Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Richard Haass yazdı: Ukrayna’da başarıyı yeniden tanımlamak

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Ukrayna’nın haziran ayında rötarlı olarak başlattığı karşı taarruzun başarısızlığa uğradığını artık Biden yönetimi ve Amerikan basını hariç herkes kabul ediyor. Geçen haftalarda The Economist’e mülakat veren Ukrayna Genelkurmay Başkanı Valeriy Zalujnıy, durumun pek iç açıcı olmadığını beklenmedik düzeyde dürüst bir biçimde izah etmişti. Son makalelerin de gösterdiği üzere bu durum artık Batı’da da gizlenmiyor.

Dünyanın en önemli düşünce kuruluşlarından olan Council on Foreign Relations’taki (CFR) şeflik vazifesini bu yıl devreden ve yer yer “bay müesses nizam” olarak da anılan Richard Haass, Ukrayna’da devam eden savaşın çözümü konusundaki makul alternatifleri sıralamış.


Ukrayna’da başarıyı yeniden tanımlamak: Yeni strateji, araçları ve amaçları dengelemeli

Richard Haass, Charles Kupchan

Foreign Affairs

17 Kasım 2023

Yağışlı ve soğuk havanın Kiev’in Rusya’nın saldırganlığını tersine çevirme çabasında ikinci savaş mevsimini sona erdirdiği şu günlerde Ukrayna’nın karşı taarruzu durmuş gibi görünüyor. Aynı zamanda hem ABD hem de Avrupa’da Ukrayna’ya askeri ve iktisadi destek sağlamayı sürdürme konusundaki siyasi isteklilik de aşınmaya başladı. Bu koşullar, Ukrayna ve ortaklarının izlediği mevcut stratejinin kapsamlı bir şekilde yeniden değerlendirilmesini gerektiriyor.

Bu tür bir yeniden değerlendirme rahatsız edici bir hakikati (Ukrayna ve Batı’nın sürdürülemez bir yörüngede olduğu, amaçlar ve mevcut araçlar arasında bariz bir uyumsuzluk olduğu) ortaya çıkarıyor. Kiev’in savaş hedefleri —Rus kuvvetlerinin Ukrayna topraklarından çıkarılması ve Kırım da dahil olmak üzere toprak bütünlüğünün tam olarak yeniden tesis edilmesi— hukuki ve siyasi anlamda tartışılmaz olmaya devam ediyor. Ancak stratejik anlamda, kesinlikle yakın gelecekte ve büyük ihtimalle daha da ötesinde, ulaşılamaz durumdalar.

Washington’un ulaşılabilir hedefler belirleyen ve araçlarla amaçları aynı hizaya getiren yeni bir politika oluşturma çabalarına öncülük etmesinin zamanı geldi. ABD, Ukrayna ve Avrupalı ortaklarıyla, Ukrayna’nın Rusya ile ateşkes müzakerelerine hazır olmasını ve eş zamanlı olarak askeri ağırlığını saldırıdan savunmaya çevirmesini merkeze alan bir strateji üzerinde istişarelere başlamalı. Kiev toprak bütünlüğünü yeniden tesis etmekten ya da Rusya’yı saldırganlığından dolayı iktisadi ve hukuki olarak sorumlu tutmaktan vazgeçmeyecektir ama kısa vadedeki önceliklerinin daha fazla toprağı kurtarmaya çalışmaktan ülkenin halihazırda kontrolü altında olan yüzde 80’inden fazlasını korumaya ve onarmaya kayması gerektiğini kabul edecektir.

Rusya Ukrayna’nın ateşkes teklifini pekâlâ reddedebilir. Fakat Kremlin’in uzlaşmazlığı kanıtlansa bile Ukrayna’nın saldırıdan savunmaya geçmesi, devam eden asker kayıplarını sınırlayacak, uzun vadeli savunma ve yeniden yapılanmaya daha fazla kaynak aktarmasını sağlayacak ve Kiev’in ulaşılabilir hedeflere yönelik uygulanabilir bir stratejisi olduğunu göstererek Batı’nın desteğini artıracaktır. Uzun vadede bu stratejik eksen kayması Rusya’ya, Ukrayna’dan ve Batı’nın Kiev’e destek sunma isteğinden daha uzun süre dayanmayı umamayacağını açıkça gösterecektir. Bu farkındalık nihayetinde Moskova’yı savaş alanından müzakere masasına geçmeye ikna edebilir ki bu da Ukrayna’nın nihai yararına olacaktır zira diplomasi sadece savaşı değil, uzun vadede Rusya’nın Ukrayna topraklarındaki işgalini de sona erdirme konusunda en gerçekçi yolu sunuyor.

Çıkmaz

Savaş alanındaki mevcut durum bardağın yarısı dolu, yarısı boş bir tablo ortaya koyuyor. Ukrayna, Rusya’nın boyun eğdirme teşebbüsünü reddetmekle kalmayıp geçen yıl Rusya tarafından ele geçirilen toprakların kayda değer bir bölümünü geri alarak şaşırtıcı bir kararlılık ve beceri gösterdi. Bardağın diğer tarafında ise savaşın muazzam insani ve iktisadi maliyeti ile Rusya’nın en azından şimdilik Ukrayna topraklarının önemli bir bölümünü güç kullanarak ele geçirmeyi başarmış olduğu hakikati yer alıyor. Ukrayna’nın fazlaca methedilen karşı taarruzuna rağmen Rusya, aslında 2023 yılı boyunca Ukrayna’dan daha fazla toprak kazandı. Genel olarak, her iki taraf da ciddi ilerlemeler kaydetmedi. Ukrayna ve Rus kuvvetleri etkili bir şekilde durma noktasına kadar savaştı ve çıkmaza girildi.

O halde ne yapılmalı? Batı açısından alternatiflerden biri, Ukrayna’ya muazzam miktarda silah sağlamayı sürdürerek, bu sayede Ukrayna kuvvetlerinin eninde sonunda Rusya’yı mağlup edebileceğini ummak. Sorun şu ki, Ukrayna ordusu ne kadar uzun ve sert savaşırsa savaşsın, Rusya’nın zorlu savunmasını aşabileceğine dair hiçbir işaret göstermiyor. Savunma, saldırıya göre daha avantajlı olma eğilimindedir ve Rus kuvvetleri kilometrelerce uzunluktaki mayın tarlaları, siperler, tuzaklar ve tahkimatların arkasına sığınmış durumda. Batı daha fazla tank, uzun menzilli füzeler ve nihayetinde F-16 savaş uçakları gönderebilir. Fakat savaş alanındaki gidişatı değiştirebilecek sihirli bir değnek yok. Ukrayna’nın en üst düzey generali Valeriy Zalujnıy’ın kısa süre önce itiraf ettiği üzere, “Büyük olasılıkla derin ve güzel bir atılım olmayacak.” Ukrayna’da savaş alanında bulunduğumuz konum en iyi ihtimalle maliyetli bir çıkmaz gibi görünüyor.

Yüksek yoğunluklu bir savaşın sonsuza kadar sürmesi halinde rüzgâr Ukrayna’dan yana esmeyecektir. Rusya’nın ekonomisi ve savunma sanayi üssü savaşa hazır durumda. Moskova, ayrıca Kuzey Kore ve İran’dan silah ithal ediyor ve askeri kullanım için yeniden tasarlayabileceği teknolojiyi içeren tüketici ürünlerine erişimi mevcut. Rusya’nın Ukrayna’daki askeri varlığını güçlendirmesi gerekirse, yararlanabileceği büyük bir insan gücü havuzu var. Rusya, ayrıca enerjisi için yeni pazarlar bulurken, yaptırımların ülke ekonomisi üzerinde yalnızca mütevazı bir etkisi oldu. Putin, siyasi olarak güvende ve ordu ve güvenlik servislerinden medya ve kamuoyu söylemine kadar tüm güç unsurlarının kontrolünü elinde tutuyor gibi görünüyor.

Bu arada Ukrayna’da hem askerler hem de siviller ciddi sayıda hayatını kaybetmeye devam ediyor, ordu silah stoklarını tüketiyor ve ekonomi yaklaşık üçte bir oranında küçüldü (büyüme belirtileri göstermeye başlasa da). Ukrayna’nın Batılı destekçileri arasında Ukrayna yorgunluğu, Kiev’e destek akışını sürdürmeye hazır olma hallerine zarar vermeye başlıyor. ABD, Batı’nın Ukrayna’ya sağladığı yardımın merkezinde yer almaya devam ediyor, ancak Cumhuriyetçi Parti’de, Biden yönetiminin yeni bütçe taleplerini engelleyen, büyük miktarlarda yeni yardımlar sağlamaya dönük muhalefet artıyor. Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adaylığı için yarışan eski Başkan Donald Trump’ın geçmişinde Rusya’nın yanında yer almak ve Ukrayna da dahil olmak üzere ABD’nin ortaklarıyla arasına mesafe koymak var. Trump’ın kilit eyaletlerdeki anketlerde Biden’ın önünde yer alması, ABD politikasının gidişatına ilişkin belirsizliği artırıyor. ABD’nin Ukrayna’ya desteğindeki yalpalama, bir AB üyesi olan Slovakya’nın Kiev’e askeri yardım sağlamayı durdurma kararı aldığı Avrupa’daki yalpalamayı da artıracaktır.

Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’e düzenlediği saldırı ve ardından Gazze’de yaşanan çatışmalar da dünyanın dikkatini çekerek Ukrayna’daki savaşı ikinci plana itti. Mesele sadece Washington’un dikkatinin dağılmış olması değil; ABD ordusunun kaynakları sınırlı ve ABD savunma sanayi altyapısının üretim kapasitesi çok kısıtlı. ABD, sıcak savaşa girmiş iki ortağını desteklerken epey zorlanıyor. Savunma analistleri daha şimdiden ülkenin savunma stratejisinin, RAND’ın yakın tarihli çalışmasında ifade edildiği üzere “iflas ettiğini” ifade ediyor; diğerleri ise ABD’nin dikkatini ve kaynaklarını Hint-Pasifik’teki stratejik meydan okumalara ayırması gerektiğini savunuyor.

Ne Ukrayna ne de Batı açısından bu ciddi stratejik gerçeklerle yüzleşmek siyasi açıdan kolay olmayacaktır. Ancak hem Kiev hem de destekçileri için amaç ve araçları yeniden dengeye oturtacak yeni bir stratejiyi benimsemek, çıkmaza sürükleyen ve çok geçmeden Batı’nın Ukrayna’ya verdiği desteğin keskin bir şekilde azalmasına yol açabilecek bir rotayı izlemeye devam etmekten çok daha tercih edilir durumda.

Akıntıyı tersine çevirmek

Washington’un Ukrayna ve Batılı müttefikleriyle istişareler başlatarak Kiev’i saldırı stratejisinden savunma stratejisine geçerken ateşkes teklif etmeye ikna etmeye öncülük etmesi gerekiyor. Batı, Ukrayna’ya 1991 sınırlarını yeniden tesis etmekten ya da işgalinin yol açtığı ölüm ve yıkımdan Rusya’yı sorumlu tutmaktan vazgeçmesi için baskı yapmamalı. Fakat Ukraynalıları bu hedeflere ulaşma konusunda yeni bir strateji benimsemeleri gerektiğine ikna etmeye çalışmalı.

Bir ateşkes hayat kurtaracak, iktisadi yeniden yapılanmanın başlamasına imkân tanıyacak ve Ukrayna’nın Batı’dan gelen silahları çıkmaza girmiş bir savaş alanında hızla harcamak yerine uzun vadeli güvenliğine yatırım yapmaya ayırmasını sağlayacaktır. Ateşkesin kesin şartları —zamanlama, temas hattının tam yeri, silahların ve güçlerin geri çekilmesi prosedürleri, gözlem ve uygulama hükümleri— büyük ihtimalle Birleşmiş Milletler ya da Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) himayesinde geniş bir uluslararası gözetim altında belirlenmeli.

Ateşkes ancak Ukrayna ve Rusya’nın şartları kabul etmesi halinde yürürlüğe girecektir. Moskova’nın buna uyması söz konusu değil. Rus kuvvetleri savaş alanında ağır kayıplar veriyor ve Kremlin’in saldırganlık eylemi NATO’yu, transatlantik eşgüdümü ve Ukrayna’nın Rusya’nın nüfuz alanından sonsuza dek kurtulma kararlılığını güçlendirerek açıkça geri tepti. Putin, akan kanı durdurmak ve durumu kabul etmek için bu fırsatı değerlendirebilir.

Yine de Moskova’nın ateşkes önerisini reddetmesi çok daha muhtemel. Putin hala Ukrayna’da geniş kapsamlı savaş hedefleri taşıyor ve ülkenin Ukrayna’dan daha fazla dayanma gücüne sahip olduğuna inanıyor gibi görünüyor. ABD’de Trump’ın Beyaz Saray’a dönüşünün gerçekçi bir ihtimal olduğunu gösteren kamuoyu yoklamalarını yakından takip ettiğine şüphe yok; bu sonuç ABD’nin Ukrayna’ya desteğini sona erdirmese de kesinlikle zayıflatacaktır. Kremlin, ateşkes önerisinin itibar maliyetinden kaçınmak için doğrudan reddetmekten kaçınmak istese bile, Ukrayna ve Batı için kabul edilemez olacağı net olan şartlarla karşı koyabilir.

Fakat nihayetinde Kiev ile Moskova arasında bir ateşkese aracılık etmeye çalışmak, başaracaklarından ziyade ortaya çıkaracakları açısından denemeye değer. Rusya önerilen ateşkesi reddetse bile, Kiev’in masaya bir ateşkes koyması yine de mantıklı olacaktır. Bunu yapmak Ukrayna’nın siyasi inisiyatifi ele geçirmesini sağlayacak, Batı’daki ve ötesindeki kamuoylarına bu savaşın Rus saldırganlığı olduğunu hatırlatacaktır. Kremlin’in ateşkesi reddetmesi, Batılı hükümetlerin Rusya’ya dönük yaptırımları sürdürmesine ve sıkılaştırmasına yardımcı olacak ve Ukrayna’nın uzun vadeli askeri ve iktisadi destek almasına yardımcı olacaktır.

Ateşkes sağlansa da sağlanmasa da Ukrayna’nın mevcut saldırı stratejisinden uzaklaşarak savunma stratejisine dönmesi gerekiyor. Kiev’in mevcut yaklaşımı yüksek maliyetli ve düşük beklentili bir yaklaşım ve Ukraynalıları başarı şansı azalan bir çaba adına ucu açık Batı yardımı istemek gibi garip bir duruma sokuyor. Bunun yerine Ukrayna, şu anda kontrol ettiği bölgeyi elinde tutmaya ve yeniden inşa etmeye odaklanmalı, saldırı-savunma denklemini tersine çevirmeli ve Rusya’yı iyi konuşlanmış Ukrayna kuvvetlerine ve genişletilmiş hava savunmasına karşı taarruz harekâtları yürütmenin fahiş maliyetlerine katlanmak zorunda bırakmalı. Ukrayna, cephe hatlarında savunma stratejisine geçse bile, arka bölgelerdeki ve Kırım’daki Rus mevzilerini vurmak için uzun menzilli silahlar, deniz varlıkları ve gizli harekatlara başvurmaya devam edebilir ve işgalin devam etmesinin maliyetini artırabilir. Rusya’nın askeri kapasitesinin ya da iradesinin zayıfladığına dair açık kanıtlar ortaya çıkarsa, Ukrayna daha saldırı odaklı bir stratejiye dönme alternatifini elinde tutacaktır.

Bu doğrultuda bir strateji değişikliği Rusya’nın durumunu tersine çevirecek ve kuvvetlerinin şimdiye kadar beceremediklerini gösterdikleri bir şeyi —etkili birleşik silahlı taarruz harekâtları— başarmalarını gerektirecektir. Aynı zamanda bu değişim Ukrayna’nın hayatından ve parasından tasarruf etmesini sağlayacak ve Batı’dan savunma ihtiyacını azaltacaktır ki bu da ABD desteğinin kesilmesi ve yükün Avrupa’ya kalması halinde elzem hale gelebilecek bir şey. Ukrayna, gelen kaynakları savaş alanında çok az kazanç için harcamak yerine uzun vadeli güvenlik ve refahına ayırmakla akıllıca davranmış olacaktır.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy ve Ukrayna halkını rotayı değiştirmeye ikna etmek, davalarının haklılığı ve halihazırda feda edilenler göz önüne alındığında kolay bir iş olmayacaktır. Ancak gerçek şu ki, Ukrayna açısından bir mecburi olarak başlayan savaş —hayatta kalma mücadelesi— bir seçim savaşına, Kırım’ı ve Ukrayna’nın doğusundaki Donbass bölgesinin çoğunu yeniden ele geçirme mücadelesine dönüştü. Bu yalnızca kazanılması mümkün olmayan bir savaş değil, aynı zamanda zaman içinde Batı’nın desteğini kaybetme riski taşıyan da bir savaş. Ukrayna için Kiev’in kontrolü altındaki ülkenin büyük kısmının müreffeh ve güvenli bir demokrasi olarak ortaya çıkmasını sağlamak, ülkenin geleceğini hala Rusya’nın kontrolü altında olan toprakları geri almak konusunda uzun soluklu bir askeri çabayla riske atmaktan çok daha mantıklı. Ukrayna’nın kendini savunabilen başarılı ve dirençli bir demokrasi olarak ortaya çıkması, Rusya’nın hırsının büyük bir yenilgiye uğratılması anlamına gelecektir.

Daha iyi bir kumar

Ukrayna’nın Batılı dostları, Ukraynalılar için acı bir ilaç olacak bu durumu tatlandırabilir ve tatlandırmalıdır da. ABD ve seçkin NATO mensupları (Ukrayna’nın dostları koalisyonu) sadece uzun vadeli iktisadi ve askeri yardım değil aynı zamanda Ukrayna’nın bağımsızlığını teminat altına alma taahhüdünde de bulunmalı. Bu taahhüt, bir üyenin “toprak bütünlüğü, siyasi bağımsızlığı veya güvenliği” tehdit edildiğinde derhal istişarelerde bulunulmasını öngören NATO Antlaşmasının 4. maddesine dayandırılabilir. Kısa bir süre önce Kiev ile katılım müzakerelerine başlama niyetini açıklayan Avrupa Birliği, Ukrayna için üyelik takvimini hızlandırmalı ve bu arada Ukrayna’ya geçici ve özel bir AB düzenlemesi teklif etmeli. Batılı müttefikler ayrıca Rusya’ya dönük yaptırımların çoğunun Rus güçleri Ukrayna’yı terk edene kadar yürürlükte kalacağını ve müzakere masasında Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü yeniden tesis etmesine yardımcı olacaklarını açıkça belirtmeli.

ABD’de 2024’te düzenlenecek olan başkanlık seçimlerinden sonra, karşılıklı mutabık kalınacak bir ateşkes ve toprak konusunda devam edecek müzakereler için beklentilerin belirgin bir şekilde iyileşmesi kuvvetle muhtemel. Seçimin galibi transatlantik dayanışmanın devamı ve Ukrayna’nın güvenliği ve egemenliğinin sağlanması konusunda daha fazla çaba gösterilmesi konusunda kararlıysa, Putin’in rüzgârın Rusya’dan yana estiğini düşünmesi için çok az nedeni olacaktır. Fakat ABD seçimlerine daha bir yıl var ve bu seçimler Ukrayna’yı zor durumda bırakacak bir sonuca yol açabilir. Ne Washington ne de Kiev bu riski göze almalı. ABD’nin askeri ve siyasi gerçekleri yansıtan yeni bir stratejiye geçmek için Ukrayna ile birlikte çalışması gerekiyor. Aksini yapmak Ukrayna’nın istikbali üzerinde pervasızca kumar oynamak demektir.

DÜNYA BASINI

Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı

Yayınlanma

Lizzi C. Lee, Foreign Policy
13 Kasım 2024

Çin bilinen zorluklara ve bilinmeyen risklere karşı hazırlanıyor.

ABD’nin seçilmiş Başkanı Donald Trump Beyaz Saray’a dönmeye hazırlanırken, küresel gözlemciler tedirginlik ve ihtiyat karışımı bir tutumla gelişmeleri izliyor. Çinli akademisyenler, ekonomistler ve politika uzmanlarıyla yapılan görüşmeler, Pekin’in ikinci bir Trump başkanlığının sonuçlarını incelerken çok daha incelikli bir bakış açısını ortaya koyuyor. Trump’ın 2016 zaferi Pekin’i hazırlıksız yakaladı. Ancak gümrük tarifeleri, teknoloji kısıtlamaları ve ticari gerilimlerle geçen dört yıl, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve danışmanlarına ABD başkanının oyun kitabını daha iyi anlamalarını sağladı.

Çin için Trump’ın dönüşü, giderek karmaşıklaşan jeopolitik ortamda yeni riskler ve bazı sınırlı ancak anlamlı fırsatlar getirebilir. Trump’ın ilk döneminden alınan dersler bazı fikirler verebilir ancak dünya önemli ölçüde değişti: Çin ekonomisi yumuşadı, COVID-19 salgını kalıcı bir iz bıraktı ve Rusya-Ukrayna çatışması ittifakları yeniden şekillendirdi. Trump’ın kendi fayda-maliyet hesabı bile değişti ve politikaları artık ikinci dönem başkanlığın kendine özgü dinamiklerini yansıtıyor. Bir danışmanının, Xi’nin de bir zamanlar atıfta bulunduğu eski bir atasözünden alıntı yaparak ifade ettiği gibi, “Akıllılar zamana uyum sağlar, zeki olanlar ise koşullara yanıt verir.”

Pekin’in ikinci bir Trump yönetimine karşı izleyeceği yüksek riskli strateji, ulusal güvenliğin ağır topu Donald Rumsfeld’in sözleriyle, farklı miktarlarda hem bilineni hem de bilinmeyeni içeriyor. En üstte en tanıdık olan “bilinen bilinenler” var ve bunların başında da gümrük tarifeleri geliyor.

2016’dan farklı olarak Pekin, Trump’ın dönüşünü, önceki politikaları sayesinde ne bekleyeceğini daha iyi bilerek karşılıyor. Beklenen zorlukların başında Trump’ın yoğunlaştırılmış ‘reshoring’ gündemi ve tüm ithalatlara %10-20 ve Çin’den ithal edilen mallara %60-100 ek gümrük vergisi gibi potansiyel tarifeler geliyor. Bunlar, ülkenin hala yavaş bir toparlanma, emlak istikrarsızlığı ve zayıflayan tüketici talebi ile mücadele ettiği bir dönemde Çin’in ihracata dayalı ekonomisine doğrudan tehdit oluşturacaktır.

Çinli uzmanlar ikinci bir Trump döneminde, ticaret şahini Robert Lighthizer gibi isimlerin daha korumacı ve çatışmacı bir yaklaşıma işaret ettiği sert bir kabine öngörüyor. Steve Mnuchin gibi isimlerin zaman zaman politikalarını yumuşattığı Trump’ın ilk yönetiminin aksine, birleşik şahin bir ekip muhtemelen ılımlılığa çok az yer bırakacaktır. Yine de Pekin, her zaman başarılı olmasa da, iç tüketimi artırmayı ve ihracata bağımlılığı azaltmayı amaçlayan “çift dolaşım” stratejisine hazırlanıyor, ancak sonuçlar durdu: İç talep gecikmekte ve ihracat seviyeleri sabit kalmakta. Pekin, tedarik zincirlerini çeşitlendirmek ve ekonomisini ticari şoklardan korumak için uğraşırken, Güneydoğu Asya’daki Çin yatırımlarının artmasında bu stratejik eksen belirgin bir şekilde görülüyor.

Pekin, konumunu güçlendirmek için ABD şirketlerine karşı önlemlerini artırdı ve uyarı ateşi açmaktan somut darbeler vurmaya geçti. ABD’nin en büyük drone üreticisi Skydio, Çin’in Tayvan Ulusal İtfaiye Teşkilatı’na yaptığı satışlar nedeniyle yaptırım uygulamasının ardından tedarik zincirinde kritik aksamalarla karşı karşıya kaldı. Calvin Klein ve Tommy Hilfiger’ın ana şirketi PVH Corp. şimdi Sincan pamuğunu boykot ettiği iddiasıyla Çin’in “güvenilmez kuruluşlar listesine” girme riskiyle karşı karşıya ve bu da önemli bir pazardaki büyümeyi tehlikeye atıyor. Intel de Çin Siber Güvenlik Derneği’nin, Intel’in gelirinin yaklaşık dörtte birini oluşturan bir pazardaki hakimiyetini tehdit eden güvenlik kusurları iddialarına ilişkin bir soruşturma başlatması nedeniyle inceleme altında. Bu yaptırımlar ve soruşturmalar, Pekin’in misilleme cephaneliğinin Trump’ın ilk döneminde olduğundan çok daha güçlü olduğunu gösteren daha cesur bir duruşu ortaya koyuyor.

Çinli uzmanlar da ABD ekonomisi için potansiyel bir geri tepme görüyor. Yüzde 60’lık bir gümrük vergisi ABD enflasyonunu yukarı çekerek Federal Rezerv’i daha fazla faiz artırımına zorlayabilir. Çin politika çevrelerinde bazıları bu enflasyon riskini Trump’ın hırsları üzerinde olası bir kontrol olarak görüyor ve artan borçlanma maliyetleri ile varlık oynaklığının Trump’ın agresif gümrük tarifelerine verdiği desteği azaltabileceğini belirtiyor.

Tarifelerin ötesinde Pekin, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’daki alternatif üretim merkezlerinin karşılaştığı kısıtlamaların da farkında. İşgücü kıtlığı, altyapı zorlukları ve kaynak kısıtlamaları gibi bölgesel darboğazlar, bu bölgelerin Çin’den uzaklaşan üretimi tamamen absorbe etmesini engelleyebilir. İronik bir şekilde, Trump’ın gümrük tarifeleri yerleşik tedarik zincirlerini uygun alternatifler olmadan bozarsa, bu sınırlamalar ABD enflasyonunu daha da kötüleştirebilir.

Trump’ın küreselleşme karşıtı duruşu tanıdık, ateşlediği ideolojik değişimler ise stratejistlerin “bilinmeyen bilinenler” olarak adlandırdığı, anlaşılan ancak tam etkisi belirsiz kalan faktörlere giriyor. Pekin için Trump’ın izolasyonist söylemi, Avrupa’da ve Asya’nın İtalya, Macaristan ve Filipinler gibi bölgelerinde yükselen popülizm dalgasıyla yankı buluyor ve Çin’in küresel hedeflerini hem zorlayan hem de karmaşıklaştıran ideolojik alt akımlar yaratıyor.

Çin’deki bazı milliyetçi sesler Trump’ın “Önce Amerika” yaklaşımını bir fırsat olarak görüyor. Mantık basit: Eğer ABD küresel çerçevelerden çekilir ya da NATO gibi ittifaklardan geri adım atarsa, diğer ülkeler alternatif olarak Çin’e bakabilir. Ancak Pekin’in deneyimli politika uzmanları bu fikre ölçülü bir gerçekçilikle yaklaşıyor. Çin, Batı ittifaklarının parçalanma potansiyelinin farkında olmakla birlikte, Pekin’e doğru toptan bir “pivot ”un olası olmadığının da farkında.

Avrupalı liderler Trump’ın izolasyonizminden dolayı hayal kırıklığına uğramış olabilirler ancak Çin’in artan etkisine karşı temkinli olmaya devam ediyorlar – özellikle de Pekin’in Rusya’nın Ukrayna’daki eylemlerini kınama konusundaki isteksizliği göz önüne alındığında. Rusya ‘ya yönelik bu zımni destek algısı, Avrupa’nın şüpheciliğini derinleştirdi ve Çin’in genişleyen erişiminin Avrupa’nın stratejik çıkarlarıyla uyumlu olup olmadığına dair şüpheleri körükledi.

Pekin’in danışmanları, Trump’ın geri dönüşünü sağlayan aynı popülist güçlerin Avrupa’da da zemin kazanmakta olduğu gerçeğinin de farkında. Ekonomik sıkıntılar korumacılığı teşvik ediyor. Bu hissiyatın somut ekonomik sonuçları var: Çin’in elektrikli araçlarına yönelik gümrük vergileri ve özellikle yüksek değerli sektörlerde diğer ticari korumalar için yapılan çağrılar, Avrupa’nın kendi endüstrilerini koruma arzusunun yoğunlaştığını yansıtıyor.

Pekin için ikinci bir Trump döneminin ideolojik boyutları yeni komplikasyonlar ortaya çıkarıyor. ABD’nin geleneksel küresel rolünden geri çekilmesi yeni açılımlar yaratabilirken, Avrupa’nın Çin’e daha yakın durması pek olası görünmüyor. Çin’in stratejisi, kendisini Trump’ın Amerika’sına doğrudan bir alternatif olarak konumlandırmaktan kaçınmaktır. Bunun yerine Pekin, Trump’ın aksaklıklarının tetiklediği belirsizliklerin ortasında kendisini pragmatik ve istikrarlı bir ortak olarak konumlandırıyor.

Xi yönetimi Afrika, Latin Amerika, Güneydoğu Asya ve Avrupa’nın bazı bölgelerindeki yükselen ekonomilere bu pratik duruşun altını çizerek yatırım teşviklerini, vizesiz girişi ve yeşil ve geleceğin sanayi altyapısına odaklanan yeniden canlandırılmış bir Kuşak ve Yol Girişimi’ni destekledi. Pekin’in amacı, büyüme ve istikrar arayan ülkeler için güvenilir bir ekonomik ortak olarak itibarını güçlendirmek ve bunu yaparken de Trump’ın izolasyonizminin Batı’da ortaya çıkardığı ideolojik çatlaklardan yararlanıyor görünmemek.

Xi, Çin’in özellikle teknoloji alanında kendine güvenme çabalarını hızlandırıyor; bu strateji Çinli danışmanlar arasında popüler olan bir deyimle özetleniyor: “sürekli değişen koşullara sabit bir çekirdekle yanıt vermek”. Kendi kendine yeterlilik dürtüsü yeni değil; “Made in China 2025” bu dürtünün zeminini hazırladı. Ancak Üçüncü Plenum’dan gelen son direktifler ve Xi’nin sık sık tekrarladığı “yeni üretken kalite güçlerini” teşvik etme çağrısı, yapay zeka, robotik ve yarı iletkenler gibi yeni nesil teknolojilerdeki atılımlara odaklanarak bu tutkuyu daha da ileri götürdü. Bu vizyon sadece Batı teknolojisine bağımlılığı azaltmayı değil, aynı zamanda dördüncü sanayi devrimine öncülük etme hedefiyle Çin’in öncü endüstrilerdeki hakimiyetini de ortaya koymayı amaçlıyor. Xi için bu ekonomik bir stratejiden çok daha fazlası; Çin’in iç baskılarına karşı temel bir cevap ve ABD ile rekabetinde nihai koz.

Bu kendine yeterlilik arayışı aynı zamanda küresel güney ile daha güçlü ekonomik bağlar kurmayı da kapsıyor. Xi’nin amacı Batı etkisine alternatif ticaret ağları kurmanın ötesine geçiyor; yaptırımlara dayanıklı bir tedarik zinciri ve finans ağı, yani Çin’in hırslarını bağımsız olarak besleyebilecek Batı baskılarına karşı bağışık yeni bir küresel pazar öngörüyor.

Bir de “bilinen bilinmeyenler” var – tahmin edilemeyecek kadar öngörülemez olan, Trump’la birlikte çok daha ön planda olan bir şey. Trump’ın siyasi üslubunun belirleyici özelliklerinden biri, son derece işlemci bir yaklaşım sergilemesi ve aksi takdirde basit olabilecek politikalara bir öngörülemezlik katmanı eklemesi. Pekin bu pragmatizmi yakından gözlemledi ve Trump’ın ticari içgüdülerinin çoğu zaman ideolojik bağlılıklarından daha ağır bastığını ve zaman zaman müzakere için kapılar açtığını fark etti.

Örneğin ABD Çinli telekom devi ZTE’ye yaptırım uyguladığında Xi bizzat Trump’la görüşerek yaptırımların geri çekilmesini sağladı. Pekin için bu durum, Trump’ın esnekliğinin, kişisel kabul olarak algıladığı yüksek profilli jestlerden etkilenebileceğinin altını çizdi ki Pekin bu dinamiği potansiyel olarak faydalı görüyor.

Pekin ayrıca Trump’ın şov dünyasındaki geçmişini ve imaj ve egoya verdiği önemi de anlıyor. Xi, 2017 yılında Trump ve ailesini geleneksel olarak Çin imparatorlarına ayrılan Yasak Şehir’de eşi benzeri görülmemiş bir resepsiyonla ağırlayarak etkinliğe yabancı liderlere nadiren verilen bir ihtişam kattı. Özenle hazırlanmış bu gösteri Trump’ın yüksek profilli etkinliklerden hoşlanmasını sağlamış ve Xi hakkındaki olumlu izlenimlerini derinleştirmiştir. Bu “kişiselleştirilmiş diplomasi” Pekin’in Trump’ın hassasiyetlerini anladığını gösterdi ve iki lider arasında işbirliğine dayalı bir yakınlığın temelini attı.

Çinli danışmanlar bunu akılda tutarak ikinci bir Trump döneminde de benzer ticari açılımlar yapmaya hazırlanıyor. Perde arkasında Pekin, Trump’ın yakın çevresine gayrı resmi aracılar olarak hizmet edebilecek etkili Amerikan iş dünyası figürleriyle bağlarını geliştiriyor. Örneğin Tesla operasyonları Çin pazarına derinden bağlı olan Elon Musk, ABD’nin ticari çıkarları ile Çinli politika yapıcılar arasında potansiyel bir köprü olarak ortaya çıkabilir.

Bazı danışmanlar da Trump’ın ailesiyle, özellikle de damadı Jared Kushner ve kızı Ivanka Trump ile daha önce yakın ilişki kurmuş olan eski büyükelçi Cui Tiankai gibi isimleri savunuyor. Cui’nin bağlantıları Pekin’e arka kapı diplomasisi için değerli bir “track 1.5” kanalı sunabilir ve ekstra bir erişim ve etki katmanı ekleyebilir.

Yine de Pekin, Trump’ın bu eğilimlerine çok fazla bel bağlama konusunda temkinli. Tayvan’ın ABD koruması için daha fazla ödeme yapması gerektiğini öne süren son açıklamalar Çin’de karışık tepkilere yol açtı. Bazıları bunu ABD’nin Tayvan’a verdiği desteği azaltmaya yönelik bir açılım olarak görürken, diğerleri Trump’ın her an gözden çıkarabileceği bir pazarlık kozu olarak değerlendiriyor. Pekin için bu karışık sinyaller hassas bir dengeleme hareketi yaratıyor: Trump’ın pragmatizminden yararlanmayı hedeflese de, algılanan herhangi bir tavizin bir anda geri alınabileceğini biliyor. Çin, Trump’ın anlaşma yapma tarzını yönlendirirken, onun öngörülemezliğinin tamamen farkında olarak ihtiyatlı bir iyimserlikle ilerliyor.

Trump’ın alışılagelmiş pragmatist tarzının ötesinde Pekin, planlarını altüst edebilecek joker kartlara karşı tetikte. Bilinmeyen bilinmeyenlerin doğası gereği neyi kaçırdığınızı bilmeniz imkansızdır, ancak ABD-Çin ilişkilerini sarsabilecek bazı ciddi ancak öngörülemez değişiklikler var. Örneğin ABD-Rusya ilişkilerindeki ani bir değişim Pekin için önemli sonuçlar doğurabilir. Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasındaki daha yakın bir ittifak, Çin’in Moskova ile ilişkilerini zorlayabilir ve Pekin’i küresel güç yapısı içinde potansiyel olarak izole edebilir. Aynı şekilde Trump’ın Hint-Pasifik bölgesindeki beklenmedik manevraları Çin’in Japonya, Güney Kore ve Hindistan gibi bölgesel güçlerle dikkatle yürüttüğü ilişkilerini sarsabilir.

Çin’in hırsları üzerindeki kritik bir kısıtlama, Washington’un teknoloji ihracatı üzerindeki sıkılaştırıcı kontrolünde yatıyor ve bu da Pekin’in stratejik hesaplarına daha fazla bilinmeyen katan bir taktik. ABD’nin genel niyeti açık olsa da (Çin’in ileri teknolojilere erişimini sınırlamak) Washington’un ne kadar ileri gideceği belirsizliğini koruyor. Son ihracat kontrolleri yarı iletkenler ve yapay zeka gibi önemli alanları hedef alarak Çin’in teknolojik ilerlemesini çok önemli bir zamanda engelleme tehdidinde bulunuyor.

Çinli analistler bu hamleleri sadece rekabetçi engeller olarak değil, Çin’in stratejik alanlarda, özellikle de hem ekonomik büyüme hem de askeri güç için kritik önem taşıyan yapay zeka ve kuantum bilişim alanlarındaki yükselişini durdurmaya yönelik hesaplanmış bir strateji olarak yorumluyor. Pekin yeni kısıtlama katmanlarını izlerken, ABD’nin eylemlerinin ölçeği ve etkisi değişkenliğini koruyor ve Çin’in teknoloji yörüngesine istikrarsızlaştırıcı bir belirsizlik enjekte ediyor. Bu belirsizliklere hazırlıklı olmak için, Xi’nin daha geniş vizyonu, Trump 2.0 ya da diğer güçler tarafından tetiklenen öngörülemeyen küresel değişimlere karşı dayanabilecek kadar dirençli bir ekonomi inşa etmektir; bunu yaparken ekonomik çalkantıları ya da daha da kötüsü Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) kontrolünü istikrarsızlaştırmayı riske atmamayı hedeflemektedir.

Trump’ın dönüşü aciliyet yaratabilir, ancak Pekin Trump’ı kaotik bir dünya düzeninin nedeni olmaktan çok belirtisi olarak görüyor ve bu da Xi’nin Çin’in kendine güvenini güçlendirmeye yönelik uzun süredir devam eden inancını pekiştiriyor. Xi’ye göre teknoloji, tedarik zincirleri ve eğitim alanlarında dayanıklılığı artırmak Çin’i dış şoklardan korumak ve ÇKP’nin iktidarı için gerekli olan istikrarı sağlamlaştırmak anlamına geliyor.

Gerçekte Xi’nin “Trump tarzı” aksaklıkları yönetme zemini Trump’ın ilk döneminden çok önce başladı. Çin’in yaklaşımı her zaman dış baskılara karşı kırılganlıkları en aza indirmeye dayanmıştır ve bu Xi’nin dünya görüşüyle derinlemesine bağlantılı bir yöndür. Yine de bu dayanıklılık arayışı ince bir çizgide yürüyor. Savunmanın güçlendirilmesi Çin’in izolasyonunu derinleştirebilir; bu da paradoksal olarak yeni zayıflıklar yaratabilecek bir kalkan. Yerli tedarik zincirleri ve teknoloji bağımsızlığındaki kazanımlar gerçek bir ilerlemeye işaret ediyor, ancak Xi’nin vizyonunun büyük bir kısmı hala hedefe yönelik. Pekin, giderek daha fazla çalkantıyla tanımlanan bir dünyada Çin’in gücünün hızlı büyümesinden ziyade türbülanslara dayanma kapasitesiyle ölçüleceğinin farkında olarak bu savunmaları güvence altına almak için yarışıyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Batı medyası ve onların anti-komünist temayüllü ideologlarının “despotik”, “merkeziyetçi”, “bürokratik” olarak sıfatlandırdığı “geleneksel sosyalist” devletler, Alman Demokratik Cumhuriyeti, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti, Polonya Halk Cumhuriyeti, Macaristan Halk Cumhuriyeti, Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, Çekoslovakya Sosyalist Cumhuriyeti ve Romanya Sosyalist Cumhuriyeti…

Hemen tamamında kadının ev köleliğinden kurtulması ve ev işleri gibi kadını bunaltan, köleleştiren işlerin endüstrinin bir parçası haline getirilmesi, yani evin ekonomik bir birim olmaktan çıkarılması, toplumun yeniden üretimi sorununu ve doğan çocuğun devlet tarafından bakımının sağlanarak kadın üzerindeki yükün hafifletilmesi ve giderek tamamen bir yük, biyolojik olarak gerileten bir yük, olmaktan çıkarılması için muazzam çabalar harcandı. Belki bu çabalar yetersiz kaldı, çok sonraları yavaşladı hatta bir kısmı geri alındı ama bu çabalar harcandı. Bu haklar aynı zamanda, en ileri burjuva demokratik ülkelerde bile, bazı ileri liberal çevreler tarafından sözü edilen ama asla gerçekleştirilmeyen haklardı. Öyle ki kadınlar, ilkel komünal toplumdan bu yana en geniş haklarını ilk olarak bu rejimler altında elde ettiler ve bu hakları fiili olarak da onlarca yıl uyguladılar.

Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, bu “reel sosyalizm” deneyimlerinin kadınlara yönelik politikalarındaki tılsımın sadece rakamsal olarak daha çok istihdamda olmalarında değil, kadını boyunduruğu altına alan bağların kökünden çözülmesinde olduğunu “içeriden”, Alman Demokratik Cumhuriyeti deneyimi üzerinden anlatıyor. Yazarın temel tezi ise, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna bağlı olarak üretim koşullarında gerçekleşen radikal değişimlerin, kadınların toplumsal konumunu dönüştürmekteki gücünü kanıtlayan onlarca yıllık bir deneyimin, bugünkü feminist tartışmalara katkı sunabilecek yeni bir perspektif getirebileceği.


Demokratik Almanya deneyiminin ışığında: Kadın özgürlüğünden öğrenebileceklerimiz ve koruyabileceklerimiz

Florentine M. Sandoval
Internationale Forschungsstelle DDR
2 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) sona ermesi Doğu Alman kadınlarını bir çağ kadar geriye götürdü. 1989 sonrası gelişen kadın hareketi hâlâ sosyalizmde neyin övgüye değer neyin kınanabilir olduğunu tartışadursun, bu tartışma aslında çoktan gereksiz hale gelmişti: Zira DDR’nin yasaları artık geçerli değildi; aile ve sosyal politika da dahil olmak üzere hiçbir alanda sosyalist sistemle devamlılık yoktu ve olmayacaktı. Aile hukuku alanı yeniden burjuva yasallığı ile düzenleniyordu. Almanya’nın imparatorluk döneminden kalma ceza kanunu maddeleri tekrardan yürürlüğe giriyor, kürtaj ve muayene hizmetlerine erişim yeniden tanımlanıyordu. Doğu Alman ekonomisinin eşi benzeri görülmemiş şekilde özelleştirilmesi ve sanayisizleştirilmesi karşısında kadınlar ya yeni Batı Alman üstlerinin hor görmesi ile ya da işsizlikle sınanacaklardı. Ve genellikle erkeklere olan ekonomik bağımlılıklarına [yeniden] geri dönmek zorunda kaldılar. Kaybedilen asıl şey, kadınların özgürleştirilmesi sorumluluğunu üstlenmiş bir devlet ve toplumdu.

Sosyalist Doğu Almanya’da yaşanan devrimci altüst oluşlar öylesine muazzamdı ki, ortadan kalkışından otuz yılı aşkın süre sonra dahi hissedilmeye ve ölçülmeye devam ediyor. Bu, 2023 itibariyle Doğu’da kadın istihdamının daha yüksek olması, kreşlerin Batı’ya kıyasla yaygınlığı ve Batı’da yüzde 19 olan kadın-erkek ücret farkının Doğu’da yüzde 12 olması gibi göstergelerde kendini sürekli yeniden hatırlatmakta. DDR’nin 40 yıllık varlığı boyunca birçok çelişki ortadan kaldırılamamış olsa da (ev işleri ve [eşit] ücret başta olmak üzere), bu çelişkilerin kapitalist koşullar altında daha da yoğunlaştığı bugünden geriye bakıldığında yine de pek çok şey kaybedilmiş gibi görünüyor.

Fakat DDR, geçmişten bugüne düşürdüğü gölgeyle Batı Alman toplumunu ifşa etmeye devam ediyor ve bugünkü feminist tartışmalarda genellikle eksik olan bir perspektifi açıyor. Çünkü DDR deneyimini Batı’daki ve günümüzdeki feminist hareketten farklı kılan şey, toplumsal üretim ilişkilerinin ve kadınların özgürleşmesi için toplumsal ve kitlesel seferberliğin rolüdür.

DDR’deki kadın politikasının en temel hedefi, mümkün olan en geniş kadın kitlesini üretim sürecine dahil etmekti ve bu da ancak DDR’de bunun toplumsal temeli sağlandığı için mümkündü. Bu strateji, 19. yüzyıl boyunca devrimci işçi hareketi içinde olgunlaşan, kadınların demokratik, sosyal ve ekonomik haklar mücadelesinin bir bütün olarak işçi sınıfının kurtuluşuyla yakından ilişkili olduğu anlayışına dayanıyor. Proleter kadın hareketinin öncülerinden Clara Zetkin gibi isimler, kadınların ezilmişliğinin ve yüzyıllar içinde gelişen ataerkil ilişkiler ile ahlaki değerlerin, özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla sıkı bir bağ içinde olduğunu ve kapitalist üretimle iç içe geçtiğini; dolayısıyla da yalnızca üretim koşullarında radikal bir değişimle kadınların kurtuluşu için gerekli koşulların yaratılacağını savunmuşlardı.

Her ne kadar kapitalist ekonomilerde kadınlar için kaçınılmaz olarak sömürü koşulları yaratsa da, kadınların iş gücüne dahil olması, DDR gibi üretim ilişkilerinin sosyalist tarzda örgütlendiği bir devlette tarihsel olarak ilerici bir tekamül yaratmıştır. Zira özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna eşlik eden emeğin doğasındaki değişim, kadınların toplumsal konumunu kökünden değiştirmişti.

Elbette bu, kadınların kendi çabaları olmadan başarılamazdı. Kadınların istihdama kazandırılmak için seferber edildiği pek çok girişimden birine örnek olarak “ev kadınları birlikleri” verilebilir. 1950’li yıllarda, çalışmayan kadınlardan oluşan bu kolektifler, iş gücüne acil ihtiyaç duyulan projelerde çalışmış kadınları daha sonra kalıcı bir işe girmeleri için teşvik ediyordu. Kocalar ile ev içinde yaşanan çatışmaların bu noktada tayin edici bir rolü olduğunun altı kalınca çizilmeli. Kadınların hane içindeki izolasyonuna ilişkin siyasal tartışmalar yeniden canlandı, bu da kadınların üretim sürecine katılımını arttırdı ve dolayısıyla da ekonomik bağımsızlıklarına giden yolu açmış oldu. Diğer bir deyişle, maddi teşvikler ve bilinçlendirme birlikte çalışmış ve etkili olmuştu.

İstihdamın kendisi kapsamlı bir çocuk bakım altyapısının geliştirilmesini ve eş zamanlı olarak ev işlerinin azaltılmasını ve daha iyi bölüşülmesini gerektiriyordu Bunlar birbirini etkileyen ve birbirine bağlı süreçlerdi. Sosyalist işyeri aynı zamanda kadınlar için toplumsal görevlerin iç içe geçtiği bir merkezdi – kültürel etkinlikler, eğitimler ve çocuk bakımı ve sağlık hizmetleri bu merkezler aracılığıyla organize edilmekteydi. Buralarda kadın işçiler kendi başlarına etkili olabiliyor, haklarını talep edebiliyor ve savunabiliyorlardı. Sendikaların kadın komisyonları, bir işyerinin tüm kadın işgücünün kişisel ve mesleki gelişimi için kolektif bir araç olan Frauenförderpläne’nin (“kadınların terfi planları”) hazırlanmasını ve uygulamanın izlenmesini sağlıyordu. Üretken emek en önemli itici güç haline gelirken, yeniden üretim emeği kadınların özgürleşmesinin önündeki en büyük engel olmaya devam edecekti.

Kırk yıl oldukça kısa bir süredir. 1990 yılına kadar çözülmeden kalan sorunlar ve çelişkiler değerlendirilirken bu gerçek muhakkak göz önünde bulundurulmalıdır. Teknik yeniliklere, ev içi sorumlulukların kısmen de olsa toplumsallaştırılmasına ve medyanın erkeklere yönelik çağrılarına rağmen, yeniden üretim işi büyük ölçüde kadınlara bırakıldı. Nitelik farkının kapatılamaması ve/veya kadınların aynı niteliklere sahip olmalarına rağmen yönetim pozisyonlarına ulaşamamaları nedeniyle kadın-erkek ücret farklılıkları devam etti; DDR’nin Gençlik Araştırmaları Merkez Enstitüsü (ZIJ) tarafından yürütülen çalışmaların da gösterdiği gibi, genç nesillerde daha az yaygın olsa bile, aile içindeki geleneksel roller hâlâ varlığını sürdürüyordu.

DDR’de kız çocukları, farklı bir kadın imajıyla büyüdüler ve doğalında hayata dair yüksek beklentiler geliştirdiler; ancak DDR’li son yılların zorlu gerçekliği düşünüldüğünde bu beklentiler her zaman karşılanamadı. DDR’de sosyalizm ve kadın özgürlüğü arasındaki bağlantı kesin bir şekilde kurulmuş ve kanıtlanmış olsa da sosyalist devletin erken yıllarındaki devrimci enerjinin üzerine dahasını inşa etmek mümkün olamadı.

Aslında, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayabilme yolunda eşit işe eşit ücret, eşit eğitim olanakları, eşit ortak karar alma hakkı gibi önemli ilkeler henüz Sovyet İşgal Bölgesi’ndeyken (1945-1949) ortaya konmuştu, çünkü komünistler ve sosyalistler için bunlar, [kadınlar mevzubahis olduğunda] müzakere edilemez, temel haklardı. Ancak DDR’deki deneyimler, bu hakları güvence altına alan temel yapıları inşa etmenin karmaşık ve uzun bir görev olduğunu ve basitçe “yukarıdan” empoze edilemeyeceğini de kanıtlar nitelikte. Doğu Almanya’daki kitlesel inisiyatifler ve demokratik yapılar olmasaydı, gerekli zihniyet değişimini sağlamak ve çeşitli toplumsal grupları kadınların kurtuluşu lehine kazanmak mümkün olamazdı. Birlik meclisleri, kadın komisyonları ve teşvik planları gibi somut araçlar, bu toplumsal zorluğu aşmak için vardı. Bu araçlardan yararlanıp yararlanmamak bireylere bağlı olsa da kullanımı istisna değil kuraldı.

Yoksulluğun arttığı, güvencesizleşmenin olağanlaştığı ve kadın haklarının dünya çapında geriletildiği bir dönemde, bireyselleştirme ilkesinin tam tersini, yani DDR’de olduğu türden kadınların kitlesel ve toplumsal seferberliğini düşünmek önemlidir. DDR’deki 40 yıllık kadın politikası ve teşvikinde nelerin kaybedildiği ve geriye nelerin kaldığı, çözülemeyenler ve mümkün olanlar, günümüzün kadın eşitliği tartışmalarına ve mücadelesine verimli bir şekilde taşınabilir, tabii eğer izin verilirse. Kadınların kurtuluşunu bireysel ilişkilerin bir vaadi olarak görmek yerine tarihsel ve toplumsal bir görev olarak belleyen DDR’nin hem ulaşılan hem de ulaşılamayan politik hedefleri, parçalanmış olan kadın hareketine bir yön sağlayabilir. Bu, her şeyden önce DDR mirasının da bir parçası.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Trump’ın seçim zaferi ve Ukrayna

Yayınlanma

Editörün notu: Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü’nde Moszkvater dergisine verdiği mülakatta, Rusya’nın Ukrayna savaşına ilişkin duruşunu ve Batı ile olan gerilimli ilişkilerini değerlendirdi. Ayrıca, Donald Trump’ın olası seçim zaferinin Avrupa ve küresel siyaset üzerindeki etkilerine dair görüşlerini paylaştı. Peskov, Trump’ın seçim kampanyasında barış çabalarına vurgu yapmasına rağmen, bu vaatlerin nasıl hayata geçirileceğine dair belirsizliklerin sürdüğünü ifade ediyor. Trump’ın önceki döneminde ABD ve Rusya arasında gergin de olsa bir diyalog olduğunu belirten Peskov, mevcut Biden yönetiminde bu diyaloğun tamamen kopmuş olduğuna dikkat çekiyor.


Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Rusya ile diyalog fırsatları, Trump’ın seçilmesi ve Ukrayna savaşı

Gábor Stier, Moszkvater (Macarcadan Almancaya çeviren: Éva Péli, NachDenkSeiten)

“Donald Trump’ın barışı nasıl tesis edeceği henüz net değil. Ancak Batı ittifakı, bu savaşı başlatmak bile istemeyen Rusya’yı stratejik bir yenilgiye uğratmayı hedefliyor.”

Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü toplantısında Moszkvater’e verdiği mülakatta bu sözleri dile getirdi. Peskov, Rusya ile AB arasındaki ilişkilerin geleceği ve Viktor Orbán’ın barış çabaları hakkında da soruları yanıtladı.

Gábor Stier: Donald Trump’ın zaferi, dolaylı olarak Viktor Orbán için de bir zafer anlamına geliyor. Zira muhtemelen AB liderleri arasında Trump’ı en çok destekleyen isim Macaristan Başbakanıydı. Ayrıca Orbán, Trump’ın vaatlerinden biri olan Ukrayna’da barış için de kararlı bir şekilde çalışıyor. Sizce Trump’ın zaferi, barışa ya da en azından müzakerelere bir adım daha yaklaştırır mı? Bu sonuç herhangi bir fark yaratır mı?

Dmitriy Peskov: Şu anki durum belirsiz ve bu konuda bir şey söylemek için henüz erken. Orbán’ın pragmatizmini biliyoruz ve bu krizden bir çıkış yolu bulma konusundaki kararlılığını görüyoruz. Aynı zamanda, Macaristan Başbakanının bu çatışmada Avrupa Birliği liderlerinin görüşlerini paylaşmadığını da gözlemliyoruz. Diyaloğu reddediyorlar. Fakat bir sorun bu şekilde nasıl çözülebilir? Bu mümkün değil. Trump da seçim kampanyası sırasında barış için çaba göstereceğini söyledi. Fakat bunu gerçekten yapacak mı? Bu fikri nasıl hayata geçirmeyi planlıyor? Bu kesinlikle belirsiz.

Henüz kimse barışın formülünü bilmiyor…

Evet, aynen öyle. Trump, önceki başkanlık döneminde de pek çok şey söyledi. Ancak Rusya bağlamında bunların hiçbirini görmedik. Yine de iki ülke arasında bir diyalog süreci olması onun lehine bir durumdu. Bu görüşmeler oldukça gergindi ama yine de bir diyalogdan söz edebiliriz. Trump’ın başkanlığı, bu anlamda Biden yönetiminden temel bir fark taşıyor.

Trump’ın zaferinin AB üzerindeki etkileri ne olacak sizce? AB elitleri bu sonucu çaresizlikle karşıladı…

Bakın, bu konuda da yalnızca Trump’ın geçmişte ya da seçim kampanyası sırasında söylediklerine dayanarak bir şey söyleyebiliriz. Trump bariz anlamda bir izolasyonist, bu yüzden Avrupa mallarının ABD’ye ihracatını kısıtlayacağı kesin. Gümrük vergilerini artıracak ve böylece Avrupalı üreticiler açısından işleri zorlaştıracak. Avrupa halihazırda Rusya’nın ucuz doğalgazı olmadan zor durumda. Onun yerine, pahalı ABD LNG’sine mahkûm oldular. Böylece Avrupalılar ABD’ye iki kat bedel ödüyor: Önce Rus gazının iki katı fiyatına LNG’yi ithal ediyorlar, sonra da mallarını ABD pazarında satmaya çalışırken zorlanıyorlar. Bu açıkça görülebiliyor.

Gábor Stier: Sizce bu durum AB için bir fırsat oluşturabilir mi? Trump’ın Avrupa’dan biraz uzaklaşması, ABD’nin sunduğu güvenlik garantisinin maliyetini artıracaktır…

Dmitriy Peskov: Evet, Trump zaten ilk başkanlık döneminde NATO üyelerinden savunma harcamalarını gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 2’sine çıkarmalarını talep etmişti. Şimdi ise bu koruma kalkanının maliyeti yüzde 3 ila 4 arasında olabilir.

Gábor Stier: Bu, ihtimal dışı değil. Fakat AB, stratejik özerkliğini güçlendirmek ve kendi savunma kapasitesini oluşturmak zorunda kalacak. Bu nedenle, Trump’ın zaferinin AB için bir fırsat da olabileceğini düşünüyorum.

Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Avrupa öncelikle kendi kimliğiyle ilgilenmeli. Bağımsız bir yapıya kavuşmalı ki kendi güvenliğini düşünmeye ve korumaya başlayabilsin. Şu anda Avrupa, Rusya’dan korkuyor. Ancak korkuyorsa, neden diyalog kurmuyor? Bunu anlamıyorum.

Gábor Stier: AB-Rusya-ABD üçgeninden baktığımızda mevcut durum, bu çatışma ve bölünme hem AB’yi hem de Rusya’yı etkiliyor. Ancak üçüncü taraf olan ABD, bu durumdan kazançlı çıkıyor. Siz de öyle düşünmüyor musunuz?

Dmitriy Peskov: Evet, AB ve Rusya kaynaklarını tüketirken, ABD bu durumdan ciddi paralar kazanıyor. Yaklaşık iki yılda bir buçuk trilyon dolarlık bir kazanç söz konusu.

Gábor Stier: Ayrıca Washington, stratejik hedeflerine de ulaşıyor…

Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Bu durum AB’yi ABD’ye daha da bağımlı hale getiriyor…

Gábor Stier: […] ve hem Avrupa’yı hem de Rusya’yı zayıflatıyor.

Dmitriy Peskov: ABD bu stratejik hedefi bir asırdır izliyor ve şimdi istediklerini aldılar. Çünkü Rusya ile AB arasındaki ilişkiler neredeyse tamamen bozulmuş durumda ve taraflar arasında artık neredeyse hiçbir diyalog yok.

Gábor Stier: Evet, bu oldukça mantıksız ve kesinlikle iyi bir şey değil. Peki sizce “askerî özel harekâtı” sona ermesinin ardından, savaşın bitiminden sonra, diyaloğu yeniden başlatmak ve ilişkileri yeniden şekillendirmek mümkün olacak mı?

Dmitriy Peskov: Tabii ki, ancak yeni bir temelde. Çünkü Rusya değişti. Neden bu özel askerî harekâtı başlattı? Çünkü kimse onun çıkarlarını dikkate almaya yanaşmadı. Daha önce de söylediğim gibi, Rusya değişti. Fakat yine de mantıklı bir diyaloğa açık kalmaya devam ediyor.

Gábor Stier: Eğer bu çatışmadan çıkış yolu bulma ve bir barış formülü geliştirme gerekliliğinden bahsedecek olursak, Ukrayna’nın silahsızlandırılması meselesinin müzakerelerde NATO üyeliği meselesinden daha önemli olabileceğini düşünüyorum. Zira NATO’ya katılmasa bile Kiev, Batı tarafından silahlandırılmaya devam ediyor. Bu durum Rusya için kabul edilemez bir senaryo ama Avrupa’daki istikrarı da güçlendirmiyor, aksine gerilimi sürdürmeye devam ediyor. Sizce Ukrayna’nın silahsızlandırılması için bir şans var mı?

Dmitriy Peskov: Şu an için böyle bir şans yok. Şu anda neredeyse herkes, savaşın devam etmesi gerektiğini ve Rusya’ya stratejik bir yenilgi yaşatmayı hedeflediklerini söylüyor. Washington’dan Paris’e, Londra’dan Berlin’e kadar bu söylem tekrarlanıyor.

Gábor Stier: Son bir soru: Eğer bu savaş çok uzun sürerse, diyelim ki beş yıl daha devam ederse, Rusya hayatta kalabilir. Ancak bu senaryo, ABD’nin çıkarlarına daha uygun görünüyor; zira Rusya’yı zayıflatmak onların stratejik amacı. Bu durum, nihayetinde Sovyetler Birliği’ni çökerten sürece oldukça benziyor. Sizce bu nedenle, savaşın bir an önce sona ermesi Rusya’nın çıkarına mı?

Dmitriy Peskov:

Evet, bu doğru. Rusya’nın bu savaşı istemediği aşikâr. Böyle bir niyeti yoktu. Savaş, her zaman çıkarların korunmasında başvurulacak son çaredir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English