Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Richard Haass yazdı: Ukrayna’da başarıyı yeniden tanımlamak

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Ukrayna’nın haziran ayında rötarlı olarak başlattığı karşı taarruzun başarısızlığa uğradığını artık Biden yönetimi ve Amerikan basını hariç herkes kabul ediyor. Geçen haftalarda The Economist’e mülakat veren Ukrayna Genelkurmay Başkanı Valeriy Zalujnıy, durumun pek iç açıcı olmadığını beklenmedik düzeyde dürüst bir biçimde izah etmişti. Son makalelerin de gösterdiği üzere bu durum artık Batı’da da gizlenmiyor.

Dünyanın en önemli düşünce kuruluşlarından olan Council on Foreign Relations’taki (CFR) şeflik vazifesini bu yıl devreden ve yer yer “bay müesses nizam” olarak da anılan Richard Haass, Ukrayna’da devam eden savaşın çözümü konusundaki makul alternatifleri sıralamış.


Ukrayna’da başarıyı yeniden tanımlamak: Yeni strateji, araçları ve amaçları dengelemeli

Richard Haass, Charles Kupchan

Foreign Affairs

17 Kasım 2023

Yağışlı ve soğuk havanın Kiev’in Rusya’nın saldırganlığını tersine çevirme çabasında ikinci savaş mevsimini sona erdirdiği şu günlerde Ukrayna’nın karşı taarruzu durmuş gibi görünüyor. Aynı zamanda hem ABD hem de Avrupa’da Ukrayna’ya askeri ve iktisadi destek sağlamayı sürdürme konusundaki siyasi isteklilik de aşınmaya başladı. Bu koşullar, Ukrayna ve ortaklarının izlediği mevcut stratejinin kapsamlı bir şekilde yeniden değerlendirilmesini gerektiriyor.

Bu tür bir yeniden değerlendirme rahatsız edici bir hakikati (Ukrayna ve Batı’nın sürdürülemez bir yörüngede olduğu, amaçlar ve mevcut araçlar arasında bariz bir uyumsuzluk olduğu) ortaya çıkarıyor. Kiev’in savaş hedefleri —Rus kuvvetlerinin Ukrayna topraklarından çıkarılması ve Kırım da dahil olmak üzere toprak bütünlüğünün tam olarak yeniden tesis edilmesi— hukuki ve siyasi anlamda tartışılmaz olmaya devam ediyor. Ancak stratejik anlamda, kesinlikle yakın gelecekte ve büyük ihtimalle daha da ötesinde, ulaşılamaz durumdalar.

Washington’un ulaşılabilir hedefler belirleyen ve araçlarla amaçları aynı hizaya getiren yeni bir politika oluşturma çabalarına öncülük etmesinin zamanı geldi. ABD, Ukrayna ve Avrupalı ortaklarıyla, Ukrayna’nın Rusya ile ateşkes müzakerelerine hazır olmasını ve eş zamanlı olarak askeri ağırlığını saldırıdan savunmaya çevirmesini merkeze alan bir strateji üzerinde istişarelere başlamalı. Kiev toprak bütünlüğünü yeniden tesis etmekten ya da Rusya’yı saldırganlığından dolayı iktisadi ve hukuki olarak sorumlu tutmaktan vazgeçmeyecektir ama kısa vadedeki önceliklerinin daha fazla toprağı kurtarmaya çalışmaktan ülkenin halihazırda kontrolü altında olan yüzde 80’inden fazlasını korumaya ve onarmaya kayması gerektiğini kabul edecektir.

Rusya Ukrayna’nın ateşkes teklifini pekâlâ reddedebilir. Fakat Kremlin’in uzlaşmazlığı kanıtlansa bile Ukrayna’nın saldırıdan savunmaya geçmesi, devam eden asker kayıplarını sınırlayacak, uzun vadeli savunma ve yeniden yapılanmaya daha fazla kaynak aktarmasını sağlayacak ve Kiev’in ulaşılabilir hedeflere yönelik uygulanabilir bir stratejisi olduğunu göstererek Batı’nın desteğini artıracaktır. Uzun vadede bu stratejik eksen kayması Rusya’ya, Ukrayna’dan ve Batı’nın Kiev’e destek sunma isteğinden daha uzun süre dayanmayı umamayacağını açıkça gösterecektir. Bu farkındalık nihayetinde Moskova’yı savaş alanından müzakere masasına geçmeye ikna edebilir ki bu da Ukrayna’nın nihai yararına olacaktır zira diplomasi sadece savaşı değil, uzun vadede Rusya’nın Ukrayna topraklarındaki işgalini de sona erdirme konusunda en gerçekçi yolu sunuyor.

Çıkmaz

Savaş alanındaki mevcut durum bardağın yarısı dolu, yarısı boş bir tablo ortaya koyuyor. Ukrayna, Rusya’nın boyun eğdirme teşebbüsünü reddetmekle kalmayıp geçen yıl Rusya tarafından ele geçirilen toprakların kayda değer bir bölümünü geri alarak şaşırtıcı bir kararlılık ve beceri gösterdi. Bardağın diğer tarafında ise savaşın muazzam insani ve iktisadi maliyeti ile Rusya’nın en azından şimdilik Ukrayna topraklarının önemli bir bölümünü güç kullanarak ele geçirmeyi başarmış olduğu hakikati yer alıyor. Ukrayna’nın fazlaca methedilen karşı taarruzuna rağmen Rusya, aslında 2023 yılı boyunca Ukrayna’dan daha fazla toprak kazandı. Genel olarak, her iki taraf da ciddi ilerlemeler kaydetmedi. Ukrayna ve Rus kuvvetleri etkili bir şekilde durma noktasına kadar savaştı ve çıkmaza girildi.

O halde ne yapılmalı? Batı açısından alternatiflerden biri, Ukrayna’ya muazzam miktarda silah sağlamayı sürdürerek, bu sayede Ukrayna kuvvetlerinin eninde sonunda Rusya’yı mağlup edebileceğini ummak. Sorun şu ki, Ukrayna ordusu ne kadar uzun ve sert savaşırsa savaşsın, Rusya’nın zorlu savunmasını aşabileceğine dair hiçbir işaret göstermiyor. Savunma, saldırıya göre daha avantajlı olma eğilimindedir ve Rus kuvvetleri kilometrelerce uzunluktaki mayın tarlaları, siperler, tuzaklar ve tahkimatların arkasına sığınmış durumda. Batı daha fazla tank, uzun menzilli füzeler ve nihayetinde F-16 savaş uçakları gönderebilir. Fakat savaş alanındaki gidişatı değiştirebilecek sihirli bir değnek yok. Ukrayna’nın en üst düzey generali Valeriy Zalujnıy’ın kısa süre önce itiraf ettiği üzere, “Büyük olasılıkla derin ve güzel bir atılım olmayacak.” Ukrayna’da savaş alanında bulunduğumuz konum en iyi ihtimalle maliyetli bir çıkmaz gibi görünüyor.

Yüksek yoğunluklu bir savaşın sonsuza kadar sürmesi halinde rüzgâr Ukrayna’dan yana esmeyecektir. Rusya’nın ekonomisi ve savunma sanayi üssü savaşa hazır durumda. Moskova, ayrıca Kuzey Kore ve İran’dan silah ithal ediyor ve askeri kullanım için yeniden tasarlayabileceği teknolojiyi içeren tüketici ürünlerine erişimi mevcut. Rusya’nın Ukrayna’daki askeri varlığını güçlendirmesi gerekirse, yararlanabileceği büyük bir insan gücü havuzu var. Rusya, ayrıca enerjisi için yeni pazarlar bulurken, yaptırımların ülke ekonomisi üzerinde yalnızca mütevazı bir etkisi oldu. Putin, siyasi olarak güvende ve ordu ve güvenlik servislerinden medya ve kamuoyu söylemine kadar tüm güç unsurlarının kontrolünü elinde tutuyor gibi görünüyor.

Bu arada Ukrayna’da hem askerler hem de siviller ciddi sayıda hayatını kaybetmeye devam ediyor, ordu silah stoklarını tüketiyor ve ekonomi yaklaşık üçte bir oranında küçüldü (büyüme belirtileri göstermeye başlasa da). Ukrayna’nın Batılı destekçileri arasında Ukrayna yorgunluğu, Kiev’e destek akışını sürdürmeye hazır olma hallerine zarar vermeye başlıyor. ABD, Batı’nın Ukrayna’ya sağladığı yardımın merkezinde yer almaya devam ediyor, ancak Cumhuriyetçi Parti’de, Biden yönetiminin yeni bütçe taleplerini engelleyen, büyük miktarlarda yeni yardımlar sağlamaya dönük muhalefet artıyor. Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adaylığı için yarışan eski Başkan Donald Trump’ın geçmişinde Rusya’nın yanında yer almak ve Ukrayna da dahil olmak üzere ABD’nin ortaklarıyla arasına mesafe koymak var. Trump’ın kilit eyaletlerdeki anketlerde Biden’ın önünde yer alması, ABD politikasının gidişatına ilişkin belirsizliği artırıyor. ABD’nin Ukrayna’ya desteğindeki yalpalama, bir AB üyesi olan Slovakya’nın Kiev’e askeri yardım sağlamayı durdurma kararı aldığı Avrupa’daki yalpalamayı da artıracaktır.

Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’e düzenlediği saldırı ve ardından Gazze’de yaşanan çatışmalar da dünyanın dikkatini çekerek Ukrayna’daki savaşı ikinci plana itti. Mesele sadece Washington’un dikkatinin dağılmış olması değil; ABD ordusunun kaynakları sınırlı ve ABD savunma sanayi altyapısının üretim kapasitesi çok kısıtlı. ABD, sıcak savaşa girmiş iki ortağını desteklerken epey zorlanıyor. Savunma analistleri daha şimdiden ülkenin savunma stratejisinin, RAND’ın yakın tarihli çalışmasında ifade edildiği üzere “iflas ettiğini” ifade ediyor; diğerleri ise ABD’nin dikkatini ve kaynaklarını Hint-Pasifik’teki stratejik meydan okumalara ayırması gerektiğini savunuyor.

Ne Ukrayna ne de Batı açısından bu ciddi stratejik gerçeklerle yüzleşmek siyasi açıdan kolay olmayacaktır. Ancak hem Kiev hem de destekçileri için amaç ve araçları yeniden dengeye oturtacak yeni bir stratejiyi benimsemek, çıkmaza sürükleyen ve çok geçmeden Batı’nın Ukrayna’ya verdiği desteğin keskin bir şekilde azalmasına yol açabilecek bir rotayı izlemeye devam etmekten çok daha tercih edilir durumda.

Akıntıyı tersine çevirmek

Washington’un Ukrayna ve Batılı müttefikleriyle istişareler başlatarak Kiev’i saldırı stratejisinden savunma stratejisine geçerken ateşkes teklif etmeye ikna etmeye öncülük etmesi gerekiyor. Batı, Ukrayna’ya 1991 sınırlarını yeniden tesis etmekten ya da işgalinin yol açtığı ölüm ve yıkımdan Rusya’yı sorumlu tutmaktan vazgeçmesi için baskı yapmamalı. Fakat Ukraynalıları bu hedeflere ulaşma konusunda yeni bir strateji benimsemeleri gerektiğine ikna etmeye çalışmalı.

Bir ateşkes hayat kurtaracak, iktisadi yeniden yapılanmanın başlamasına imkân tanıyacak ve Ukrayna’nın Batı’dan gelen silahları çıkmaza girmiş bir savaş alanında hızla harcamak yerine uzun vadeli güvenliğine yatırım yapmaya ayırmasını sağlayacaktır. Ateşkesin kesin şartları —zamanlama, temas hattının tam yeri, silahların ve güçlerin geri çekilmesi prosedürleri, gözlem ve uygulama hükümleri— büyük ihtimalle Birleşmiş Milletler ya da Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) himayesinde geniş bir uluslararası gözetim altında belirlenmeli.

Ateşkes ancak Ukrayna ve Rusya’nın şartları kabul etmesi halinde yürürlüğe girecektir. Moskova’nın buna uyması söz konusu değil. Rus kuvvetleri savaş alanında ağır kayıplar veriyor ve Kremlin’in saldırganlık eylemi NATO’yu, transatlantik eşgüdümü ve Ukrayna’nın Rusya’nın nüfuz alanından sonsuza dek kurtulma kararlılığını güçlendirerek açıkça geri tepti. Putin, akan kanı durdurmak ve durumu kabul etmek için bu fırsatı değerlendirebilir.

Yine de Moskova’nın ateşkes önerisini reddetmesi çok daha muhtemel. Putin hala Ukrayna’da geniş kapsamlı savaş hedefleri taşıyor ve ülkenin Ukrayna’dan daha fazla dayanma gücüne sahip olduğuna inanıyor gibi görünüyor. ABD’de Trump’ın Beyaz Saray’a dönüşünün gerçekçi bir ihtimal olduğunu gösteren kamuoyu yoklamalarını yakından takip ettiğine şüphe yok; bu sonuç ABD’nin Ukrayna’ya desteğini sona erdirmese de kesinlikle zayıflatacaktır. Kremlin, ateşkes önerisinin itibar maliyetinden kaçınmak için doğrudan reddetmekten kaçınmak istese bile, Ukrayna ve Batı için kabul edilemez olacağı net olan şartlarla karşı koyabilir.

Fakat nihayetinde Kiev ile Moskova arasında bir ateşkese aracılık etmeye çalışmak, başaracaklarından ziyade ortaya çıkaracakları açısından denemeye değer. Rusya önerilen ateşkesi reddetse bile, Kiev’in masaya bir ateşkes koyması yine de mantıklı olacaktır. Bunu yapmak Ukrayna’nın siyasi inisiyatifi ele geçirmesini sağlayacak, Batı’daki ve ötesindeki kamuoylarına bu savaşın Rus saldırganlığı olduğunu hatırlatacaktır. Kremlin’in ateşkesi reddetmesi, Batılı hükümetlerin Rusya’ya dönük yaptırımları sürdürmesine ve sıkılaştırmasına yardımcı olacak ve Ukrayna’nın uzun vadeli askeri ve iktisadi destek almasına yardımcı olacaktır.

Ateşkes sağlansa da sağlanmasa da Ukrayna’nın mevcut saldırı stratejisinden uzaklaşarak savunma stratejisine dönmesi gerekiyor. Kiev’in mevcut yaklaşımı yüksek maliyetli ve düşük beklentili bir yaklaşım ve Ukraynalıları başarı şansı azalan bir çaba adına ucu açık Batı yardımı istemek gibi garip bir duruma sokuyor. Bunun yerine Ukrayna, şu anda kontrol ettiği bölgeyi elinde tutmaya ve yeniden inşa etmeye odaklanmalı, saldırı-savunma denklemini tersine çevirmeli ve Rusya’yı iyi konuşlanmış Ukrayna kuvvetlerine ve genişletilmiş hava savunmasına karşı taarruz harekâtları yürütmenin fahiş maliyetlerine katlanmak zorunda bırakmalı. Ukrayna, cephe hatlarında savunma stratejisine geçse bile, arka bölgelerdeki ve Kırım’daki Rus mevzilerini vurmak için uzun menzilli silahlar, deniz varlıkları ve gizli harekatlara başvurmaya devam edebilir ve işgalin devam etmesinin maliyetini artırabilir. Rusya’nın askeri kapasitesinin ya da iradesinin zayıfladığına dair açık kanıtlar ortaya çıkarsa, Ukrayna daha saldırı odaklı bir stratejiye dönme alternatifini elinde tutacaktır.

Bu doğrultuda bir strateji değişikliği Rusya’nın durumunu tersine çevirecek ve kuvvetlerinin şimdiye kadar beceremediklerini gösterdikleri bir şeyi —etkili birleşik silahlı taarruz harekâtları— başarmalarını gerektirecektir. Aynı zamanda bu değişim Ukrayna’nın hayatından ve parasından tasarruf etmesini sağlayacak ve Batı’dan savunma ihtiyacını azaltacaktır ki bu da ABD desteğinin kesilmesi ve yükün Avrupa’ya kalması halinde elzem hale gelebilecek bir şey. Ukrayna, gelen kaynakları savaş alanında çok az kazanç için harcamak yerine uzun vadeli güvenlik ve refahına ayırmakla akıllıca davranmış olacaktır.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy ve Ukrayna halkını rotayı değiştirmeye ikna etmek, davalarının haklılığı ve halihazırda feda edilenler göz önüne alındığında kolay bir iş olmayacaktır. Ancak gerçek şu ki, Ukrayna açısından bir mecburi olarak başlayan savaş —hayatta kalma mücadelesi— bir seçim savaşına, Kırım’ı ve Ukrayna’nın doğusundaki Donbass bölgesinin çoğunu yeniden ele geçirme mücadelesine dönüştü. Bu yalnızca kazanılması mümkün olmayan bir savaş değil, aynı zamanda zaman içinde Batı’nın desteğini kaybetme riski taşıyan da bir savaş. Ukrayna için Kiev’in kontrolü altındaki ülkenin büyük kısmının müreffeh ve güvenli bir demokrasi olarak ortaya çıkmasını sağlamak, ülkenin geleceğini hala Rusya’nın kontrolü altında olan toprakları geri almak konusunda uzun soluklu bir askeri çabayla riske atmaktan çok daha mantıklı. Ukrayna’nın kendini savunabilen başarılı ve dirençli bir demokrasi olarak ortaya çıkması, Rusya’nın hırsının büyük bir yenilgiye uğratılması anlamına gelecektir.

Daha iyi bir kumar

Ukrayna’nın Batılı dostları, Ukraynalılar için acı bir ilaç olacak bu durumu tatlandırabilir ve tatlandırmalıdır da. ABD ve seçkin NATO mensupları (Ukrayna’nın dostları koalisyonu) sadece uzun vadeli iktisadi ve askeri yardım değil aynı zamanda Ukrayna’nın bağımsızlığını teminat altına alma taahhüdünde de bulunmalı. Bu taahhüt, bir üyenin “toprak bütünlüğü, siyasi bağımsızlığı veya güvenliği” tehdit edildiğinde derhal istişarelerde bulunulmasını öngören NATO Antlaşmasının 4. maddesine dayandırılabilir. Kısa bir süre önce Kiev ile katılım müzakerelerine başlama niyetini açıklayan Avrupa Birliği, Ukrayna için üyelik takvimini hızlandırmalı ve bu arada Ukrayna’ya geçici ve özel bir AB düzenlemesi teklif etmeli. Batılı müttefikler ayrıca Rusya’ya dönük yaptırımların çoğunun Rus güçleri Ukrayna’yı terk edene kadar yürürlükte kalacağını ve müzakere masasında Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü yeniden tesis etmesine yardımcı olacaklarını açıkça belirtmeli.

ABD’de 2024’te düzenlenecek olan başkanlık seçimlerinden sonra, karşılıklı mutabık kalınacak bir ateşkes ve toprak konusunda devam edecek müzakereler için beklentilerin belirgin bir şekilde iyileşmesi kuvvetle muhtemel. Seçimin galibi transatlantik dayanışmanın devamı ve Ukrayna’nın güvenliği ve egemenliğinin sağlanması konusunda daha fazla çaba gösterilmesi konusunda kararlıysa, Putin’in rüzgârın Rusya’dan yana estiğini düşünmesi için çok az nedeni olacaktır. Fakat ABD seçimlerine daha bir yıl var ve bu seçimler Ukrayna’yı zor durumda bırakacak bir sonuca yol açabilir. Ne Washington ne de Kiev bu riski göze almalı. ABD’nin askeri ve siyasi gerçekleri yansıtan yeni bir stratejiye geçmek için Ukrayna ile birlikte çalışması gerekiyor. Aksini yapmak Ukrayna’nın istikbali üzerinde pervasızca kumar oynamak demektir.

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bundan sonra Suriye

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.


Bundan sonra Suriye

Esad Ebu Halil, Consortium News

Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.

Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.

Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.

Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?

Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.

Baba: Hafız Esad

Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.

Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.

Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.

1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.

Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.

Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.

1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.

2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.

Rejimin sonunu getiren 15 neden

Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:

1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.

2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.

3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.

4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)

5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.

6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.

7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.

8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.

9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.

10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.

11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.

12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.

13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.

14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.

15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.

Cihatçıların güzellenmesi

Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.

Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.

Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.

Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.

Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English