta belki de daha fazlası mümkün

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Ermenistan ile Azerbaycan arasında sınır belirleme çalışmaları nisan ayı sonunda başladı. Bu bağlamda geçen hafta Gazah bölgesine bağlı Bağanis Ayrım, Aşağı Eskipara, Heyrimli ve Kızılhacılı Bakü’nün kontrolüne geçti. Geçen haftalarda buna tepki olarak Ermenistan’da “Vatan Adına Tavuş” hareketi Tavuş kasabasından Erivan’a yürüyüş başlattı. Devamında Erivan’da oturma eylemleri düzenlendi ve hadise çok sürmedi.

Karabağ artık Ermenistan’ın hakimiyetinden çıktı ve talep ettiği “güvenlik kuşağı” defteri kapandı. Aşağıda tercümesi verilen mülakatta Valday Uluslararası Tartışma Kulübü Araştırma Direktörü Fyodor Lukyanov, Erivan ile Ankara arasında yakın zaman içinde pirüpak bir sayfa açılmasını göz ardı etmediğini söylüyor.


Lukyanov: Ermenistan için Avrupa’daki tek seçenek Türkiye

Hayk Halatyan

Verelq.am

21 Haziran 2024

Ermenistan-Rusya ilişkilerindeki mevcut kriz ne kadar ileri gidebilir? Moskova, Ermenistan’ın Batı ile yakınlaşmasına nasıl bakıyor? Rusya ile siyasi ilişkileri yeniden düşünmek ve aynı zamanda Ermenistan açısından son derece faydalı olan iktisadi ilişkileri sürdürmek mümkün mü? Ermenistan açısından Avrupa entegrasyonu ne kadar gerçekçi?

Russia in Global Politics dergisinin genel yayın yönetmeni, Rusya Dış ve Savunma Politikası Konseyi Başkanlık Divanı Başkanı ve Valday Uluslararası Tartışma Kulübü Araştırma Direktörü Fyodor Lukyanov, bu ve daha fazlasını yanıtladı.

Ermenistan-Rusya ilişkilerindeki mevcut kriz nereye kadar gidebilir? Ve Moskova, Ermenistan’ın Batı ile yakınlaşmasına nasıl bakıyor?

Kriz vektörel. Ermenistan yönetiminin net bir yol seçtiğini ve bunu tutarlı bir şekilde sürdürdüğünü kabul etmelisiniz. Bu sadece pratik yönlerle ilgili değil, aynı zamanda sembolizmle de ilgili. Buça ziyareti ve benzerleri, sinyaller açık. Bu açıdan süreç geri döndürülemez görünüyor.

Konuyla çok ilgili olmasam da Rusya’nın şu anda son derece temkinli davrandığını söyleyebilirim. Diplomatik adımlar atıldı, büyükelçi istişareler için geri çağrıldı, açıklamalar yapıldı. Fakat genel manada Rusya’nın benzer durumlarda —Gürcistan, Moldova ya da başka yerlerde— nasıl tepki verdiğini biliyoruz. Şimdiye dek böyle bir şey görmedik, bu nedenle “aktif gözlem pozisyonunun” bir süre daha devam edeceğini düşünüyorum.

KGAÖ’ye gelince, mesele açık görünüyor: Ermenistan’ın bu örgüte ihtiyacı yok. Halihazırda bu sadece Rusya’nın alanına ait olmanın sembolik bir işaretiydi. Fakat kilit nokta, Rusya’nın Ermenistan’daki askeri üssü olacaktır. Ermeni tarafı üssün geri çekilmesini talep ederse Rusya buna uymak zorunda. Bu muhtemelen Ermenistan ile ilişkilerin kayda değer ölçüde yeniden düzenlenmesine yol açacaktır.

Rusya’nın bu tutumunun nedeni nedir? Ukrayna’da Batı ile yaşadığı çatışma nedeniyle Ermenistan ve Güney Kafkasya’daki nüfuzu için mücadele edecek kaynaklara sahip değil mi? Ya da sadece bu nüfuzu elinde tutmak için bir irade eksikliği mi var? Ermenistan’daki pek çok uzman, Rusya’nın Ermenistan’dan ve bölgeden çekilmeye hazır olduğuna inanıyor.

Rusya’nın çekilmeye hazır olduğunu söylemek abartı olur. Elbette şu anda başka öncelikler daha öncelikli. Bunlar gerçekleşmediği sürece diğer her şey ikinci planda kalır. Dahası, Rusya’da Ermenistan’daki süreçlerin vektörel bir şekilde ilerlediği, ancak henüz sonuçlanmadığı yönünde bir his var gibi görünüyor. Bundan sonra ne olacağı sadece Ermenistan’daki gelişmelere değil, aynı zamanda bölgedeki duruma da bağlı: Türkiye’nin ve Avrupa’nın tutumu vb.

Bence Rusya, krizden henüz ciddi bir şekilde etkilenmemiş olan Ermenistan ile iktisadi ilişkilerin daha önemli olduğunu varsayıyor. Şu anda Rusya için tüm iktisadi ilişkiler önemli. Eğer ABD Dışişleri Bakan Yardımcısının son ziyareti iktisadi iş birliği fırsatlarının keskin bir şekilde azalmasına yol açarsa ve Ermenistan, ABD’nin baskısı altında yaptırımları daha sıkı bir şekilde uygularsa, o zaman elbette çıkar sorunu da ortaya çıkar.

Ermenistan makamlarının ve onlara bağlı uzman çevrelerin açıklamalarında, Rusya ile siyasi ilişkilerin yeniden gözden geçirilebileceği, ancak Ermenistan’ın lehine olan iktisadi ilişkilerin sürdürülebileceği fikri sıklıkla dile getiriliyor. Bu ne kadar gerçekçi?

Bunu tahayyül etmek zor. Diğer ülkelerle benzer bir şey yapmaya yönelik önceki tüm teşebbüsler genelde kötü neticelendi. Öte yandan, Rusya’da belli bir yaklaşım değişikliği var gibi görünüyor. Daha önce soyut jeopolitik çıkarlar her zaman ağır basarken, şimdi en azından somut iktisadi çıkarlarla birlikte değerlendiriliyor. Yakın insani bağlar göz önünde bulundurulduğunda Ermenistan, açık provokasyonlara girişmediği sürece Rusya’nın Ermeni tarafına yönelik sert adımlar atmayacağını göz ardı etmiyorum.

Asıl mesele, Batılı ortakların Ermenistan’dan ne talep edeceği. Eğer Rusya ile iktisadi ilişkilerin gerekliliğini anlıyorlarsa, bu bir şeydir. Fakat Amerikalılar ve Avrupalılar, “Eğer Avrupa rotasını takip ediyorsanız, o zaman tutarlı bir şekilde takip edin,” derlerse, o zaman…

Ermenistan makamlarının ve onlara bağlı uzman çevrelerin aktif olarak sözünü ettiği Ermenistan’ın Avrupa’ya entegrasyonu ne kadar gerçekçi?

Ermeni diasporasının bir seçim faktörü olarak önemli bir rol oynadığı Fransa dışında, Avrupa’daki her muhafazakârın Ermenistan’ın Avrupa’ya entegrasyonuna yönelik adımlar atılması gerektiğini anlamadığını düşünüyorum. Bence mesele daha ziyade Ermeni toplumunun, siyasi zümresinin ve bir bütün olarak Güney Kafkasya’nın dinamiklerinde yatıyor. Kesin olarak söyleyebileceğim bir şey varsa o da son on yıllardaki deneyimlerin coğrafi olarak entegrasyon alanından kopuk bir ülkenin entegre olamayacağını gösterdiğidir. Bu işe yaramaz.

Ermenistan için teorik olarak erişilebilir tek Avrupa seçeneği Türkiye’dir. Bu komşu ülke de uzun süredir AB üyeliğine aday. Yalnızca birkaç yıl önce, bunun herhangi bir ihtimali ortadan kaldırdığını söylerdim. Bugün artık böyle düşünmüyorum, zira Erivan’ın yaklaşımının nasıl kökten değiştiğini görebiliyoruz. Bir zamanlar tamamen düşünülemez olarak kabul edilen şey gerçek oldu. Dağlık Karabağ’dan vazgeçilmesi herhangi bir şoka neden olmadı.

Bu nedenle, Avrupa ile entegrasyona doğru gidişin, Ermenistan söz konusu olduğunda Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesi ve hatta belki de daha fazlası anlamına geleceği ihtimalini göz ardı etmiyorum. Esasında Ermenistan, bu iktisadi etki alanına girebilir. Tarihi göz önüne alarak bu tamamen düşünülemez gibi görünse de yakın geçmişte düşünülemez gibi görünen pek çok şey artık gerçeğe dönüştü. Ancak bu Avrupa entegrasyonu ile aynı şey değil.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Komuta ekonomisi”, “kalkınmacı sosyalizm”, “stratejik planlama”

Yayınlanma

Yazar

Rusya Uzakdoğu ve Arktik bakanı Aleksey Çekunkov’un 18 Haziran’da üstelik de RBK’da yayınlanan makalesi, Rusya’da iktisat siyaseti alanında dinamikleri ve ideolojik eğilimleri kavramak için son derece önemli bir malzeme.

Geçen yıl Avrasya Ekonomik Komisyonu Makroekonomi ve Entegrasyon Kurulu Sergey Glazyev, eski Uzakdoğu bakanı Aleksandr Galuşka, Azerbaycan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Sosyal Konsey Başkanı Elşad Mamedov, Güvenlik Konseyi sekreteri müsteşarı Vladimir Nazarov gibi yazarlardan, her birine kendi açıklamalarımı ve yorumlarımı da koyarak bir dizi çeviri yapmıştım. Bunlara ileride Valentin Katasonov’u da ekleyeceğim. Çekunkov’un aşağıdaki makalesini bu serinin halkalarından biri.

Glazyev, Galuşka, Katasonov vb.ni yeni bir kamusalcılık (ve kamusalcılık denen şey aslında küçük burjuva sosyalizmidir) anlayışının teorisyenleri saymak gerek. Bunlar komuta ekonomisi başlığı altında değerlendirirler Stalin dönemini, olumlarlar; buna dayanarak devletin ekonomideki rolünün artırılmasını ve planlamanın güçlendirilmesini isterler.

Komuta ekonomisi kilit bir kavramdır. Bu kavram tanımı gereği devlet kontrolünü ve planlamasını öngörür. Komuta ekonomisi taraftarları Sovyet planlama sistemini indikatif olarak tanımlar ve bunun yerine stratejik planlamayı önerir. Kavram devlet (kamu) mülkiyetini değil devletin neredeyse mutlak düzenleyici rolünü öne çıkarır.

Ama Stalin döneminin köklü bir farkı vardır: Sovyet sosyalizmi üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti kaldırmıştı, siyasi iktidar proletarya diktatörlüğüydü ve hedefi de sınıfsız toplumdu. Küçük burjuva sosyalizmi ise marksist değildir, çünkü rekabet ve kârlılık öngörür; yani artı-değer sömürüsüne ve insanın yabancılaşmasına son vermek değildir onun amacı; yani bu sosyalizm hiç de “komünizmin birinci aşaması” değildir; yani “bilimsel” değildir bu sosyalizm; ama gene de sosyalizmdir.

Kargadan başka kuş tanımama basitliğinden kurtulmak gerek. Sosyalizm kendi başına mukaddes bir kelime değildir; sınıfsaldır ve dolayısıyla kimin elinde silahsa o sınıfın menfaatlerini yansıtır. Sosyalizmin bir biçiminin, devlet kapitalizmi biçimi de dahil, ilericiliğinden veya gericiliğinden ancak sosyalizmin bir başka biçimi karşısında söz edilebilir. Bununla birlikte sosyalizmin her türlü biçimi, “vahşi kapitalizmin”, yani bugün neoliberalizmin bütün biçimleri karşısında ilericidir.

Komuta ekonomisi kavramı sosyalist ekonomiyi de kapsar, bu nedenle sadece sosyalist ekonomi anlamında kullanılması adetten olmuştur. Bununla birlikte ille de mülkiyet ilişkilerinin değiştirilmesini öngörmez. Her tür devlet kapitalizmi de (kapitalizm eşittir artı-değer üretimi) komuta ekonomisidir.

Bu anlamda, Çekunkov’un Rusya’da mevcut sistemi “yurtsever sosyalizm” diye tanımlaması boşuna değil. Ancak bu, böyle bir “yurtsever sosyalizmin” (küçük burjuva sosyalizmi) eksiksiz bulunduğu anlamına gelmiyor. Bu ancak, “yurtsever sosyalizmin” nüvelerinin olduğu ve devletin planlayıcı ve düzenleyici rolünü güçlendirerek bu nüvelerin geliştirilmesi anlamına geliyor.

Dikkatli okur, Çekunkov’un görüşleriyle “kalkınmacı sosyalizm” ilişkisini ve bu çerçevede (mesela) Avcıoğlu’nu ister istemez hatırlayacaktır.

Başlıkta sıraladığım üç kavramın arasındaki ideolojik akrabalıklar ve bunların siyasi sonuçları üzerine durmaya devam edeceğim. Ancak Çekunkov’a geçmeden önce bu yazısında aslında faiz siyaseti üzerinden MB ile sert bir tartışma yürüttüğünü de belirtmek gerek.

Belki de Rusya’da neoliberal dogmatizm giderek daha fazla savunma pozisyonuna sıkışıyordur.

* * *

“İşadamlarının ikamesi” ve yurtsever sosyalizm üzerine

Aleksey Çekunkov

Uzakdoğu ve Arktik, Rusya coğrafyasının yarısını kapsıyor. Nüfus yoğunluğunun az olmasına ve sert hayat şartlarına rağmen Rusya ihracatının yüzde 30’unu karşılıyor. Uzakdoğu ve Arktik’in iktisadi gücü son 100 yıldır komuta ekonomisi ve büyük güç kararları sayesinde inşa edildi. İlk gidenlerin önemini ve 16-19’uncu yüzyıllarda kürk ticaretinin değerini küçümsememekle birlikte, taygadaki büyük şehirlerin bugün Rusya ekonomisinin omurgasını teşkil eden güçlü işletmelerin inşasına imkan sağlayan esas unsur bolşeviklerin mecburi çalışmayı da kapsayan şok inşaatları (ударные стройки; hızlı sabit sermaye yatırımı gerçekleştirmeye yönelik, ajitasyon-propaganda faaliyeti ve esas itibariyle gönüllü çalışma temelinde hızlı kalkınma projelerine böyle denirdi — ç.n.) ve SSCB Gosplan’ın büyük ölçekli projeleri olmuştur.

Uzakdoğu ve Arktik birçok açıdan konsantre bir Rusya’yı andırır: devasa topraklar, doğal zenginlikler, düzensiz yerleşim ve zorlu bir iklim. Bunların iktisadi faaliyete katılması bütün ülkelerin gelişmesi için de dersler taşır. Zorlu doğal ve iklimsel şartlarda büyüme nasıl sağlanır? İşgücü kaynaklarındaki yetersizlik nasıl giderilir? Maden zenginlikleri nasıl yönetilir? Asya’daki dinamik ülkelerin komşuluğundan nasıl yararlanılır?

Doğu sınırlarımızda ve kuzey enlemlerimizde yaratılmış şeylerin pek çoğu hayret uyandırıyor, şöyle tepkilere neden oluyor: “Eskiden neler yapmışlar, bugün olsa yapılamaz.” Gerçekten de donmuş topraklar üzerinde şehirler kurmak, binlerce kilometrelik madenler kazmak, mecburi çalışmayla binlerce kilometre yol açmak bugün mümkün değil. İnsanları üç-beş kat yüksek ücretlerle kuzeye çekmenin sonucu da geri kalan 136 milyon Rusyalı için rekabet yeteneği zayıf işletmeler, enflasyon ve kaynakların tükenmesi olacaktır. Az sayıda insanın ama çok miktarda kaynağın bulunduğu stratejik bölgelerin kalkınmasına yönelik her türlü yaklaşım, mesafeye ve iklime bakmaksızın rekabetçi bir ekonomi ve iyi hayat şartları yaratmayı hedeflemelidir.

Kontrastı görmek için çok büyük nüfusu ve pek az doğal zenginliği olan Uzakdoğu komşularımıza bakmak yararlı olur. Asya ülkelerinin onlarca yıl boyunca başarıyla yararlandığı başlıca kaynak ucuz ve disiplinli emekti. Bu emek, refahın birikmesi ölçüsünde ve ileri teknolojinin benimsenmesiyle “ucuz” yerine üretken haline gelmekte. Başarının bir başka faktörü de girişimcilik kültürü. Daha ucuza üret, daha çok sat, geliştir, durmaksızın tekrar et. Asya, başarılı bir girişimciliğin üç bileşenine sahip olması itibariyle talihlidir: 1) rekabete hazır oluş — son derece titiz mandarin geni; 2) ticaret sevgisi — limandaki ipek tüccarının geni; 3) sabır ve emek — pirinç çiftçisi geni. Çin, Japonya ve Kore’de 30 milyondan fazla özel şirket var. Bu girişimci armadası kendi arasında ve bütün dünyayla kıyasıya rekabet ediyor, bu süreçte hep daha iyi ürünler yaratıyor, bütçeleri dolduruyor ve milletlerini zenginleştiriyor.

Bizim için güncel olan ise başka bir yol. Bizim tarihi tecrübemizde insanların pek az bir yüzdesi ticaretle uğraşıyordu ve Rus köylülerinin kütlesel emeği de pirinç çiftçilerinin emeğinden köklü bir şekilde farklıydı. Bu yüzden, pazarlar arasında  manevralar yapan ve işletmesine damla damla verimlilik kazandıran Asyalı girişimci sureti bize uzak. Tek bir nesilde spekülatör — yeni Rus — işadamı — yurtsever girişimci (başkası yok) yolundan geçen Rus girişimcisi ekonomide yaratıcılığın ve ilerlemenin başlıca motoru olma konumunu aslında işgal edemedi. Vakit yetmedi. Rus girişimciliği 1990’larda hızlı bir sermaye birikiminin bütün günahlarını işledi ve toplumun büyük çoğunluğunun algısında ahlaksız ve asalak bir şey olarak kaldı. Magnit ve Wildberries tipi nadir olumlu örnekler bu yaklaşımın değişmesine yetmedi. Devlet organizmasının bağışıklık tepkisi, silovikilerin girişimcilere yönelik “arındırıcı” ilgisi haline geldi, bu da iş alemini BASE jumping benzeri bir uğraş haline getirmekte. Sonuç olarak özel sektörün payı yirmi yıldır istikrarlı şekilde düşüyor; ne yeni pazarların fethedilmesinde ne de inovasyon öncülüğünde girişimcilerin esamesi yok.

Asya’daki anlamıyla olduğu gibi batıdaki anlamıyla da kütlesel girişimciliğin alternatifi, bizim tarihimizde öne çıkan memuriyet ve yaratma kültürüdür. Bizim toplumumuzda memuriyet her zaman en yüksek itibar kaynağıdır: çara, vatana hizmet; kilisede hizmet (batı dillerinde olduğu gibi Rusçada da dini ayin “hizmet” diye anılır — ç.n.). “İş ortamından” devlet hizmetine geçişteki kendi tecrübeme dayanarak şunu ileri sürebilirim: devlet memurlarının ezici çoğunluğu korkudan değil vicdanlarını dinleyerek çaba gösterir ve insanların problemlerini çözmek için içten bir motivasyona sahiptirler. Bize has ikinci özellik, emeğe gurur verici özel bir anlam katan yaratma kültürüdür. Biri “taşı kesen” diğeri de “tapınağı kuran” iki taş ustasıyla ilgili meseli hatırlatmak yerinde olacaktır. İkincisi, Rus’tur. Görünen o ki, ortamın zorluklarının üstesinden gelme tecrübesi bize sadece ekmeğini kazanma değil bir anlam katarak yaratma aşkı da kazandırdı.

Uzakdoğu ve Arktik’e gezilerimde bu iki arketiple, memur ve yaratıcıyla çok karşılaştım. Fabrikaların müdürleri, demiryolu şefleri, uzay üslerindeki komutanlar, politeknik öğretmenleri, inşaat amirleri, doğal koruma alanı müfettişleri, öğretmenler ve devlet memurları. Onların hikayelerini ve ruhlarını dünyanın geri kalanıyla paylaşmak için bu tür insanlarla sohbetlerimizi benim Telegram kanalımdaki “Hizmet ve Yaratıcılık” projesine kattık. Bu örneklerin, gelecekte kalkınmanın katalizatörünün ve toplumun çimentosunun “kim” olacağı sorusuna cevap vermekte olduğuna inanıyorum. Kolluğun ilgisine takılıp kalan ve kök salamayan “iş alemi” / “girişimciler” yerine ön plana daha fedakar ve yurtsever olan, ama kâr avcılarından da daha az rekabetçi olmayan yaratıcılar çıkacak. Ve devlette de Gorçakov, Muravyov-Amurskiy ve Kosıgin’in geleneklerinin mirasçıları onlarla birlikte olacaktır. (Aleksandr Gorçakov — 1798-1883, Rusya’da kapitalist inşanın sembol isimlerinden; Muravyov-Amurskiy — 1809-1881, doğu Sibirya general valisi; Aleksey Kosıgin — 1904-1980, 1964’ten 1980’e kadar SSCB bakanlar konseyi başkanı. — ç.n.)

Şimdi, hızlı büyüme çarkını “nasıl” işleteceğimize gelelim. İnsan güçlü taraflarından, özellikle de tabiatın bahşettiklerinden utanmamalı. “Lanetli kaynaklar”, “hammadde şişkinliği” gibi söylemleri kategorik olarak reddediyorum. Kanada, Avustralya ve Suudi Arabistan da bu düşünceye katılacaklardır. Kötü kaynak olmaz, kaynaklara erişimine izin verilmemesi gereken aptal yahut haysiyetsiz insanlar olur. Yüzde 50 veya daha fazla katma değere sahip bir sanayi yaratmak için nesiller boyu süren sıkı bir çalışma, uygun şartlar ve talih gerekir. Hidrokarbon, maden ve gübre üretiminde bu marj bir normdur. Ücretler ekonomideki ortalamanın çok üzerindedir, vergiler mamul tonajına bağlı olarak kolayca alınır. Toprak altının verimli bir şekilde işletilmesi, az gelişmiş bir ekonominin alameti değil, bugünkü ve gelecek nesillerin refahı için milletin mukaddes bir görevidir. Hangi sınırlara yürüneceği ve bilim ve teknolojinin hangi istikametlerde gelişeceği, “parayla ne yapılacağı” bağlamındaki sorulardır. Önemli sorulardır ama ilkin bu parayı kazanmak gerekir. Rusya’da (özellikle Uzakdoğu ve Arktik’te) keşfedilmiş ancak henüz geliştirilmemiş çok sayıda yeraltı cevheri var — bu, gelecek için iyi bir rezervdir. Doğal kaynakların yağmacı değil yaratıcı bir şekilde işlenmesi için yaratıcılarla memurların ortak çalışması zaruridir. Birincisinin motivasyonu “parayı alıp tüymek” değil efektif işletmeler kurmaktır. İkincisinin motivasyonu ise yaratıcılar tarafından yaratılan kaynakları kullanarak insanların problemlerini çözmektir.

Rusya’nın, işgücü örgütlenmesine farklı bir yaklaşımdan (ruhsuz bir girişimcilik değil uzun vadeli yaratıcılık) başka, işgücü kaynaklarındaki kıtlığın da üstesinden gelmesi şarttır. Nüfusumuz Japonlardan biraz fazla (122 milyona karşılık 146 milyon), ama ülkemizin alanı Japonya’nın 45 katı. 280 milyon nüfuslu SSCB bütün gücünü kâh şu kâh diğer projeye vererek dev Sovyet inşaatlarını büyük zorluklarla gerçekleştirdi; bugünkü Rusya’nın yegane yolu ise teknolojiyi ve robotizasyonu kullanmaktır. Bugün Güney Kore’de 10 bin kişiye 868, Japonya’da 364, Çin’de 187 robot düşüyor. Rusya’da 10 bin kişiye 19 robot düşüyor — ortalama seviyenin beşte biri. Teknolojik egemenliğin hedefleniyor olması itibariyle acil ve derin bir robotizasyon bizim için elzemdir. Açık ki robotlar keyif versin diye sokaklara dizilmeyecek; bunlar çağdaş işletmelerde çalışmalıdır — dolayısıyla burada söz konusu olan ülkenin yeni bir sanayileşmesidir. Bu yeni teknolojik işletmelerin kurulması için çok sayıda akıllı yaratıcı gerek. Bunlar ise bugünkü mühendisler, şu anda özel askeri harekat bölgesinde modern askeri teknolojilerle çalışarak sıkı bir “mühendislik okulundan” geçmekte olanlar olabilir. Bizim çocukların bakanlıktaki koltuklarını askeri üniformalarla değiştirdiğini ve cephede dronlarla çalıştığını, gerekli becerilerin hızla kazanıldığını, yaratıcılıktaki mücadeleci ruhun da işe yaradığını, zira rekabeti ve verimlilik mücadelesinin baki olduğunu gördüm.

Yeni sanayileşmenin kaynakları nereden bulunacak? Rusya 2000’den bu yana borç artışı yaşamadan refahta katlanan bir büyümeye erişmeyi başardı. Rusya’nın kamu borçları GSYH’nın yüzde 18’ini teşkil ediyor — çok rahat bir seviye. Çin dört kat daha fazla yük altında; ABD yedi kat, Japonya 15 kat. Rusya’da kişi başına düşen borç 3 bin dolar; Çin’de 10 bin, ABD’de 104 bin dolar. Dünyadaki gelişmiş ülkelerin büyük çoğunluğu sırtında ağır bir mali kambur taşıyor, yüksek faiz oranlarının olduğu dönemlerde bu kambur daha da ağırlaşıyor, büyüyor.

Biz neredeyse çeyrek asırdır sürekli bütçe fazlası verdik — bu durum, politikacıların durmaksızın vaat yarışına girdiği ve sonuçlarına aldırış etmeksizin her birkaç yılda bir bu vaatlerin bir kısmını yerine getirmek zorunda kaldığı yabancı ülkelerde görülmemiş bir durumdur.

Ve çeyrek asırdır ihracat gelirlerimizi akıllıca yönetiyoruz; altınlarımızı (petrol/gaz/tahıl/balık vb.) yabancı boncuklarla takas etmek yerine altyapıya ve kendi sanayilerimizi geliştirmeye yatırım yapıyoruz. Ancak, borç artımı için biriken bu potansiyelin kalkınmayı hızlandırmak için er ya da geç hayata geçirilmesi gerekecek, aksi takdirde ileri teknolojilerde geri kalmışlık ekspansiyonel artış gösterecek. Borç teşviki, ekonomiyi daha güçlü kılacak yeni sanayiler ve altyapı kurmak için kullanılmalıdır. Piyasa girişimcilerinin ve verimsiz devlet-şirket yöneticilerinin yerine yaratıcıların yumuşak bir şekilde ikame edilmesi, borç sermayesinin devlet tarafından mutabakat gösterilen yaratıcı projelere kanalize edilmesiyle mümkündür. Memurlar ve yaratıcılar arasında, ödemesi cesurca kullanılan kamu borçlanmasıyla yapılan bir ittifak.

Başkanın bu yılın başında Duma ve Senato önündeki konuşmasını dinlerken aklıma bugün içinde yaşadığımız sosyal düzenin tanımı geldi: yurtsever sosyalizm. Ülkemizde nüfusun bütün grupları devletten üst seviyede sosyal yardım alıyor ve toplumun devlet öncelikleri etrafında yüksek seviyede bir konsolidasyonu var. Piyasa girişimciliği gibi katıksız kapitalist mekanizmalar bizim bağlamımızda başarısız oluyor. Bu nedenle, tarihimizin, coğrafyamızın ve mantalitemizin özelliklerini dikkate alarak kalkınmayı hızlandırmak yolunda memurlar ve yaratıcılar için yeni rol modellerine ihtiyaç var. Uluslararası rekabet mücadelesinde pazar girişimciliğini yenmek için hizmet ve yaratıcılık yolundaki gelişme üç ilkeye dayanmalıdır.

Adalet. Herkes için, memurlar ve yaratıcılar tarafından gözetilen şeffaf ve adil kurallar. Bu, toplumun en önemli talebidir ve işe daima kendimizden başlamak gerekir.

Rekabetçilik. Kendimize acımamak. Rekabeti reddetmemek, her şeyi başkalarından daha iyi yapmaya çalışmak. Tarihimiz, bunun başarıldığı sayısız örnek bilir.

Kültür. Kültür her şeyi yener. Bu, geçmişten gelen devleriyle büyük Rus kültürüdür; iletişim kültürüdür; üretim kültürüdür; iç kültürdür. Kimse denetlemezken bile doğru davranma kültürüdür. Bu, günümüzün vahşi dünyasında bizim eşsiz şansımızdır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Afrika’nın Venediki” denize gömülüyor

Yayınlanma

Kıtanın batı kıyısındaki mega şehirler, yükselen okyanuslar tarafından yutuluyor

THE ECONOMIST

Artık pek bir şeye benzemeyebilir, ama altın çağında La Chaumière, “tüm Saint Louis’in en önemli gece kulübü”ydü, diye hatırlıyor Cheikh Badiane. Okyanusta gelgit azaldığında, uzaklara kadar uzanan uzun kumsal, kumların üzerinde futbol maçları için toplanan kalabalıklara yetecek kadar genişti. Ancak balıkçı son yıllarda, “çok fazla felaket yaşandı” diyor. La Chaumière kapandı. Rıhtım boyunca uzanan Kuran okulu artık yok. Birkaç yıl önce, özellikle korkunç bir sel sırasında, caminin yanındaki küçük bir ev çöktü ve orada yaşayan marangoz öldü. Bugünlerde, fırtına dalgası geldiğinde, sular birkaç yüz metre içerideki savaş anıtına kadar ulaşıyor. Santim santim, ev ev Saint Louis denize sürükleniyor.

Su yolları arasında kurulmuş kalabalık bir ada şehri olan Senegal’in “Afrika’nın Venedik’i” olarak anılan eski sömürge başkenti, özellikle değişen iklim ve yükselen okyanus seviyesine maruz kalıyor. Badiane gibi balıkçıların yaşadığı ince yarımadanın batı tarafında Atlantik, doğusunda ise Senegal nehrinin ağzı bulunuyor. 2003’te bir kanal açarak sel baskınlarını azaltmaya yönelik başarısız bir girişim, işleri daha da kötüleştirdi ve bütün bir mahalleyi sular altında bıraktı. On yıl sonra Senegal hükümeti tarafından yaptırılan bir araştırma, 2080 yılına kadar şehrin %80’inin sel riski altında olacağını ortaya koydu. “Saint Louis bir su şehri” diyor Badiane: “Eğer dikkatli olmazsak her şey yok olacak.”

Saint Louis sadece iklim değişikliğine karşı son derece savunmasız bir şehir örneği değil, aynı zamanda bir gelecek vizyonu da olabilir. Batı Afrika’nın hızla büyüyen şehirlerinin birçoğu dalgaların altında yavaş yavaş batma riski altında. Dünya genelinde denizlerin önümüzdeki 50 yıl içinde ortalama yarım metre kadar daha yükselmesi bekleniyor. Alçakta kalan Batı Afrika özellikle kötü etkilenecek. Avrupalı sömürgeci güçler tarafından bir yüzyıl ya da daha uzun bir süre önce inşa edilen büyük şehirler, çoğunlukla kırılgan kumlu kıyılarda, genellikle lagünler ve haliçlerdeki mangrovlar arasında, ulaşım ve ticaret için kullanılan nehirlerin açıklıklarında bulunuyor. Örneğin Nijerya’da Lagos bir dizi adanın üzerinde yer alıyor. Moritanya’nın başkenti Nuakşot’un büyük bölümü deniz seviyesinin altında. Sadece bir kumul kuşağı ile korunuyor ve bu kuşak da dalgalar tarafından yarılabilir.

Batı Afrika’nın kıyı kentleri yükselen denizlerin en görünür kurbanları olmayabilir. Asya’daki bazı şehirler daha dramatik felaketlere tanık oldu. Endonezya’nın başkenti Cakarta’nın yarısı 2007 yılında yaklaşık dört metre su altında kaldı ve yarım milyon insan evlerini terk etmek zorunda kaldı. Ancak Batı Afrika’nın kentleşme hızı ve bunu yaparken sahip olduğu düşük gelir düzeyi, kabaran gelgitlerin etkilerini büyük ölçüde artıracak. BM’nin Küresel İklim Hareketliliği Merkezi’nden (KİHM) Kamal Amakrane, “Bu şehirler kıtanın gelecekteki mega hublarıdır” diyor. Dünya Bankası, Batı Afrika’nın gayrisafi milli hasılasının yaklaşık %42’sinin, aynı zamanda bölge nüfusunun yaklaşık %33’üne ev sahipliği yapan kıyı bölgelerinde üretildiğini hesaplıyor.

Sorun sadece denizlerin kabarması değil. Aynı zamanda şehirlerin de batması. Fransa Kalkınma Araştırma Enstitüsü’nde jeofizikçi ve okyanus bilimci olan Rafaël Almar, Batı Afrika’nın büyük bir bölümünde, çökmenin (toprak yüzeyinin alçalması) genellikle kentsel kıyı taşkınlarının en büyük nedenlerinden biri olduğunu söylüyor. Örneğin Lagos, kısmen kontrolsüz gelişim ve kötü drenaj sistemleri nedeniyle yılda 87 mm kadar batıyor. BM Yeşil İklim Fonu’ndan Marcus Mayr, bölgenin kıyı kentlerinin çoğunun, üzerine inşa edildikleri akiferlerden su pompalayarak, kelimenin tam anlamıyla altlarındaki toprağı salladıklarını belirtiyor.

Bu da yükselen sıcaklıklar ve azalan tatlı su, Batı Afrika’nın kuraklaşan iç bölgelerinde yaşayanların giderek daha fazlasını kıyıya doğru iterken zeminin zayıfladığı anlamına geliyor. Gerçekten de hiçbir kıtanın alçak kıyı bölgelerinde Afrika’dan daha hızlı nüfus artışı ve kentleşme oranları görmeyeceği tahmin ediliyor. Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli tarafından 2021 yılında yayınlanan bir rapor, 2030 yılına kadar yaklaşık 116 milyon Afrikalının bu bölgelerde yaşayabileceğini ortaya koydu. Ve hiçbir yerde Batı Afrika kıyılarından daha hızlı bir büyüme görülemeyecek. Bazılarına göre Lagos nüfusu şimdiden yılda 1 milyon kişi artıyor. Bazı tahminlere göre 2100 yılına gelindiğinde, Lagos’tan Fildişi Sahili’nin başkenti Abidjan’a kadar uzanan yaklaşık 1.600 km’lik kıyı şeridi, 500 milyon kadar insanı barındıran tek ve geniş bir megalopolis oluşturabilir.

İyi yönetilmesi halinde bu, ekonomik büyümenin muazzam bir itici gücü olabilir. Ancak KİHM, mevcut eğilimlere göre bu kıyı kentlerinin 2050 yılına kadar nüfus çekmekten çıkacağı konusunda uyarıyor. Sel ve erozyonun etkileri arttıkça, tüm mahalleler yaşanmaz hale gelecek ve şehirlerin kendileri iklim göçünün kaynakları haline gelecek.

St Louis, dalgaları durdurmanın bazı zorluklarını gösteriyor. Fransa ve Dünya Bankası, 2007 yılında yaşanan sel felaketinin ardından acil bir kanal inşa edilmesi için ödeme yaptı. Ancak maliyetli koruma planları, yoksul ülkelerdeki çoğu şehir için uzun vadeli bir çözüm değildir. Gana’daki bir deniz duvarı gibi Senegal’deki birkaç kanal da çöktü. Dünya Bankası bunun yerine, bir zamanlar kıyıları koruyan mangrovlar ve mercan resifleri gibi “doğaya dayalı” alternatifleri öne çıkarıyor. Ancak Londra’daki bir düşünce kuruluşu olan Denizaşırı Kalkınma Enstitüsü’nden Nick Simpson, bunlardan bazılarının “iklim değişikliği nedeniyle tehdit altında olduğunu” belirtiyor.

Amakrane, dünya bugün karbon emisyonlarını durdursa bile, amansız bir şekilde denizlerin yükseleceğinin zaten “kesinleştiğini” söylüyor. Bu da birçok insanın daha yüksek yerlere taşınmaktan başka çaresi kalmayacağı anlamına geliyor. Saint Louis’de sahil boyunca evler yıkılmak üzere işaretlendi. 3.000’den fazla sakin şehrin diğer tarafına yerleştirildi. Badiane de taşınmaktan razı. “Herkes gitmeli” diye iç geçiriyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English