Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Berlin Film Festivali ve ‘başkaldırı’nın çatlaklardan sızışı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, kazanan bazı sinemacıların Filistin’e yönelik mesajları nedeniyle Alman devletinin ve festival organizatörlerinin panik halinde ‘hasar kontrolüne’ giriştikleri Berlinale’den sonra yayınlandı. Yazarın, Berlinale’nin politik geçmişine ilişkin hatırlatmaları bugüne de ışık tutuyor: Festival, bir Amerikan projesidir, hatta belki de kültür-sanat-sinema alanındaki bir ‘Marshal Planı’ olarak bile görülebilir. Bu da yetmezmiş gibi uzun yıllar yöneticiliğini yapmış kişi eski (?) bir nazidir. Dolayısıyla Berlin’den gelen tepkiler çok da şaşırtıcı sayılmamalıdır. İşin güzel yanı ise, sinema emekçilerinin ‘sanatı koruma’ adına politik konum almaktan uzak durma anlayışını yavaş yavaş mahkum etmeye başlamalarıdır. Tünelin sonunda ulaşılmasa bile, bazı çatlaklardan ışık sızmaya başlamış görünüyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Ayrı Dünyalar: Berlinale 2024

Devika Girish
Film Comment
11 Mart 2024

İnce siyah bir duvar şeridi, Suneil Sanzgiri’nin Two Refusals (Would We Recognize Ourselves Unbroken?) adlı filmini oluşturan iki kanalı birbirinden ayırıyor. Okyanus dalgaları bir karenin kenarına çarpıp diğerine doğru dalgalanarak, her ikisi de Portekiz sömürgeciliğinin eski mekanları olan Hindistan ve Angola’daki bir çift isyan tarihini bir araya getiriyor. Yarım saatten biraz fazla süren film, 1961 yılına kadar Portekiz sömürgesi olan Hindistan’ın Goa eyaletinde emperyalistlere karşı savaşan bir aktivist ile bağımsızlığını yeni kazanan Angola devletinin yolsuzluklarına karşı Komünist Parti ile birlikte mücadele eden ve 1977 yılında Agostinho Neto tarafından idam edilen Hint kökenli Angolalı devrimci Sita Valles’in hikayelerini anlatıyor. Biri sömürgeciliğin, diğeri ise ‘post-’ önekiyle geçiştirilen her şeyin iki reddi, 1498’de Hindistan’ı ‘keşfeden’ Portekizli kaşif Vasco da Gama’yı taşıyan gemi bir fırtına tarafından engellenmiş olsaydı ne olabileceğini merak eden bir şair tarafından ortaya konuyor.

Ne olabilirdi diye sormak, ütopyadan daha azına razı olmamaktır; zafer adına kırıntıları reddederek huzursuzca direnmektir. Bu yılın 19 Ocak’ında Sanzgiri, 2024 Berlinale’sinin Forum Expanded bölümündeki İki Reddiye’yi geri çektiğini açıkladı ve uluslararası kültür işçilerini, ülkedeki Filistin yanlısı söylemin bastırılmasını protesto etmek için Alman kurumlarından emeklerini çekmeye çağıran bir kampanya olan Strike Germany [Grev Almanya] ile dayanışma içinde festivale ilk kez davet edilmesini geri çevirdi. Sanzgiri’den önce Toronto’da yaşayan Ganalı-Lesotholu sinemacı Ayo Tsalithaba, diasporik aidiyet üzerine meditasyon yapan görüntü ve metinlerden oluşan heyecan verici bir kolaj olan Atmospheric Arrivals adlı kısa filmini aynı bölümden çekti. Kanadalı sinemacı John Greyson da, öncü Alman seksolog Magnus Hirschfeld ile Çinli öğrencisi ve ortağı Li Shiu Tong arasındaki ilişkiye dair metinlerden oluşan eğlenceli, lo-fi bir opera olan Death Mask adlı kısasını geri çekti.

İlerleyen günlerde greve başka film yapımcıları da katıldı: Maryam Tafakory, 2023’te çektiği ve büyük beğeni toplayan Mast-del’in devamı niteliğindeki Sukhte-del adlı projesini tamamlamak için finansmana ihtiyacı olmasına rağmen –DM aracılığıyla bana söylediğine göre– festivalin laboratuvarlarından birinden çekildi. Sanatçılar Lawrence Lek, Monica Sorelle ve Advik Beni seçici Berlinale Talents programına davetlerini reddettiler. Fakat Tsalithaba, Sanzgiri ve Greyson dışında hiçbir sanatçı festivalin yaklaşık 200 filmden oluşan resmi programından çekilmedi. Sanzgiri bana, Arsenal Film ve Video Sanatı Enstitüsü tarafından düzenlenen ve Berlinale’nin bağımsız bir yan programı olan Forum Expanded’ın programcılarına seçkisini çekmeden önce bir teklifte bulunduğunu söyledi: Kamuoyuna ateşkes çağrısı yaparlarsa, filmin gösterilmesine izin verecekti. Verdiler ama sadece festivalin ikinci gününde. O zamana kadar geri çekilen filmler Arsenal’in web sitesinde yer almaktan öteye gidememişti. Grevcilerin “Ne olabilirdi ki?” diye düşündüklerini tahmin edebiliyorum.

***

Festivalin başlangıcında düzenlenen bir basın toplantısında jüri üyesi Christian Petzold, Berlinale’nin Filistin’deki soykırım konusundaki duruşu (ya da duruşsuzluğu) ve sağcı AfD partisi üyelerinin açılış törenine davet edilmesi –sonra da davet edilmemesi– etrafında dönen tartışmaları yorumladı: “Sanatçılar bir basın toplantısında Gazze’den, sonra Ukrayna’dan, sonra da beş AfD’liden bahsedince, bir noktada kendi kendime film izlemek için burada olduğumuzu düşünüyorum.” Bu, festivaldeki pek çok katılımcıdan duyduğum bir nakarattı; özellikle de geçen yıl Berlinale’nin başlıca finansörü olan Alman Kültür Bakanlığının önerdiği liderlik değişikliklerinin, Sanat Yönetmeni Carlo Chatrian’ın 2024 edisyonunun son edisyonu olacağını açıklamasıyla sinema camiasında yarattığı kargaşa göz önüne alındığında. Katılımcılardan biri bana böyle bir festivalde ‘sinemanın gerçek inananlarının’ savunulması gerektiğini, aksi takdirde devletin kazanacağını savundu.

Bu iddialar, sanata ve sanat alanlarına, siyasi amaçlar için araçsallaştırmak yerine, kendi içinde korunmaya değer, kutsal bir şey olarak duyulan inançtan kaynaklanıyor. Fakat uluslararası film festivallerinin tarihine kısaca göz atmak bile bu sözde apolitiklik geleneğinin bir fantezi olduğunu gösterir. Venedik Film Festivali Benito Mussolini’nin, Cannes ise onun ilerici karşıtı olarak ortaya çıktığında, Berlinale 1951’de Berlin’de görev yapan Amerikalı bir subay olan Oscar Martay’ın girişimiyle ‘özgür dünyanın vitrini’ ya da bir yazarın deyimiyle ‘ihtişamın Marshall planı’ olarak kuruldu. Bu, hem Müttefik güçlerin savaş sonrası Berlin’in kültürel ortamını canlandırma girişimi hem de Hollywood’un Almanya’da bir varlık ve pazar oluşturması için bir araçtı. Haziran 1951’de düzenlenen ilk edisyonun açılış seçkisi, Alfred Hitchcock’un İkinci Dünya Savaşı’nda Müttefiklerle yaptığı yakın işbirliğinin onuruna Rebecca (1940) oldu. Joan Fontaine onur konuğuydu.

Başka bir deyişle, Berlinale’nin kuruluşu jeopolitik bir manevraydı ve jeopolitik, festivali tarihi boyunca şekillendirmeye devam etti. Festivalin ilk direktörü, 1976 yılına kadar bu görevi yürüten sinema tarihçisi Alfred Bauer’di; 2020 yılında Nazi geçmişinin ortaya çıkması, akademik çalışmalara ve Berlinale’nin açıklamalarına yol açtı. İkinci edisyonda, Orson Welles’in Othello filmi, yönetmenin ‘Alman karşıtı sözleri’ nedeniyle festivalden yasaklandı ve 1970’te George Stevens başkanlığındaki jüri, Michael Verhoeven’in Vietnam Savaşı sırasında ABD vahşetini grafiksel olarak tasvir eden O.K. filminin ‘Amerikan karşıtlığı’ konusundaki anlaşmazlıklar nedeniyle istifa etti ve hiçbir ödül verilmedi. 1979’da birkaç sosyalist ülke, Michael Cimino’nun The Deer Hunter filminin Vietnamlıları yanlış ve saldırgan bir şekilde tasvir etmesini protesto etmek için filmlerini geri çekti. Dünyadaki olaylar festivali film seçkisinin çok ötesinde de etkiledi: Geçen yıl, Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski Berlinale’nin açılış töreninde, festival yönetiminin Ukrayna ile dayanışma içinde olduğuna dair sert açıklamasının ardından konuştu.

***

Bu tarihin vurguladığı şey, özdeyişte olduğu gibi ‘tüm sanatın politik olduğu’ değil, sanat yapmanın, finanse etmenin ve göstermenin her zaman, ayrılmaz bir şekilde, dünyamızın politikasıyla bir ilişki olduğudur. Grev Almanya’yı harekete geçiren bu bakış açısı, sorumluluğu sanattan alıp, failliği emeğine dayanan bir işçi ve siyasi aktör olarak sanatçıya yüklüyor. Ocak ayında başlatılan kampanya, kamu fonlarının Alman sanat dünyasındaki yerleşik rolünün ve bunun sonucunda kültürel alanda Filistin yanlısı seslerin sansürlenmesinin, özellikle de Uluslararası Holokost Anma İttifakının (IHRA) İsrail’e yönelik eleştirileri antisemitizmle bir tuttuğu gerekçesiyle yaptığı resmi açıklamanın altını çiziyor (Berlin Senatosu geçtiğimiz aralık ayında, şehir fonlarından yararlananların IHRA’nın tanımına uymasını zorunlu kılan bir madde açıklamış, fakat ertesi ay ‘yasal kaygılar’ nedeniyle bu maddeden vazgeçmişti). Grev Almanya kampanyasında basın saatine göre yaklaşık 2.000 imza bulunuyor.

 

Grevin organizatörlerinden biri (isminin açıklanmasını istemedi) bana grevin, soykırım ve baskı karşısında diğer tüm mücadele biçimlerinin sönük kaldığı bir anda ‘yeni bir model’ olarak tasarlandığını söyledi. Bu, geçimleri Alman kamu fonlarına bağlı olmayan uluslararası sanatçılara müttefikliklerini göstermeleri için açık bir çağrıdır. Grev Almanya, ‘grev kırıcı damgasını’ ya da grev hattı modelini reddediyor; kampanya, çok sayıda direniş taktiğinden biri ve bir tür ahlaki yüksek çıta anlamına geliyor. Organizatör bana şunları söyledi: “Sanırım Berlinale’nin başlarında, geri çekilecek kişilerin festivalin çeperlerinde yer alanlar –örneğin, hem içerik hem de üretim araçları açısından politik olarak daha açık olma eğiliminde olan Forum Expanded segmentinde yer alanlar– olacağı netleşti.” “Bu, grevin genel dinamiklerinin kristalleşmesidir. Grev hakkında şöyle bir düşünce tarzı var: Eğer gücün yetiyorsa greve gitmelisin. Ama sonuçta greve gidenler, bunu gerçekten karşılayamayan insanlar – yaptıkları işin içeriği nedeniyle zaten daha büyük bütçelerden ve daha büyük ekonomilerden dışlanmış olan insanlar.”

Grev festivalde daha küçük bir varlık gösterse de, film işçileri ve sanatçılar için bir eylemlilik krizini ortaya çıkardı. Hayatta kalmak için kurumlara –devlet ya da şirketler– borçluysak, işimizin sahibi kimdir? Bu kriz, eleştirmen Negar Azimi’’ye göre, “belli belirsiz ama muzaffer bir şekilde ‘politik sanat’ olarak adlandırılan yeni bir sanat eserinin yükselişi” nedeniyle son yirmi yılda daha da derinleşti. İdeolojik savaşların estetik alanında başarıyla yürütülebileceği düşüncesi, sanatçıların ve kurumların hem pastalarını yiyip hem de karınlarının doymasına olanak tanıyor: davalara bağlılıklarını, onları ilerletmek için maddi eylemlerde bulunmadan ifade etmek. Berlinale’nin 1968 edisyonuyla ilgili DW.com’un aktardığı bir ayrıntı aydınlatıcıdır: O yıl Cannes Film Festivalinin protestolar nedeniyle kısıtlanmasından endişe duyan organizatörler, öğrenci hareketiyle ilgili ‘podyum tartışmalarını’ alelacele programa dahil etmişlerdir.

***

Modern festivallerin çalışma tarzı budur: tüm siyasi sorumluluğu ‘açık diyalog’ kurgusuna yüklemek ve ‘demokrasi’ adına eylemden kaçınmak. Berlinale’de bu durum, Potsdamer Platz’ın kenarına, Five Guys’ın yanına park edilmiş, tecrit edilmiş ahşap bir yapı olan ‘Küçük Ev’ tarafından gerçek anlamda hayata geçirildi. 17-19 Şubat tarihleri arasında günde dört saat açık olan bu yapıya girenler, Tiny House projesini kuran İsrail asıllı Alman-Yahudi sanatçı Shai Hoffmann ve Filistinli eğitimci Ahmad Dakhnous tarafından yürütülen tartışmalara katılabiliyordu. Tiny House’u ziyaret ettiğimde, odaya yaklaşık 10 kişi sıkıştırılmıştı ve sohbet, kamusal alanın derinden bölündüğü bir zamanda samimi diyalog alanlarının gerekliliği ve rahatlatıcılığı üzerineydi. Görünüşte düşmanca olmayan bir ortamda soru sormak ve fikir beyan etmek şüphesiz bazıları için katartik bir deneyimdi, ama merak etmekten kendimi alamadım: tam olarak ne amaçla? Özel diyalog besleyici ve hatta eğitici olabilir, fakat gerçek değişim –özellikle de söz konusu olan yaşam ve ölüm olduğunda– sadece güce başvurarak sağlanabilir. İster hukuk, ister sermaye, isterse kamusal söylem olsun, iktidar alanlarını ele almadan tartışmaya girmek, yalnızca kişinin kendi vicdanını rahatlatmasına hizmet eder.

Buna karşılık, bağımsız olarak küratörlüğünü üstlendiği Panorama bölümünden bir seçki olan No Other Land’in [Başka Ülke Yok] prömiyeri, diyalog ve işbirliğinin neye benzeyebileceğine dair daha enerji verici bir örnek sundu. Gazeteciler Basel Adra ve Yuval Abraham’ın da aralarında bulunduğu Filistinli ve İsrailli sanatçılardan oluşan bir kolektif tarafından yönetilen film, Batı Şeria’daki Masafer Yatta halkının İsrail Savunma Kuvvetleri tarafından şiddet kullanılarak sürülmesini gösteren 2019-2023 yılları arasında çekilmiş görüntülerden oluşuyor. Görüntüler doğrudan, acımasız ve tartışılmaz; buldozerlerin ve silahlı İsrail askerlerinin Filistinlilerin önemsiz evlerini ve yaşamlarını yerlerinden sökmesini izlemek ve bu sahnelerin günümüzde sosyal medyayı dolduranlarla benzerliğini fark etmek iç parçalayıcı. Yine de son aylar bize bir şey gösterdiyse, o da şiddet görüntülerinin kendi başlarına değişim açısından umduğumuzdan çok daha az etkiye sahip olduğudur. Daha 1980’de John Berger, Vietnam’daki savaş suçlarını gösteren fotoğrafların izleyiciyi sadece içerikleriyle değil, aynı zamanda ‘kendi kişisel ahlaki yetersizliğini’ ortaya çıkararak da şok ettiğini, bunun kefaretinin de aynı şekilde bireysel ve ahlaki olduğunu, en iyi ihtimalle insani bir katkı olduğunu savunmuştu.

Fakat Başka Ülke Yok, ne acıma ne de şok hissi uyandırmayı amaçlıyor. Adra’nın filmin sonlarına doğru dış sesle söylediği gibi, bu “güç hakkında bir hikaye.” Savaşın bir olay değil, bir yapı olarak portresi; birbirlerinden 30 dakika uzakta yaşayan, fakat sürekli olarak bir apartheid devleti olarak tanımladıkları yerde tamamen farklı siyasi özneler olan aynı yaştaki iki genç adam arasındaki dostluğun güzel, çoğu zaman şiirsel bir portresi. İsrail tüfeklerinin namluları karşısında, bedenlerini tankların önüne atarken, ikisi de güçsüzdür. Filmin etkisi, ölçüsüz dehşet karşısında kendimizi yetersiz hissetmemizi sağlamak değil, şiddetin gücün ele geçirilmesi olduğunu ve adaletin ancak bu gücün geri kazanılmasıyla gelebileceğini hatırlatmaktır. Ayakta alkışlanan gala gösteriminde Adra ve Abraham bu gerçekleri yinelemek için sahneye çıktılar: Adra, Berlinale’yi ateşkes çağrısı yapmadığı için, Alman devletini de Gazze’de İsrail’i silahlandırmaya devam ettiği için eleştirdi; Abraham ise ikisinin ortak yönetmen olarak sahneyi paylaşmalarının dünyanın gözünde eşit oldukları anlamına gelmediğini vurguladı. Bu konuşma 24 Şubat’ta En İyi Belgesel Film Ödülünü kazandıkları ödül töreninde de yankılanacaktı; Alman Kültür Bakanı Claudia Roth’un alkışlarının sadece Abraham’a yönelik olduğunu açıklayan bir bildiri yayınlamasıyla da bu mesaj trajikomik bir şekilde pekiştirilmiş oldu.

Görüştüğüm Grev Almanya organizatörü, “Ödül seçimi ile sistemin idari tarafının resmi retoriği arasındaki ikileme tanık olmak ilginçti,” dedi. “İçeriden ve dışarıdan gelen çifte çaba, çelişkileri verimli bir şekilde artırıyor.” Gerçekten de bu yılki festivalin sonunda çatlaklar kendini göstermeye başlamıştı: Grevle başlayan süreç, zincirleme protestolara, kurumdan yetkiyi geri alma girişimlerine yol açtı. Festival çalışanlarından oluşan bir koalisyon, yönetimin Gazze’de ateşkes çağrısında bulunmasını ve tüm rehinelerin serbest bırakılmasını talep eden bir mektup yayınladı. Geçmişte Forum Expanded programlarına ev sahipliği yapan SAVVY Contemporary ve genellikle Avrupa Film Pazarında (EFM) yer alan Filistin Film Enstitüsü gibi uzun süredir işbirliği içinde olan kuruluşlar festivale katılmadı ve bunun yerine, Filistinli yönetmen Carol Mansour’un Berlinale’den reddedilen filmi Aida Returns’ün gösterimi de dahil olmak üzere bağımsız programlara ev sahipliği yaptı. Bir noktada, film işçileri ve aktivistler, çeşitli ülkelerin bayrakları arasında ‘Işıklar, Kamera, Soykırım’ yazılı siyah bir bez açarak EFM’yi sürpriz bir pankartla kesintiye uğrattı. Abraham ve Adra, Mati Diop (Dahomey) ve Ben Russell ve Guillaume Cailleou (Direct Action) gibi keskin politik ve sömürge karşıtı filmleriyle ödül alan yönetmenler Filistin’le dayanışma açıklamaları yaptılar ve bu da Berlinale İcra Direktörü Mariëtte Rissenbeek’in, kazananların ‘daha farklı açıklamalar’ yapmasının daha ‘uygun’ olacağını iddia ederek sıra dışı bir tepki vermesine neden oldu.

Hiç değilse bu, sanatçı ile kurum arasındaki anlaşmaların yıpranmaya başladığının bir işareti. Reddetme olasılığı başını kaldırdı.

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bundan sonra Suriye

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.


Bundan sonra Suriye

Esad Ebu Halil, Consortium News

Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.

Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.

Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.

Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?

Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.

Baba: Hafız Esad

Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.

Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.

Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.

1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.

Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.

Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.

1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.

2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.

Rejimin sonunu getiren 15 neden

Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:

1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.

2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.

3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.

4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)

5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.

6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.

7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.

8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.

9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.

10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.

11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.

12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.

13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.

14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.

15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.

Cihatçıların güzellenmesi

Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.

Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.

Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.

Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.

Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English