Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

‘Bidenomics’in jeopolitik boyutu

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Çin’in yükselişi ABD müesses nizamı nezdinde son 30 yılın en ciddiye alınması gereken fenomeni ve dünyanın geri kalanında atılan askeri, siyasi ve iktisadi adımlar doğrudan veya dolaylı olarak bununla ilgiliydi. Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın nisan ayında Brookings Enstitüsü’nde ana hatlarını çizdiği yeni Amerikan manifestosu saldırgan bir görünümdeydi ve tarih bu gibi güç mücadelelerinin savaşsız bitmeyeceğini göstermişti. Bu örnekte de durumun buraya doğru gittiği anlaşılıyor ve bunun için eskinin aksine, toplumsal rızanın tesis edilmesi adına, daha karmaşık bir söylemin benimsendiği görülüyor. Amerikalı tarihçi ve yazar Grey Anderson’ın değerlendirmesi.


İnkâr stratejileri

Grey Anderson
New Left Review
15 Haziran 2023

Amerikan solunda Biden yönetiminin sanayi stratejisi hakkında hararetli bir tartışma yaşanıyor. Tartışmalar, Enflasyonu Düşürme Yasasının (IRA) yanı sıra Amerikan Kurtarma Planı, iki partiden de onay alan Altyapı Yasası ve CCHIPS (Amerika için Yarı İletkenler Üretmek Amacıyla Yardımcı Teşvikler Yaratma) ve Bilim Yasasını da hesaba katarsak toplamda yaklaşık 4 trilyon doları bulan devasa teşvikin açtığı kapılara, binaların güçlendirilmesi için “ilerici teknokratlar” eğitilmesinden küresel aşırı kapasite ve düşen iktisadi büyüme koşulları altında kapitalist devlet öncülüğündeki “karbonsuzlaştırmanın” uygulanabilirliğine odaklandı.

Şimdiye dek yapılan değerlendirmeler, ilkine vurgu yapılsa da “iyi, kötü ve çirkin” ayrımıyla karışık bir şekilde yapıldı. IRA tarafından vaat edilen istihdam büyümesi ve faydalı “yeşil” işler göz ardı edilemezse, eksiklikleri -konut ve toplu taşımada finansman eksikliği, elektrik sektöründe kısırlaştırılmış düzenleyici standartlar, petrol ve gaz üreticilerine kamu arazilerine erişim sağlayan kira sözleşmeleri- de göz ardı edilemez. Jacobin‘de yer alan örnek bir değerlendirmeye göre “IRA, aynı anda hem fosil yakıt endüstrisinin devasa bir armağanı, hem temiz enerjiye yapılan tarihi ama yetersiz bir yatırım, hem de küresel felaketi önlemek adına en işe yarar umudumuz.”

Başka bir deyişle, soldan yapılan eleştiri “yetmez ama evet”in ötesine geçti, ancak belki de çok ötesine geçmedi. Bu tartışmalarda bu ulusal yatırım hamlesine güç veren, ABD anakarasındaki üretimi yeniden şekillendiren, lityum madenlerini paketleyen ve Çin’i geride bırakmak amacıyla mikroçip fabrikalarının militarize edilmiş bir teşebbüsle inşasına sponsor olan jeostratejik mantık neredeyse hiç yer almıyor.

İktidar koridorlarından bakıldığında, ABD’nin sanayi politikasının Çin karşıtı yönelimi, yeşil “geçişin” talihsiz bir yan ürünü değil, motive edici gayesi. Kavramsallaştıranlar için, yeni altyapı harcamaları dönemini yöneten mantık özünde jeopolitiktir; emsali Yeni Düzen’de[1] değil, Soğuk Savaş’ın askeri Keynesçiliğinde aranmalıdır, bunu uygulayan “akil adamlar” tarafından Amerika’nın Sovyetler Birliği’ne karşı mücadelesinde zaferin bir koşulu olarak görülmüştür.

1945’ten sonra olduğu gibi bugün de karar alıcılar, kendilerini bir “dönüm noktasında” görüyorlar. Geleceğin Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, 2020 başkanlık kampanyası sırasında “Tarih yine kapıyı çalıyor,” diye yazmıştı:

“[…] Çin ile artan rekabet ve uluslararası siyasi ve ekonomik düzendeki değişimler, günümüz dış politika kurumlarında da benzer bir içgüdüyü tetiklemelidir. Günümüzün ulusal güvenlik uzmanları son kırk yılın hâkim neoliberal ekonomi felsefesinin ötesine geçmelidir… Amerikan ulusal güvenlik camiası haklı olarak ABD’nin Çin karşısındaki uzun vadeli rekabet gücünü belirleyecek olan altyapı, teknoloji, inovasyon ve eğitim yatırımları konusunda ısrarcı olmaya başlamıştır.”

Carnegie Vakfı tarafından hazırlanan, Sullivan ve diğer Biden danışmanlarının imzasını taşıyan raporda uzun uzun anlatılan “orta sınıfa hizmet eden dış politika”, ulusal güvenlik ve ekonomik planlama arasındaki hayali ayrımları yıktı. Küreselleşen iki taraflı ticaretin diğer güçleri Amerikan hegemonyasını kalıcı olarak kabul etmeye teşvik edeceği umutları boşa çıkmıştı. Sırada başka bir yaklaşım vardı. Biden, dış politika açılış konuşmasında “Artık dış politika ile iç politika arasında parlak bir çizgi yok. Yurt dışında attığımız her adımı Amerikalı çalışan aileleri düşünerek atmalıyız,” demişti. Trump’ın opioid krizinin ve ‘Amerikan kıyımının’ sanayisizleşmiş merkez bölgelerinde kazandığı zafer, Demokrat müesses nizamı sarsmıştı. Goldman Sachs için iyi olanın artık Amerika için de iyi olması gerekmiyordu.

Ortodoksluktan bu kopuşun ardındaki küresel motivasyona dair pek bir gizem yok. Dışişleri Bakanı Antony Blinken’in Mayıs 2022’de vurguladığı üzere Çin, “hem uluslararası düzeni yeniden şekillendirme niyetine hem de giderek artan bir şekilde bunu yapabilecek iktisadi, diplomatik, askeri ve teknolojik güce sahip tek ülke.” Daha da kötüsü, “Pekin’in vizyonu bizi son yetmiş beş yılda dünyanın ilerlemesini sağlayan evrensel değerlerden uzaklaştıracak.” Ancak ne mutlu ki, söz konusu değerlerin garantörü tepki vermeye hazırdı: “Biden yönetimi, ekonomik ve teknolojik etkimizi devam ettirmek ve genişletmek, ekonomimizi ve tedarik zincirlerimizi daha dirençli hale getirmek ve rekabet gücümüzü keskinleştirmek için modern bir sanayi stratejisinden başlayarak, ulusal gücümüzün temel kaynaklarına geniş kapsamlı yatırımlar yapıyor.” Blinken rekabetin çatışmayı gerektirmediğini de sözlerine ekledi. Fakat Çin’i “koşu rakibi” olarak tanımlayan Beyaz Saray, “askeri yatırımları 20. yüzyılın çatışmaları için tasarlanmış platformlardan daha uzun menzilli, bulunması daha zor, taşınması daha kolay asimetrik sistemlere doğru kaydırmakla” başlayarak savaş olasılığından da kaçınmayacak.

Üç ay sonra Enflasyonu Düşürme ve CHIPS yasalarının kabulü “iç politika ile dış politikanın derin entegrasyonunu” somutlaştırdı. Önemli yapay zekâ ve yarı iletken bileşenlerinin Çin’e ihracatına eylül ayında getirilen ve bir sonraki ay getirilen kısıtlamalar, gerçek bir ekonomik savaş ilanı olan “chokepoint”[2] veya “stranglehold”[3] teknolojilerini tekelleştirme çabasını teyit etti. CSIS’te yer alan bir analize göre “Bu eylemler, ABD hükümetinin yalnızca tıkanma noktasında kontrolünü korumak için değil, aynı zamanda Çin’in teknoloji endüstrisinin büyük bölümlerini aktif olarak boğmaya -öldürme niyetiyle boğmaya- yönelik yeni bir politika başlatmak konusunda eşi görülmemiş bir müdahale başlattığını gösteriyor.” Sullivan, kaygı verici bir şekilde Manhattan Projesine atıfta bulundu. ABD’nin çok uzun zamandır hassas yüksek teknoloji alanlarında sadece “göreli” bir avantaj peşinde koştuğunu, bundan böyle “mümkün olduğunca büyük bir liderliği muhafaza edeceğini” savundu. Ukrayna’nın işgalinin ardından Moskova’ya karşı uygulanan teknoloji kısıtlamalarının “ihracat kontrollerinin sadece önleyici bir araçtan daha fazlası olabileceğini” gösterdiği söyleniyordu. Savunma jargonunda tedarik zinciri blokajı, ekonomik ve stratejik varlıkların mübadele edilebilir olmasının önemli bir örneği.

Washington’da çalan şarkı asker bandosu. Kongre’nin IRA’yı oylamasından haftalar önce Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi, bir düzine F-15 ve USS Ronald Reagan uçak gemisi vurucu ekibinin eşlik ettiği bir hava kuvvetleri jetiyle Taipei’ye gitti (Thomas Friedman’ın ifadesiyle “son derece pervasız, tehlikeli ve sorumsuzca”; Çin Dışişleri Bakanlığı’na göre “büyük bir siyasi provokasyon”). Ancak ABD’nin askeri tehdidinin artması Biden yönetiminin gelmesiyle birlikte başlamıştı; Trump’ın palavralarını düzeltmek şöyle dursun, bu palavraların üzerine yenilerini eklemiş, yalnızca hoşnutsuz NATO ve SEATO müttefiklerini projeye yeniden dahil etmekle yetinmişti.

2021’in başında “Quad” ittifakın yeniden canlandırılmasından bu yana, kısa süre sonra AUKUS paktıyla tahkim olan Amerika, halihazırda geniş olan üs takımadasını genişletti, hızla konuşlandırılabilir mobil kuvvetler, derin deniz saldırı kabiliyetleri ve insansız sistemlerle yatırım yaptı. Savunma Bakanlığı’nda Asya’dan sorumlu Ely Ratner’e göre maksat, “Hint-Pasifik bölgesinde daha dayanıklı, hareketli ve ölümcül bir varlık” oluşturmak. ABD ile Japonya arasındaki ortak deniz tatbikatlarının 2022 sonbaharında hızlandırılması, Tokyo’da Çin’in yarattığı “benzeri görülmemiş” tehdide yönelik yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde özetlenen kayda değer bir değişimin sinyalini verdi; yüzlerce Tomahawk seyir füzesi siparişi ve yeni kurulan bir Deniz Kıyı Alayı’nın Okinawa’ya konuşlandırılması da bunu izledi.

2023 yılının başında, tanımlanamayan balon gözlemleri üzerine yaşanan panik, ABD Hava Hareketlilik Komutanının “içgüdülerinin” Amerika’nın 2025 yılına kadar Çin ile savaşa gireceğini söylediği bir belgenin sızdırılmasıyla aynı zamana denk geldi. Şubat ayında Pentagon, silah satışlarındaki artışla birlikte Tayvan’a konuşlandırılan kuvvetleri dört katına çıkarmayı planladığını açıkladı ve yetkililer, artık Çin’in işgal başlatması durumunda adanın yarı iletken üretim tesislerini havaya uçurma fikrini alenen dile getiriyor. Biden, uzun süredir devam eden diplomatik “Tek Çin” formülünü (hem Pekin hem de Kuomintang’ın Taipei’si tarafından iddia edilen ve Washington tarafından 1972 Şanghay Bildirisinde resmen kabul edilen) açıkça çiğneyerek, böyle bir durumda güç kullanma niyetini defalarca teyit etti. Yönetimin “stratejik muğlaklıktan” vazgeçtiği, Ulusal İstihbarat Direktörü Avril Haines’in bu mart ayında Senato’da verdiği ifadede de doğrulandı. Periyodik olarak dile getirilen “buzların erimesi” söylemi yalnızca tırmanma eğiliminin altını çiziyor.

Amerikan solunda Bidenomics’in uluslararası etkileri konusunda süregelen bir muğlaklık varsa şayet, nisan sonunda Brookings Enstitüsü’nde yaptığı ‘ABD’nin Ekonomik Liderliğini Yeniden Tesis Etmek’ başlıklı konuşmada Sullivan tarafından giderilmiş olmalıı. Konunun Ulusal Güvenlik Danışmanı’na emanet edilmesine şaşıranlara karşı Sullivan bir kez daha, güçle ilgili ve siyasi kaygıların Panglossçu[4] piyasa köktenciliğine göre öncelikli olduğu konusunda ısrar etti. Çin’in yükselişi küreselci laissez-faire[5] nostaljisinin aleyhine bir delildi. Çin’in “askeri hırsları”, “piyasa dışı iktisadi uygulamaları” ve Batılı “değerlerden” yoksun olması -Pekin’in lityum, kobalt ve diğer “kritik madenler” üzerindeki hakimiyetinden bahsetmeye bile gerek yok- mutlak bir yanıt gerektiriyordu. Elektrikli araç ve mikroçip üretimine yatırım, Kuşak ve Yol Girişimine bir yanıt olarak tasarlanan Çin karşıtı bir ticaret karteli Küresel Altyapı ve Yatırım Ortaklığı ile birlikte ilk taksitti. Sullivan sözlerini şöyle sürdürdü: “Kendi ülkemizde sanayi stratejimizi açık bir şekilde sürdüreceğiz, fakat dostlarımızı geride bırakmamaya da kesin olarak kararlıyız.”

Bu ‘yeni Washington Mutabakatı’nın boyutlarını ölçmek için Hazine Bakanı Janet Yellen’ın önceki hafta Johns Hopkins İleri Uluslararası Çalışmalar Okulu’nda yaptığı konuşmayı dinlemek yeterli olacaktır. “Şahin” Sullivan’a karşı “güvercin” olarak bilinen Yellen, sözlerine “Çin’in piyasa reformlarından uzaklaşarak komşularını ve dünyanın dört bir yanındaki ülkeleri zayıflatan, daha devlet odaklı bir yaklaşıma yönelme kararına” işaret ederek başladı: “Bu durum, Çin’in sadece Hint-Pasifik bölgesinde değil, aynı zamanda Avrupa ve diğer bölgelerde de ABD ile müttefik ve ortaklarımıza karşı daha çatışmacı bir tutum sergilemesiyle ortaya çıkmıştır. Gergin bir konjonktürle karşı karşıya kalan ABD’nin ekonomi politikası dört hedefe uyacaktı; birincisi, Washington ve müttefiklerinin ‘ulusal güvenlik çıkarlarını’ teminat altına almak; ikincisi, ‘dünyanın neresinde olursa olsun insan hakları ihlallerini engellemek ve caydırmak için araçlarımızı kullanmaya’ devam etmek; üçüncüsü, ‘adil olmayan iktisadi uygulamalarını’ tersine çevirmesi ve ‘kurallara dayalı küresel iktisadi düzene’ bağlı kalması koşuluyla Çin ile ‘sağlıklı rekabet’; dördüncüsü, ‘iklim ve borç sıkıntısı gibi konularda işbirliği’.” Ulusal güvenlik, küresel polislik, rekabet, işbirliği; hiyerarşi netti.

Beyaz Saray, söylem düzeyinde amacının Çin’den ekonomik anlamda “ayrışmak” değil, daha ziyade “riskten arınmak” -Avrupalıları Washington’un dümen suyunda yürümeye zorlayan AB’nin sözüm ona şefi Ursula von der Leyen’in keşiflerinden– olduğunda ısrarcı oldu. Ancak Biden’ın politikaları, bu son anlaşmada “dostlara” biçilen kader konusunda şüpheye yer bıraktı. ABD’nin onlarca yıldır serbest ticaretin kutsallığına atfettiği övgüler eşliğinde iklim hedeflerinden vazgeçmesi, Almanya ve Fransa’yı gümrük vergilerinin, sermaye kontrollerinin ve sanayiye yönelik devlet teşviklerinin kırbaç gibi geri dönmesine karşı hazırlıksız yakaladı. Ocak 2023’te von der Leyen tarafından açıklanan ‘Yeşil Anlaşma’nın özü olan ‘Yeni Nesil AB’, Avrupa hükümetlerine IRA ile mukayese edilebilecek bir meblağ olan 720 milyar avro tutarında hibe ve kredi sunuyor; fakat Kate Mackenzie ve Tim Sahay’ın gözlemlediği üzere AB ülkeleri, Ukrayna’daki vekalet savaşından kaynaklanan enerji krizini dengelemek adına sadece geçtiğimiz yıl neredeyse bir o kadar teşvik ödedi. Scholz ve Macron’un Pekin ziyaretleri bir yana AB, Asya’da NATO hamiliğine karşı çıkma konusunda, Avrupa’da bağımsız hareket etme konusunda olduğundan daha az iştahlı görünüyor. Von der Leyen’in Brüksel’deki yardımcısı Josep Borrell, son olarak üye ülkelere Güney Çin Denizi’nde devriye gezmeleri için savaş gemileri göndermeleri çağrısında bulunurken görülmüştü.

Teknoloji ambargoları, yaptırımlar ve ittifak politikaları, Pentagon’un savaş planlamacıları tarafından “inkâr” parolası altında addedilen daha geniş bir stratejik bakış açısında yerlerini alıyorlar. Görünürde bu tedbirler, “askeri kirpi” Tayvan başta olmak üzere ABD’nin Çin sınırlarındaki ileri mevzilerini korumayı amaçlıyor. Yönetimin Çin’in bölgedeki emellerini “inkâr” etmeye hazırlanması gerektiği, detaylar konusundaki anlaşmazlıklara rağmen, “itidal” odaklı Quincy Enstitüsü’nden Heritage Foundation ve Center for a New American Security’ye kadar geniş bir kuruluşun onayını aldı. Çevreleme gibi, onun yakın selefi olan “inkâr” da değişken bir kavram. Bazıları için kontrol ya da önceliğe karşıt pozisyonuna vurgu yapılırken -Amerikan gücünün kendisine meydan okuma fikrini bertaraf edecek kadar müthiş olması gerektiği fikri- caydırıcılık teorisinden ilham alan diğerleri “cezalandırma” ya da bir düşmana post facto[6] kabul edilemez zarar verme tehditleri ile bir bölgeyi fethedilemez hale getirmeyi amaçlayan aktivist bir askeri tavır arasında bir ayrım yapıyor.

Her iki durumda da Washington, kendisi dışında herhangi bir ülkenin dünyanın büyük güç merkezlerinden birine (Asya, Avrupa, Basra Körfezi) hâkim olmasını engelleme zarureti ile yirmi yıldır bitmek bilmeyen silahlı maceraların ardından yurttaşlarının yurt dışında büyük bir uluslararası savaşı destekleme konusundaki muhtemel isteksizliğinin ispatlarını görünmez kılmak zorunda. En etkili teorisyeni olan Elbridge Colby’e göre, “inkâr stratejisi” her iki kritere de cevap veriyor, kamuoyunu harekete geçirme konusunda zemin hazırlarken kaynakları da muhafaza ediyor. Bu bağlamda, Amerikan solunun Bidenomics’in ülke içindeki etkisine gözünü kırpmadan odaklanması, Webb’ler ve Bernstein’ların emperyalistler arası rekabet ve sömürgeci yağmalar felakete doğru hızlanırken kendi yerli işçi sınıflarının pastadan daha fazla pay almasını kutladıkları Avrupa belle époque‘unun[7] “sosyal emperyalizminin” yankılarını barındırıyor.

Elbette ideal olarak Washington, Amerikan teçhizatının gelişmişliğinin ve Asya’daki “hegemonya karşıtı” koalisyonunun gücünün Pekin’i Tayvan ya da Filipinler’e yönelik her türlü planından caydırmasını tercih eder. Fakat Donanma İstihbarat Direktörü Tuğamiral Michael Studeman’ın da uyardığı üzere “çok geç kalmış olabiliriz.” Böyle bir durumda asıl önemli olan Çin’in savaş başlatmaya zorlanması. Konuyla ilgili tarihsel benzetme, 1941 yılında Amerika’nın petrol ambargosu nedeniyle Pearl Harbor’a korkunç bir saldırı düzenleyen ve böylece o zamana kadar isteksiz olan halkı harekete geçiren Japonya İmparatorluğu. Colby, “Odaklanmış bir inkâr savunmasının büyük olasılıkla başarısız olacağı koşullarda ABD’nin stratejik hedefi, Çin’i Japonya’nın gönüllü olarak yaptığını yapmaya zorlamak olmalıdır: Çin, emellerine ulaşmaya çalışmak için, genişletilmiş koalisyondaki halkların müdahale etme kararlılığını teşvik edecek ve sertleştirecek şekilde davranmalı ve bu halklar, savaşı kazanabilecekleri bir düzeye kadar yoğunlaştırmalı ve genişletmelidir. Planlar buna göre yapılmalıydı,” diye yazıyor. “Daha incelikli bir savunma stratejisi benimseme şansını kaçırdık,” diye hayıflanan Colby, “şimdi çok aşırı görünen şeyler yapmak zorunda kalacağız,” diyor.

İnkar etmek, izin vermemek, esirgemek veya feragat etmektir. Verleugnung, Freudyen dilde, hoş olmayan veya travmatik bir hakikati kabul etmedeki yetersizliği veya isteksizliği tanımlayan başka anlama daha sahip. Aynı zamanda sapkınlıkla da alakalı; arzulanan şey olmadığında, dikkat mevcut bir vekil veya fetiş üzerinde yoğunlaşabilir. 46. Başkan bu tür duygulara yabancı olmayabilir. Fakat kendini kandırmak her yerde var. Pelosi, Tayvan’a şoven bir aksiyon düzenlerken Demokrat partililer bunun sonuçlarını küçük görmüştü; Sanders’ın eski dış politika danışmanı Matt Duss ve ilerici aktivist Tobita Chow’a göre asıl tehlike, Pelosi’nin ıslık çalarak yaptığı turdan ziyade, bu turdan kaygı duyanlardı ve onların uyarıları birer “tehdit enflasyonu” örneğiydi.

İnkâr daha çok sükûnet biçimini alıyor. Düşünceli eleştiriler bile -son Dissent sempozyumu, “İklim Solu için Sırada Ne Var?” şeklinde bir seçki içeriyor- genişletilmiş yurt içi harcama ile Biden’ın yetkilileri tarafından konuşma üzerine konuşma ile yinelenen giderek daha agresif bir Pasifik politikası arasındaki ilişkisel mantığı neredeyse hiç dikkate almıyor. Bu eleştiri NLR‘nin -dergi başka bir yerde Bidenomics’in sosyal-emperyal karakterini hedef almış olsa da- Dylan Riley ve Robert Brenner’ın “Amerikan Siyaseti Üzerine Yedi Tez“i üzerine yürüttüğü tartışma için de geçerli. İktisastçı J. W. Mason, Biden’ın harcama programını şerhli bir şekilde onaylayarak, “kamu yatırımlarının her yerde rastlanan bir parçası olan korkutucu Çin karşıtı retoriğin” varlığını kabul etmişti. Mason, “Savaş sanayi politikasından farklıdır,” demişti. Amerika’nın radikalleri bu ayrımı anlıyorlar mı?

Son zamanlarda finans basını, Biden ve Sullivan’ın şahinliğinden duyduğu huzursuzluğu dile getirmeye başlayarak eko-sosyalist solun önüne geçti. The Economist ve Financial Times, Rumsfeld’in[8] de dediği gibi, yeni bir gerçeklik yaratmadan önce coşkulu retoriğin soğutulması gerektiğine işaret ederek, yönetimin yüksekten uçmalarından kendini ayrı tuttu. FT, Adam Tooze tarafından kaleme alınan ve Çin’in yükselişine karşı bir uyum stratejisi çağrısında bulunan güçlü bir görüş yazısı yayımladı ki bu öneri halihazırdaki Beyaz Saray tarafından “ya haince ya da başka gezegenden” şeklinde değerlendirilebilir.

Çinli yetkililer Boise merkezli Micron Technology tarafından üretilen mikroçiplerin kullanımına kısasa kısas bir yasak getirdiklerini açıkladıklarında Ticaret Bakanı Gina Raimondo, ABD’nin bu kararı “tolere etmeyeceğini” ilan etti: “Bunu bariz ve basit bir şekilde ekonomik baskı olarak görüyoruz.” Zorlama mı sağduyu mu, “bilim ve teknolojideki üstünlüğümüzü korumak” mı yoksa “öldürme zincirini modernize etmek” mi, “piyasayı bozan uygulamalar” mı yoksa “Amerikan işçisine” destek mi, “çevresel adalet” mi yoksa Tayvan Boğazı üzerinde nükleer hesaplaşma mı? Bidenomics’in eleştirel değerlendirmeleri bunlardan hangisi karar vermeli.


[1] New Deal (Türkçe: Yeni Düzen), 1930’lu yıllarda ABD’de Başkan Franklin D. Roosevelt’in ilk döneminde uygulanan ekonomi programı. Programın asıl amacı Büyük Buhran sonrası toparlanmayı kolaylaştırmaktı. İşsizlere ve yoksullara rahatlama, ekonominin normal seyrine dönmesi ve tekrar çöküşü önlemek adına mali sistemin reforme edilmesi amaçlanmıştı. (ç.n.)

[2] Askeri stratejide tıkanma noktası, silahlı bir kuvvetin hedefine ulaşmak için geçmek zorunda olduğu, bazen ciddi ölçüde daraltılmış bir cephede bulunan ve bu nedenle üstün sayıları taşımayı zorlaştırarak savaş kabiliyetini büyük ölçüde azaltan bir vadi, geçit veya köprü gibi karadaki coğrafi engeller veya boğaz gibi kritik bir su güzergahlarına verilen isim. Tıkanma noktaları, sayı olarak az bir savunma gücünün araziyi çok daha kalabalık bir rakibi engellemek veya pusuya düşürmek için bir kuvvet çarpanı olarak kullanmasına imkân verebilir, zira saldırgan önce tıkanma noktasından geçişi güvence altına almadan daha fazla ilerleyemez. (ç.n.)

[3] Güreşte boğaz tutma, rakibin boynunu güçlü bir şekilde kavramaya verilen isim. Asker ve polis eğitimlerinde de kullanılır. Yazar, burada mecazi anlamına başvurmuş. (ç.n.)

[4] Bir duruma yersiz bir iyimserlikle bakan kişiler için kullanılan sıfat. Voltaire’in Candide romanındaki karakterden türetilmiştir. (ç.n.)

[5] “Bırakınız yapsınlar”ın Fransızca ifadesi; salahiyetin ve mülkiyet haklarının korunması için gerekli olan asgari düzeyin ötesinde devletin ekonomiye müdahalesine karşı çıkan doktrin. (ç.n.)

[6] Esasen “geriye dönük” veya zaten olmuş bir şeyi etkileyen anlamına gelen Latince ifade. (ç.n.)

[7] Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda Fransa, müreffeh ve sanatsal ve kültürel gelişmeleri beraberinde getiren bir ekonomik büyüme dönemi gördü. O dönemi tanımlamak için kullanılan ve “güzel dönem” anlamına gelen Fransızca kelime. (ç.n.)

[8] Tam adı: Donald Rumsfeld. 2003 Irak işgalinin mimarı olarak tanınan eski ABD Savunma Bakanı. Cumhuriyetçi Parti’nin 2006’daki ara seçimlerden mağlubiyetle ayrılmasından sonra istifa etmek zorunda kaldı. Haziran 2021’de öldü. (ç.n.)

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English