GÖRÜŞ
Bangladeş’te Hasina’nın devrilmesi Hindistan için ‘mahallesinde’ yeni bir test demek
Yayınlanma
Yazar
Duygu Çağla BayramBangladeş’te 2009’dan bu yana aralıksız olarak görevde olan Sheikh Hasina, ülkenin ulusal rezervasyon politikası ile ilgili kitlesel protestoların ardından başbakanlıktan istifa etti. Bu politika kapsamında, Bangladeş’in bağımsızlığını sağlayan 1971 savaş gazilerinin torunları için rezervasyonlar tanındı. Ancak bu kota, Awami Birliği taraftarlarını haksız yere ödüllendirdiklerini düşünen Bangladeşli öğrenciler arasında pek rağbet görmedi. Üstüne protestolar Sheikh Hasina hükümeti tarafından kötü bir şekilde yönetildi. Awami Birliği partisinin ve güvenlik güçlerinin birimleri sert bir şekilde karşılık verdi. Hasina ayrıca protestoları bastırmak için internet hizmetlerini de askıya aldı. Bu, Hasina hükümetine karşı halkın öfkesini daha da körükledi. Ki zaten işsizliğin yüksek ve ekonominin zor durumda olduğu Bangladeş’te Hasina ile ilgili mutsuzluk son birkaç yıldır artıyordu. Ülkedeki büyük bir çoğunluk tarafından paylaşılan genel bir kanı olarak Hasina otoriter olarak görülüyor ve partisinin 2024 seçimlerine hile karıştırdığına inanılıyordu. Bütün bunlar Hasina’ya yönelik öfke patlamasını beraberinde getirdi, protestolar büyüdükçe hükümet sert tepki gösterdi ki protestolarda güvenlik güçleri tarafından 100’den fazla kişi öldürüldü, ancak hükümetinin artık halkın öfkesi karşısında ayakta kalamayacağı da açık bir hal aldı.
Sonucunda Hasina istifa etti ve Bangladeş Ordusu geçici hükümet kurma görevi ile baş başa kaldı. Kaynaklar istifa eden Hasina’nın Bangladeş’ten ayrılarak Hindistan’a gittiğini ve belki oradan da Londra’ya gidebileceğini söylüyor. Sheikh Hasina’nın Bangladeş’te düşmesi Hindistan için büyük bir kaygı kaynağı. Hindistan Asya’daki en iyi dostunu kaybetti. Hasina’nın beklenmedik ani çöküşü Hindistan için büyük bir baş ağrısı çünkü Hindistan’ın Bangladeş ile ikili ilişkilerinde altın çağın da sonu anlamına geliyor. Hasina’nın Hindistan’ın en yakın jeopolitik ortağı olduğu iyi biliniyor. Ekonomiden terörle mücadeleye kadar Hasina, Hindistan ile çalışma konusunda pek rahattı ki diğer Bangladeşli liderlerin pek azı bu konuda böyle rahat davranıyordu. Öyle ki Hasina, başka hiçbir Bangladeşli liderin yapmaya istekli veya yetenekli olmadığı şeyi yaptı: Hindistan karşıtı isyancılar için güvenli limanları sonlandırdı, teröristleri iade etti ve kara sınırı anlaşmasını sonuçlandırdı. Çin ve diğer ülkeler ile tehlikeli bir denge oyununa girerken Hasina, Delhi’nin kırmızı çizgilerini aşmamaya her zaman dikkat etti.
Hindistan da Hasina’ya çok güveniyordu. Hasina’nın Awami Birliği genel olarak Hindistan yanlısı kabul ediliyor. İki ülkenin toprak ve su paylaşımı konusundaki çekişmeli sorunlarını Delhi Hasina hükümeti ile çözebildi. Ve Hindistan Hasina’ya büyük yatırım yaptı. İki ülke ekonomik bağlantı ve ilerleme için demiryolu, karayolu ve enerjiden oluşan iddialı bağlantı projeleri üzerinde çalışıyor. Hasina ile ilerleyen iki ülke ilişkilerinde Delhi için en önemli çıktı, ticaret ve yatırımlarda rekor bir patlamaya ve Hindistan’ın sıkıntılı Kuzeydoğu bölgesine demiryolu, karayolu ve su yolları aracılığı ile uzun zamandır aradığı geçiş haklarının uygulanmasına yol açan ekonomik cephedeydi. Hasina’nın 2024’teki siyasi sorunları sürecinde Hindistan, Hasina yanlısı olarak görüldü. Amerika’yı demokrasi ve insan hakları kaygıları nedeni ile Hasina hükümeti üzerinde kurduğu baskıyı azaltmaya zorladı. Artan otoriterliğine karşın Hindistan Hasina’ya çok az baskı uyguladı.
Hindistan en yakın ortağını kaybetmenin yanı sıra yerine kimin geleceği konusunda da kaygı duyuyor. Ülkenin diğer en güçlü partisi ise Bangladeş Milliyetçi Partisi. Yani Hindistan’ın geçmişte sorunlu bir ilişkisi olan bir parti. Bangladeş Milliyetçi Partisi, Hindistan’ın kuzeydoğu devletlerinden Assam’da faaliyet gösteren silahlı ayrılıkçı örgüt Asom Birleşik Kurtuluş Cephesi gibi militan grupların izini sürmeyi reddettiği için Hindistan’ın güvenliğine faydasız görülüyordu. Aynı zamanda Pakistan ve Çin ile daha yakın ilişkilere güvendiği düşünülüyor. Ayrıca geçmişte Hindistan’ın karşı çıktığı İslamcı gruplar ile de ittifak kurmuştu. Yani Bangladeş Milliyetçi Partisi iktidara gelirse Hindistan’ın birçok iddialı ekonomik projesinin durma noktasına gelebileceğine dair bir kaygı var. Ki Hindistan’a olan tarihsel güvensizliği göz önüne alınırsa Çin’e de yönelebilir. Ve Hindistan’ın Hasina’yı desteklemesi, ülkedeki muhalefet arasında ona bırakın popülerlik kazandırmayı, bir miktar öfke dahi biriktirdi. Dahası, Maldivler’deki Mohamed Muizzu, Nepal’deki KP Sharma Oli ve Sri Lanka’daki Rajapaksa gibi liderlerin aksine Bangladeş’te Hasina “Hindistan dışarı” kampanyasına güçlü, istikrarlı ve sadık bir direniş gösteren bir liderdi. Ordunun artık kontrolü elinde tutması ile Hindistan durumun nasıl gelişeceğini kaygı içinde bekliyor ve izliyor. Daha kaygı verici olanı ise protestolara öncülük eden öğrenci gruplarının askeri yönetimi reddetmesi nedeni ile Bangladeş’te bir istikrarsızlık döneminin yaşanabileceği gerçeğinin çok olası olması…
Hindistan Hasina Bağları
Hindistan’ın Hasina ile bağlarının kökleri derin. Hindistan’ın 1971 savaşındaki Bangladeş’in kurulmasına yol açan rolü iyi biliniyor. Sheikh Hasina’nın babası ve Bangladeş’in ilk Cumhurbaşkanı Sheikh Mujib, Hindistan’ın yardımı ile Bangladeş’i 1971’de bağımsızlığa kavuşturdu ve açık bir Hindistan yanlısı duruş sergiledi. Awami Birliği ülkeyi 1975’e kadar yönetti. 1975’teki darbede kendisi ve ailesinin büyük kısmı öldürüldükten sonra genç Sheikh Hasina’ya Delhi’de sığınma hakkı verildi ve 1981’de Bangladeş’e geri dönüşüne dek Hindistan’da ağırlandı. Hindistan’ın Hasina desteği yalnızca bu kadar da değildi. Hindistan 2009’da Hasina’yı korumak için neredeyse Bangladeş’i işgal dahi etme noktasına gelmişti. O yıl Bangladeş yalnızca gerginliğin hüküm sürdüğü bir yerdi. Yıllar süren askeri yönetimin ardından demokratik seçimler eski Başbakan Hasina’yı yeniden iktidara getirdi ancak hem ülke hem de Bangladeş’in güçlü ordusu üzerindeki hakimiyeti zayıftı. Hasina hükümetinin iktidara gelmesinden yalnızca birkaç ay sonra, Şubat 2009’da Bangladeş’te şiddetli bir isyan patlak verdi. Ülkenin sınırlarını korumaktan sorumlu paramiliter bir güç olan Bangladeş Tüfekleri’nin yüzlerce personeli, başkent Dakka’nın kalbinde subaylarına karşı isyan düzenledi. İsyanın nedenleri karmaşıktı: Kimileri maaş ve terfilerden kaynaklanan mutsuzluğu, kimileri de Bangladeş Tüfekleri’ndeki unsurların Hasina hükümetini istikrarsızlaştırmaya hevesli olan Pakistan yanlısı İslamcı gruplar ile yakından ilişkili olduğunu ileri sürdü. Kısa sürede yayılan isyan Bangladeş’i şok etti. 2000’den fazla Bangladeş Tüfekleri askeri Dakka’daki Bangladeş Tüfekleri karargahını ele geçirdi. Onlarca üst düzey ordu komutanını ve ailelerini katlettiler. 100’den fazla kişiyi rehin aldılar. Böylesi bir güvenlik krizinde kendi Savunma Bakanlığına güvenemeyen Hasina Hindistan’a yöneldi. Ne de olsa Hasina ve ailesinin Hindistan ile yakın bağları vardı ve zaten belki de bir anlamda bu yüzden Bangladeş’te saldırıya uğradığı düşünülüyordu.
Hindistan hem Hasina’nın kalmasını ve başbakan olarak başarılı olmasını istiyordu ki darbe ile devrilmesi durumunda bunun Pakistan yanlısı grupları güçlendireceğinden kaygı duyuluyordu hem de Hasina’nın siyasi muhaliflerinin sınır ötesi teröre ve Hindu azınlıklara yönelik saldırılara göz yumacağından kaygı duyuluyordu. Ayrıca o dönem hem mayıs ayında Hindistan’ı bekleyen genel seçimler vardı hem de Sri Lanka’daki iç savaş da son dönemeçte idi. Hint politikacılar Bangladeş’te Hasina’nın devrilmesini göze alamadı. Hasina hükümetine arka çıkmak için Hindistan, Batı Bengal’in Kalaikunda Hava Kuvvetleri İstasyonu’nda toplanan 1000’den fazla paraşütçünün oluşturduğu müfrezeler başta olmak üzere birçok üste birlikler hazırladı. Hint birlikleri Bangladeş’e girmeye hazırdı: Bangladeş’e müdahale emri gelmesi halinde birliklerin önemli havalimanlarını ve sonrasında Başbakan’ın Dakka’daki konutunun kontrolünü ele geçirmesi bekleniyordu ki beklenen müdahale emri hiç gelmedi. Bunun yerine Hindistan, Bangladeş Ordusu’nu hizaya getirmek için güç tehdidini kullanmayı seçti. Delhi, Ordu’nun isyancılara karşı güç kullanmasını ve daha fazla istikrarsızlığa neden olmasını istemiyordu. Bangladeş Ordu Komutanı daha sonra krizi siyasi olarak ele almak için Sheikh Hasina’nın emirlerini yerine getirdi. Hasina daha sonra devreye girebildi ve Ordu’nun isyanı bastırmak için tanklar göndermesi ile isyan sona erdi. Yüzlerce Bangladeş Tüfekleri askeri tutuklandı ve yargılandı. Bangladeş Tüfekleri daha sonra Hasina hükümeti tarafından dağıtıldı ve kriz tamamen son buldu. Hem hayatta kalmayı hem de büyük bir ulusal kriz ile başa çıkmayı bir şekilde başarabilmiş olan Hasina’nın siyasi popülaritesi arttı, Bangladeş askeri yönetimden uzaklaştı ve istikrara kavuştu. Hindistan ise kendi mahallesinde bir darbe durumu ile yüzleşmekten kurtulmuş oldu.
Bundan Sonra Ne Olacak?
Hindistan’ın en güvenilir bölgesel ortağı olarak gördüğü Bangladeş’te, üstelik Başbakan Modi’nin büyüyen Çin etkisine karşı koymaya çalıştığı bir zamanda, Hasina’yı sonuna kadar destekleme kararı Delhi için riskli bir bahis. Her şeyden önce insan hakları sicili kuşkulu ve izole edilmiş bir rejimi destekleme geçmişi ile yüzleşmek zorunda kalabilir. Dakka düşerken Delhi sessizdi. Belki Bangladeş’in değişen siyasi manzarasının kaçınılmaz olduğunu gördü, belki de mahallesinde her şeyi kontrol edemeyeceğinin artık farkında. Bangladeş’teki durum, Hasina hükümetinin devrilmesi, Delhi’nin bir başarısızlığı olmadığı gibi Delhi’nin bir kontrol/yönetim sağlayabileceği bir durum da değil. Bu kez burada daha çok bir halkın gücü/iradesi söz konusu. Belki de Hindistan’ın bölgesel bir süper güç olduğu ve mahallesindeki küçük komşularının iç politikalarını şekillendirebileceği fikrine dayanan Hindistan merkezli bakış açısının cazip olmakla birlikte dar görüşlü olduğunun sessizce bir kabulü. Ancak Hindistan’ın, Güney Asya’nın baskın ülkesi olduğu gerçeğini söylemek gerek. Bununla birlikte, bölgedeki yüksek istikrarsızlık, yerel faktörler ve seçimler ve ayrıca küresel bağlam ve ayrıca da çağın dinamik ve hırslı gençliği/nüfusu altında bölge siyasi ve ekonomik geçişler yaşıyor. Bununla beraber ayrıca Hindistan’ın kadim ve ezeli ebedi sadık dostu Bhutan ile dahi Çin gölgesinde nüfuz yarışına girmek zorunda olduğu gerçeğini de buraya iliştirmezsem olmaz.
E Hasina artık gittiğine göre Hindistan için yeni senaryolar üretme zamanı da gelmiş demektir. Komşu ülkelerdeki siyasi krizler ile başa çıkma konusundaki uzun geçmişine bakılırsa Delhi kendisi için can sıkıcı ama çok fazla baş ağrısı yaratmayabilecek bir yol haritası çıkaracaktır. Evet, şu an Hasina Hindistan hükümeti tarafından Delhi’de ağırlanıyor, ancak “ilerleme kaydeden ve ilerlemekte olan iki ülke ilişkilerini sürdürme isteğini” en azından sembolik olarak göstermek için belki de önce Hasina’dan uzaklaşması gerekiyor gibi… Ki her şeyden önce Hasina Bangladeş için Hindistan bağlamında bir “yabancı el” algısı demek. Burada Bangladeş Milliyetçi Partisi yürütme kurulu üyesi Tabith Awal’ın şu ifadelerine yer vereyim: “Bangladeş Milliyetçi Partisi her zaman Hindistan’ı önemli bir bölgesel kalkınma ortağı olarak görüyor. Yalnızca Hindistan hükümetinin bir kişiye yani Sheikh Hasina’ya güvenmeyi bırakıp Bangladeş halkı ile doğrudan çalışmasını umuyoruz.” Ve yine ayrıca Bangladeş’te Hasina’nın resimden çıkması ile Hindistan’ın, Afganistan’ın Taliban rejimine erişiminde görüldüğü gibi düşmanları dosta dönüştürme konusundaki geleneği belki de Bangladeş Milliyetçi Partisi gibi Bangladeş’teki alternatif güç merkezleri ile imkansız olmasa da zorlu bir testten geçecek. Son olarak Hasina’nın artık oyundan çıkması ile Hindistan’ın bir zamanlar sürtüşme yaşadığı başta Amerika olmak üzere Batı ile artık bir politika uyumu yakalaması da beklenebilir ki odakları aynı: Bangladeş’te Çin’in etkisini sınırlamak…
İlginizi Çekebilir
-
Bloomberg: Meksika lideri Sheinbaum, Trump’ın Çin siyasetine destek sinyali veriyor
-
Trump’ın danışmanı Claver-Carone: Çin’in Peru limanından gelen mallara da vergi uygulanmalı
-
Dünyanın en büyük lityum üreticisi, batının kritik minerallerde Çin’e bağımlılığına son veremeyeceğini söyledi
-
Çin’in barışçıl yükselişi mümkün mü?
-
“Avrupa, ABD’nin eklentisi olarak kalırsa, dünyanın önemsiz bir parçası haline gelecek”
-
Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı
GÖRÜŞ
Kim Jong-un’un ‘savaşa hazırlık’ çağrısı ne anlama geliyor?
Yayınlanma
1 saat önce18/11/2024
Yazar
Erkin ÖncanMedyada, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) lideri Kim Jong-un’un savaşa hazırlık çağrısında bulunduğuna ilişkin haberler gündemde.
Medyada doğal olarak yalnızca Kim’in savaş hazırlığı çağrısı gündeme gelse de, Kore’de aslında önemli bir askeri toplantı düzenlendi.
Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nde, 15-16 Kasım tarihlerinde ‘Kore Halk Ordusu Tabur Komutanları ve Siyasi Eğitmenler Toplantısı’ düzenlendi. Yarımadada gerilimin had safhaya ulaştığı bir dönemde, bu yıl dördüncüsü düzenlenen bu toplantıların üçüncüsü 10 yıl önce gerçekleştirilmişti.
Toplantı konusu olan ‘taburlar’, Kore ordusunda yalnızca askeri bir birimi değil, siyasi bir zemini de ifade ediyor.
Sayıları genellikle yaklaşık 300 ila bin personel arasında değişen bu taburlar, Kore İşçi Partisi’nin doğrudan bağlantılı olduğu, ideolojik rehberliğini doğrudan uyguladığı bir askeri birim. Bu taburlara yönelik ideolojik eğitim, partinin askeri doktrininin merkezinde yer alıyor.
Partinin bir nevi ‘askeri tabanı’ olan bu birimler, parti ve devlet için ‘sadakatle savaşacak elit güçler’ olarak tanımlanıyor.
Toplantıda neler yaşandı?
Toplantıya KDHC’nin silahlı kuvvetlerinin tabur komutanları ve siyasi eğitmenleri ile farklı askeri ve siyasi organların komuta subayları katıldı.
Savunma Bakanı No Kwang-chol, Kore Halk Ordusu Genelkurmay Başkanı Ri Yong-gil, Kore Halk Ordusu Genel Siyasi Bürosu Müdürü Jong Kyong-thaek de toplantıda hazır bulundu.
Toplantıda, Kore İşçi Partisi Merkez Askeri Komisyonu tarafından gönderilen ‘Güçlü Ordu İnşa Etme Davasını, Taburların Güçlendirilmesinde Elde Edilen İlerleme ile Garanti Altına Alalım’ başlıklı bir mektup okundu.
Katılımcılara okunan mektupta, sadece askeri meydan okumalara değil, aynı zamanda halkın yaşamını tehlikeye atan ani krizlere de proaktif olarak karşı koyan tabur komutanları ve siyasi eğitmenlerin öncülük rolüne vurgu yapıldı.
Toplantıda ayrıca, Savunma Bakanı No Kwang-chol da bir rapor sundu.
Kore ordusunu ‘demir yumruk ve mutlak güçten oluşan bir yapı’ olarak tanımayan bakan, raporunda genel olarak Kim Jong-un’un orduyu güçlendirme konusundaki fikirlerini övdü.
Toplantıda Kim Jong-un da uzun bir konuşma yaptı ve konuşması üzerine bu sefer 16-17 Ekim tarihlerinde ayrı bir çalıştay daha düzenlendi.
Kim’in uzun konuşmasından öne çıkan ifadeler ise şu şekilde:
“Şu anda devrimci güçlerimizin sorumlu olduğu pek çok cephe bulunuyor ve bunların her biri ülkenin ve halkın kaderini, devrimin ilerleyişini veya geri çekilmesini belirleyen önemli cepheler.
‘En önemli görev’
Ancak bunlar arasında en önemli cephe anti-emperyalist sınıf cephesidir ve en önemli görev savaşa hazırlıktır.
Savaş hazırlığı ne kadar eksiksiz olursa, bu topraklarda barış o kadar güçlü olacak ve güçlü, refah içinde bir devlet inşa etme hedefimize o kadar yaklaşacağız.
Silahlı kuvvetlerimizin savaş hazırlığının tamamlandığı an, devletimizin egemenliğinin ve huzurunun kalıcı hale geldiği andır.
Bu, devrimci silahlı kuvvetlerin asıl görevi ve misyonudur.
ABD-Güney Kore-Japonya ittifakı
ABD, Kore ile arasındaki ittifakı tam anlamıyla bir nükleer ittifaka dönüştürmekte ve ABD-Japonya-Güney Kore üçlü askeri işbirliğini güçlendirerek ‘Asya tipi NATO’yu hızla kurmakta, Kore ve çevresine her gün stratejik askeri teçhizat unsurları göndererek NATO üyesi ülkeler de dahil olmak üzere müttefik ülkelerin silahlı kuvvetlerini bölgeye çekerek istilacı savaşlarda eğitmeyi amaçlayan çeşitli tatbikatlar gerçekleştirmekte.
Nükleer güçler merkezli, halkın öz savunma yeteneklerini sınırsız bir şekilde güçlendirmeye devam edeceğiz.
Ukrayna savaşının amacı
ABD ve Batı’nın Ukrayna ile birlikte Rusya’ya karşı savaşı, pratik savaş deneyimini artırmayı ve dünya çapında askeri müdahalenin kapsamını genişletmeyi amaçlayan bir savaş olarak görmeliyiz.
Silahlı kuvvetlerimizin her kademesi, tüm faaliyetlerini kesinlikle savaş hazırlıklarına yönlendirmeli ve bunların hızlı bir şekilde gerçekleştirilmesi için her türlü çabayı göstermelidir.
Bugün her gün, savaşa karşı hazırlıkların hızlandırılması açısından çok değerli bir zaman.
Silahlı Kuvvetler bu değerli zamanı mümkün olduğu kadar verimli kullanmalı ve proaktifliğini kaybetmeden herhangi bir askeri durumda proaktif rol üstlenmek için her türlü hazırlıkları yapmalı.
İdeolojik üstünlüğe vurgu
Modern harbin yönleri nasıl gelişirse gelişsin ve ileri askeri teknolojinin harekât ve muharebeler üzerindeki etkisi ne olursa olsun, ideolojik ve psikolojik zaferi öncelemek, dün, bugün ve yarın, değişmeyen savaş yöntemimiz ve zafer felsefemizdir.
Düşman anti-komünizm
Bize karşı çıkan ABD ve Kore, en vahşi anti-komünist ideoloji ve anti-komünist ruha sahip.
Anti-komünizm sadece ABD ile Kore arasında ulusal bir politika olarak algılanmamalı.
Karşımızdaki düşman, kökten komünizm karşıtı olan ve anti-komünizm yolunda ilerleyen bir düşmandır.”
Kim’in konuşmasından ne anlıyoruz?
Kim Jong-un’un orduya “Savaşa hazır olun” demesi aslında sürpriz değil. Sürpriz olmadığı gibi, Kore halihazırda silahlı kuvvetlerini sürekli savaşa hazır halde tutan bir ülke. Çünkü yarımadada 1950-53 yıllarında yaşanan savaşın ardından henüz bir barış anlaşması imzalanmadı.
Peki, Kim’in konuşması ve savaş vurgusu ne anlama geliyor?
Kore Yarımadası’nda bir süredir köprüler tam anlamıyla atılmış durumda. Ekim ayının başından bu yana, Güney’in gönderdiği insansız hava aracı, karşılıklı sert açıklamalar ve Güney’e giden yolların patlatılması gibi adımları, Rusya ile Kore arasında imzalanan savunma anlaşması, balistik füze denemeleri ve ABD-Kore-Japonya arasındaki askeri anlaşmalar takip etti.
Kim ayrıca, geçtiğimiz günlerde yeni geliştirilen saldırı tipi insansız hava araçlarını yerinde inceledi. İnceleme sırasında yaptığı konuşmada Kim, insansız hava araçlarının savaşlardaki önemine dikkat çekti ve ‘savunma bilimi ve eğitim sektörünün acilen harekete geçmesi ve çabalarını iki katına çıkarması gerektiğini’ söyledi ve bunun partinin ‘merkez planlarından biri’ olduğunu vurguladı.
Bu konuşmanın hemen ardından, Ticari-Ekonomik ve Bilimsel-Teknolojik İşbirliği Komitesinin 11. toplantısına katılmak üzere yeni bir Rus heyet daha Pyongyang’a gitti.
Bu süreçte, Kim, üst düzey devlet yetkilileri ve devlet medyasının, dünyada devam eden bütün çatışmaların birbiriyle bağlantılı olduğunu, ancak ‘en sıcak noktanın’ Kore olduğu yönündeki vurguları dikkat çekici.
Yani Kim liderliğinde Güney’le köprüleri atan Kore, artık açık bir şekilde ‘gelecekteki savaş’ diye bahsettikleri savaşın önce kendi topraklarında çıkacağını düşünüyor, bunun için yeni askeri önlemler alıyor ve teknolojik gelişmeleri yakalamaya uğraşıyor.
Bütün bunları yaparken de, ‘ideolojik hazırlığın’ en önemli faktör olduğu görüşünü dile getiriyor. İdeolojik hazırlığa yapılan bu vurgunun alıcısının yalnızca askeri personel olmayacağı açık. Dolayısıyla, ‘taburlarla’ başlayan bu toplantıların, sivil gönüllüleri kapsayacak şekilde devam etmesi öngörülebilir. Çünkü Kore, askeri gücü merkeze alsa da, nihayetinde ‘halk savaşını’ politikasının merkezinde tutan, seferberlik odaklı bir yönetim biçimine sahip.
GÖRÜŞ
Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini kesmesinin Ortadoğu’ya etkisi sınırlıdır
Yayınlanma
2 saat önce18/11/2024
Yazar
Ma XiaolinCumhurbaşkanı Erdoğan 13 Kasım’da Türkiye’nin İsrail ile ticari ve diplomatik ilişkilerini kestiğini açıkladı. Anadolu Ajansı, Erdoğan’ın Suudi Arabistan ve Azerbaycan ziyaretleri dönüşünde yaptığı açıklamayı aktardı. “Şu anda bu ülkeyle hiçbir ilişkimiz yok” diyen Erdoğan, Türkiye’nin tüm ticari alışverişi durdurmak da dahil olmak üzere somut önlemler alarak ‘İsrail’in zulmüne’ en güçlü şekilde yanıt verdiğini vurguladı. Ayrıca iktidardaki Cumhur İttifakı’nın da bu tutumu kuvvetle desteklediğini belirtti.
Gözlemciler Erdoğan’ın Riyad Arap-İslam Zirvesi’nin hemen ardından yaptığı bu açıklamaların Türkiye’nin söylem gücünü artırmayı, Filistin halkının çektiği acılara daha fazla sempati duyduğunu ifade etmeyi, İsrail’in saldırganlığına yönelik öfkesini sürdürmeyi ve Beyaz Saray’a dönmek üzere olan İsrail yanlısı Trump üzerinde baskı kurmayı amaçladığını düşünüyor. Bu hamle aynı zamanda ülke içindeki güçlü İsrail karşıtı kamuoyunu yatıştırmaya da hizmet edebilir. Ancak bu duruşun jeopolitik manzarayı değiştirmek bir yana, Ortadoğu’daki mevcut savaş durumunun gelişimini etkilemeyeceği, aksine Türkiye’ye ABD ve Avrupa Birliği’nden baskı getirebileceği düşünülebilir.
Erdoğan’ın açıklamaları ayrıca Türkiye’nin geçtiğimiz yıl İsrail’e karşı sert tutumunu ve yaptırımlarını vurgulayarak, Türkiye’nin Ortadoğu’da önemli bir ülke, özellikle de İslami bir güç olarak siyasi sorumluluğunu, insani kaygılarını ve dini yükümlülüklerini göstermeye çalışıyor. Nesnel olarak bu, İsrail’le siyasi ilişkilerini sürdüren altı Arap ülkesini mahcup edecek ve Türkiye’nin Ortadoğu’daki anlaşmazlıklarda, özellikle de bu tür çatışmaların azaltılması sürecini teşvik etmede söylem gücünü artıracaktır.
Türkiye sadece Ortadoğu ve İslam dünyasının önemli bir ülkesi değil, aynı zamanda bir NATO üyesi ve AB aday ülkesi ve Türk Devletleri Teşkilatı’nın başlatıcısı ve lideridir. Türkiye, 2011’de ‘Arap Baharı’nın patlak vermesinden 2022’deki Rusya-Ukrayna savaşına kadar çok aktif bir jeopolitik aktör olmuş ve bölgesel manzaranın şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Ancak mevcut İsrail-Filistin çatışmasının tetiklediği İsrail’in “sekiz cepheli savaşının” büyük satranç tahtasında Türkiye’nin manevra alanı çok sınırlı.
Erdoğan’ın kamuoyuna açıkladığı İsrail ile ilişkilerin kesilmesi bir tür “selamı kesme”, hatta acısız bir “yumuşak kesme” gibi görünüyor ve bu nedenle önemli şok dalgalarına neden olmayacak. Türkiye geçen yıl kasım ayında İsrail’deki büyükelçisini geri çağırmış ve bu yılın mayıs ayında da Filistin halkının yaşadığı insani trajediyi daha da kötüleştirdiği için İsrail’i cezalandırmak amacıyla bu ülkeyle tüm ithalat ve ihracatı askıya aldığını duyurmuştu. Ağustos ayında Türkiye, İsrail’in sözde “soykırımına” karşı Güney Afrika tarafından başlatılan davaya katılmak üzere Uluslararası Adalet Divanı’na resmen başvuruda bulunarak İsrail’e karşı uluslararası hukuk yollarını kullanan az sayıdaki Üçüncü Dünya ülkesinden biri haline geldi.
Ancak Türkiye ne İsrail’deki diplomatik temsilciliklerini kapattığını açıkladı ne de İsrail’i Mayıs 2018’de olduğu kadar sert ve hatta kaba bir şekilde cezalandırdı. Altı yıl önce Trump, ABD’nin İsrail’deki Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıyacağını ve böylece Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyacağını açıkladığında, Erdoğan hükümeti ABD ve İsrail’deki büyükelçilerini derhal geri çağırmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in Türkiye Büyükelçisini de sınır dışı etti. Büyükelçinin havaalanında üst araması ve ayakkabılarının çıkarılması da dahil olmak üzere bir dizi aşağılayıcı güvenlik kontrolüne tabi tutulması, ikili ilişkilerin tarihi bir dibe vurmasına neden oldu, ancak iki yıl önce ilişkiler yavaş yavaş düzelmeye başladı.
İsrail, Türkiye’nin “diplomatik ilişkileri kesme” yönündeki son açıklamasına herhangi bir yanıt vermedi ve düşük bir profil sergilemeye ya da itidalli davranmaya devam edebilir. Belki de İsrail Türkiye’nin yaklaşık yirmi yıldır sürdürdüğü “öfkeli diplomasiye” uyum sağlamıştır ya da şu anda Ankara’yı kışkırtacak ve böylece kendisine yeni düşmanlar yaratacak enerji ve istekten yoksundur. Zaten İran liderliğindeki “Direniş Ekseni” ve Birleşmiş Milletler ile uğraşmaktan bunalmış durumda, üst düzey yetkilileri arasındaki iç sürtüşmeler ve güç mücadelelerinden bahsetmeye bile gerek yok.
Türkiye’nin İsrail’e karşı sert tutumu aslında çok benzer tarihsel senaryolarla karşı karşıyadır ve Filistin kartını oynarken güçsüz ve hatta verimsiz görünmesine neden olmaktadır. Çünkü Arap dünyası, eski Osmanlı İmparatorluğu’nun halefinin uzun süredir devam eden Batı odaklı “Kemalizm’i” “doğuya ve güneye doğru” bir yaklaşımla değiştirmesini hoş karşılamıyor. Özellikle Türkiye’nin Arap meselelerine derinlemesine müdahil olmasına şiddetle karşı çıkıyorlar, tıpkı İran’ın Arap dünyasında bir “Şii Hilali” inşa etmesine duydukları güçlü nefret gibi. Bu perspektiften bakıldığında, Ortadoğu ülkeleri, özellikle de Arap dünyası, Filistin meselesini adil bir şekilde çözmekten aciz olsalar da, her türlü dış müdahaleye karşı çıkarak bir “Arap Monroe Doktrini” sergilemektedir.
Erdoğan liderliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2002’deki genel seçimleri kazanmasından bu yana, AB üyeliği yolunda tekrarlanan başarısızlıklardan kaynaklanan hayal kırıklığı ve memnuniyetsizliğin yanı sıra Yeni Osmanlıcılık ve İslamcılığa ikili bir dönüşe dayanan Türkiye, dış politika çerçevesinde Doğu’da, özellikle de geleneksel etki alanı olan Ortadoğu’da stratejik konumunu önemli ölçüde yükseltmiştir. Ankara buna, İran nükleer krizinde aktif bir şekilde arabuluculuk yapmaya çalışarak başladı, Filistin meselesine aniden yüksek profilli bir ilgi gösterdi ve 2008’de Davos Dünya Ekonomik Forumu’nda dönemin Başbakanı Erdoğan ile İsrail Cumhurbaşkanı Peres arasında kamuoyu önünde bir tartışma patlak verdi.
Mayıs 2010’da Türkiye, İsrail’in uyarılarını dikkate almayarak insani yardım gemisi “Mavi Marmara”yı gönderdi ve İsrail’in deniz ablukasını zorla geçerek Gazze Şeridi’ne yanaşmaya çalıştı. Bunun üzerine İsrail özel kuvvetleri gemiye hava saldırısı düzenleyerek kanlı bir çatışmaya yol açtı. Türkiye, İsrail ile diplomatik ilişkilerini kestiğini açıkladı ve İsrail’in özür dilemesinin ardından ikili ilişkiler yeniden tesis edildi. Ancak Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve hatta FKÖ’nün İsrail’e karşı tek başına savaşan Filistin İslami Direniş Hareketi’ne (Hamas) karşı kayıtsız ve hatta eleştirel tutumu nedeniyle Türkiye’nin proaktif “dış yardım” eylemleri coşkulu tepkiler almadı.
2011’in başlarında “Arap Baharı”nın patlak vermesinin ardından Arap dünyasının kalkınma modeli geniş çapta sorgulandı ve hatta gelecekteki yönünü kaybetti. “Türk modeli” yaygın bir uluslararası ilgi gördü ve hatta Arap ülkeleri için bir referans veya seçenek olarak kabul edildi. Başarısızlık ve kaosa saplanmış bir Arap dünyası karşısında Erdoğan hükümeti oldukça proaktif davrandı, hatta “İslam dünyasının lideri gibi davranmaya çalışıyor” şeklinde tanımlandı. Bu tür arzulu düşünceler ve stratejik dürtülerle hareket eden Türkiye, Mısır’ın “Meydan Devrimi”ni yüksek profilli bir şekilde desteklemekle kalmadı, iktidar mücadelelerine karışan Müslüman Kardeşler’i güçlü bir şekilde destekledi, Suriye ve Libya’ya asker gönderdi, Doğu Akdeniz’deki petrol ve gaz anlaşmazlıklarına müdahil oldu ve Suudi Arabistan ile rekabetinde Katar’ı açıkça destekledi. Sonuçta, Türkiye’nin Arap ülkeleriyle ilişkileri idealize edilen “sıfır sorun diplomasisi”nden kabus gibi bir “tüm sorunlar diplomasisi”ne dönüştü.
“Arap Baharı”nın “Arap Kışı”na dönüştüğü yaklaşık on yıllık dönemin, Türkiye’nin realist saldırı diplomasisinin ve ‘doğuya ve güneye doğru’ stratejisinin büyük yenilgiler aldığı bir dönem olduğu söylenebilir. Türkiye sadece geleneksel müttefiki İsrail’i kaybetmekle ve Arap dünyasının yarısından fazlasını küstürmekle kalmadı, aynı zamanda Rusya ve ABD ile ilişkileri de benzeri görülmemiş zorluklarla karşılaştı.
Bugün Ortadoğu bir kez daha savaş ve kargaşaya sürüklenmiş durumda ancak bunun nedenleri, doğası, çatışmaları “Arap Baharı” ya da Soğuk Savaş dönemindeki Arap-İsrail çatışmalarından çok farklı. Arap ülkelerinden birçok devlet dışı aktör, bazılarının “Altıncı Ortadoğu Savaşı” olarak adlandırdığı bu savaşa dahil olmuş durumda. Ancak İsrail ile ilişkilerini normalleştiren Mısır, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Sudan, Fas ve hatta Filistin Kurtuluş Örgütü gibi ülkelerin Arap-İsrail çatışmasının tarihsel akışına yeniden girmeye niyetleri yok. Aksine, İran ve “Şii Hilali” liderliği, bu yeni Ortadoğu savaşında İsrail’in karşısındaki ana güçler haline gelmiştir. Arap ülkelerindeki bazı devlet dışı aktörler Şii Hilali ile ittifak halinde yeni bir “Direniş Ekseni” oluşturmuştur. Jeopolitik ilişkilerdeki bu değişim, Arap ülkelerinin tutumlarını daha nüanslı hale getirmektedir. Yine de “çıkarlar ve doğrular” arasında denge kurarken, zor kazanılan Arap-İsrail barışına ve önemli Arap-Amerikan ilişkilerine hala değer veriyorlar. Her ne kadar Arap ülkeleri İsrail’in ateşkesi reddetmesinden dolayı derin bir hayal kırıklığına uğramış ve durumu değiştirmek için kendilerini güçsüz hissetmiş olsalar da, İran ve Türkiye’nin Arap meselelerinde liderlik etmesini kesinlikle kabul etmek istemiyorlar.
Bu nedenle Türkiye’nin yeni Orta Doğu diplomasisi, “Arap Baharı” sonrasındakine benzer garip bir pozisyona düşecektir. Arap dünyasında yaygın ve olumlu tepkiler alması ya da mevcut “sekiz cepheli savaş” üzerinde önemli bir etki yaratması pek olası değil. Bununla birlikte, Ankara’nın Filistin halkının haklarını desteklemeye yönelik diplomatik çabaları övgüye değer, makul ve hatta ana akım uluslararası kamuoyunda yankı uyandırıyor.
Açıkça İsrail yanlısı olan Trump ekibinin Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon’u kontrol etmesi ve İsrail’e her zaman daha sıcak bakan Cumhuriyetçi Parti’nin ABD yasama, yürütme ve yargı organlarını tamamen kontrol etmesiyle Washington’un Ortadoğu politikası daha da İsrail’e doğru kayacaktır. Yeni ABD hükümeti İsrail’i mevcut çatışmaları ve savaşları tırmandırmaya ve genişletmeye teşvik etmese bile, İsrail’in muhaliflerini uzlaşmaya zorlamak için tüm kaynaklarını seferber edecek ve onlara azami baskı uygulamak için her türlü aracı kullanacaktır. O zaman, Türkiye’nin ABD ile ilişkileri İsrail’e karşı sert tutumu nedeniyle yeni sürtüşmeler ve belirsizlikler yaşayacaktır.
Yeni ABD hükümetinin Ortadoğu politikası Türkiye’nin İsrail’e yönelik sert yaklaşımını ödüllendirmeyeceği gibi, aynı zamanda genel olarak İsrail’in güvenliğini destekleyen ve İran ile onun liderliğindeki “Direniş Ekseni”ne karşı olumsuz görüşlere sahip olan büyük Avrupalı güçler de Türkiye’nin İsrail üzerindeki yoğun baskısından memnun olmayacaklardır. Bu da Türkiye-Avrupa ilişkilerinin sorunsuz bir şekilde gelişmesini etkileyebilir.
Bu nedenle, Türkiye’nin İsrail’e karşı tutumu sert olsa da, uygulayabileceği baskı neredeyse tükenmiştir ve İsrail, özellikle Türkiye’nin “ilişkileri yumuşak bir şekilde kesmesinden” kaynaklanan bu tür baskılara dayanma kapasitesine sahiptir. Arap ülkelerinin Türkiye’nin derin müdahalesini hoş karşılamadığı ve ABD ile Avrupa’nın Türkiye’nin İsrail karşıtı kampa katılmasına karşı çıktığı düşünüldüğünde, Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolü ve manevra alanı çok sınırlıdır ve önemli atılımlar yapması pek olası değildir.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
HASAN BÖGÜN
Cumhuriyetçi Parti’nin ve adayı Donald Trump’ın ezici üstünlüğüyle sonuçlanan 5 Kasım ABD seçimlerinin sonrasında ortaya çıkan tabloyu maddeler halinde analiz edelim.
1. Yürütme, yasama, yargı bütün erklerin Cumhuriyetçi Parti’nin eline geçtiği ender görülen bir sonuç ortaya çıktı. Denetim mekanizmaları işlemeyecek ve Amerikan toplumu çatışmalara varacak denli bölünmüş durumda. Hem dikey (federal hükümet ile eyaletler arasında), hem yatay (iki tarafın dayandığı sokak güçleri arasında) keskin bölünme…
ABD tarihinin belki de 1865 iç savaşından sonraki en zor dönemi…
2. Trump, çok iddialı bir yargı gibi görünse de, gerçekte kendisinden başka hiç kimseyi temsil etmiyor. Bir programı, onu bırakın bir program zihniyeti bile yok.
Emlak spekülasyonlarından ve yasal boşlukları değerlendirerek vergi kaçırmaktan milyarlar kazanan bir işadamı. New York Times gazetesine göre, 2016 ve 2017 yıllarında sadece 750’şer dolar gelir vergisi ödemiş. Manhattan Ceza Mahkemesi 2023 Ocak’ında Trump’ın emlak şirketine, vergi dolandırıcılığı yaptığı suçlamasını sabit görerek 1 milyon 61 bin dolar para cezası verdi.
Amerika’yı nasıl “yeniden büyük” yapacağının resmi…
HERKESİN MAGASI KENDİNE
3. Sözü açılmışken “Amerika’yı yeniden büyük yap!” (MAGA) sloganını açalım: O slogan, otomotiv fabrikaları kapandığı için nüfusu 2 milyondan 700 bine düşen Detroit halkının yüreğinde başka telleri titreştirir; 290 bin dolar hastane faturası alan yaşlı kadının yüreğinde başka; 314 milyar dolarlık servetini büyük ölçüde mali sektörden kazanmış olan dünyanın en zengini Elon Musk’ın yüreğinde başka; bizzat Trump’ın yüreğinde başka; Cumhuriyetçi Parti kodamanlarının yüreğinde başka…
Bu kadar farklı titreşimler nasıl akord oldu? Onu yapan da Trump değil; sloganın, eğer bir mucit atanacaksa, mucidi Cumhuriyetçi Ronald Reagan idi. Garantisi, Vietnam yenilgisinin moral bozukluğunu terapiden geçirerek Reagan’a seçim kazandırdı.
Ama Reagan Amerika’yı büyük yapmadı, tersine küçülttü. Bir örnek verelim: 1975 yılında ABD gemi inşa sanayisi küresel çapta birinciydi, şimdi 19. sırada. ABD Donanma Enstitüsü’ne göre ABD’nin ticari gemi inşa kapasitesi küresel toplamın yalnızca yüzde 0,13’ünü oluşturuyor.
Reagan 1981’de başkan olunca, savaş gemileri üretimini artırmak için ticari gemi inşasını destekleme programını iptal etti. Ticari gemi inşa sanayisi çöktü. Sanayide çalışan 40 bin dolayında nitelikli işçi işten çıkarıldı.
Amerika Gemi İnşaatçıları Konseyi Başkanı Matthew Paxton, gerilemenin gemi inşasını destekleyen sanayileri de etkilediğini söylüyor. Gemi inşası çelik, motor, elektronik, boya, kablo ve başka birçok ürün gerektiriyor.
ABD çelik fabrikalarının halen ülke çapında yaklaşık yüzde 70 kapasiteyle çalıştığını belirten Çelik İşçileri Sendikası (USW) Başkanı David McCall’a göre, gemi inşa sanayisini yeniden canlandırmak için, çelik imalatı altyapısına kapsamlı yatırımlarla genişletilmesi gerekli. Böylesi yatırımların sonuçlarını almak, 10 yıl değilse bile beş yıldan fazla sürer.
Sektörün ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücü de yok. ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu verilerine göre, 2022 ile 2023 yıllarında Amerikan gemi mühendislerinin ve tasarımcılarının sayısında artış olmadı.
ABD işgücü sorununu çözmek için Güney Kore ve Japonya gibi müttefiklerine yöneliyor. Deniz Kuvvetleri Bakanı Carlos Del Toro, bir araya geldiği bu iki ülke gemicilik sektörü yetkililerini ABD’de daha fazla üretim yapmaya teşvik etti.
Dememiz o ki, Trump ve Cumhuriyetçi kodamanlar için MAGA, amigonun bağırttırdığı “Ole ole ole cimbom” her maç günü nasıl bir iş görüyorsa o işi gördü, yeni seçime kadar bir köşede bekleyebilir.
PARA VE DÜDÜK
4. OpenSecrets adlı kuruluşun raporuna göre, Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin başkan ve Kongre adaylarına toplam 15,9 milyar dolar bağış yapılmış. Bağışların neredeyse üçte ikisi milyarderlerden. Forbes’un verilerine göre, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i 83, Trump’ı 52 milyarder desteklemiş.
Harris’i destekleyenler arasında Michael Bloomberg, Bill Gates, Melinda French Gates, Laurene Powell Jobs, Reed Hastings, Dustin Moskovitz ve diğerleri var. Trump’a ise, Musk dışında bankacı Timothy Mellon, Miriam Adelson gibi isimler para akıtmış.
Harris 1,6 milyar dolar, Trump 1,1 milyar dolar toplamış.
Şimdi gelin de “Seçimde 10 milyon harcadım, karşılığını almayacak mıyım” diyen rahmetli siyasetçimizi hatırlamayın! “Ama orası Amerika. Hem Musk’ın ihtiyacı mı var” diyenler çıkarsa, tek bir yanıt alırlar: Nasreddin Hoca evrenseldir!
Bu manzara aslında MAGA’nın anlamını da açıklıyor. Seçim, Amerikan demokrasisi denilen durumun, daha da ötesi bütün sistemin tamamen çürümüş olduğunu gösterdi. Musk, açıkça medyada ilan ederek, her seçimde başka partiye oy veren eyaletlerde, 1 milyon dolar karşılığında Trump’a oy satın aldı.
ABD’de seçimlerde paranın konuşması yeni bir şey değil. ABD’nin nasıl yönetileceğine ilişkin programlar tartışılmaz ve oylanmaz. Seçmenler, reklam şirketlerinin tıpkı ayakkabı, cep telefonu, otomobil vs pazarlar gibi pazarladığı sloganlardan (MAGA) birini ve sermaye gruplarının parayla desteklediği siyasetçilerden birini tercih eder.
Demokrasinin temel ölçütlerinden biri olan seçme ve seçilme hakkı, düpedüz milyonlarca doların döndüğü ticari bir faaliyete dönüşmüş durumda. Her ticari faaliyette olduğu gibi, seçimlerde de varlıkların aslan payını elinde tutan çok küçük bir azınlığın (yüzde 1) üstün çıkacağı açık. Musk’un “piyangosu” tüy dikti!
Bizde belediyelerin kömür, yağ vs dağıtmasına ağız dolusu laf edenler (ki o tepkiler doğru ve haklıydı) sus pus!
TRUMP NE YAPACAK?
5. Başta Cumhuriyetçi Parti Trump’ın adaylığına soğuk baktı. Partinin Bush ailesi gibi ağırlıklı grupları Trump’ın aday yapılmasına karşı çıktılar. Karşı çıkanlar arasında ilk dönem yardımcısı Mike Pence bile vardı. Bu yüzden parti bölünmeler yaşadı.
Trump, 6 Ocak 2021’deki Kongre Binası baskınıyla çevresinde giderek genişleyen militan bir çember oluşturdu. Bu çemberi Cumhuriyetçi Parti’ye kendisini kabul ettirmek için pazarlık kozu olarak kullandı. Suikast girişimi olayı militan çemberi daha da büyüttü.
Parti, zamanla militan havanın yarattığı ivmeyi saptadı ve Trump’ın adaylığına yeşil ışık yaktı. Fakat hükümeti kurma yetkisini elinden alıp çevresini kuşatarak… Tek tabanca Trump’ın buna ne itirazı olabilirdi?
Partinin hükümete yerleştirdiği en kritik isim, Başkan Yardımcısı seçilen Ohio Senatörü James David Vance’dır. İkinci kritik isim Dışişleri Bakanı olacağı belirtilen Florida Senatörü Marco Rubio…
Doğuştaki adı James Donald Bowman olan Vance’nın yaşamı, bir tür sıfırdan doruğa tırmanma öyküsü. Ohio’nun yoksul köyünden çıkıp mali sermaye kodamanlığına yükselmiş. Risk sermayesi (tefeciliğin nazikçesi) şirketi var. Hillbilly Elegy (Köylü Ağıdı) adlı romanı, bir bakıma çocukluğunu anlatıyor.
Vance’ı kritik yapan bu durum: Bir yandan seçimde Trump’a oy veren en alt sınıfların desteğini sağlam tutmak, bir yandan da seçimde daha çok Demokratları destekleyen mali sermaye gruplarıyla bağları güçlendirmek… Trump yönetimi, şu karışık dönemde bu iki desteğe çok ihtiyaç duyacak.
Ayrıca Trump’ın yaşı oldukça ileri; ne olur ne olmaz! Vance hem beklenmedik durumlara karşı hazırda dursun, hem gelecek seçimlerde lazım olur.
Rubio’nun Dışişleri Bakanlığı, dünya açısından pek hayırlı olmaz. Ukrayna’daki savaş ABD açısından kaybedilmiştir, tırmanma beklenmez. Ortadoğu’da ve Pasifik’te o denli iyimser olmamalı.
Trump’ın savaş istemediğinden söz edilir. Ama Çin’le tedarik sistemini yok edecek, dünya ekonomisini çökertecek, özellikle en alttaki ülkeleri daha da aşağıya bastıracak, yoksulluğu ve açlığı şiddetlendirecek ticaret savaşını tırmandırmanın, insani ölümler dışında silahların kullanıldığı savaştan ne farkı var? Çin düşmanlığıyla bilinen Rubio, bu bakımdan Trump’ı dizginlemek yerine kamçılayabilir.
Yine de bu cihette esasen yeni bir şey yok; Çin ile ticaret savaşı ABD’nin devlet politikası. İç çatışmayı yatıştırma aracı aynı zamanda…
Ekonomisi bitme noktasına gelen, halkı ülkeden kaçan, Binyamin Netanyahu’nun deyişiyle sekiz cephede savaşan ve hiçbirisini kazanamayan, soykırımcı damgası yiyen İsrail’in geri dönüşü yok. Çıkış yolu da… Tek kurtuluşu ABD’yi İran’a saldırtmak.
Rubio da Trump gibi İran düşmanı ve İsrail yanlısı. Ve bakan yapılmak istenmesi, Cumhuriyetçi Parti’nin politikasını açıklıyor. Bu durum her türlü senaryoya kapıyı açık bırakıyor.
Vance, Rubio ve öteki isimlere bakarak şu sonucu çıkarabiliriz: Ocak’ta başlayacak yönetim ilk dönemindeki gibi Trump iktidarı olmayacak, ABD’nin en kurumlaşmış örgütü Cumhuriyetçi Parti’nin iktidarı olacak. Neo-conlar Cumhuriyetçi fidelikte yetişmişti; asıllarına rücu etmeleri, haysiyetsizliğin pek dert edilmediği ABD’de zor değil.
Peki Trump’ın öngörülemezliği ve patavatsızlıkları? Onları laf kalabalığına getirmek de Trump ile kimyası uyuşan X’in (eski twitter) sahibi Musk’ın kendisine biçtiği misyon olsa gerek.
Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı
Brezilya’daki G20 zirvesinde Küresel Güney gündemi ön plana çıkıyor
‘Biden, giderayak Üçüncü Dünya Savaşını başlatmaya çalışıyor’
Bloomberg: Meksika lideri Sheinbaum, Trump’ın Çin siyasetine destek sinyali veriyor
Liz Truss: Britanya’nın kendi Donald Trump’ına ihtiyacı var
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Rusya-Ukrayna Savaşında Kuzey Kore’nin askeri hamlesinin etkileri
-
AMERİKA2 hafta önce
ABD seçimlerinde “üçüncü aday”: Jill Stein
-
RUSYA6 gün önce
Patruşev’in Kommersant röportajı: Montrö ihlaline göz yummayacağız
-
AMERİKA1 hafta önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Valdai izlenimleri: Trump’lı yıllar başlarken…
-
AVRUPA2 hafta önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
İsrail’in ‘sekiz cepheli çatışmada’ tuzağa düşürülmesine dair bir inceleme
-
DÜNYA BASINI6 gün önce
Donald J. Trump’ın ideolojisi