Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Bir Syriza’lının gözünden Yunanistan’da muhalefetin seçim mağlubiyeti

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Yunanistan’da ana muhalefet partisi Syriza ve lideri Aleksis Çipras’ın seçim mağlubiyeti pek çok açıdan Türkiye’de şahit olunan durumu andırıyordu. Tarihsel olarak solun her dönemde güçlü olduğu Yunanistan’da Syriza, dünyada son yıllarda hâkim mevcut sol liberal akımın bir uzantısı niteliğindeydi. Çipras ve partisi 2015’te umut vaat eden bir kampanyayla seçimlerden galip çıktı ve sonra uçuk vaatlerin yerini ıstıraplı gerçekler aldı. Yunan toplumu ve emekçileri nezdinde güveni çoktan yitirmiş olan Syriza’nın son seçimlerden galip çıkması da mucize olurdu ama anketler (Türkiye ile yüce bir tesadüf olarak) tam tersi bir resim çiziyordu. Çipras istifa etti ve bundan sonraki dönemin neleri getireceği belirsiz. Aşağıda tercümesi verilen mülakatta Rosa Luxemburg Vakfı’ndan Friedrich Burschel, Nicos Poulantzas Enstitüsü Direktörü ve Syriza üyesi Dania Koltsida ile seçim sürecini ele alıyor. Mülakatın 25 Haziran’daki ikinci turdan önce yapıldığını da not edelim.


Yas tutma değil, mücadele zamanı: Syriza geçen ayki seçimlerde yenilgiye uğradı, ancak Yunan solu mücadeleye devam etmekte kararlı

Danai Koltsida, Friedrich Burschel
Rosa Luxemburg Shiftung
19 Haziran 2023

Yunanistan, 2007-2008’de patlak veren mali krizden bu yana Avrupa solunun ilgi odağında oldu. Ülkenin ilk kurtarma paketi ve 2010 yılında çığ gibi büyüyen kamu harcamaları kesintilerinin ardından, AB’nin kemer sıkma politikalarının ilk laboratuvarı kısa sürede Avrupa direnişinin laboratuvarı haline geldi ve kemer sıkma tedbirlerine dönük halk protestoları ülke çapında büyüyerek kısa sürede Aleksis Çipras liderliğindeki Radikal Sol Koalisyon Syriza etrafında birleşti.

Syriza, Ocak 2015’te Çipras’ın başbakan seçilmesiyle sonuçlanan AB’nin kemer sıkma saldırısına karşı halkın muhalefetini ifade eden birincil siyasi araç haline geldi. Syriza, sonraki dört yıl boyunca ülkeyi yönetti ama bunun beraberinde iç çalkantılar ve partinin sol kanadından ciddi kopuşlar geldi. Ancak 2019’dan bu yana Yunanistan muhafazakâr Yeni Demokrasi partisi ve lideri Kiryakos Miçotakis tarafından yönetiliyor. Hükümetteki Syriza, en kötüsünün olmasını engellemeye çalışırken AB kurumlarıyla işbirliği yapmıştı; ND bunun aksine emek karşıtı, özelleştirme taraftarı bir gündemi coşkuyla benimsedi ve refah devletine daha fazla zarar veren kesintiler dayattı.

21 Mayıs’taki genel seçimlere girerken Çipras ve Syriza, Miçotakis hükümetine karşı geniş ve halk desteğine sahip bir cephe oluşturmaya çalışarak geleneksel sol ile Yunanistan’ın 2019’dan bu yana sağa kaymasından endişe duyan daha geniş merkez sol seçmen katmanlarını birleştirmeye çalıştı. Anketler Syriza’ya ND’yi yerinden etme şansı veriyor gibi görünse de ortalık durulduğunda sonuç Yunanistan’ın önde gelen sosyalist partisi için siyasi bir aşağılanma oldu: Yüzde 20,07 ile son on yılın en kötü sonucunu aldı ve Miçotakis’in aldığı sonucun yarısından daha azını elde etti. Yanlış giden neydi ve Syriza hâlâ toparlanabilir mi? Rosa Luxemburg Vakfı’ndan Friedrich Burschel, 25 Haziran’da yapılacak ikinci seçim öncesinde Atina’daki Nicos Poulantzas Enstitüsü Direktörü Dania Koltsida ile yenilgiyi ve Syriza’nın iktidara dönüş yolunu nasıl çizeceğini konuştu.

Yunanistan’da 21 Mayıs’ta yapılan parlamento seçimleri öncesindeki günler ve haftalarda yapılan anketler Syriza’yı sürekli olarak mevcut Başbakan Kiryakos Miçotakis’in partisi Yeni Demokrasi’nin sadece birkaç puan gerisinde gösteriyordu, fakat gerçek sonuçta partinin oyları yüzde 10’un üzerinde azaldı. Bu ezici ve beklenmedik yenilgi nasıl oldu?

Anketler iki ana parti arasında çok daha yakın bir yarışa işaret ettiğinden, sadece Syriza’daki bizler için değil herkes için sürpriz olan bu sonucu kısaca açıklamak elbette zor. Bu sorunun cevabının aranması gereken pek çok düzey var. Ben esas olarak üç tanesine işaret etmek isterim.

Birincisi, makro düzey, yani pandemi, savaş, enerji krizi, iklim krizi ve doğal afetler, enflasyon vb. gibi birbirini izleyen krizlerin —”polikriz” ya da “permakriz”— sonuçları. Bu krizlerin yarattığı korku ve güvensizlik hissiyatı, bence muhafazakâr görüşlerin büyümesi ve gelişmesi için bir fırsat penceresi açtı.

İkincisi ise orta düzey, yani yurttaşların Yeni Demokrasi’nin hükümette olduğu süreye ve Syriza’nın 2019-2023 dönemi boyunca hem parlamentoda hem de toplumsal hareketlerde ana muhalefet olarak gösterdiği performansa ve kendisini her açıdan sağcı bir hükümete karşı hakiki ve inandırıcı bir alternatif olarak sunamamasına ilişkin genel değerlendirme ve algıları.

Üçüncüsü, mikro düzey: Yukarıda bahsedilen iki düzey Syriza’nın anketlerde neden geride kaldığına dair bir açıklama sunabiliyorsa, mikro düzey, yani kampanyanın son bir veya iki ayındaki taktiksel tercihler Yeni Demokras2inin galibiyetinin ve Syriza’nın yenilgisinin boyutunu açıklayabilir.

Anketler ve tahminler nasıl bu kadar yanılmış olabilir? Profesyonel kamuoyu yoklama araçlarının sorunu ne?

Anketlerin sonucu tahmin etmekte başarısız olduğu tek örnek Yunanistan değil. Geleneksel kamuoyu yoklama araçları, seçmenlerin tercih ettikleri partilerle güçlü bağlarının olduğu bir dönemde tasarlandılar. Bugün ise parti bağlılığı çok daha zayıf ve sosyal bir olgu olarak siyasi partiler genel anlamda büyük bir kriz içinde. Sonuç olarak, bu araçların seçim sonuçlarını tahmin etmekte yetersiz kaldığı ya da aşırı durumlarda tamamen yetersiz kaldığı ortaya çıkıyor.

Genel anlamda, bu başarısızlığı açıklayan pek çok faktör söz konusu. Mesela, bazen her bir anket şirketinin izlediği metodoloji, mesela ev veya iş telefonları, cep telefonları veya internet üzerinden anket yapıp yapmamaları, sosyal, nesiller arası veya siyasi önyargılara yol açıyor. Benzer şekilde, bir ankete yanıt vermeyi reddetmenin ne anlama geldiğini değerlendirmek ve yorumlamak zor; yanıt vermeyi reddeden kişilerin belirli bir sosyo-demografik veya siyasi geçmişten geldiği durumlarda, bu durum siyasi düzene güvensizliğe veya düzen karşıtı tercihlere işaret edebilir ve bu da sonucu etkileyebilir.

Son Yunanistan seçimleri söz konusu olduğunda, açıklama iki yönlü gibi görünüyor. Bir yandan anket şirketleri, 2019’da Syriza’ya oy veren herkesin 2023 seçimlerinde de benzer şekilde davranacağını varsayarak, bulgularını katılımcıların 2019’daki oylarına göre ağırlıklandırdı. Syriza seçmenleri geçtiğimiz on yıl boyunca çeşitli gerekçelerle anket sonuçlarında geleneksel olarak yeterince temsil edilmedi. Dolayısıyla, geçtiğimiz mayıs ayına kadar Syriza gerçek seçimlerde her zaman anketlerde gösterdiğinden daha iyi bir performans sergiledi. Dolayısıyla hemen herkes —araştırmacılar, anketörler ve siyasetçiler— bu kez de aynı şeyin olacağını varsaydı. Kimsenin anlamadığı şey, Syriza’nın seçmen kitlesinin ve daha geniş anlamda Yunan toplumunun ciddi değişimler geçirdiği ve her şeyin her zamanki gibi sonuçlanacağını varsaymanın yanlış olduğuydu.

Öte yandan, anketörlere hak vermek ve daha genel olarak kendimize karşı bu kadar acımasız olmamak adına, sandık çıkış anketlerine göre seçmenlerin beşte birinin seçim tercihini seçim gününde yaptığını ve bu “son dakika seçmenlerinin” yarısının Yeni Demokrasi’yi seçtiğini not etmeliyiz. Bu da ND’nin seçim hafta sonu boyunca yüzde 10 puan kazandığı anlamına geliyor, bunu kimse ölçemezdi.

Sanırım hala sonuçları düşünüyor ve analiz ediyor, neyin yanlış gittiğini anlamaya çalışıyorsunuz. Yine de, Yunanlıların yıllarca süren tartışmalara ve skandallara rağmen neden Miçotakis’i görevde tutma yönünde oy kullandıkları konusunda bir fikriniz var mı?

Gerçekten de çok fazla analize ihtiyaç var. Size verebileceğim tek şey ilk tepki ve kişisel izlenim.

Bana göre Yeni Demokrasi’ye verilen oy —en azından bütünüyle— olumlu bir oy değildi, Yunan toplumunun yüzde 40’ının partinin temsil ettiği otoriter neoliberalizm türünü desteklediği şeklinde yorumlanmamalı. ND seçmenlerinin neredeyse dörtte birinin son dakika seçmenleri olduğunu, yani partiyle güçlü bağları olmayan insanlar olduğunu söylemiştim. Seçim sonrası anketlerde de bunu görebiliyoruz; seçmenlerin büyük bir kısmı seçim sonucuyla ilgili olumsuz duygular —endişe, üzüntü, öfke vb— ifade ediyor ve Yunanistan’ın siyasi geleceği konusunda son derece kötümser.

En azından bana göre rol oynayan bir diğer faktör de art arda yaşanan krizlerin etkisi. Bana öyle geliyor ki pek çok yurttaş, bu istikrarın her açıdan berbat bir yönetimin devamı anlamına gelmesine rağmen, değişim yerine istikrarı tercih etti. Yunan medyasının seçim öncesi tartışmaları yürütme biçimi bu durumu daha da kötüleştirdi; siyasi partilere faaliyetlerini anlatmaları ve programlarını sunmaları için yer vermek yerine, muhalefet partilerinin tutumlarını çarpıttılar ve tartışmayı mevcut sorunlardan ve meselelerden 2015’e ve önceki Syriza hükümetinin Troyka ile yüzleşmesine kaydırdılar. Syriza’nın hükümeti kurması halinde iktisadi ve sosyal çalkantıların ortaya çıkabileceği gibi yanlış bir izlenim yaratmak adına kasıtlı olarak yalan haberler yaydılar veya ahlaki panik yarattılar.

Son olarak, seçim sisteminin rolünü de göz ardı etmememiz gerek. Son seçimlerde 1989’dan bu yana ilk kez nispi seçim sistemi uygulandı ve bu da siyasi bir paradoks yarattı. Bir yandan, Yeni Demokrasi kampanyanın başından itibaren koalisyon hükümeti peşinde koşma niyetinde olmadığını ve parlamentoda mutlak çoğunluğu elde etmek için ikinci bir seçim isteyeceğini, zira ikinci seçimin farklı, daha çoğunlukçu bir sistemde yapılacağını belirtti. Öte yandan Syriza nispi seçim sistemini destekledi ve PASOK/KINAL, Komünist Parti (KKE) ve MeRA25 gibi diğer ilerici partilerle bir koalisyon hükümeti kurmaya çalışacağını ifade etti. Fakat diğer ilerici partiler bu teklifi reddetti ve böylece seçmenlere Syriza’ya oy vermenin istikrarsızlığa oy vermek olduğu izlenimini verdi, zira partinin herhangi bir müttefiki yokmuş gibi görünüyordu.

Aynı zamanda, bu koalisyon arayışı Syriza’nın kendi siyasi programından değil, muhtemel müttefiklerinin program ve açıklamalarından sorumlu tutulmasına neden oldu. Örneğin MeRA25’in avronun yanında paralel bir sistem olarak ikame bir para birimi yaratma önerisinde durum böyleydi.

Miçotakis’e kimlerin oy verdiğini ve bunu yaparak ne elde etmeyi beklediklerini izah etmek mümkün mü?

Seçim verilerinin analizi halen devam ediyor. Fakat Miçotakis ve partisinin neredeyse tüm bölgelerde —Girit gibi güçlü bir sağ karşıtı geleneğe sahip olanlar da dahil— ve sosyo-demografik kategoriler arasında galip geldiği aşikâr.

Sandık çıkış anketlerine göre Miçotakis’in özellikle serbest meslek sahipleri ve emekliler arasında güçlü bir destek aldığı görülüyor, ancak kamu sektörü çalışanları gibi geleneksel olarak sola oy veren kesimler arasında bile seçim performansı oldukça güçlüydü. Aynı durum farklı demografik kategoriler ve özellikle farklı yaş grupları için de geçerli, zira ND, 2012’den bu yana ilk kez gençlerin (17-34 yaş arası) oylarından Syriza’dan daha fazla pay almayı başarmış oldu.

Dediğim gibi, bu tercihi birkaç kelimeyle izah etmek zor. Kabaca diyebilirim ki bu seçmenler, daha önce açıkladığım nedenlerden ötürü bilinmeyen sulara yelken açtığını düşündükleri Syriza yerine, tabiri caizse “bildikleri şeytan” olarak Miçotakis’i tercih ettiler.

Syriza 25 Haziran’daki ikinci seçimlere nasıl hazırlanıyor? Üyeler böylesine moral bozucu bir mağlubiyetten sonra kendilerini mücadele için nasıl motive edebilirler?

Tüm solcular gibi Syriza üyeleri ve destekçileri de bugün çok daha zor olan zamanlarda sosyal adalet, eşitlik ve demokrasi için mücadeleyi sürdüren insanlar. Ayrıca, 21 Mayıs sonuçlarından sonra bile Syriza’nın Avrupa’nın —sadece radikal solun değil, daha genel olarak ilerici kampın da— en güçlü partilerinden biri olmayı sürdürdüğünü unutmamamız gerek.

Bizim için önümüzdeki seçimler dar görüşlü parti çıkarları açısından değil, Yunan toplumunun bütünü açısından önemli. Miçotakis hükümetine yönelik eleştirilerimizin haklı olduğuna inanıyoruz; sosyal açıdan duyarsız, iktisadi açıdan aşırı neoliberal, kurumsal açıdan antidemokratik ve şeffaf olmayan bir hükümetti. Önümüzdeki dört yıla dair planları daha da kötü: ND’nin kazanacağı bir zafer, özellikle de büyük bir parlamento çoğunluğuyla sonuçlanırsa, toplumsal açıdan yıkıcı olacaktır.

İzlemeyi planladıkları politikalara dair elimizde şimdiden bazı göstergeler mevcut. Daha birkaç gün önce, partinin adaylarından biri, ölüm döşeğindeki kanserli hastaların sağlık sistemine kabul edilmemesi gerektiğini —palyatif bakım için bile— zira çok pahalıya mal olduklarını belirtmişti. Kamu sağlık sistemine erişime saldıran tek kişi o değildi. Aynı durum kamu eğitimi ve diğer alanlar için de geçerli.

Aleksis Çipras’ın seçimlerden sonra Syriza Merkez Komitesinde yaptığı konuşmada söylediği gibi, Miçotakis’in planı “sadece parlamento çoğunluğunu değil, anayasada son derece muhafazakâr değişikliklere gitmesine imkân verecek ve her şeye gücü yetecek bir çoğunluğu kazanmak. Eğer şansı varsa, bir rakibi olmasını istemiyor. Kendisini durdurabilecek ve refah devletini, kamu sağlığını, eğitimi ve işçi haklarını savunmak için mücadele edebilecek tek siyasi rakip olan Syriza’dan kurtulmak istiyor.”

Bu nedenle, seçimlerin ertesi günü Syriza ve lideri yoldaş Aleksis Çipras, seçmenlerimizin bir kısmını yabancılaştıran hatalarımızın sorumluluğunu elbette üstlendi. Fakat aynı zamanda, bu hataları düzeltmeye ve en önemlisi, yaklaşan ikinci tur seçimlere her zamankinden daha kararlı ve birlik içinde katılmaya kendimizi adadık. Hep birlikte, sonuç acı verici bir şok olsa da, şu an yas tutma değil, mücadele etme zamanı olduğuna karar verdik. O zamandan beri de bunu yapıyoruz, zira mayıs ayındaki oylamadan çıkan güçler dengesini bozmanın Yunan toplumu ve en önemlisi de temsil etmeye çalıştığımız insanlar için hayati önem taşıdığını biliyoruz.

Bu ruhla Syriza, mesajını daha etkili bir şekilde iletmek adına somut girişimlerde bulunuyor. “Adil Toplum, Herkes için Refah” sloganıyla, programımızın daha iyi bilinmesini ve anlaşılmasını sağlamaya ve Syriza’nın hangi alternatifi temsil ettiğini netleştirmeye odaklanıyoruz. İletişim açısından, hem siyasi tecrübeye hem de tutumlarımızı tam olarak destekleyecek akademik ve profesyonel bilgiye sahip son derece yetkin bir grup yoldaşı öne çıkardık.

Bu anlamda iyimseriz ve en önemlisi, yaklaşan seçimlerin son dakikasına kadar mücadeleye devam etmeye kararlıyız.

Sizce Syriza siyasi performansı ve seçim kampanyası açısından ne gibi hatalar yaptı?

Böyle bir neticeden sonra, hatalar ve gerekçeler çeşitli düzeylerde izlenebilir ve izlenmeli. Fakat şu anda, henüz seçim meydanındayken hatalarımızı tespit etmek ve bunları düzeltmek zorunda olduğumuz için, kendimi parti içinde de tartışılan en belirgin ve önemli hatalarla sınırlayacağım. Elbette bu liste kapsamlı değil ve seçim performansımızın genel bir değerlendirmesi ikinci tur seçimlerinden sonra yapılacak.

Kısmen kendi hatalarımız veya yetersizliğimiz nedeniyle Yeni Demokrasi’nin nasıl korku gündemi dayatmayı ve değişim yerine istikrarı teşvik etmeyi başardığına ve nısbi seçim sistemini ve koalisyon hükümeti kurulmasını savunurken karşılaştığımız çıkmaza daha önce değinmiştim. Ancak bu iki hususun yanı sıra, bence temel hatalarımızdan ya da daha doğrusu eksikliklerimizden biri, bazen kolektif bir varlık olarak imajımızın —uzun bir süre boyunca ama özellikle de oylamadan önceki kritik günlerde— uyum, sorumluluk ve organizasyondan yoksun olmasıydı.

Aleksis Çipras’ın da belirttiği gibi, seçimlerden önceki son günlerde bile kamuoyuna yapılan yanlış açıklamalar, kararsızlıklar, sorumluluk eksikliği ve hatta seçmenlerin bizden ne kadar kuşkulandığını anlamamış olmamız bize pahalıya mal oldu. Bu hatalar, tam da onun sözleriyle, bizi “ciddiyete, sorumluluğa, kolektiviteye doğru” değişmeye zorluyor.

Acaba parti yanlış bir kamusal yüze mi sahip? Ya da daha kışkırtıcı bir ifadeyle, Yunan toplumu “Çipras yorgunluğundan” mı mustarip?

Aleksis Çipras, Synaspismos’un ve ardından Syriza’nın lideri olduğu 15 yıl boyunca sorumluluktan hiçbir zaman kaçmadı. Partisi ve ülkesi adına çok önemli mücadeleler verdi. Bu anlamda, bu seçimden sonra da saklanmadı. İlk andan itibaren beklenmedik kötü sonucun sorumluluğunu üstlendi.

Fakta sadece Syriza ve tüm yetkilileri ve mensupları değil, partinin destekçileri de bu kritik mücadelede onun arkasında duruyor. Bunun ilk nedeni Çipras’ın tecrübeli bir siyasi lider olması, hem muhalefette hem de hükümette büyük başarılara imza atmış biri olması. Günümüzün az sayıdaki gerçek devlet adamlarından biri olduğunu söyleyecek cüreti kendimde buluyorum.

Yunanistan’ın kurtarma programlarının ve kemer sıkma politikalarının kısır döngüsünden çıkması, pek çok sosyal hakkın güvence altına alınması ve en zor koşullarda bile toplumumuzun en savunmasız kesimlerinin korunması onun başbakanlığı döneminde gerçekleşti. Kuzey Makedonya ile Balkanlarda barış ve istikrarı teşvik eden son derece önemli bir anlaşma imzaladık ve Yunanistan, uluslararası hukuk ve insan haklarına saygı çerçevesinde, belki de Avrupa’nın bugüne dek gördüğü en büyük göç akınlarından birini kabul etti ve başarıyla yönetti.

Bu nedenle, son yenilgimizden sonra ve ND ile muhaliflerimizin sistematik olarak yalan haberlerle onu şahsen hedef almalarına rağmen, Yunan yurttaşları arasında oldukça popüler olmaya devam etmesi mantığa uygun, zira onun liderliğinin Syriza için önemli bir değer olduğunu biliyorlar.

Liderimizin arkasında durmamızın ve yenilgimizi kişisel olarak Çipras’a bağlamamamın ikinci nedeni ise solda her şeyi kolektif olarak yapmamız. Tüm zaferlerimizde, tüm mücadelelerimizde ve tüm yenilgilerimizde birlikteydik ve bunu yapmaya devam edeceğiz.

Elbette eleştiri ve özeleştiri kimliğimizin bir parçası ve elbette Aleksis Çipras da hatalar yaptı; bu kadar çok şey yapmış birinin hata yapmaması mümkün değil. Bunları kabul eden ilk kişi o oldu. Fakat bu, kamuoyuna yansıyan simanın kusurlu olduğunu söylemekten çok uzak ve ben buna katılmıyorum.

Syriza oy kaybeden tek sol parti değil. Yanis Varufakis’in MeRA25’i parlamentoya yeniden girmeyi başaramadı ve sadece komünistler ve sosyal demokratlar (PASOK-KINAL) oy oranlarını artırmayı başardı. Bu sonuçlar genel anlamda Yunan solunun durumu hakkında ne söylüyor?

Mayıs ayında yapılan seçimlerde Yunan solunun genel oy oranı düştü. PASOK-KINAL dahil olmak üzere başat sol partiler toplamda yüzde 41,4 oy alırken, aynı partiler 2019’da yüzde 48,4, Eylül 2015’te ise MeRA25 yerine Halk Birliği/LAE dahil olmak üzere yüzde 50,2 oy almıştı. Bununla birlikte, Yunanistan’da solun genel anlamda düşüşte olduğu sonucuna varıp varamayacağımızdan emin değilim. Yunan toplumu onlarca yıldır Avrupa’nın en sol eğilimli toplumlarından biri oldu, bu yüzden aceleci kanaatlere varmaktan kaçınmalıyız.

Ancak, her bir parti için ayrıntılar ne olursa olsun, bence solun parçalanmasından zarar gördüğü doğru. PASOK ve KKE’nin kazanımları, bu partilerin genel gücü göz önüne alındığında kayda değer olsa da (her biri yüzde 2 ila 3 puan kazandı), Yunan parti sisteminin yapısında kayda değer bir değişikliğe işaret etmiyor.

Bu nedenle, bana göre Yunan solu bir bütün olarak son seçim sonuçları üzerinde daha derinlemesine düşünmeli ve kendisini yalnızca daha modern ve radikal programatik önerilere ve daha cesur ideolojik çalışmalara değil, daha fazla birliğe veya en azından kolektif eyleme doğru yeniden yönlendirmeli.

Hükümeti destekleyenler, Miçotakis’in AB ortalamasının üzerinde gerçekleşen yüzde 3 ila 5’lik ekonomik büyüme, azalan işsizlik oranları ve devam eden işgücü piyasası ve dijitalleşme reformları sayesinde galip geldiğini iddia ediyor. Miçotakis göreve geldiğinden beri Yunanistan’ın itibarının arttığını ve Syriza’nın ND’nin ciddi bir rakibi olmadığını söylüyorlar. Bu kulağa mantıklı geliyor mu?

Kulağa hoş geliyor, ancak ne yazık ki Yunan halkının yaşadığı sosyal ve iktisadi gerçeklikle hiçbir ilgisi yok.

Öncelikle sosyo-ekonomik koşullardaki iyileşmenin ne kadarının Miçotakis’e atfedilebileceğini görelim. Mesela, madem bahsettiniz: işsizlikteki düşüş büyük ölçüde Syriza hükümetinin başarısıydı. 2014’te yüzde 26,5 olan işsizlik oranını 2019’da yüzde 17,3’e düşürdü; bu, dayatılan kemer sıkma politikaları nedeniyle yaşanan epey zor bir dönemin ortasında yüzde 9,2’lik bir düşüş anlamına geliyor. ND hükümeti, AB’deki mali çerçevenin önemli ölçüde farklı olduğu ve hükümetin ekonomik büyümeyi teşvik etmek için pek çok araca sahip olduğu bir dönemde, 2019’dan 2022’ye kadar işsizliği yüzde 5,1 oranında azaltarak sadece yüzde 12,2’ye düşürdü.

ND’nin sosyo-ekonomik performansına gelince, sadece en karakteristik göstergelerden bazılarına değineceğim. İlk olarak, OECD verilerine göre Yunan işçiler, Miçotakis hükümetinin enflasyona karşı aldığı yetersiz ve yanlış tedbirler nedeniyle reel ücretlerde yüzde 7,4 ile dördüncü en büyük düşüşü yaşadı.

Benzer şekilde Eurostat’a göre Yunanistan, alım gücü standartlarında kişi başına düşen GSYİH bakımından AB’de en kötü üçüncü konuma sahip. Gördüğünüz üzere, Yunanlıların yaşam standartları devam eden enflasyon krizinden ciddi şekilde etkilendi. İkinci olarak, Syriza iktidardayken kayda değer ölçüde azalmış olan gelir eşitsizliği endeksi Gini katsayısı, ND’nin politikaları sonucunda yeniden arttı.

Yunanistan’ın itibarına gelince, geçtiğimiz yıl boyunca ülkenin başarılarıyla değil, siyasetçileri, gazetecileri, askeri ve hükümet yetkililerini ve diğer kamusal figürleri hedef alan büyük telekulak skandalı nedeniyle tüm büyük uluslararası basında manşetlere çıktığını unutmayalım. Bu skandal şahsen olmasa da Miçotakis’in kabinesini doğrudan ilgilendiriyordu. Ayrıca Yunanistan, V-Dem Enstitüsü’nün 2023 Demokrasi Raporu’nda liberal demokrasiden “seçim demokrasisine”, yani otokratik rejimlerin sadece bir basamak üstüne düşürüldü.

Bu yenilgiyle şahsen nasıl başa çıkıyorsunuz?

Tek cümleyle mi? Gramsci’nin bize öğrettikleriyle: Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği.

İşimizin zor olduğunu biliyorum, sadece Syriza için değil, daha da önemlisi, elbette benim de ait olduğum Yunan toplumunun geneli açısından. Örneğin, benim de kişisel olarak refahımı borçlu olduğum kamu sağlık sisteminin akıbeti konusunda endişeliyim. Sosyal haklar ve işçi hakları konusunda daha fazla geri adım atılmasından ya da sosyal eşitsizlik ve dışlanmanın artmasından endişe duyuyorum. Ve elbette, böylesine otoriter bir sağ partinin hakimiyetinin haklar ve demokratik kurumlar üzerinde nasıl bir etki yaratacağı konusunda endişeliyim.

Fakat mücadeleye devam etmekten, hatalarımızı ve kusurlarımızı düzeltmekten başka yolumuz olmadığını da biliyorum. Nihayetinde mayıs ayındaki oylamadan çıkan güçler dengesini tersine çevirmeyi başaracağımız konusunda iyimserim. Ayrıca, daha önce de söylediğim gibi, böyle bir yenilgiden sonra bile Avrupa’daki en güçlü sol ve ilerici partilerden biri olmaya devam ettiğimizi unutmuyorum.

Avrupa sol partileri ve örgütleri ikinci tur seçimlerinde Yunanistan solunu ve özellikle Syriza’yı nasıl destekleyebilir?

Yoldaşlarımızın ve dostlarımızın dayanışması her zaman değerli olmuştur. Avrupa’nın ve dünyanın dört bir yanındaki solcuların ve ilericilerin de kendi ülkelerinde sosyal adalet, eşitlik ve demokrasi için mücadele ettiklerini ve genellikle bizimkinden çok daha ciddi zorluklarla karşı karşıya olduklarını bilmek bizi daha güçlü ve kararlı kılıyor.

Bunun dışında ve Yunanistan’daki mevcut seçim mücadelesinin ötesinde, Avrupa solunun Syriza’ya ve birbirlerine yardım etmesinin en iyi yolunun kendi ülkelerinde zaferler elde etmek ve güçlenmek olduğunu düşünüyorum. Kıtamızdaki güç dengesini değiştirmenin tek yolu bu.

Bana göre Avrupa solunun karşılıklı dayanışma ifadelerinin ötesine geçmesi ve daha derinlemesine tartışmalara başlaması önemli. Ulusal ve bölgesel özelliklerimizi anlamak açısından, hatalarımızdan ders çıkarmalı, kendi toplumlarımızdaki eğilimleri analiz etmeli ve en önemlisi, siyasi mücadelelerimizde, geleceğin refahın genele yayıldığı, dayanışmacı ve adil bir toplumda olduğuna insanları ikna etmede nasıl daha etkili ve yararlı olabileceğimiz konusunda fikir alışverişinde bulunmalıyız.

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bundan sonra Suriye

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.


Bundan sonra Suriye

Esad Ebu Halil, Consortium News

Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.

Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.

Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.

Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?

Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.

Baba: Hafız Esad

Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.

Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.

Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.

1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.

Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.

Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.

1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.

2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.

Rejimin sonunu getiren 15 neden

Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:

1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.

2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.

3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.

4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)

5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.

6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.

7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.

8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.

9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.

10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.

11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.

12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.

13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.

14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.

15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.

Cihatçıların güzellenmesi

Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.

Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.

Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.

Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.

Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English