Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Başka bir spor tarihi: Burjuva olimpiyatlarına karşı işçi olimpiyatları

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Hem siyasi hem de sportif açıdan tartışmaların odağındaki Paris Olimpiyatları sona yaklaşırken, aşağıda çevirisini verdiğimiz makale önemli bir hatırlatma yapıyor: Bir zaman “burjuva” olimpiyatlarına karşı “işçi” olimpiyatları vardı! Faşist karanlık tüm kıtayı sararken, daha aydınlık bir dünya için “yarışan” işçi atletler, Cezayir ve Fas gibi sömürge ülkelerin yoksul sporcuları, Amerika kıtasının ırkçılıkla mücadele eden kara derili emekçileri Uluslararası İşçi Olimpiyatları’nda bir araya geliyor, milli marşlar yerini Enternasyonal’e, ulusal bayraklar yerini kızıl bayrağa bırakıyor, sportif rekabet için kültürel etkinlikler şart koşuluyor, Barselona’da faşist darbenin haberini alan “Halk Olimpiyatları” katılımcısı sporcular eline silah alıp Cumhuriyet’i savunmak için antifaşist siperlere koşuyordu.(*) Buna karşılık “burjuva” Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC), “olimpiyat” sözcüğünü bile kendi mülkü ilan ediyor, Berlin’de “nazi olimpiyatları”nı düzenleme rezaletine de imza atıyordu. Son olarak, metindeki köşeli parantezler bize aittir.


Burjuva Olimpiyatları ve İşçi Olimpiyatları

Jules Boykoff
Verso
6 Ağustos 2024

“İlk başta savaşa bir alternatif olarak düşünülen modern Olimpiyatların kendilerinin düşük yoğunluklu bir savaş biçimi haline gelmesi büyük bir ironidir.” – Mike Davis

İki savaş arası yıllarda, Uluslararası İşçi Olimpiyatları işçi hareketinin önemli bir parçasıydı. IOC tarafından uygulanan kısıtlayıcı amatörlük tanımı yüzünden pek çok işçi oyunlara katılamıyordu. Fakat bazılarının kökleri 1890’lara kadar uzanan işçi spor kulüpleri, Çekoslovakya’dan Kanada’ya kadar pek çok ülkede işçilere ve ailelerine fiziksel katılım için bir çıkış noktası sağladı. IOC’nin kökleşmiş elitizminin aksine, bu spor kulüpleri sporun demokratikleşmesini savundu ve beceri seviyesi ya da sınıfsal geçmişi ne olursa olsun herkesi katılmaya teşvik etti. 1920 yılında sendikacılar, kongrenin İsviçre’nin Lucerne kentinde yapılması nedeniyle Lucerne İşçi Sporları Enternasyonali veya LSI olarak da adlandırılan Sosyalist İşçi Sporları Enternasyonali’ni (SWSI) kurdular. SWSI, İşçi Olimpiyatlarının düzenlenmesinde başlıca liderlik rolünü üstlendi.

İlk İşçi Olimpiyatı 1925 yılında Frankfurt’ta düzenlendi. Dört gün süren etkinlikte on dokuz ülkeden 150.000 katılımcı yer aldı. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan ülkelerin (Almanya ve Avusturya) davet edilmediği Antwerp (1920) ve Paris’teki (1924) “burjuva olimpiyatlarının” aksine, İşçi Oyunları tüm katılımcılara kucak açtı. Eğer bir spor dalında yarışmak isteniyorsa, kültürel festivale katılmak zorunluydu. Dolayısıyla katılımcılar sporlarını yaptılar ama aynı zamanda şarkı söylediler ve oyunculuk yaptılar. Açılış töreninde 1.200 kişilik bir koro yer aldı. Daha sonra 60.000 kişi “İşçilerin Toprak İçin Mücadelesi” adlı bir performans sergiledi. Açılış ve ödül törenlerinde ulusal bayrakların yerini kızıl bayraklar, ulusal marşların yerini ise “Enternasyonal” aldı. Bu oyunların sloganı “Artık savaş yok” idi. 

Olimpiyat, solda daha geniş çaplı ilişkilere zarar veren sekterlikten muzdarip olmasına rağmen büyük ölçüde başarılı olarak kabul edildi; SWSI ve komünist Kızıl Spor Enternasyonali (RSI) arasındaki anlaşmazlıklar, ikincisinin dışlanmasına yol açtı. İşçi spor örgütleri bir tarafı ya da diğerini seçmek zorunda kaldı. William Murray’in belirttiği gibi, “Her iki kuruluş da, genellikle stadyumları gibi sosyalist geçmişin kahramanlarına adanmış kendi spor toplantılarını düzenlediler, fakat ne birbirleriyle ne de birbirlerine karşı yarıştılar.” İkinci İşçi Olimpiyatı 1931’de Viyana’da gerçekleşti. Yirmi üç ülkeden yaklaşık 80.000 işçi-sporcu katıldı. Organizatörler katılımı artırmak için Oyunları Sosyalist ve İşçi Enternasyonali’nin dördüncü kongresiyle birleştirdi. Oyunlarda çocuklar için ayrı bir spor festivalinin yanı sıra sanat gösterileri ve kitleler için koşu ve yüzme etkinlikleri de yer aldı. Futbol turnuvasının final maçına yaklaşık 65.000 kişi katılırken, bisiklet finallerine 12.000 ve su topu şampiyonluk maçına 3.000 kişi gitti. Oyunların son gününde 250.000 olduğu tahmin edilen bir kalabalık, yaklaşık 100.000 atletten oluşan bir “şenlik yürüyüşü” izledi.

Viyana’daki sosyalist yönetim Olimpiyat için 1 milyon dolar maliyetle atletizm sahası, bisiklet parkuru ve yüzme havuzundan oluşan yeni bir stadyum inşa etti. Katılan binlerce sporcuyu ağırlamak için soyunma odaları inşa edildi. Robert Wheeler’a göre Viyana Olimpiyatı “birçok açıdan işçi spor hareketinin doruk noktasıydı” ve “Placid Gölü ve Los Angeles’taki 1932 Olimpiyatları ile karşılaştırıldığında daha olumlu ya da iyiydi.”

1936 yılında İspanya’daki Cumhuriyetçi hükümet, 1936 Berlin Olimpiyatlarına ya da “Nazi Oyunlarına” karşı bir Halk Olimpiyatı planladı. Comitè Català Pro-Esport Popular [Katalan Halk Sporları Komitesi], işçi atletlerin yanı sıra siyasi nedenlerle Berlin Oyunlarını boykot etmek isteyen IOC onaylı atletler için bir karma Oyunlar yaratma niyetiyle planlamaya öncülük etti.(**) Organizatörler katılımcılar için üç kademeli bir sistem kurdu: elit sporcular, elite yakın sporcular ve işçi spor kulüplerinden eğlence amaçlı sporcular. Finansman İspanya merkezi hükümetinden, Katalan özerk hükümetinden, Barselona Belediyesinden ve Fransa’daki Halk Cephesi hükümetinden geldi. Çok sayıda sanat sergisi planlandı. Katalan yazar Josep Maria de Sagarra Olimpíada Popular [Halk Olimpiyatları] marşının sözlerini, Alman müzisyen Hans Eisler ise orkestrasyonunu yaptı. IOC’nin aksine Halk Olimpiyatı organizatörleri, sömürge statülerine rağmen Cezayir ve Fas’tan sporcuların katılımına izin verdi ve Katalonya, Euskadi (Bask ülkesi) ve Galiçya’ya ulus statüsü tanıdı. Filistinli atletler ve ABD’li işçi atletler gibi Kanadalılardan oluşan bir grup da katılmayı planlıyordu. Fakat tüm bu planlar suya düştü.

Açılış töreninin yapılacağı 19 Temmuz 1936 günü, Francisco Franco liderliğindeki faşist güçler Olimpíada Popular’ı engelleyen bir darbe gerçekleştirdi. Bazı sporcular sokaklarda faşistlerle savaştı. Diğerleri ise daha güvenli yerlere kaçtı. Halk Olimpiyatı iptal edilmiş olsa da, üçüncü Uluslararası İşçi Olimpiyatı ertesi yıl Antwerp’te başarıyla düzenlendi. On yedi ülkeden yaklaşık 27.000 işçi sporcu katıldı. Oyunların son gününde stadyumdaki etkinliklere yaklaşık 50.000 kişi katıldı ve 200.000 kişi şehir boyunca final yürüyüşü yaptı.

Bu oyunlarda RSI sporcularının Avrupa’da faşizmin yükselişine karşı birleşik bir cephe olarak katılmalarına izin verildi. Bu emek dayanışması –Halk Cephesi– kayda değer ve İşçi Olimpiyatları tarihinde benzersizdi. Spor festivali Barselona’nın iddialı bir şekilde planlanan ihtişamına ulaşamamış olsa da, düzenlendiği zorlu dönem göz önüne alındığında önemli bir başarı olarak kaldı. Bir sonraki Uluslararası İşçi Olimpiyatı’nın 1943 yılında Helsinki’de yapılması planlanmıştı, fakat İkinci Dünya Savaşı bunun gerçekleşmesini engelledi.

Başarılarına rağmen, İşçi Olimpiyatları dönemin ana akım medyası tarafından büyük ölçüde marjinalize edildi ve daha geniş kitlelere ulaşmaları sınırlandırıldı. Sosyalistler ve komünistler arasındaki bölünme de etkinliklerini engelledi. Oyunlarda, atletizm rekorları kırma taahhüdü ile rekabetçi olmayan kitlesel katılım taahhüdü arasında da belirli bir gerilim vardı; rekor kırmak için çabalayan birçok işçi sporcu arkadaşları tarafından “burjuva” olarak etiketlendi. James Riordan, aleni siyasetin İşçi Oyunlarının siyasi değerinin altını oymuş olabileceğini savunuyor: “Birçok işçi sporu lideri, bir spor organizasyonunun daha az aleni bir şekilde siyasi olarak daha etkili olabileceğini anlayamadı.” Kadın Olimpiyatları gibi, alternatif İşçi Olimpiyatları da IOC’nin iktidar simsarları üzerinde kesinlikle bir etki yarattı. 

Avery Brundage arşivinde 1936 Barselona Halk Olimpiyatı ile ilgili broşürlerin yanı sıra Amatör Atletizm Birliği’ne bu oyunlara katılmaları için yapılan bir davet de bulunmaktadır. Bu tür bir terminoloji, IOC’nin alternatif Oyunların organizatörlerinin Olimpiyat markasını ihlal ettiği yönündeki endişelerini arttırdı. IOC İcra Komitesi’nin 1925 tarihli tutanakları şunu not ediyordu: “‘Olimpiyat’ kelimesinin yanlış kullanımı [sic] hızla artıyordu ve bunu kullanan organizasyonlar arasında ‘Kadınlar için Olimpiyat Oyunları’, ‘İşçi Olimpiyat Oyunları’, ‘Öğrenci Olimpiyat Oyunları’ vardı. Bu kuruluşların üyeleri hazır bulundu ve ‘olimpiyat’ kelimesinin IOC’nin malı olduğu ve kullanılamayacağı söylendi.”

Bununla birlikte yakın zamanda Olimpíada Popular resmi Olimpiyat tarihine yeniden dahil edildi; Barselona’daki Olimpiyat Müzesi’nde alternatif yarışmanın posterleri ve organizatörlerin hedeflerinin kısa bir açıklaması yer alıyor. Bu arada “burjuva olimpiyatları” da devam etti.

 — Jules Boykoff’un Power Games: A Political History of the Olympics [İktidar Oyunları: Olimpiyatların Siyasi Tarihi] kitabından düzenlenmiş bir parçadır.


(*) Nazi zulmünden kaçan Alman-Yahudi sporcu ve direnişçi Max Friedemann, Halk Olimpiyatları’na katılmak için bulunduğu Barselona’da faşist-frankist darbenin haberini aldığında silah bulma umuduyla Komünist Parti bürosuna gider ve “hiç kalmadığı” yanıtını alır. Friedemann ve daha sonra “Thälmann Tugayı” olarak İspanya İç Savaşı’nda savaşacak arkadaşları sonraki günlerini avcılık dükkânlarından tüfek ve silah alarak geçirir. Friedemann, Barselona’da faşist darbeye katılan garnizonu kuşatan antifaşist birliğin de içindedir. Hikâye için bkz. Giles Tremlett, The International Brigades: Fascism, Freedom and the Spanish Civil War (Bloomsbury, 2021), Londra, s. 25.
(**) Halk Olimpiyatları’nın “ruhunu” anlamak isteyen okurları şu uzun alıntıyı okumaya davet ediyoruz: “Buna karşılık, Halk Olimpiyatı’nın resmi afişinde üç yüzden biri olarak siyah bir sporcunun yüzü yer alıyordu. Organizatörler ABD takımında ‘zenci sporcuların’ yer almasını özellikle istemişlerdi çünkü ‘biz ırklar ve halklar arasında kardeşliği temsil eden gerçek Olimpiyat ruhunu savunuyoruz… Olimpiyatlarımız zenciler, Yahudiler ve Araplar gibi yasaklanan ya da ayrımcılığa uğrayan ırklara bir fırsat verecektir.’ ABD takımında, ‘Nazi Almanya’sındaki ırkçı ve dini ayrımcılığı’ protesto etmek için ABD Olimpiyat takımına girmeyi reddeden Pittsburgh’lu on dokuz yaşındaki yetenekli siyah Altın Eldiven şampiyonu boksör Charles Burley (49 maç, 43 galibiyet 13 nakavt dahil ve 6 mağlubiyet) de yer aldı. Siyah sendikacı, sprinter ve engelli koşucu Dorothy ‘Dot’ Tucker da on kişilik takımla birlikte Atlantik’i geçti. Beyaz atletlerini giymiş olan Burley ve Cornell Üniversitesi’nden ağır sıklet Irv Jenkins, kendilerini Avrupa’ya götüren geminin güvertesinde antrenman yapmışlardı. […] Hem Amerika’da hem de Avrupa’da ırk, eğitim ve sınıfı birbirinden ayıran çizgilerin bu denli yuvarlak bir şekilde görmezden gelinmesi hâlâ çarpıcı bir şekilde alışılmadık bir durumdu.” Bkz. age, s. 20. (ç.n.)

DÜNYA BASINI

Ekrem İmamoğlu’na gözaltı dünya medyasının gündeminde

Yayınlanma

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun sabah saatlerinde “kent uzlaşısı ile teröre destek” ve “yolsuzluk” iddiaları ile gözaltına alınmasının yankıları sürüyor.

Batı medyasında İmamoğlu’nun gözaltısı, genel olarak olası Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın en önemli rakibine yönelik bir hamle olarak görülüyor.

Örneğin Financial Times, “Türk polisi Erdoğan’ın başlıca siyasi rakibini gözaltına aldı” başlıklı haberinde, “Devlet medyası İmamoğlu’nun çarşamba günü gözaltına alınmasının terörle bağlantılı olduğu iddiasıyla yürütülen bir soruşturmanın parçası olduğunu belirtirken, muhalefet bu hamleyi bir ‘darbe girişimi’ olarak nitelendirdi ve tutuklama Türk para biriminin ve piyasalarının düşmesine neden oldu,” dedi.

Yatırım yönetimi zinciri T Rowe Price analisti Tomasz Wieladek FT’ye verdiği demeçte, gözaltıyı “herkes için bir uyandırma çağrısı” olarak nitelendirdi.

Wieladek, Türkiye Merkez Bankası’nın TL’yi savunmak için ‘sınırlı bir ateş gücüne sahip olduğunu’ öne sürerek, “Varlıklar muhtemelen daha fazla satılmaya devam edecek,” dedi.

Bloomberg, sabahtan öğle saatlerine kadar Türk bankalarının TL’ye destek için 8 milyar dolar sattığını yazmıştı.

Piyasalarda sabah saatlerinden itibaren yaşanan çalkantılara dikkat çeken Bloomberg, bir başka haberinde ise, “Türkiye piyasaları çarşamba günü, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın en önemli rakibinin gözaltına alınmasının ardından, siyasi kargaşanın son dönemdeki yatırımcı dostu ekonomi politikalarını baltalama riski taşıdığı endişesiyle sarsıldı,” dedi.

Haberde görüşlerine yer verilen Londra’daki Monex Europe’un makro araştırma müdürü Nick Rees, “Bu sistem için biraz şok oldu. Piyasalar giderek daha kayıtsız hale gelmişti ve şimdi bu büyü bozuldu, tüccarlar Türkiye’nin siyasi risk primlerini yeniden fiyatlandırırken dramatik sonuçlar ortaya çıktı,” diye konuştu.

Coex Partners’tan Henrik Gullberg, hamlenin büyüklüğünün “şaşırtıcı” olduğunu, fakat siyasi baskı haberlerinin daha az şaşırtıcı olduğunu söyledi ve “Pratikte, bunun piyasaya duyarlı ekonomik politikalar açısından pek bir şey değiştireceğinden emin değilim,” dedi.

Haberde, Borsa İstanbul 100 Endeksi’nin de açılışta yaklaşık %7 düştüğü, 10 yıllık devlet tahvillerinin getirisinin ise 139 baz puan artarak %29,58’e yükseldiği belirtildi.

Alman Der Spiegel, “Türk yetkililer en önemli Erdoğan muhalifini gözaltına aldı” başlıklı haberinde, “Türk makamları İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na yönelik baskıcı önlemlerini genişletiyor,” denildi.

Haberde İmamoğlu’nun, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş ile birlikte Erdoğan’ın en güçlü rakibi olarak görüldüğüne dikkat çekiyor.

DW Türkçe’nin aktardığına göreİmamoğlu’nun gözaltına alınması Alman siyasetinde de geniş yankı buldu. Gelişme, “Erdoğan’ın baş rakibini devre dışı bırakma girişimi” diye değerlendirildi, ciddi sonuçlar doğurabileceği uyarısı yapıldı.

SPD Eş Genel Başkanı Lars Klingbeil da İmamoğlu’nun gözaltına alınmasını ‘Türkiye’deki demokrasiye ağır saldırı” sözleriyle sert bir şekilde eleştirdi.

Klingbeil, “Türk hükümeti böylece artık adil seçimler ve bağımsız bir hukuk devleti istemediğini göstermiş oluyor. Atılan adımlar orantısızdır, güven ve inandırıcılığı yok etmektedir. Bunun tüm ülke açısından dramatik sonuçları olacaktır,” ifadelerini kullandı.

Alman Federal Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu üyesi ve Alman-Türk Parlamenterler Grubu Başkanı Max Lucks da İmamoğlu’nun gözaltına alınmasını Cumhurbaşkanlığı seçimleri ışığında adil seçim ve adil rekabete yönelik bir saldırı diye nitelendirdi.

İngiliz The Times ise, “Erdoğan seçim rakiplerine baskı yaparken İstanbul Belediye Başkanı gözaltına alındı” başlıklı haberinde, “Türk liderin başkanlık için en büyük tehdidi olarak görülen Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasının ardından şehir genelinde protestolar yasaklandı,” ifadeleri kullanıldı.

Tokyo merkezli Nikkei Asia’daki haberde de Türk yetkililerin “Erdoğan’ın ana rakibini” gözaltına aldığı ileri sürülürken, muhalefetin bu hamleyi “darbe” olarak nitelendirdiğine dikkat çekildi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Netanyahu’nun asıl hedefi

Yayınlanma

İsrail’in Gazze savaşına yeniden başlaması, Netanyahu’nun asıl amacını ortaya çıkarıyor: Sonsuz savaş yoluyla siyasi hayatta kalma

Amos Harel / Haaretz

İsrail’in Gazze operasyonuna yeniden başlaması, rehine görüşmelerindeki çıkmazı aşma ve Hamas’ı yenilgiye uğratma çabası olarak sunuluyor. Ancak Netanyahu’nun asıl amacı, acil siyasi hedeflere ulaşmak: Ben-Gvir’i hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonunu sağlamlaştırmak.

Bunu başka türlü açıklamak mümkün değil: İsrail, iki ay önce imzaladığı ateşkes anlaşmasının tüm şartlarını yerine getirmek istemediği için, ABD onayıyla, kasıtlı olarak ateşkesi ihlal etti.

Hamas, bir terör örgütü ve savaş, 7 Ekim’de İsrail’in güneyine düzenlediği sürpriz saldırıyla tamamen onun inisiyatifi ve sorumluluğunda başladı. Ancak son rehinelerin serbest bırakılma süreçlerinde Hamas’ın rehinelere ve ailelerine yönelik psikolojik istismarı, örgütün anlaşmayı büyük ölçüde ihlal ettiği şeklinde yorumlanamaz.

İsrail hükümeti, son haftalarda orduyu Gazze Şeridi’nden özellikle Gazze-Mısır sınırındaki Philadelphia Koridoru’ndan çekmeyerek anlaşmayı ihlal etti.

Hamas, Amerikalılar rehinelerin serbest bırakılması konusunda yeni bir müzakere süreci yürütüyor diye İsrail’in bu ihlaline göz yummadı. Bu da müzakerelerin tıkanmasına yol açtı. Buna karşılık İsrail, salı sabahı erken saatlerde yeniden saldırıya geçti.

Hamas’ın açıklamalarına göre, Gazze’de düzenlenen bir dizi hava saldırısında 320’den fazla Filistinli öldürüldü; bunlar arasında Hamas’ın üst düzey yetkilileri ve örgütün hükümet birimlerinde çalışan isimler de vardı.

Son iki ayda serbest bırakılan bazı rehinelerin ifadelerinden açıkça ortaya çıkan bir gerçek var: Hamas, rehineleri sürekli olarak farklı yerlere taşıdı.

İsrail güvenlik birimlerinin, rehinelerin nerede olduğu konusunda gerçek zamanlı ve kesin istihbarata sahip olmadığı anlaşılıyor. Bu da hava saldırıları ve kara operasyonları sırasında rehinelerin zarar görmeyeceğinden emin olmayı imkânsız hale getiriyor.

İsrail’in Gazze saldırısından bir gün önce, ABD ve Birleşik Krallık, Yemen’deki Husilere karşı yeni ve büyük çaplı bir saldırı başlattı.

ABD Başkanı Donald Trump, Husilere şimdiye kadar görülmemiş bir sertlikle saldırı düzenleyeceği tehdidinde bulundu. Ancak özellikle dikkat çeken, İran’a yönelik doğrudan tehdidiydi. Trump, Husiler tarafından Amerikalılara yönelik herhangi bir saldırıyı, Tahran’daki rejimin gerçekleştirdiği bir eylem olarak değerlendireceğini söyledi.

Bu tehdit, ABD’nin İran’ı nükleer programını durdurmaya yönelik müzakerelere geri döndürme çabasının bir parçası olsa da aynı zamanda iki ülke arasındaki askeri gerilimi artırıyor.

Gazze’deki ateşkesten bu yana Husiler, İsrail’e roket ve insansız hava aracı saldırılarını durdurmuştu. Ancak şimdi, Hamas’la dayanışma adına İsrail’in merkezi bölgelerini yeniden vurma girişimlerinde bulunmaları muhtemel görünüyor.

Netanyahu’nun dikkat dağıtma hamlesi

Bu arada Netanyahu, İsrail iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in başkanı Ronen Bar’ı görevden alma çabalarına devam ediyor. Netanyahu, pazar akşamı Bar ile kısa bir görevden alma konuşması yaptığında, her ikisi de İsrail’in Hamas’a karşı savaşı yeniden başlatma kararının an meselesi olduğunu biliyordu. Bar, Netanyahu’nun pazartesi akşamı Gazze’ye hava saldırıları öncesinde düzenlediği dar kapsamlı istişarelere de katıldı.

Bu ancak Netanyahu’nun yönetiminde yaşanabilecek bir durum: Eğer Şin-Bet başkanına güvenmiyorsa, neden onu en gizli toplantılara dâhil etmeye devam ediyor?

Netanyahu’nun üç danışmanı hakkında Katar’dan fon aldıkları iddiasıyla süren soruşturma göz önünde bulundurulduğunda, Bar hakkında herhangi bir adım atmaktan kaçınması gerekirdi. Özellikle de Şin-Bet’in 7 Ekim’deki güvenlik zaaflarına ilişkin iç soruşturmasının, Netanyahu’ya yönelik ağır suçlamalar içerdiği düşünüldüğünde…

Raporda, Şin-Bet’in Netanyahu’yu, Katar’dan gelen paraların bir kısmının doğrudan terör faaliyetlerinde kullanıldığı konusunda uyardığı belirtiliyor. Şu noktada, hükümetin Bar’ı görevden alma sürecini savaş devam ederken bile hızlandırmaya çalışması tamamen ihtimal dışı değil.

İsrail’in Gazze’de başlattığı operasyon, müzakerelerdeki çıkmazı aşmak için gerekli bir adım olarak ve aynı zamanda Netanyahu’nun Hamas’ı yok etme sözünü yerine getirdiği iddiasıyla meşrulaştırılacaktır. Ancak bu iki hedefin zaman çizelgeleri örtüşmüyor: Hamas yok edilmeden önce rehineler ölebilir tabi eğer Hamas yenilgiye uğratılabilirse…

Ancak her şeyden önce bu operasyon, Başbakan’ın kamuoyuna açıkça dile getirmeyeceği bir dizi acil siyasi hedefe hizmet ediyor: Itamar Ben-Gvir ve aşırı sağcı Otzma Yehudit partisini hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonu sağlamlaştırmak.

Bu kez, Netanyahu’nun siyasi hayatta kalması gerçekten Gazze’deki baskıyı sürdürmesine bağlı ve aynı zamanda Bar’ın görevden alınması planına karşı düzenlenen protestolara medyanın ilgisini azaltma girişimine de…

Netanyahu’nun asıl hedefi giderek netleşiyor: Otoriter bir rejime doğru kademeli bir kayış ve bu rejimin devamını çok cepheli bir savaşı sürekli kılarak sağlama çabası.

Netanyahu, Bar’ı görevden alma girişimiyle ilgili yayımladığı videoda bile “yedi cephede savaş”tan bahsetti. Peki ya rehineler? Netanyahu’nun perspektifinden bakıldığında, iktidarı elinde tutmasına katkıda bulunduklarını bilerek tünellerde ölebilirler.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, İsrail’in en çok okunan sol eğilimli gazetelerinden Haaretz’de yayınlandı. Makale Netanyahu’nun Şin-Bet Direktörü Ronen Bar’ı neden görevden almak istediğine dair yetkililerden gelen açıklamaların dışında başka bir kritik noktaya dikkat çekiyor.

***

Netanyahu’nun Şin-Bet direktörünü çirkin ve sarsıcı şekilde görevden almasının perde arkası

Netanyahu, İsrail’in kırılgan demokrasisinin az sayıdaki kalan bekçilerinden birini Trump tarzı bir yaklaşımla sadakati her şeyin üstüne koyarak saf dışı bırakmaya çalışıyor. Ancak, şu anda bu kararı almasının başka bir sebebi daha var.

Yossi Melman

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ı görevden alma kararı eşi benzeri görülmemiş bir gelişme. İsrail’in 77 yıllık tarihinde, ülkenin iç istihbarat teşkilatının hiçbir başkanı daha önce görevden alınmadı.

Bugüne kadar yalnızca iki Şin-Bet direktörü, güvenlik krizleri nedeniyle başbakan ile yaşadıkları gerginlikler sonucu istifa etti: İlki 1963 yılında, İsser Harel’in Başbakan David Ben-Gurion’a istifasını sunmasıyla, ikincisi ise 1986 yılında, Avraham Shalom’un Başbakan Şimon Peres döneminde istifasıyla gerçekleşti.

Netanyahu, pazar akşamı yaptığı açıklamada Bar’ı görevden alma kararını güvenini kaybettiği için aldığını söyledi. Bu karar bekleniyordu; Netanyahu bunu aylar önce yapmak istiyordu, ancak yine de haber muhalefette ve politikalarına karşı çıkan halk arasında büyük bir şok ve öfke ile karşılandı.

Netanyahu, Bar’a karşı her zamanki yöntemlerini kullanarak harekete geçti: sızıntılar, çirkin imalar ve ona bağlı medya organları aracılığıyla karalama kampanyaları. Netanyahu ve ekibi, üç buçuk yıldır görevde olan Bar’ı, “zayıf bir yetkili” olmakla suçladı ve İsrail’in Hamas ile müzakere ekibinin bir parçası olmasına rağmen “gerçek anlamda müzakere yapmayı bilmemekle” itham etti. Son olarak, Bar’ın Netanyahu’ya “şantaj yaparak tam kapsamlı bir tehdit ve baskı kampanyası yürüttüğü” yönünde asılsız bir iddia ortaya atıldı.

Ancak, Başbakan’ın ani kararının ardında daha derin bir sebep yatıyor gibi. Bu sebep, Netanyahu’nun üzerindeki ağır baskıyı ve bunun karar alma sürecini nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor.

Birkaç hafta önce Bar, İsrail polisi ile birlikte Netanyahu’nun iki sözcüsü ve eski bir stratejik danışmanı hakkında soruşturma başlatma kararı aldı. Bu isimlerin, Hamas gibi “terör örgütlerini” destekleyen Katar ile savaş sırasında dahi şüpheli mali işlemler gerçekleştirdiği iddia ediliyordu. “Qatargate” adı verilen bu skandalın, vatana ihanet sınırına varan suçlamalarla sonuçlanabilecek bir potansiyeli var.

Netanyahu’nun, iç istihbarat teşkilatının kendisine yakın isimleri soruşturduğu bir dönemde Bar’ı görevden almaya kalkması, açıkça bir çıkar çatışması yaratıyor. Bu durum, görevden almanın asıl amacının soruşturmayı engellemek olabileceği yönünde şüpheleri artırıyor.

Şin-Bet, Mossad ve Askeri İstihbarat ile birlikte İsrail’in üç istihbarat teşkilatından biri ve öncelikli görevi terörle mücadele etmek, casusluk ve ihanet eylemlerini ortaya çıkarmak. Ancak Şin-Bet’in Batı demokrasileri içinde benzersiz bir misyonu daha var: Yasalar gereği, ülkenin demokratik kurumlarını korumaktan da sorumlu.

Netanyahu ve hükümetinin şimdi “yargı darbesi” adı verilen rejim değişikliği planlarını yeniden devreye soktuğu bir dönemde İsrail demokrasisini korumakla da sorumlu olan Şin-Bet başkanının görevden alınması otoriter bir yönetimin ya da denge ve denetleme mekanizmalarından yoksun zayıflamış bir demokrasinin önünü açabilir.

Netanyahu görevden alma işlemini gerçekleştirme konusunda parlamento, kamuoyu ve yasal engellerle karşı karşıya. Ancak Bar’ın yakın zamanda görevden ayrılması halinde asıl kritik soru, onun yerine kimin atanacağı.

Eğer Netanyahu itidalli davranır ve Bar’ın iki yardımcısından birini seçerse ki Şin-Bet yetkililerinin tam isimleri kamuya açıklanamadığı için sadece “M” olarak bilinen yardımcısı önde gelen adaylardan biri, bu durumda Netanyahu bu atamayı en az zararla atlatabilir.

Şin-Bet’te istihbarat subayı olarak başlayan kariyerinde, Şin-Bet’in başkan yardımcılığına terfi etmeden önce Kudüs ve Batı Şeria bölümünün başına kadar yükselmiş, Arapça bilen deneyimli bir operasyon görevlisi. Profesyonelliğiyle tanınıyor ve Netanyahu’ya değil, devlete ve yasaya sadık biri olarak görülüyor.

Ancak, Netanyahu dışarıdan, kendisine sadakatiyle bilinen eski bir Şin-Bet yetkilisini atarsa, bu, Netanyahu’nun İsrail’in kırılgan demokrasisinin bir bekçisini daha ortadan kaldırmayı başardığını ve aynı şekilde kişisel sadakati her şeyin üstünde tutan ABD Başkanı Donald Trump’ın izinden gittiğini gösterecektir.

7 Ekim’de Hamas’ın düzenlediği saldırıdan bu yana, Netanyahu Savunma Bakanı’nı görevden aldı, İsrail Genelkurmay Başkanı, Askeri İstihbarat Şefi ve kıdemli IDF komutanları istifa etti. Ancak hâlâ sorumluluğu kabul etmeyen ve hesap vermeyi reddeden tek kişi Başbakan Netanyahu.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English