DÜNYA BASINI
İran-BAE normalleşmesinin dinamikleri
Yayınlanma
İran ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), yedi yıllık bir gerilimden sonra bu yıl ilişkileri yeniden tesis etmeye kararı aldı. Bu kapsamda nisan ayında karşılıklı büyükelçiler atandı. Gelişme bölgedeki gerilimin azaltılması ivmesine uygundu. Suudi Arabistan-İran normalleşmesi üzerine çok yazılıp çizildi ancak İran-BAE ilişkilerindeki dinamiğin üzerinde çok durulmadı. Peki iki ülkeyi Çin gibi “ağır” bir arabulucu olmadan masaya oturtan sebepler neydi, Tahran ve BAE’nin karşılıklı beklentileri neler ve ABD bu ilişkinin neresinde?
Dubai Kamu Politikaları Araştırma Merkezi (B’huth) Genel Müdürü Muhammed Baharoon ve Orta Doğu Enstitüsü İran Programı Direktörü Alex Vatanka İran-BAE ilişkilerinin dinamiğini inceledi:
***
İran ve KİK iş birliği gündemi: Washington’un İran politikasına dair öneriler
İran muhtemelen Birleşik Arap Emirlikleri’nin “düşman” olarak nitelendirebileceği tek ülke. İki ülke, İran’ın 30 Kasım 1971’de “ele geçirdiği” ancak BAE’nin kendi toprağı olduğunu iddia ettiği Körfez’deki üç ada (Ebu Musa ile Büyük ve Küçük Tunblar) üzerinde anlaşmazlık yaşıyor. Yine de BAE-İran ilişkisinin siyasi pragmatizm veya riskten kaçınma gibi kavramların tek başına açıklayamayacağı daha önemli ve çok katmanlı bir yönü daha var.
Körfez bölgesinde hâkim siyasi iklim şu anda gerilimi azaltma yönünde. BAE ve İran örneğinde, mevcut bir dizi bağlantı gerilimi azaltma sürecini hızlandırmaya yardımcı olabilir ve bunun bölgedeki başka herhangi bir yerden daha hızlı gerçekleşmesini sağlayabilir. Uzun süredir BAE’nin İran politikalarını şekillendirme çabaları göz önüne alındığında sonuç sadece BAE ve İran’ı değil, ABD’yi de ilgilendirmeli.
BAE’nin pragmatik hesapları
Toprak anlaşmazlıkları tarih boyunca çatışmaların başlıca sebeplerinden biri olmuştur ve bugün de Ukrayna’daki savaşın ve Güney Çin Denizi’ndeki gerilim ve militarizasyonun merkezinde yer alıyor. BAE’ye göre İran’ın üç adaya sahip olması, Lübnan’ın güneyindeki tartışmalı Şebaa Çiftlikleri bölgesi üzerindeki Lübnan-İsrail çatışmalarına benzer bir çatışma kaynağı olabilirdi.
BAE’nin savunma bütçesine bakıldığında İran’ın büyük bir endişe kaynağı olduğu açıkça görülüyor. BAE, 2023 yılında 23,2 milyar dolar olarak tahmin edilen savunma bütçesiyle Orta Doğu’daki en büyük üçüncü harcamayı yapan ülke konumunda. Bunun büyük bir kısmı hava savunmasına tahsis ediyor. BAE, Rus yapımı orta menzilli Pantsir-S1 ile birlikte ABD menşeili Terminal Yüksek İrtifa Alan Savunması (THAAD) ve MIM-104 Patriot PAC-3 sistemlerini işletiyor. BAE ayrıca kısa bir süre önce Güney Kore yapımı II KM-SAM hava savunma sistemlerini almak için 3,5 milyar dolarlık bir sözleşme imzaladı. Tüm bu hava savunma yatırımlarının tek bir amacı var: İran’ı ve Yemen’deki Husiler gibi bölgesel ortaklarını caydırmak.
Ancak olası bir tehdit olarak İran, hikâyenin tamamı değil. BAE İran’a bir başka prizmadan, “küresel bağlantı gündemi”nden de bakıyor. Bağlantının dört arterine – ticaret, insanlar, para ve bilgi – bakıldığında, ticari ilişki muhtemelen en bariz olanı.
BAE, diplomatik ve güvenlik ilişkileri gerildiğinde bile İran’la ticaretini ve insanlar arası ilişkilerini sürdürdü. Nitekim BAE, 21 Mart 2022-20 Ocak 2023 döneminde toplam 19,77 milyar dolar değerinde 20,27 milyon ton mal ticaretiyle İran’ın en büyük ticaret ortağı oldu. Bu rakam, İran’ın aynı dönemde, pek çok kişi tarafından Tahran’ın Arap dünyasındaki en yakın ortağı olarak görülen Irak’la yaptığı 9,08 milyar dolarlık ticaretin iki katından fazla.
İnsan akışı da benzer bir gerçeği yansıtıyor. BAE’de yaklaşık 480.000 İranlı yaşıyor, yani toplam nüfusun yaklaşık %4,76’sı. Buna karşılık Mısırlılar BAE nüfusunun yaklaşık %4,23’ünü oluşturuyor.
Turizm de bir başka gösterge. İki ülke kısa süre önce Etihad Havayolları, Emirates, flydubai, Air Arabia ve RAK Havayolları tarafından gerçekleştirilmek üzere BAE’den İran’a uçuşları haftada 215’e çıkarma konusunda anlaştı. Arap Yarımadası devleti ayrıca Iran Havayolları, Mahan Havayolları, İran Aseman Havayolları, Caspian Airlines, Kish Air ve Taban Air’e BAE’ye uçuş izni verdi.
Bu arada BAE, Silahların Yayılmasını Önleme ve Kontrol İcra Dairesi ve Merkez Bankası’nın eylemleri yoluyla silahların yayılmasını önleme ile ilgili olanlar da dahil İran’a yönelik uluslararası yaptırımlara katılsa da iki ülke arasında yaptırım dışı para transferlerini desteklemeye devam ediyor. Bu, iki büyük İran bankasının, İran Milli Bankası ve İran Saderat Bankası’nın BAE’de faaliyet göstermesine izin vermenin yanı sıra BAE’nin İranlı gurbetçiler tarafından İran’a yapılan havaleler de dahil döviz bürolarının ticari olmayan işlemler gerçekleştirmesine izin vermeyi de kapsıyor.
İran ile “bilgi ilişkisi”ni belki de en iyi şekilde Fucayra ve Bandar Cask arasında 170 kilometre uzanan BAE-İran denizaltı kablosu gösteriyor. Ayrıca BAE’ye ait telekomünikasyon şirketi Etisalat’ın bir yan kuruluşu olan E-Marine, İran ile Kuveyt arasında denizaltı kablolarının uzatılması için çalışıyor.
Ancak bilgi paylaşımı Tahran için Kovid-19 salgınına kadar önemli değildi. BAE’nin İran’a yardım olarak yolladığı test kitleri, yalnızca İran’ın virüsün kendi nüfusuna yayılma boyutunu belirlemesine yardımcı olmakla kalmadı, aynı zamanda bu verilerin uluslararası sağlık kuruluşlarına aktarılmasını da kolaylaştırdı.
Görünüşe göre İran, dünyayla bağlantısını sınırlamak için çok çalışıyor ve çoğu yabancı sosyal medya platformuna erişimi engelliyor. Yine de Ocak 2022 itibarıyla ülkede internet erişimine ulaşan insanların oranı yaklaşık %84,1 ve mobil internet kullanım oranı %109,27 iken, genişbant indirme hızları Mayıs 2022 itibariyle saniyede 10,34 megabit (Mbps) gibi yüksek bir rakamdı. Hükümetin mobil ağlar için beşinci nesil (5G) teknolojisini geliştirmeye yönelik çabaları nedeniyle Economist’in Kapsayıcı İnternet Endeksi’nde ankete katılan 100 ülke arasından İran 45. Sırada yer alıyor. Bu, vatandaşlarının internete erişimini sınırlamak gibi çelişkili hareketlerine rağmen, İran’ın küresel dijital bağlantısını artırma yönündeki atağı gösteriyor.
BAE, 2021’de 50. Kuruluş yıldönümü yaklaşırken, liderliği neler başarıldığını ve hala yapılması gerekenleri değerlendirmeye başladı. Önümüzdeki yarım yüzyıl için yeni pusula, “Gelecek 50 Yıl İçin 10 İlke” başlıklı bir belge şeklini aldı. Ekonomik kalkınmanın en yüksek ulusal çıkar olduğunu öngören bu ilkeler, BAE’nin Yemen, İsrail, Türkiye, Katar ve İran ile uygulamaya başladığı gerilimi azaltma politikasının temelini oluşturuyordu. Güvenlik parametrelerinin savunma yeteneği oluşturmaktan “iyi komşuluk”a yatırım yapmaya şeklinde değiştiği belgenin beşinci ilkesinde açıkça yazıldı.
İran’ın “Komşuluk Politikası”
İran söz konusu olduğunda BAE de aynı şekilde iyi niyet arayışına girecek. Kâğıt üzerinde bu zor olmasa gerek. İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi 2021’de iktidara geldiğinden beri defalarca Tahran’ın bölgedeki komşularıyla ilişkilerinin merkezine ekonomik iş birliğini koymak istediğini iddia etti ve bu yaklaşıma “komşuluk politikası” adını verdi.
Eğer bu gerçekleşirse İran’ın bölgesel politikasında büyük bir değişim yaşanmış olacak. 1979’dan bu yana Tahran’da iktidardaki İslamcılar sık sık bölgesel dayanışma ve istikrardan bahsetse de fiilen ekonomik iş birliğini ikinci plana iten ideolojik hedefler güttüler. İran’ın bölgesel politikalarına yön veren ve liderliği tarafından dile getirilen temel ilkeler geçmişte Arap ülkelerindeki Şii İslamcı hareketlere (Bahreynli veya Suudi Şiiler gibi) ve Sünni İslamcı hareketlere (Hamas ve Filistin İslami Cihad gibi) destek ve ABD’yi Orta Doğu’nun dışına itme ve İsrail’le yüzleşme gibi tartışmalı adımları içeriyordu. Diğer tüm Körfez ülkeleri için olduğu gibi BAE için de bu, Arapların iç işlerine karışmak ve kırmızı çizgiyi aşmak anlamına geliyordu.
BAE’nin ABD ile yakın ilişkileri ve 2020’de İsrail ile diplomatik ilişki kurma kararı göz önüne alındığında, Tahran’ın ABD ve İsrail karşıtı duruşu en hafif tabirle ilişkileri zorlaştıran bir başka faktördü. Ancak bu durumun BAE’nin Tahran’a yaklaşımını tamamen şekillendirmesine asla izin verilmedi. İran bir kenara atılamayacak kadar büyük bir komşu.
Aynı şey İran için de geçerli. Örneğin İran, BAE ile ilişkiler söz konusu olduğunda İsrail meselesini hiçbir zaman anlaşmayı bozan bir unsur haline getirmedi: İran, BAE’nin İbrahim Anlaşması’na katılma kararından yakındı ama o zamandan beri bu konuyu önemsizleştirdi.
İranlılar her şeyden önce BAE’nin bankacılık sektörü başta olmak üzere ikili ekonomik ilişkilerini geliştirmesini istiyordu. Trump yönetiminin 2018’de İran’a karşı “maksimum baskı” kampanyası başlatmasının ardından dönemin Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, İran hükümetinin “Komşularla İşbirliğinin Geliştirilmesi” başlıklı konferansının ikinci oturumunda açıkladığı gündemin bir parçası olarak daha yakın bankacılık ilişkileri kurmak için bir girişim başlattı.
Ruhani’nin bölgeye seslenişi, İran’ın komşularından yardım çağrısı ve yardım edenlere kâr payı vaadinin bir bileşimiydi. Bu konuşma aynı zamanda uyarı da içeriyordu. Kendisinin de ifade ettiği gibi, “Tüm bölgeyi kalkındırmak için bölgedeki tüm kardeşlerimizle samimiyetle çalışmalıyız. Bölgede koordineli ve paylaşılan bir ekonomi, barış ve güvenliğin sağlanmasına yardımcı olacaktır.” İran Cumhurbaşkanı’nın başka seçeneği yoktu. Satabileceği ham petrol miktarını ciddi şekilde sınırlamak, İran’ın uluslararası finans sistemine erişimini engellemek ve İran’a döviz, özellikle de Amerikan doları transfer edilmesini ciddi şekilde kısıtlamak da dahil Donald Trump’ın İran politikası; Tahran’ı çeşitli düzeylerde şok etmişti. ABD’nin bu eşi benzeri görülmemiş savaşı İran’ın yaratıcı bir yanıt vermesini gerektirdi.
Kısacası, ABD yaptırımları nedeniyle İran’ın komşuları herhangi bir mal alışverişi için İran’a resmi olarak uluslararası para birimi, özellikle de dolar transfer edemiyordu. Sonuç olarak İranlılar, ulusal para birimlerini kullanarak ikili ekonomik ilişkileri güçlendirmek, serbest ticaret anlaşmaları imzalamak ve bazı mallarının yeniden ihracatı da dahil ihracatı artırmaya yönelik önlemler gibi alternatif çözümler için komşu ülkelere bakmaya başladı.
Yaptırımların yarattığı sorunlar göz önüne alındığında, İran’ın petrol dışı ihracatını geliştirmekten ve komşu ülkelere ve bölgeye odaklanmaktan başka seçeneği neredeyse yoktu. Komşu ülkelere coğrafi yakınlık maliyetleri azaltır ve takas işlemlerinde para veya mal transferini kolaylaştırır. Ayrıca komşular arasındaki ekonomik ilişkiler ne kadar yakın olursa o kadar siyasi iyi niyet yaratılabilir. Tahran’ın umduğu da kesinlikle buydu.
ABD’nin İran’a uyguladığı yaptırımlar Biden yönetimi altında da devam ederken ve İranlılar dövize erişim sağlamakta zorlanırken, BAE bankalarının Tahran için kolaylaştırıcı rolü daha da önem kazandı. ABD yaptırımları riyal üzerinde büyük baskı yaratmıştı ve Reisi hükümeti ulusal bütçesi için para basmaya devam ediyordu. İran’ın, riyali destekleyecek yeterli dövizi olmadığından, para birimi değer kaybederek enflasyonu körükledi.
ABD dolarına erişimi güvence altına almak Tahran için kritik hale geldi ve üst düzey İranlı yetkililerin Körfez ülkelerine yaptığı son ziyaretler bu bağlamda okunmalı. İran Merkez Bankası (CBI) Başkanı Muhammed Reza Farzin, Ocak 2023’te BAE’ye yaptığı ziyaret sırasında Körfez ülkeleriyle daha yakın “ekonomik, parasal ve bankacılık ilişkileri” için bastırdı. Farzin daha önce de ocak ayında benzer bir misyonla Doha’yı ziyaret etmişti.
İran bankacılık heyetinin bu ziyaretinin, BAE bankalarından ABD dolarına erişim sağlamanın yanı sıra, BAE’deki “İranlı iş adamları için gerekli [finansal] kaynakların sağlanması” da dahil bir dizi başka amacı da vardı. İran-BAE Ticaret Odası’na göre, BAE’de iş kuran İranlı şirket sayısı giderek artıyor. Bu durum Tahran’ın, İran iş dünyası ile Körfez ülkeleri arasında daha güçlü ilişkiler kurma arzusunu yansıtıyor ve küçük işletmeler ilişkilerin yeni omurgasını oluşturuyor.
Bunun da ötesinde, BAE’de İranlılar tarafından satın alınan mülklerin hacminde bir artış oldu. Dolayısıyla iki ülke arasında hareket eden sermayedeki artışı idare etmek için daha güçlü bankacılık kanallarına ihtiyaç var. Yine de İranlı yetkililer, İran yaptırımlar altındayken ya da Mali Eylem Görev Gücü (FATF) gibi kuruluşlarla kara para aklamayı önleme anlaşmaları imzalayana kadar İran-BAE ekonomik ilişkilerinin asla tam potansiyeline ulaşamayacağını kabul ediyor.
İran-BAE dengesi karşısında ABD’nin seçenekleri
BAE’nin İran’a yönelik gerilimi azaltma politikası sadece İran-BAE ilişkilerini etkilemekle kalmıyor, aynı zamanda tüm bölgeye ve Amerikan çıkarlarına da fayda sağlıyor. Körfez bölgesinde gerilimin düşürülmesi ABD’nin güvenliği sağlama maliyetini azaltabilir ve “Asya’ya yönelme” ya da Rusya’ya daha fazla odaklanma konusunda daha serbest hareket edebilir. Ayrıca hem İran hem de İsrail Körfez İş birliği Konseyi (KİK) ülkeleriyle daha bağlantılı hale geldikçe bu durum İsrail’e yönelik tehdidi de azaltabilir. Ekonomik olarak daha bağlantılı bir bölgede, ekonomik faydanın değeri İran için “caydırıcı nükleer kapasitesinden” çok daha yüksek hale gelir.
BAE’nin benimsiyor gibi göründüğü İran politikası, bölgesel istikrara yatırım yapan daha geniş “komşuluk politikasının” bir parçası. BAE için bölge ve dünya ile bağlantılı bir İran, küresel enerji arzını, gıda güvenliğini ve Orta Asya, Avrupa ve Afrika arasındaki tedarik zincirlerini sürdürme çabalarını güçlendirecektir.
Başka bir deyişle, BAE İran’ı bağlantı gündeminin prizmasından görüyor, ancak İran’ın BAE’yi ve Arap Yarımadası’nın geri kalanını aynı şekilde görüp görmediğini veya bu ülkeleri bir etki alanı olarak mı yoksa kendisini Amerikan yaptırımlarının yükünden kurtarmaya çalışırken kendisine kısa vadeli faydalar sağlayan bir grup ekonomi olarak mı gördüğünü göreceğiz.
İlginizi Çekebilir
-
Huawei, Apple ile aynı anda, yeni 3’e katlanabilir akıllı telefonu tanıttı
-
Batı, Çin’in ‘hakimiyetini kırmak’ için lityuma daha fazla destek vermeye çağırıldı
-
BBC’ye “yayınlarında İsrail karşıtı önyargı” suçlaması
-
Üst düzey ABD yetkilisi İsrail’i Hizbullah’la savaşın ‘feci sonuçları’ konusunda uyardı
-
İsrail yerinden edilenlerin çadırlarına saldırdı, 40 kişi hayatını kaybetti
-
ABD, Google’ı reklam teknolojisi pazarında tekelcilikle suçluyor
DÜNYA BASINI
Eşitliğin ve eşitsizliğin şaşırtıcı kökenleri
Yayınlanma
4 gün önce07/09/2024
Yazar
Harici.com.trEditörün notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, düşünce tarihi üzerine çalışan Samuel Moyn’un eşitlik (ve eşitsizlik) üzerine yazılmış kitaplar üzerine yaptığı kısa bir literatür taraması ve değerlendirmeleri içeriyor. Özellikle 2008 küresel mali krizinin ardından eşitlik üzerine araştırmaların, bu işin pratiğiyle birlikte arttığına işaret eden Moyn, insanlar arasındaki eşitlik fikrinin, tıpkı eşitsizlik fikri gibi, nasıl bir “iman” haline gelebildiğini de tartışıyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
‘Liberaller çözmeyi reddettikleri iç sorunlar için düşmanları günah keçisi ilan ettiler’
Zigzag: Eşitliğin şaşırtıcı kökenleri ve politikaları
Samuel Moyn
The Nation
27 Ağustos 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Jeremy Irons, Margin Call [Oyunun Sonu] filminin sonunda yaptığı tüyler ürpertici konuşmada hiç kimsenin eşitliğe inandığını söylememesi gerektiğinden, çünkü insanların gerçekte böyle bir şey olduğunu düşünmediklerinden bahseder: Bu fikir, hiyerarşinin özünde değişmeyen bir biçimde sürmesini ustaca gizlemektedir. “Bugün durum her zamankinden farklı değil,” diye açıklar mesela bir astına. “Her zaman aynı oranda kazananlar ve kaybedenler olmuştur ve böyle de olacaktır. … Evet, belki bugün her zamankinden daha çok sayıda insan var dünyada, peki ya yüzdeler ne durumda? Onlar neredeyse tamamen aynı kalacaklar.”
Oysa pek çok kişi için 2008 mali krizine verilen tepki, Irons’ın bahsi geçen alaycı tepkisinden epey farklıydı. Bu kriz, son 50 yılda görülenden çok daha fazla toplumsal eşitlik bilinci doğurdu, tabii eleştirisini de… 2011’de Occupy Wall Street hareketi ile başlayan “yüzde 1’in” yükselişinden endişe duyan çok sayıda Amerikalı, sonunda Bernie Sanders’ın 2016 ve 2020’deki başkanlık kampanyaları etrafında birleşti. Bu yıllarda Fransız ekonomi profesörü Thomas Piketty de hareketi haklı çıkaran kanıtlar sundu: 2014’te İngilizce olarak yayımlanan Capital in the Twenty-First Century [Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital] adlı kitabında, bilhassa Kuzey Atlantik dünyasında ekonomik eşitsizliğin artmakta olduğunu teyit etmekteydi. Piketty, durumun Irons’ın Margin Call’da tanımladığından farklı şekilde, eş zamanlı olarak hem daha kötü hem de daha iyi olduğunu gösteriyordu. Yani kapitalizmin içsel dinamiklerinin genel olarak eşitsizliği artırdığını, ancak siyasi hareketler ile bu eşitsizliğin pekâlâ azaltabileceğini…
Piketty’nin Kapital’i beklenmedik bir şekilde çok satanlar listesine girdi ve “eşitsizlik” meselesi, makaleler, kitaplar ve hatta tweetlerle analiz ve şikâyet edilen (ve nadiren de olsa haklı çıkarılan) yeni yüzyılın karakteristik bir kaygısı haline geldi. Fakat, bu kitabın yayımlanmasının üzerinden geçen on yılın ardından, tarihçiler, ekonomistler ve siyaset teorisyenleri artık farklı bir dizi soru üzerinde de kafa yoruyorlar: Eşitsizliğin süregelen varlığı ve nedenleri hakkında değil, bunun tam karşıtı olan eşitlik için ahlaki zorunluluğun kökenleri hakkında. Piketty, A Brief History of Equality [Eşitliğin Kısa Tarihi] isimli çalışmasında 20. yüzyılın ortalarındaki eşitlikçi gelir ve servet dağılımının neoliberal çağda nasıl tersine döndüğünü kendi görüşleriyle ortaya koymuştu. Geçtiğimiz yıl ise, artık standart hale gelen bu anlatıyı temelden genişleten yeni bir yayın dalgası ortaya çıktı. Darrin McMahon’un epey iddialı Equality [Eşitlik] kitabı, sınıf eşitsizliğine ilişkin modern dönem kaygılarını tarihsel bir zemine oturtuyor. Paul Sagar’ın Basic Equality’si [Temel Eşitlik] tüm insanların eşit yaratıldığı inancının erken modern dönemde nasıl ortaya çıktığına dair doyurucu bir açıklama sunuyor. Yine Teresa Bejan’ın da “What Was the Point of Equality?” [“Eşitliğin Amacı Neydi?“] çalışması ve pek yakında çıkacak olan First Among Equals [Eşitler Arasında Birinci] kitabında yer alacak olan bir inceleme de bu bağlamda düşünülebilir. David Lay Williams ise The Greatest of All Plagues [Tüm Belaların En Büyüğü] adlı kitabında Platon’dan Marx’a kanonik düşünürlerin kendi çalışmalarında ekonomik hiyerarşi konusunu nasıl ele aldıklarını irdeliyor. Bu kitapların her biri, eşitlik idealinin nereden geldiği sorusunu yanıtlamaya yardımcı oluyor. Ancak bu soruyu bir kez sormak daha da önemli bir soruyu gündeme getiriyor: Eşitlik başlı başına önemli bir şey midir sahiden?
McMahon Eşitlik’te bize hayranlık uyandıracak derecede geniş bir tarihsel aralık sunuyor. Bu, daha önce dahilik ve mutluluk üzerine yazdığı kitaplarda gösterdiğine benzer şekilde, tarihsel bulguları bin yıllar boyunca sentezleme yeteneğinin bir başka tezahürü gibi. “Büyük Tarih” yazarı Peter Turchin’in “eşitlikçiliğin ‘Z-Eğrisi’” olarak adlandırdığı şeyi yeniden yorumlayan McMahon, eşitliğin insanlık tarihi boyunca çizdiği zigzagların haritasını çıkarıyor. Yazara göre hominid(1) atalarımız, tıpkı günümüzün yüksek primatlarının olduğu türden bir hiyerarşiye bağlıydı. Sonrasında insanlar(2) bu eşitsiz tahakkümü hafifleten daha işbirlikçi ve müşterek yaşam biçimleri geliştirdiler. Bu “zig” dönemiydi. Ardından ise, Neolitik Devrim ile geriye doğru büyük bir adım atıldı, bu günümüzden kabaca 10 bin yıl öncesine tekabül ediyor. Bu dönemde tarıma olan bağımlılığın artması, insan toplumunun işçiliğe ihtiyaç duyması anlamına geliyordu ve ilk devletler soyluları ve kralları yükseltmeye başladı. “Zag” ise buydu. Daha genel bir ifadeyle, işte o zamandan bu yana tarihin eğilimi eşitliğin lehinde daha fazla olmuştur.
McMahon bu hikâyeyi anlatırken bir yandan da Yunan siyasi mucizesini, Hıristiyanlık gibi dinleri (özellikle de Reform’u), Aydınlanma’yı ve ardından gelen devrimleri inceliyor. Bununla da kalmıyor, hem yerel hem de küresel düzeyde sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırksal adalet için çağdaş toplumsal hareketleri ve grup içi eşitlik çağrısı yapan hareketleri (geçmişten ve tabii günümüzden) irdeleyerek anlatısını tamamlıyor.
18. yüzyıl Fransa’sı konusundaki ihtisasıyla tanınan McMahon, sadece felsefe tarihinin en büyük eşitlikçisi Jean-Jacques Rousseau gibi bir ismi yetiştirdiği için değil, aynı zamanda bu döneme ve mekâna odaklanması hasebiyle de son derece yerinde bir iş yapmıştır. Nitekim hem çağımızın şafağını oluşturan Aydınlanma’nın eşit siyasi statü ve yurttaşlık geleneklerini yeniden canlandırmış hem de Rousseau’yu aşırı sınıf eşitsizliği konusundaki kaygılarını merkeze alarak ölümsüzleştirmiştir. Unutulmamalı ki Aydınlanma, Atlantik’in her iki yakasında siyasi devrimlere ve özgür erkeklerin (Rousseau’nun nefret ettiği kadınların değil!) iradesini temsil etmeye çalışan ve ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri hafifletebilecek bir yasalar bütününe zemin hazırlamıştır.
Ne var ki McMahon bu dönemi anlatırken dahi Fransız Devrimi’nin eşitliğin yayılmasındaki katalizör etkisinden bahsetmekte şaşırtıcı şekilde isteksizdir. 1789’un Avrupa ve Amerika’da köleleştirilenler, Yahudiler ve kadınlar tarafından ve onlar adına bir dizi yeni hakkı ve talebi ateşlediğini kabul etmektedir, evet. Ancak devrim sırasında kurulan öncü Jakoben refah tedbirlerini küçümsemekte ve dönemin eşitliği “kutsallaştırmasının” kaçınılmaz olarak “kayıtsızları” cezalandırmak anlamına geldiğinden kaygılanmaktadır.
McMahon’un çalışması muazzam bir başarı sayılabilecek olsa da, hırsı birbirine rakip ve potansiyel olarak çelişkili hikayeler anlatmaya zorluyor; bazen ise bunların tek ve tutarlı bir bütün oluşturduğunu düşündüğü izlenimi veriyor. Antropolog Marshall Sahlins’in “ilk refah toplumu” olarak adlandırdığı avcı-toplayıcı kabilelerdeki eşitlik, atalarımızın ideolojik olarak eşitliğe bağlı oldukları anlamına gelmez. Yine de Hıristiyanlar ideolojik olarak eşitliğe bağlıydılar, ancak Tanrı’nın gözünde tüm insanların eşit olduğunu söylemenin hiçbir şekilde siyasi ve ekonomik eşitlik anlamına gelmediğini de unutmamak gerek. Eşit koşulların ideolojik bağlılığa bağlı olmadığı gibi eşitlik ideolojileri de başka eşitlik biçimlerinin “kendiliğinden” talep edildiği anlamına gelmez. Öyle ki Hıristiyanlık, herkesin Tanrı’nın gözünde eşit değerde olduğunu söylemeyi kolaylaştırmıştır, fakat bundan pek de bir şey çıkmaz. Hıristiyanlık sonrası çağda ise, pek çok kişi halen eşitliğin sosyal boyutları –sosyal veya siyasi statüde eşit görülmek– ile hayattaki iyi şeylerin nasıl dağıtılacağı konusundaki eşitlik arasındaki bağlantıyı inkâr etmektedir.
McMahon’un hikayesi yüzyıllar boyunca farklı katkıların aslında sadece bir tür eşitlikle ilgili olduğunu göstererek, bu ayrımların tümünü kapsamak zorunda kalıyor. Ve öyle görünüyor ki eşitlik diye bir şey yok ya da olsa olsa belirli eşitlik türleri var. Ve bahsi geçen kitap tam da eşitlik tarihini tüm çeşitliliği içinde bir araya getirme hırsının ağırlığı altında çökmeye çok yaklaştığı için değerli. Bu aynı zamanda bir grup akademisyenin McMahon’un bin yıllık hikayesindeki iki kritik mesele hakkında nokta atışı detaylar eklemesini de sağlıyor. Biri insanların [en azından ilk etapta] eşit olduklarını düşünmelerini, diğeri ise kazandıkları ve sahip oldukları arasındaki eşitsizliğin yanlış olabileceğini yüksek sesle söylemeyi mümkün kılması.
Paul Sagar’a göre, yeni kitabı Basic Equality’de ideolojik eşitlik olarak adlandırabileceğimiz şeyin –yani tüm insanların eşit olduğu fikrinin– kökenleri halen gizemini korumaktadır. Sagar, Platon’dan bu yana siyaset teorisinin doğal farklılık görüşüne odaklandığını, insanlar arasında derin ve ortadan kaldırılamaz görünen eşitsizlikleri vurguladığını öne sürüyor. Örneğin, erkekler ve kadınlar o kadar uzun süre farklı muameleye tabi tutulmuşlardır ki, bu farklı muamele artık dünyanın kanunu olarak kabul edilirken, ten rengindeki fenotipik farklılıklar –hiçbir zaman tamamen önemsiz olmasa da– modern dönemde biraz daha önemli hale gelmiştir. Öyleyse, pratikte ne kadar göz ardı edilirse edilsin, herkesin eşit olduğu inancını sadece inandırıcı değil aynı zamanda hegemonik kılan şey nedir?
Bir nesil önce, hukuk felsefecisi Jeremy Waldron böyle bir inancı ancak dini dogmanın sağlayabileceğini savunmuştu. Sagar, diğer herkesin (yani hem inanmayanların hem de durumu kavramaktan uzak Hıristiyanların) neden eşitlik taahhüdünde bulunmaları gerektiği konusunda endişeli. Ancak Sagar, eşitliği haklı çıkarmak için insanlığın kalıcı bir özelliğini (akıl yetimiz, ölümsüz ruhumuz veyahut fiziksel kırılganlığımız) aramak yerine, bunu –insanların önce Hıristiyanlık altında daha sonra ise seküler bir kılıkta inanmaya başladığı– sosyal bir kurgu olarak düşünmenin çok daha yerinde olacağını savunuyor. Ve devamla, “Bu kurgunun ne kadar yakın zamanda popüler hale geldiğini gizlememeliyiz” diyor (Bazıları bu kurgunun aslında tam anlamıyla hiçbir zaman popüler olmadığını düşünecektir).
Sagar’ın savı ne kadar parlak olursa olsun, modern zamanın tartışmalı eşitleme siyasetinin yükselişi hakkında hemen hiçbir şey söylemiyor. Herkesin bir anlamda ahlaki açıdan eşit olduğuna dair Hıristiyan ve daha sonra da seküler inanç, genellikle yasal, pratik ve servetteki büyük eşitsizliklerle malul olmuştur. Bir başka deyişle, insanlar eşit oldukları fikrini yeniden yeniden öğrenmek zorunda kalmışlardır (ki Sagar bunun kendi başına değerli bir çaba olduğunu düşünür). Ne var ki bu, insanların böylesine bir inanca rağmen birbirlerine nasıl bu kadar eşitsiz davranabildiklerini açıklamıyor.
McMahon gibi Teresa Bejan da düşünürlerin antik dünyada eşitliği nasıl kavramsallaştırdıkları ile modern zamanlarda nasıl gördükleri arasında ayrım yapmayı göz önünde tutarak “parite” kavramının yükselişine odaklanır, yani bir toplumdaki insanların eşit muamele görmesi gerektiği fikrine. Açmak gerekecekse, eşitlik aynılığı varsayarken, insanlara “pariteryen” bir ruhla davranmak farklılığı varsayar. Örneğin Bejan, “What Was the Point of Equality?” [„Eşitliğin Anlamı Neydi?“] ismini verdiği çalışmasında 17. yüzyıl İngiltere’sini tartışırken, feodalite sonrası bir dünyada neredeyse herkesin eşitlik fikrini nasıl kabul ettiğini ortaya koymaktadır: Herkes (en azından her beyaz erkek) bir anlamda eşit yaratılmıştı. Ancak [İngiliz İç Savaşı döneminin siyasi hareketleri olan] Kazıcılar ve Tesviyeciler [the Diggers and the Levellers] gibi radikal gruplar eşitlikten çok daha fazlasını hedefliyorlardı: Farklı eşit erkek grupları arasında da parite. Bejan’a göre, onlar ve onların günümüzdeki eşitlikçi hareketlerdeki ardılları eşitlik dilini kullansalar da istedikleri daha özel bir şey: Bazı insanların zaten sahip olduğu muameleye diğerlerinin de erişmesini sağlamak. Eşitlik, Bejan’ın da altını çizdiği gibi, farklı teamüller ile uyumlu olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Parite ise, madunların ayrıcalıklılarını daha üst bir seviyeye yerleştirmekte ısrar eder.
Bejan da Sagar da, temel statü ile ilgili kaygılara daha çok odaklandıkları için, ekonomik hiyerarşiye dönük sol tandanslı öfkenin sadece Kazıcılar gibi küçük gruplar için değil, aynı zamanda modern çağda milyonlarca insan için de merkezi bir önem arz ettiğini ya da Occupy, “Pikettymania” ve Sanders’ın bu bilinci nasıl yeniden canlandırdığını incelemiyorlar. İşte bu soru David Lay Williams’ın The Greatest of All Plagues isimli harikulade yeni çalışmasının merkezinde yer alıyor.
Williams kitabın amacının uzun zamandır gözden kaçan bir şeye dikkat çekmek olduğunu söylüyor: Batı’nın kanonik siyasi düşünürlerinin birikmiş servetin ısrarlı eleştirmenleri oldukları gerçeğine. Platon ve Yeni Ahit ile başlasa da, Williams’ın ekonomik eşitsizlikle ilgili akıl yürütmelerindeki süreklilikleri ve değişiklikleri kaydetmesine yardımcı olan asıl olarak Rousseau, Marx ve John Stuart Mill’i tartışmasıdır. Platon doğal farklılık gibi kavramlara bağlı olabilir elbet, ancak Williams’ın gözlemine göre, o aynı zamanda çok az elde toplanan fazla paranın ve bunun yarattığı yoksulluğun sonuçlarının da siyasi istikrar için oluşturduğu tehditlerin farkındaydı. Yine Rousseau da ekonomik eşitsizliğin, özellikle de nesilden nesile aktarılan ve kalıcı bir ayrıcalık biçimi oluşturan servetin siyasi sonuçlarını son derece açık şekilde vurgulamıştı. Platon için dahi, [bu eşitsiz halin yarattığı] husumetin aşırı güçlenmesine izin verilirse tehlikeli bir huzursuzluk körükleyeceği aşikârdı. Ancak Rousseau için tehlikeler daha da ileri gitti: 18. yüzyılın yeni ticaret ve ihtişam çağının ekonomik eşitsizliği, diğer eşitlik biçimlerini de farklı biçimlerde tehdit ediyordu.
Tıpkı McMahon gibi Williams da çalışmasında uzun uzadıya Marx’ı tartışıyor. Marx’ın eşitlikten bu kadar az bahsetmesi kimilerine şaşırtıcı gelebilir; zira gerçekten de eşitlik meselesine oldukça az yer vermiştir – özellikle de Rousseau ile kıyaslandığında. Bu noktada ilk komünist olarak anılan ve Fransız Devrimi’nin ideallerini kurtarmak için “eşitlerin komplosu” çağrısında bulunan Gracchus Babeuf’tan herhalde bahsetmeye dahi gerek yok. McMahon’ın tartıştırdığı gibi, “eşitlik” kelimesi Komünist Manifesto’da sadece bir kez ve neredeyse aşağılayıcı bir bağlamda geçer. Rousseau, modern ticari toplumların muazzam bir sorunu olarak ele aldığı ekonomik eşitsizliğe odaklanırken, Marx bunu yapmamıştır. Onun asıl kaygısı daha ziyade “özgürlüğün yokluğu”, özellikle de işçilerin üzerinde hiçbir kontrole sahip olmadığı bir emek sürecinde işçinin üretim eylemine ve etkinliğine yabancılaşmasıdır.
Branko Milanović: Soğuk Savaş ekonomisi toplumsal sınıfların varlığını inkar etme girişimiydi
Williams, özgürlüğün Marx’ın öncelikli hedefi olduğunu kabul eder, ama aynı zamanda “Marx’ın aşırı ekonomik eşitsizlik sorununa karşı hissettiği endişenin, onun eleştirel ve yapıcı siyaset felsefesinin altında yatan güçlü bir ilke olduğunu” da öne sürer. Bu, nereden baksanız oldukça yerinde bir değerlendirmedir: Çağdaş küresel eşitsizlik analisti Branko Milanović’in modern ekonomistleri ele aldığı son çalışması olan Visions of Inequality’de tartıştığı gibi, Marx zamanının Kuzey Atlantik’i servette giderek daha büyük bir eşitsizliğe sahne olmuştu –örneğin Birleşik Krallık’ta en tepedeki yüzde 1 servetin yüzde 60’ına sahipti– böyle düşünüldüğünde, Marx düşüncesinde ekonomik eşitsizliğin bir arka plan oluşturması son derece doğaldır. Fakat bu durum, Marx’ın eşitsizlik halini kendi başına değil, özgür olmama haliyle birlikte ele almasını daha da önemli kılmaktadır: Nitekim, eşitsiz bir toplumun özgür olmayan bir toplum olması muhtemeldir. Yine de her halükârda Marx için insanların birbirlerine yapabileceği en kötü şey eşitsizlik değil, sömürüdür.
O halde, Marx’ın politik ekonomi teorisinin kapitalizmin tam teçhizatlı bir yorumunu içermesine şaşmamak gerek. Tek başına yüzde 1’e odaklanmamış, bunun yerine Kapital ile emek sürecinden siyasal devrim ortaya çıkaracağını düşündüğü sistemsel dinamiklere kadar her şeyi incelemeye adamıştır. Aynı şekilde, komünist özgürleşmenin, özgür toplumsal ilişkilerden sapmadığı sürece, insanların sahip oldukları ve elde ettikleri şeylerde bazı eşitsizliklere izin verebileceğini varsaymıştı. McMahon’un gözlemlediği gibi hem Lenin hem de Stalin, ustalarına sadık kalarak, “eşitlik yaygaracılığını”, özellikle de sınıfların ortadan kaldırılmasına yanaşmayan bir burjuvanın adaletsizlikten dem vurması anlamına geliyorsa, kesinkes reddetmişlerdir.
Marksist olsun ya da olmasın, Marx’ın işaret ettiği nokta, eşitsizliğe kafa yormakla geçen on yılımızı kapatabilmek için son derece önemli. Bu noktada McMahon’un “Y kuşağı” araştırmasından çıkardığı büyük sonuçlar hem yatıştırıcı hem de iç karartıcı. Eşitliğin insanlık tarihi boyunca devam eden oluşum ve gelişiminin büyük hikayesini anlatırken, eşitlik ve eşitsizliğin zorunlu olarak iç içe geçtiğini vurgulamayı tercih ediyor – herhalde yazdıkları içinde en ürkütücü olanı da dışlanmışları yok ederken ari “ırk” içinde bir eşitlik arayan faşizmle ilgili bölümündedir (Tam da burada Nasyonal Sosyalist gazete Der Angriff’in “Üniforma tüm insanları eşit kılar” savını hatırlamak gerek).
McMahon, ne tür bir eşitlikçi toplum arayışında olunursa olunsun, bazı eşitsizlik biçimlerinin var olmaya devam edeceğini öne sürüyor; ona göre insanlar eşitlik karşısında kararsız bir şekilde evrimleşmiştir, zira pek çok şey rekabetçi üstünlüğe göre inşa edilmiştir. Belirli bir toplumda nasıl bir eşitlik tesis edilirse edilsin bu, her zaman hiyerarşileri içerecektir. Eğer insanlar hiçbir zaman her açıdan eşit olmayacaklarsa, diyor McMahon, o halde eşitsizlik çeşitli biçimlerde devam edecek, hatta bazı biçimleri en aza indirilse bile genel durum daha da kötüleşecektir.
Bugüne kadarki en büyük eşitlik tarihçimizin vardığı tüm bu sonuçlar dikkat çekicidir, ancak Marx’ın da dediği gibi asıl önemli olan eşitsizlikleri ortadan kaldırmaktır. Hem yasal hem de dağıtımda eşitlik çığır açan gelişmelerdi ve tersine çevrildiklerinde ortaya çıkan öfke son zamanların en umut verici gelişmelerinden biridir. Ancak bu, nasıl bir anlam taşırsa taşısın, toplumun tüm boyutlarda tam eşitliğe ulaşabileceği ya da ulaşması gerektiği anlamına gelmez. Ancak, Marx’ın vardığı sonuçla da tutarlı olarak, eşitsizliğin ne zaman ve hangi biçimlerde ortadan kaldırılabilir bir adaletsizlik olduğu ya da özgürleşme adına harekete geçilmesi gereken bir şey olduğu konusunda netleşmeyi içermelidir. Birkaç ay önce tarihçi Quinn Slobodian, Piketty’den bu yana eşitsizlikle ilgili yazılıp çizilenlerin tümünü reddeden bir pozisyonda. Slobodian’a göre bu, Piketty’nin “Brahman solu”(3) olarak adlandırdığı, yani “yüksek eğitimli, sisteme yönelik eleştirileri tüketmeye istekli ancak sistemin dönüşümünü riske atamayacak kadar maddi çıkar bağları ile bağlı olan insanların” oyalanmak için icat ettikleri bir takıntı olabilirdi ancak.
Eşitsizlik üzerine yazılan kitaplar konusunda biraz daha hoşgörülüyüm, ben de bir tane yazdım. Ancak bunun başka bir nedeni daha var: Eşitsizliği dert edinmek daha üst bir duyarlılığa çıkan bir basamak gibidir; bu da sadece okurların kendi terimlerinin ötesine geçmelerine yardımcı oldukları dahi düşünüldüğünde memnuniyetle karşılamak için yeterli aslında. Sonuçta, daha derin sorunların –yerel ve küresel ölçekteki özgürlük yoksunluğu da dahil– hangilerinin daha önemli olduğuna karar vermemiz için bizi zorluyorlar.
(1) Şempanze ve bonobo, goril, insan ve orangutan cinsi hayvan türlerini içerisinde barındıran, “hominidae” ailesinin üyelerini içeren adlandırma. (ç.n)
(2) İnsan (Homo sapiens), günümüzde yaşayan, hominid bir hayvan türü. (ç.n)
(3) Thomas Piketty’nin sol partilerin günden güne işçi sınıfı tabanından uzaklaşarak yüksek eğitimli seçmenler ve elitlerin hakimiyetine girmesine ilişkin bir analojisi. (ç.n.)
Çevirmenin notu: Başta Bill Gates olmak üzere dünyadaki dev tekellerin sahiplerinin birçok bölgede devasa tarım arazilerini “kapattığı” haberlere yansıyor. Çeşitli kelime oyunları ve albenili projelerle tarım arazilerine el konuluyor, özellikle Afrika’da küçük çiftçiler borç batağına sürükleniyor, çok uluslu tarım ve gıda şirketlerinin ağına düşüyor ve mülksüzleştiriliyor. Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Afrika’da Gates Vakfı tarafından finanse edilen “yeşil tarım” projelerinin bu kapsamda rolünü ifşa ediyor. Gates Vakfı, geçimlik tarımı pazar için üretim yapan tarıma dönüştürürken, ürün çeşitliliğini azaltıyor ve tohum ile gübre sektöründe Afrikalıları çok uluslu tekellere bağımlı ve borçlu hale getiriyor. İşin daha kötü tarafı ise, Afrika’da kimi ülkelerin bu nedenle açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalması.
Bill Gates ve Mark Zuckerberg neden tarım arazisi satın alıyor?
Bill Gates Afrika tarımında Tanrı’yı oynuyor ve yanılıyor
Simon Allison
Mail & Guardian
3 Eylül 2024
Afrika, gezegendeki en hızlı büyüyen nüfusa sahip. Bu kıtada 2050 yılına kadar 2,4 milyardan fazla insan yaşayabilir. Hepsini beslemek, Afrikalı liderlerin karşı karşıya olduğu en büyük politika sorunudur.
Mevcut nüfusu bile besleyemediğimiz düşünüldüğünde, sorunun boyutu ürkütücüdür. Bugün Afrika’da yaşayan 1,5 milyar insanın yaklaşık %10’u ciddi gıda güvensizliği ile karşı karşıya; bu da bazen günlerce doğru düzgün yemek yiyemedikleri anlamına geliyor. Yüz milyonlarca insan ise bir sonraki öğünlerinin nereden geleceğini her zaman bilemiyor.
Şimdi bu sayıya 900 milyon kişiyi daha ekleyin. Bir şeylerin değişmesi gerekiyor. Bu değişimin nasıl olacağını bulmakla görevli kişiler önümüzdeki hafta Kigali’de Afrika Gıda Sistemleri Forumu’nda bir araya geliyor. Afrika Birliği’nin de katılımıyla forum, Afrika’da tarımı hızlandırmak ve dönüştürmek için 10 yıllık bir planı tartışacak ve ardından tanıtacak.
Öncül aldatıcı bir şekilde basit: İnsanları beslemek için çiftlikleri, özellikle de kıtadaki 33 milyon küçük çiftliği düzeltmeniz gerekiyor. Bu çiftlikler Afrika’daki gıdanın %70’ini yetiştiriyor, fakat bunu dünyadaki en düşük verimle yapıyorlar.
Fakat çiftçi topluluklarını korurken bu çiftliklerin tam olarak nasıl düzeltileceği giderek daha sert bir tartışma konusu haline geliyor.
Bu tartışmadaki en etkili kişi Afrikalı bir çiftçi ya da siyasi lider değil, hayatında hiç tarlada çalışmamış ABD’li bir yazılım mühendisi – her ne kadar birkaç tarlası olsa da: ABD’nin 19 eyaletinde tahmini 109.265 hektarlık bir alana sahip.
Amerikan rüyası
Dünyanın en zengin yedinci kişisi olan Bill Gates, modern endüstriyel tarım uygulamalarının dünyadaki açlığı çözebileceğine inanıyor. ABD’de 129 milyar dolar olduğu tahmin edilen servetini kullanarak o kadar çok tarla satın aldı ki, şu anda ülkenin en büyük tarım arazisi sahibi konumunda.
ABD’deki çiftçilik Afrika’dakinden çok farklı görünüyor. Ortalama bir ABD çiftliğinin büyüklüğü Afrika’daki eşdeğerinden 100 kat daha büyüktür. Amerikalı çiftçiler ayrıca genetiği değiştirilmiş “hibrit” tohumlardan mısır veya soya fasulyesi gibi tek bir nakit ürün yetiştirme eğilimindedir.
Bu tohumlar kendi kendilerine üreyemedikleri için, her yıl Bayer ve Syngenta gibi endüstriyel tarım şirketlerinden, tüm kimyasal gübre, herbisit ve pestisitlerle birlikte yeni tohumlar satın alınması gerekiyor.
Tüm bu girdiler, bunun pahalı bir model olduğu anlamına geliyor ve işe yaraması için çiftçilerin finansmana erişmesi gerekiyor. Fakat işe yaradığında sonuç da veriyor: ABD’de mısır verimi hektar başına yaklaşık 11 ton. Kenya’da ise ortalama hektar başına sadece 1,4 ton.
Gates’e göre Afrika’daki açlığın çözümü bu iki rakam arasındaki uçurumu kapatmakta yatıyor. Daha fazla insanı beslemek için Afrikalı çiftçilerin daha fazla gıda yetiştirmesi ve bunun için de ABD’deki meslektaşları gibi tarım yapmayı öğrenmeleri gerekiyor.
Çiftlikler büyümek zorunda. Afrikalı çiftçilerin en yeni hibrit tohumlara ve bunları satın alacak sermayeye erişmesi gerekiyor. Yorgun toprağın kimyasal gübrelerden yardım alması, mahsullerin böcek ve hastalıklardan korunması ve hasadın geçimlik olarak depolanmak yerine pazarda satılması gerekiyor.
Kulağa basit geliyor, fakat pratikte bu, Afrika tarımında yüzyıllardır süregelen geleneksel yöntemleri altüst eden bir devrimden başka bir şey olmayacaktır.
Gates’in önerdiği şey de tam olarak bir devrim. Gates Vakfı ve Rockefeller Vakfı 2006 yılında Afrika’da Yeşil Devrim için İttifak’ı (Agra) kurdu ve hem ulusal hem de kıtasal tarım politikalarını yeniden şekillendirmek için bir milyar dolardan fazla para harcadı.
Fakat devrim planlandığı gibi gitmedi.
Çöküşteki gıda sistemi
Geçtiğimiz ay Afrika Biyoçeşitlilik Merkezi şu soruya yanıt arayan bir rapor yayınladı: Zambiya’nın gıda sistemi çöküyor mu?
Ülke şimdiye kadarki en kötü kuraklıklarından birini yaşıyor. Ekili mısırın neredeyse yarısı kaybedilirken, bu temel gıdanın fiyatı %30 oranında arttı.
Yirmi milyonluk nüfusta altı milyondan fazla Zambiyalı akut gıda kıtlığı ve yetersiz beslenme riski altında.
Bu, Bill Gates’in vizyonunun bir parçası değildi. Birbirini izleyen Zambiya yönetimleri, Gates Vakfı tarafından önerilen türden politikaları en hevesle benimseyenler arasında yer aldı.
Ülke, Agra’nın Afrika tarımını sanayileştirme çabasının timsali. 2009 yılında çiftçileri ticari tohumlara ve yoğun gübre kullanımına geçmeye teşvik etmek için yeni bir sübvansiyon programı uyguladı. Bir milyondan fazla çiftçi bunu yaptı.
Fakat yeni rapor, yeni yaklaşımın verimi artırmak yerine, çiftçilerin mevcut kuraklık gibi iklim şoklarına karşı kırılganlığını artırdığı sonucuna varıyor.
Hibrit tohumların ve ithal gübrelerin kullanımı toprağı bozarak başka bir şey yetiştirmeyi zorlaştırdı; geçimlik ürünlerin yerine para getiren ürünlerin ikame edilmeye çalışılması ve bunun da başarısızlıkla sonuçlanması çiftçilerin ve ailelerinin aç kalmasına neden oldu.
Zambiyalı bir çiftçi ve raporu hazırlayan Kırsal Bölge Kadınları Meclisi’nin başkanı olan Mary Sakala, “Eskiden çeşitli ürünler yetiştirirdik,” diyor. “Fakat şimdi hükümetler ve tarım şirketleri çiftçileri girdilere bağlı monokültüre itti. Onların programları hepimizi savunmasız hale getirdi.”
Mesele sadece Zambiya değil: Agra’nın diğer fon sağlayıcıları ile birlikte Gates Vakfı tarafından yaptırılan bir çalışma da dahil olmak üzere, daha geniş kapsamlı kıta çalışmaları da Agra’nın politika önerilerinin etkinliği konusunda şüphe uyandırdı. İki yıl önce yayınlanan bu çalışma, “Agra’nın 9 milyon küçük çiftçinin gelirlerini ve gıda güvenliğini artırma hedefine ulaşamadığını” ortaya koydu.
ABD’deki Tufts Üniversitesi tarafından yapılan bir başka çalışmada, Agra’nın hedef aldığı 13 kilit ülkenin ulusal düzeydeki verilerinde, “yeşil devrim politikalarının mahsul verimi veya gıda güvenliği üzerinde anlamlı bir olumlu etkisi olduğunu” gösteren hiçbir kanıt bulunamadı.
Agra, bulgularına itiraz etmesine rağmen, en azından bulgularının bazılarını dikkate almış görünüyor: 2022’de adından “Yeşil Devrim”i çıkardı ve artık sadece kısaltmasıyla biliniyor.
“Tanrı’yı oynamak”
Durban merkezli din adamı Piskopos Takalani Mufamadi, “Bill Gates ve büyük tarım şirketleri Tanrı’yı oynuyor,” diyor: “Açların ve yoksulların mesihleri olduklarını iddia ediyorlar ama toprakları bozan, biyolojik çeşitliliği yok eden ve şirket kârını insanlardan üstün tutan sanayileşme yaklaşımı nedeniyle bunu başaramıyorlar. Bu ahlaksız, günahkâr ve adaletsiz bir yaklaşım.”
Mufamadi geçtiğimiz çarşamba günü Güney Afrika İnanç Toplulukları Çevre Enstitüsü adına yaptığı konuşmada, Gates Vakfı’nın tarım politikalarının Afrika’da yol açtığı hasarı onarmak için “tazminat” taahhüdünde bulunması çağrısında bulundu.
Belirli bir rakam vermemekle birlikte, vakfın “toprağı ve su tabakasını onarmak” için zarar gören insanlarla birlikte çalışması gerektiğini söyledi.
Bu çağrı, kıta genelinde 200 milyondan fazla küçük çiftçiyi, çobanı ve yerli halkı temsil ettiğini iddia eden bir sivil toplum şemsiye grubu olan Afrika’da Gıda Egemenliği İttifakı’nda da yankı buldu.
Genel Koordinatör Milyon Belay, “Bizi götürdükleri yol, tarım kimyasalları kullanmadan tarım yapamayacağımız bir tarım türü,” diyor.
Belay’a göre bu durum çiftçileri aşırı hava olaylarına ve genellikle ithal edilen gübre gibi girdilerin dalgalı fiyatlarına karşı savunmasız bırakıyor.
Belay’ın eleştirisi bir adım daha ileri gidiyor: Gates Vakfı’nın muazzam siyasi ve parasal etkisini alternatif fikirleri dışlamak için kullandığını savunuyor.
“Afrika hükümetlerinin hiç yetkisi yok demiyorum, onların da yetkileri var, fakat borç ve diğer parasal sorunlarla boğuşuyorlar, bu da Gates Vakfı ve diğer büyük fon sağlayıcıların gelip politikalarımızı ve stratejilerimizi etkilemesine kapı açıyor.”
Gates Vakfı bu eleştirileri reddediyor.
“Agra gibi birçok kuruluşa verdiğimiz destek, ülkelerin bu hedefe ulaşmak için ülke planlarına dayalı ulusal tarımsal kalkınma stratejilerini önceliklendirmelerine, koordine etmelerine ve etkili bir şekilde uygulamalarına yardımcı olmaktadır.”
Gates Vakfı’nın tarımsal dağıtım sistemleri direktörü Enock Chikava sözlerine şöyle devam ediyor: “Ayrıca, çiftçilerin kendileri de dahil olmak üzere çeşitli Afrikalı seslerle açık diyaloğa girmenin çalışmalarımız için kritik önem taşıdığına inanıyoruz ve gıda ve beslenme güvenliğini ortak hedefler ve bunlara ulaşmanın en iyi yolları etrafında ele almak için yapıcı diyaloglar aramaya devam edeceğiz.”
Ne var ki, şimdilik bu diyaloglarda Belay’ın Afrika’da Gıda Egemenliği İttifakı gibi gruplar yer almayacak ve Agra’nın Gates Vakfı gibi kalkınma ortakları ile Bayer ve Syngenta gibi endüstriyel ortakların desteğiyle önemli bir rol oynadığı gelecek hafta Kigali’de yapılacak foruma katılmayacak.
Bu da bir kez daha Bill Gates’in Afrika tarımının geleceğine ilişkin vizyonunun, işe yarasa da yaramasa da önümüzdeki on yıl boyunca kıta politikasını şekillendireceği anlamına geliyor.
AVRUPA
Telegram, 2023’te 173 milyon dolar zarar etti
Yayınlanma
2 hafta önce30/08/2024
Yazar
Harici.com.trFinancial Times‘ın (FT) aktardığı şirketin mali tablolarına göre Telegram, 2023 yılında 342 milyon dolar gelir elde ederken, işletme giderleri 108 milyon dolar oldu ve toplam 173 milyon dolar zarar etti.
Habere göre zarar, Toncoin de dahil olmak üzere Telegram tarafından tutulan dijital varlıkların değerindeki artışla kısmen dengelendi.
Mesajlaşma platformu kendi mali raporlarını yayımlamıyor. Gazeteye göre, Telegram’ın dijital varlıkları 2023’te yaklaşık 400 milyon dolar değerindeydi.
Şirket, 2024 yılında yaklaşık 244 milyon dolar değerinde Toncoin sattı. Ancak, Telegram CEO’su Pavel Durov’un gözaltına alınması haberinin ardından Toncoin’in değeri yüzde 20 düşerek 5,46 dolara geriledi.
Habere göre, Fransa’da Durov’a karşı devam eden soruşturma, Telegram’ın önümüzdeki iki yıl içinde ilk halka arz planlarını raydan çıkarabilir, zira yatırımcılar ve reklam verenler platforma yatırım yapma konusunda isteksiz olabilirler.
Bu yılın başlarında Durov, Telegram’da hisse edinmek isteyen yatırımcıların şirkete 30 milyar dolar değer biçtiğini belirtmişti.
Temmuz ayı itibariyle Telegram’ın aylık kullanıcı sayısı 950 milyona ulaşmıştı. TechCrunch‘a göre, Durov’un gözaltına alınmasını takip eden günlerde, iOS platformundaki indirme sayısı küresel olarak yüzde 4 arttı.
Fransa’da uygulama, sosyal ağ uygulamaları arasında indirme listelerinin başında yer aldı ve genel olarak üçüncü sıraya yerleşti.28 Ağustos’ta, gözaltına alınmasından dört gün sonra Fransız yargısı Pavel Durov’u 5 milyon avro kefaletle adli gözetim altında serbest bıraktı.
Telegram’daki dolandırıcılık faaliyetleri ve şirketin Fransız yetkililerle işbirliği yapmayı reddetmesiyle ilgili altı suçlamayla karşı karşıya.
Draghi raporu Alman hükümetini böldü, Hollanda’dan tepki aldı
Huawei, Apple ile aynı anda, yeni 3’e katlanabilir akıllı telefonu tanıttı
İsveç’te “tersine göç” tartışması koalisyonu böldü
Japonya’da koasliyon lideri Natsuo Yamaguchi istifa kararını duyurdu
Batı, Çin’in ‘hakimiyetini kırmak’ için lityuma daha fazla destek vermeye çağırıldı
Çok Okunanlar
-
RUSYA2 hafta önce
ABD istihbaratı: Ukrayna, Kursk’ta ele geçirdiği toprakları elinde tutma niyetinde
-
GÖRÜŞ4 gün önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 1
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Çin-Rusya ödemeler sorunu
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Bill Gates Afrikalıları nasıl aç bırakıyor?
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
‘Kendimizi ilk günden itibaren savaşmaya hazır hale getiriyoruz’
-
GÖRÜŞ3 gün önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 2
-
GÖRÜŞ6 gün önce
Suriye ile normalleşme başka bahara kalamaz: Pişmiş aşa su katılmaz
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Avrupa’da Ukrayna ile “dayanışma yorgunluğu”