DÜNYA BASINI
Bir Syriza’lının gözünden Yunanistan’da muhalefetin seçim mağlubiyeti
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: Yunanistan’da ana muhalefet partisi Syriza ve lideri Aleksis Çipras’ın seçim mağlubiyeti pek çok açıdan Türkiye’de şahit olunan durumu andırıyordu. Tarihsel olarak solun her dönemde güçlü olduğu Yunanistan’da Syriza, dünyada son yıllarda hâkim mevcut sol liberal akımın bir uzantısı niteliğindeydi. Çipras ve partisi 2015’te umut vaat eden bir kampanyayla seçimlerden galip çıktı ve sonra uçuk vaatlerin yerini ıstıraplı gerçekler aldı. Yunan toplumu ve emekçileri nezdinde güveni çoktan yitirmiş olan Syriza’nın son seçimlerden galip çıkması da mucize olurdu ama anketler (Türkiye ile yüce bir tesadüf olarak) tam tersi bir resim çiziyordu. Çipras istifa etti ve bundan sonraki dönemin neleri getireceği belirsiz. Aşağıda tercümesi verilen mülakatta Rosa Luxemburg Vakfı’ndan Friedrich Burschel, Nicos Poulantzas Enstitüsü Direktörü ve Syriza üyesi Dania Koltsida ile seçim sürecini ele alıyor. Mülakatın 25 Haziran’daki ikinci turdan önce yapıldığını da not edelim.
Yas tutma değil, mücadele zamanı: Syriza geçen ayki seçimlerde yenilgiye uğradı, ancak Yunan solu mücadeleye devam etmekte kararlı
Danai Koltsida, Friedrich Burschel
Rosa Luxemburg Shiftung
19 Haziran 2023
Yunanistan, 2007-2008’de patlak veren mali krizden bu yana Avrupa solunun ilgi odağında oldu. Ülkenin ilk kurtarma paketi ve 2010 yılında çığ gibi büyüyen kamu harcamaları kesintilerinin ardından, AB’nin kemer sıkma politikalarının ilk laboratuvarı kısa sürede Avrupa direnişinin laboratuvarı haline geldi ve kemer sıkma tedbirlerine dönük halk protestoları ülke çapında büyüyerek kısa sürede Aleksis Çipras liderliğindeki Radikal Sol Koalisyon Syriza etrafında birleşti.
Syriza, Ocak 2015’te Çipras’ın başbakan seçilmesiyle sonuçlanan AB’nin kemer sıkma saldırısına karşı halkın muhalefetini ifade eden birincil siyasi araç haline geldi. Syriza, sonraki dört yıl boyunca ülkeyi yönetti ama bunun beraberinde iç çalkantılar ve partinin sol kanadından ciddi kopuşlar geldi. Ancak 2019’dan bu yana Yunanistan muhafazakâr Yeni Demokrasi partisi ve lideri Kiryakos Miçotakis tarafından yönetiliyor. Hükümetteki Syriza, en kötüsünün olmasını engellemeye çalışırken AB kurumlarıyla işbirliği yapmıştı; ND bunun aksine emek karşıtı, özelleştirme taraftarı bir gündemi coşkuyla benimsedi ve refah devletine daha fazla zarar veren kesintiler dayattı.
21 Mayıs’taki genel seçimlere girerken Çipras ve Syriza, Miçotakis hükümetine karşı geniş ve halk desteğine sahip bir cephe oluşturmaya çalışarak geleneksel sol ile Yunanistan’ın 2019’dan bu yana sağa kaymasından endişe duyan daha geniş merkez sol seçmen katmanlarını birleştirmeye çalıştı. Anketler Syriza’ya ND’yi yerinden etme şansı veriyor gibi görünse de ortalık durulduğunda sonuç Yunanistan’ın önde gelen sosyalist partisi için siyasi bir aşağılanma oldu: Yüzde 20,07 ile son on yılın en kötü sonucunu aldı ve Miçotakis’in aldığı sonucun yarısından daha azını elde etti. Yanlış giden neydi ve Syriza hâlâ toparlanabilir mi? Rosa Luxemburg Vakfı’ndan Friedrich Burschel, 25 Haziran’da yapılacak ikinci seçim öncesinde Atina’daki Nicos Poulantzas Enstitüsü Direktörü Dania Koltsida ile yenilgiyi ve Syriza’nın iktidara dönüş yolunu nasıl çizeceğini konuştu.
Yunanistan’da 21 Mayıs’ta yapılan parlamento seçimleri öncesindeki günler ve haftalarda yapılan anketler Syriza’yı sürekli olarak mevcut Başbakan Kiryakos Miçotakis’in partisi Yeni Demokrasi’nin sadece birkaç puan gerisinde gösteriyordu, fakat gerçek sonuçta partinin oyları yüzde 10’un üzerinde azaldı. Bu ezici ve beklenmedik yenilgi nasıl oldu?
Anketler iki ana parti arasında çok daha yakın bir yarışa işaret ettiğinden, sadece Syriza’daki bizler için değil herkes için sürpriz olan bu sonucu kısaca açıklamak elbette zor. Bu sorunun cevabının aranması gereken pek çok düzey var. Ben esas olarak üç tanesine işaret etmek isterim.
Birincisi, makro düzey, yani pandemi, savaş, enerji krizi, iklim krizi ve doğal afetler, enflasyon vb. gibi birbirini izleyen krizlerin —”polikriz” ya da “permakriz”— sonuçları. Bu krizlerin yarattığı korku ve güvensizlik hissiyatı, bence muhafazakâr görüşlerin büyümesi ve gelişmesi için bir fırsat penceresi açtı.
İkincisi ise orta düzey, yani yurttaşların Yeni Demokrasi’nin hükümette olduğu süreye ve Syriza’nın 2019-2023 dönemi boyunca hem parlamentoda hem de toplumsal hareketlerde ana muhalefet olarak gösterdiği performansa ve kendisini her açıdan sağcı bir hükümete karşı hakiki ve inandırıcı bir alternatif olarak sunamamasına ilişkin genel değerlendirme ve algıları.
Üçüncüsü, mikro düzey: Yukarıda bahsedilen iki düzey Syriza’nın anketlerde neden geride kaldığına dair bir açıklama sunabiliyorsa, mikro düzey, yani kampanyanın son bir veya iki ayındaki taktiksel tercihler Yeni Demokras2inin galibiyetinin ve Syriza’nın yenilgisinin boyutunu açıklayabilir.
Anketler ve tahminler nasıl bu kadar yanılmış olabilir? Profesyonel kamuoyu yoklama araçlarının sorunu ne?
Anketlerin sonucu tahmin etmekte başarısız olduğu tek örnek Yunanistan değil. Geleneksel kamuoyu yoklama araçları, seçmenlerin tercih ettikleri partilerle güçlü bağlarının olduğu bir dönemde tasarlandılar. Bugün ise parti bağlılığı çok daha zayıf ve sosyal bir olgu olarak siyasi partiler genel anlamda büyük bir kriz içinde. Sonuç olarak, bu araçların seçim sonuçlarını tahmin etmekte yetersiz kaldığı ya da aşırı durumlarda tamamen yetersiz kaldığı ortaya çıkıyor.
Genel anlamda, bu başarısızlığı açıklayan pek çok faktör söz konusu. Mesela, bazen her bir anket şirketinin izlediği metodoloji, mesela ev veya iş telefonları, cep telefonları veya internet üzerinden anket yapıp yapmamaları, sosyal, nesiller arası veya siyasi önyargılara yol açıyor. Benzer şekilde, bir ankete yanıt vermeyi reddetmenin ne anlama geldiğini değerlendirmek ve yorumlamak zor; yanıt vermeyi reddeden kişilerin belirli bir sosyo-demografik veya siyasi geçmişten geldiği durumlarda, bu durum siyasi düzene güvensizliğe veya düzen karşıtı tercihlere işaret edebilir ve bu da sonucu etkileyebilir.
Son Yunanistan seçimleri söz konusu olduğunda, açıklama iki yönlü gibi görünüyor. Bir yandan anket şirketleri, 2019’da Syriza’ya oy veren herkesin 2023 seçimlerinde de benzer şekilde davranacağını varsayarak, bulgularını katılımcıların 2019’daki oylarına göre ağırlıklandırdı. Syriza seçmenleri geçtiğimiz on yıl boyunca çeşitli gerekçelerle anket sonuçlarında geleneksel olarak yeterince temsil edilmedi. Dolayısıyla, geçtiğimiz mayıs ayına kadar Syriza gerçek seçimlerde her zaman anketlerde gösterdiğinden daha iyi bir performans sergiledi. Dolayısıyla hemen herkes —araştırmacılar, anketörler ve siyasetçiler— bu kez de aynı şeyin olacağını varsaydı. Kimsenin anlamadığı şey, Syriza’nın seçmen kitlesinin ve daha geniş anlamda Yunan toplumunun ciddi değişimler geçirdiği ve her şeyin her zamanki gibi sonuçlanacağını varsaymanın yanlış olduğuydu.
Öte yandan, anketörlere hak vermek ve daha genel olarak kendimize karşı bu kadar acımasız olmamak adına, sandık çıkış anketlerine göre seçmenlerin beşte birinin seçim tercihini seçim gününde yaptığını ve bu “son dakika seçmenlerinin” yarısının Yeni Demokrasi’yi seçtiğini not etmeliyiz. Bu da ND’nin seçim hafta sonu boyunca yüzde 10 puan kazandığı anlamına geliyor, bunu kimse ölçemezdi.
Sanırım hala sonuçları düşünüyor ve analiz ediyor, neyin yanlış gittiğini anlamaya çalışıyorsunuz. Yine de, Yunanlıların yıllarca süren tartışmalara ve skandallara rağmen neden Miçotakis’i görevde tutma yönünde oy kullandıkları konusunda bir fikriniz var mı?
Gerçekten de çok fazla analize ihtiyaç var. Size verebileceğim tek şey ilk tepki ve kişisel izlenim.
Bana göre Yeni Demokrasi’ye verilen oy —en azından bütünüyle— olumlu bir oy değildi, Yunan toplumunun yüzde 40’ının partinin temsil ettiği otoriter neoliberalizm türünü desteklediği şeklinde yorumlanmamalı. ND seçmenlerinin neredeyse dörtte birinin son dakika seçmenleri olduğunu, yani partiyle güçlü bağları olmayan insanlar olduğunu söylemiştim. Seçim sonrası anketlerde de bunu görebiliyoruz; seçmenlerin büyük bir kısmı seçim sonucuyla ilgili olumsuz duygular —endişe, üzüntü, öfke vb— ifade ediyor ve Yunanistan’ın siyasi geleceği konusunda son derece kötümser.
En azından bana göre rol oynayan bir diğer faktör de art arda yaşanan krizlerin etkisi. Bana öyle geliyor ki pek çok yurttaş, bu istikrarın her açıdan berbat bir yönetimin devamı anlamına gelmesine rağmen, değişim yerine istikrarı tercih etti. Yunan medyasının seçim öncesi tartışmaları yürütme biçimi bu durumu daha da kötüleştirdi; siyasi partilere faaliyetlerini anlatmaları ve programlarını sunmaları için yer vermek yerine, muhalefet partilerinin tutumlarını çarpıttılar ve tartışmayı mevcut sorunlardan ve meselelerden 2015’e ve önceki Syriza hükümetinin Troyka ile yüzleşmesine kaydırdılar. Syriza’nın hükümeti kurması halinde iktisadi ve sosyal çalkantıların ortaya çıkabileceği gibi yanlış bir izlenim yaratmak adına kasıtlı olarak yalan haberler yaydılar veya ahlaki panik yarattılar.
Son olarak, seçim sisteminin rolünü de göz ardı etmememiz gerek. Son seçimlerde 1989’dan bu yana ilk kez nispi seçim sistemi uygulandı ve bu da siyasi bir paradoks yarattı. Bir yandan, Yeni Demokrasi kampanyanın başından itibaren koalisyon hükümeti peşinde koşma niyetinde olmadığını ve parlamentoda mutlak çoğunluğu elde etmek için ikinci bir seçim isteyeceğini, zira ikinci seçimin farklı, daha çoğunlukçu bir sistemde yapılacağını belirtti. Öte yandan Syriza nispi seçim sistemini destekledi ve PASOK/KINAL, Komünist Parti (KKE) ve MeRA25 gibi diğer ilerici partilerle bir koalisyon hükümeti kurmaya çalışacağını ifade etti. Fakat diğer ilerici partiler bu teklifi reddetti ve böylece seçmenlere Syriza’ya oy vermenin istikrarsızlığa oy vermek olduğu izlenimini verdi, zira partinin herhangi bir müttefiki yokmuş gibi görünüyordu.
Aynı zamanda, bu koalisyon arayışı Syriza’nın kendi siyasi programından değil, muhtemel müttefiklerinin program ve açıklamalarından sorumlu tutulmasına neden oldu. Örneğin MeRA25’in avronun yanında paralel bir sistem olarak ikame bir para birimi yaratma önerisinde durum böyleydi.
Miçotakis’e kimlerin oy verdiğini ve bunu yaparak ne elde etmeyi beklediklerini izah etmek mümkün mü?
Seçim verilerinin analizi halen devam ediyor. Fakat Miçotakis ve partisinin neredeyse tüm bölgelerde —Girit gibi güçlü bir sağ karşıtı geleneğe sahip olanlar da dahil— ve sosyo-demografik kategoriler arasında galip geldiği aşikâr.
Sandık çıkış anketlerine göre Miçotakis’in özellikle serbest meslek sahipleri ve emekliler arasında güçlü bir destek aldığı görülüyor, ancak kamu sektörü çalışanları gibi geleneksel olarak sola oy veren kesimler arasında bile seçim performansı oldukça güçlüydü. Aynı durum farklı demografik kategoriler ve özellikle farklı yaş grupları için de geçerli, zira ND, 2012’den bu yana ilk kez gençlerin (17-34 yaş arası) oylarından Syriza’dan daha fazla pay almayı başarmış oldu.
Dediğim gibi, bu tercihi birkaç kelimeyle izah etmek zor. Kabaca diyebilirim ki bu seçmenler, daha önce açıkladığım nedenlerden ötürü bilinmeyen sulara yelken açtığını düşündükleri Syriza yerine, tabiri caizse “bildikleri şeytan” olarak Miçotakis’i tercih ettiler.
Syriza 25 Haziran’daki ikinci seçimlere nasıl hazırlanıyor? Üyeler böylesine moral bozucu bir mağlubiyetten sonra kendilerini mücadele için nasıl motive edebilirler?
Tüm solcular gibi Syriza üyeleri ve destekçileri de bugün çok daha zor olan zamanlarda sosyal adalet, eşitlik ve demokrasi için mücadeleyi sürdüren insanlar. Ayrıca, 21 Mayıs sonuçlarından sonra bile Syriza’nın Avrupa’nın —sadece radikal solun değil, daha genel olarak ilerici kampın da— en güçlü partilerinden biri olmayı sürdürdüğünü unutmamamız gerek.
Bizim için önümüzdeki seçimler dar görüşlü parti çıkarları açısından değil, Yunan toplumunun bütünü açısından önemli. Miçotakis hükümetine yönelik eleştirilerimizin haklı olduğuna inanıyoruz; sosyal açıdan duyarsız, iktisadi açıdan aşırı neoliberal, kurumsal açıdan antidemokratik ve şeffaf olmayan bir hükümetti. Önümüzdeki dört yıla dair planları daha da kötü: ND’nin kazanacağı bir zafer, özellikle de büyük bir parlamento çoğunluğuyla sonuçlanırsa, toplumsal açıdan yıkıcı olacaktır.
İzlemeyi planladıkları politikalara dair elimizde şimdiden bazı göstergeler mevcut. Daha birkaç gün önce, partinin adaylarından biri, ölüm döşeğindeki kanserli hastaların sağlık sistemine kabul edilmemesi gerektiğini —palyatif bakım için bile— zira çok pahalıya mal olduklarını belirtmişti. Kamu sağlık sistemine erişime saldıran tek kişi o değildi. Aynı durum kamu eğitimi ve diğer alanlar için de geçerli.
Aleksis Çipras’ın seçimlerden sonra Syriza Merkez Komitesinde yaptığı konuşmada söylediği gibi, Miçotakis’in planı “sadece parlamento çoğunluğunu değil, anayasada son derece muhafazakâr değişikliklere gitmesine imkân verecek ve her şeye gücü yetecek bir çoğunluğu kazanmak. Eğer şansı varsa, bir rakibi olmasını istemiyor. Kendisini durdurabilecek ve refah devletini, kamu sağlığını, eğitimi ve işçi haklarını savunmak için mücadele edebilecek tek siyasi rakip olan Syriza’dan kurtulmak istiyor.”
Bu nedenle, seçimlerin ertesi günü Syriza ve lideri yoldaş Aleksis Çipras, seçmenlerimizin bir kısmını yabancılaştıran hatalarımızın sorumluluğunu elbette üstlendi. Fakat aynı zamanda, bu hataları düzeltmeye ve en önemlisi, yaklaşan ikinci tur seçimlere her zamankinden daha kararlı ve birlik içinde katılmaya kendimizi adadık. Hep birlikte, sonuç acı verici bir şok olsa da, şu an yas tutma değil, mücadele etme zamanı olduğuna karar verdik. O zamandan beri de bunu yapıyoruz, zira mayıs ayındaki oylamadan çıkan güçler dengesini bozmanın Yunan toplumu ve en önemlisi de temsil etmeye çalıştığımız insanlar için hayati önem taşıdığını biliyoruz.
Bu ruhla Syriza, mesajını daha etkili bir şekilde iletmek adına somut girişimlerde bulunuyor. “Adil Toplum, Herkes için Refah” sloganıyla, programımızın daha iyi bilinmesini ve anlaşılmasını sağlamaya ve Syriza’nın hangi alternatifi temsil ettiğini netleştirmeye odaklanıyoruz. İletişim açısından, hem siyasi tecrübeye hem de tutumlarımızı tam olarak destekleyecek akademik ve profesyonel bilgiye sahip son derece yetkin bir grup yoldaşı öne çıkardık.
Bu anlamda iyimseriz ve en önemlisi, yaklaşan seçimlerin son dakikasına kadar mücadeleye devam etmeye kararlıyız.
Sizce Syriza siyasi performansı ve seçim kampanyası açısından ne gibi hatalar yaptı?
Böyle bir neticeden sonra, hatalar ve gerekçeler çeşitli düzeylerde izlenebilir ve izlenmeli. Fakat şu anda, henüz seçim meydanındayken hatalarımızı tespit etmek ve bunları düzeltmek zorunda olduğumuz için, kendimi parti içinde de tartışılan en belirgin ve önemli hatalarla sınırlayacağım. Elbette bu liste kapsamlı değil ve seçim performansımızın genel bir değerlendirmesi ikinci tur seçimlerinden sonra yapılacak.
Kısmen kendi hatalarımız veya yetersizliğimiz nedeniyle Yeni Demokrasi’nin nasıl korku gündemi dayatmayı ve değişim yerine istikrarı teşvik etmeyi başardığına ve nısbi seçim sistemini ve koalisyon hükümeti kurulmasını savunurken karşılaştığımız çıkmaza daha önce değinmiştim. Ancak bu iki hususun yanı sıra, bence temel hatalarımızdan ya da daha doğrusu eksikliklerimizden biri, bazen kolektif bir varlık olarak imajımızın —uzun bir süre boyunca ama özellikle de oylamadan önceki kritik günlerde— uyum, sorumluluk ve organizasyondan yoksun olmasıydı.
Aleksis Çipras’ın da belirttiği gibi, seçimlerden önceki son günlerde bile kamuoyuna yapılan yanlış açıklamalar, kararsızlıklar, sorumluluk eksikliği ve hatta seçmenlerin bizden ne kadar kuşkulandığını anlamamış olmamız bize pahalıya mal oldu. Bu hatalar, tam da onun sözleriyle, bizi “ciddiyete, sorumluluğa, kolektiviteye doğru” değişmeye zorluyor.
Acaba parti yanlış bir kamusal yüze mi sahip? Ya da daha kışkırtıcı bir ifadeyle, Yunan toplumu “Çipras yorgunluğundan” mı mustarip?
Aleksis Çipras, Synaspismos’un ve ardından Syriza’nın lideri olduğu 15 yıl boyunca sorumluluktan hiçbir zaman kaçmadı. Partisi ve ülkesi adına çok önemli mücadeleler verdi. Bu anlamda, bu seçimden sonra da saklanmadı. İlk andan itibaren beklenmedik kötü sonucun sorumluluğunu üstlendi.
Fakta sadece Syriza ve tüm yetkilileri ve mensupları değil, partinin destekçileri de bu kritik mücadelede onun arkasında duruyor. Bunun ilk nedeni Çipras’ın tecrübeli bir siyasi lider olması, hem muhalefette hem de hükümette büyük başarılara imza atmış biri olması. Günümüzün az sayıdaki gerçek devlet adamlarından biri olduğunu söyleyecek cüreti kendimde buluyorum.
Yunanistan’ın kurtarma programlarının ve kemer sıkma politikalarının kısır döngüsünden çıkması, pek çok sosyal hakkın güvence altına alınması ve en zor koşullarda bile toplumumuzun en savunmasız kesimlerinin korunması onun başbakanlığı döneminde gerçekleşti. Kuzey Makedonya ile Balkanlarda barış ve istikrarı teşvik eden son derece önemli bir anlaşma imzaladık ve Yunanistan, uluslararası hukuk ve insan haklarına saygı çerçevesinde, belki de Avrupa’nın bugüne dek gördüğü en büyük göç akınlarından birini kabul etti ve başarıyla yönetti.
Bu nedenle, son yenilgimizden sonra ve ND ile muhaliflerimizin sistematik olarak yalan haberlerle onu şahsen hedef almalarına rağmen, Yunan yurttaşları arasında oldukça popüler olmaya devam etmesi mantığa uygun, zira onun liderliğinin Syriza için önemli bir değer olduğunu biliyorlar.
Liderimizin arkasında durmamızın ve yenilgimizi kişisel olarak Çipras’a bağlamamamın ikinci nedeni ise solda her şeyi kolektif olarak yapmamız. Tüm zaferlerimizde, tüm mücadelelerimizde ve tüm yenilgilerimizde birlikteydik ve bunu yapmaya devam edeceğiz.
Elbette eleştiri ve özeleştiri kimliğimizin bir parçası ve elbette Aleksis Çipras da hatalar yaptı; bu kadar çok şey yapmış birinin hata yapmaması mümkün değil. Bunları kabul eden ilk kişi o oldu. Fakat bu, kamuoyuna yansıyan simanın kusurlu olduğunu söylemekten çok uzak ve ben buna katılmıyorum.
Syriza oy kaybeden tek sol parti değil. Yanis Varufakis’in MeRA25’i parlamentoya yeniden girmeyi başaramadı ve sadece komünistler ve sosyal demokratlar (PASOK-KINAL) oy oranlarını artırmayı başardı. Bu sonuçlar genel anlamda Yunan solunun durumu hakkında ne söylüyor?
Mayıs ayında yapılan seçimlerde Yunan solunun genel oy oranı düştü. PASOK-KINAL dahil olmak üzere başat sol partiler toplamda yüzde 41,4 oy alırken, aynı partiler 2019’da yüzde 48,4, Eylül 2015’te ise MeRA25 yerine Halk Birliği/LAE dahil olmak üzere yüzde 50,2 oy almıştı. Bununla birlikte, Yunanistan’da solun genel anlamda düşüşte olduğu sonucuna varıp varamayacağımızdan emin değilim. Yunan toplumu onlarca yıldır Avrupa’nın en sol eğilimli toplumlarından biri oldu, bu yüzden aceleci kanaatlere varmaktan kaçınmalıyız.
Ancak, her bir parti için ayrıntılar ne olursa olsun, bence solun parçalanmasından zarar gördüğü doğru. PASOK ve KKE’nin kazanımları, bu partilerin genel gücü göz önüne alındığında kayda değer olsa da (her biri yüzde 2 ila 3 puan kazandı), Yunan parti sisteminin yapısında kayda değer bir değişikliğe işaret etmiyor.
Bu nedenle, bana göre Yunan solu bir bütün olarak son seçim sonuçları üzerinde daha derinlemesine düşünmeli ve kendisini yalnızca daha modern ve radikal programatik önerilere ve daha cesur ideolojik çalışmalara değil, daha fazla birliğe veya en azından kolektif eyleme doğru yeniden yönlendirmeli.
Hükümeti destekleyenler, Miçotakis’in AB ortalamasının üzerinde gerçekleşen yüzde 3 ila 5’lik ekonomik büyüme, azalan işsizlik oranları ve devam eden işgücü piyasası ve dijitalleşme reformları sayesinde galip geldiğini iddia ediyor. Miçotakis göreve geldiğinden beri Yunanistan’ın itibarının arttığını ve Syriza’nın ND’nin ciddi bir rakibi olmadığını söylüyorlar. Bu kulağa mantıklı geliyor mu?
Kulağa hoş geliyor, ancak ne yazık ki Yunan halkının yaşadığı sosyal ve iktisadi gerçeklikle hiçbir ilgisi yok.
Öncelikle sosyo-ekonomik koşullardaki iyileşmenin ne kadarının Miçotakis’e atfedilebileceğini görelim. Mesela, madem bahsettiniz: işsizlikteki düşüş büyük ölçüde Syriza hükümetinin başarısıydı. 2014’te yüzde 26,5 olan işsizlik oranını 2019’da yüzde 17,3’e düşürdü; bu, dayatılan kemer sıkma politikaları nedeniyle yaşanan epey zor bir dönemin ortasında yüzde 9,2’lik bir düşüş anlamına geliyor. ND hükümeti, AB’deki mali çerçevenin önemli ölçüde farklı olduğu ve hükümetin ekonomik büyümeyi teşvik etmek için pek çok araca sahip olduğu bir dönemde, 2019’dan 2022’ye kadar işsizliği yüzde 5,1 oranında azaltarak sadece yüzde 12,2’ye düşürdü.
ND’nin sosyo-ekonomik performansına gelince, sadece en karakteristik göstergelerden bazılarına değineceğim. İlk olarak, OECD verilerine göre Yunan işçiler, Miçotakis hükümetinin enflasyona karşı aldığı yetersiz ve yanlış tedbirler nedeniyle reel ücretlerde yüzde 7,4 ile dördüncü en büyük düşüşü yaşadı.
Benzer şekilde Eurostat’a göre Yunanistan, alım gücü standartlarında kişi başına düşen GSYİH bakımından AB’de en kötü üçüncü konuma sahip. Gördüğünüz üzere, Yunanlıların yaşam standartları devam eden enflasyon krizinden ciddi şekilde etkilendi. İkinci olarak, Syriza iktidardayken kayda değer ölçüde azalmış olan gelir eşitsizliği endeksi Gini katsayısı, ND’nin politikaları sonucunda yeniden arttı.
Yunanistan’ın itibarına gelince, geçtiğimiz yıl boyunca ülkenin başarılarıyla değil, siyasetçileri, gazetecileri, askeri ve hükümet yetkililerini ve diğer kamusal figürleri hedef alan büyük telekulak skandalı nedeniyle tüm büyük uluslararası basında manşetlere çıktığını unutmayalım. Bu skandal şahsen olmasa da Miçotakis’in kabinesini doğrudan ilgilendiriyordu. Ayrıca Yunanistan, V-Dem Enstitüsü’nün 2023 Demokrasi Raporu’nda liberal demokrasiden “seçim demokrasisine”, yani otokratik rejimlerin sadece bir basamak üstüne düşürüldü.
Bu yenilgiyle şahsen nasıl başa çıkıyorsunuz?
Tek cümleyle mi? Gramsci’nin bize öğrettikleriyle: Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği.
İşimizin zor olduğunu biliyorum, sadece Syriza için değil, daha da önemlisi, elbette benim de ait olduğum Yunan toplumunun geneli açısından. Örneğin, benim de kişisel olarak refahımı borçlu olduğum kamu sağlık sisteminin akıbeti konusunda endişeliyim. Sosyal haklar ve işçi hakları konusunda daha fazla geri adım atılmasından ya da sosyal eşitsizlik ve dışlanmanın artmasından endişe duyuyorum. Ve elbette, böylesine otoriter bir sağ partinin hakimiyetinin haklar ve demokratik kurumlar üzerinde nasıl bir etki yaratacağı konusunda endişeliyim.
Fakat mücadeleye devam etmekten, hatalarımızı ve kusurlarımızı düzeltmekten başka yolumuz olmadığını da biliyorum. Nihayetinde mayıs ayındaki oylamadan çıkan güçler dengesini tersine çevirmeyi başaracağımız konusunda iyimserim. Ayrıca, daha önce de söylediğim gibi, böyle bir yenilgiden sonra bile Avrupa’daki en güçlü sol ve ilerici partilerden biri olmaya devam ettiğimizi unutmuyorum.
Avrupa sol partileri ve örgütleri ikinci tur seçimlerinde Yunanistan solunu ve özellikle Syriza’yı nasıl destekleyebilir?
Yoldaşlarımızın ve dostlarımızın dayanışması her zaman değerli olmuştur. Avrupa’nın ve dünyanın dört bir yanındaki solcuların ve ilericilerin de kendi ülkelerinde sosyal adalet, eşitlik ve demokrasi için mücadele ettiklerini ve genellikle bizimkinden çok daha ciddi zorluklarla karşı karşıya olduklarını bilmek bizi daha güçlü ve kararlı kılıyor.
Bunun dışında ve Yunanistan’daki mevcut seçim mücadelesinin ötesinde, Avrupa solunun Syriza’ya ve birbirlerine yardım etmesinin en iyi yolunun kendi ülkelerinde zaferler elde etmek ve güçlenmek olduğunu düşünüyorum. Kıtamızdaki güç dengesini değiştirmenin tek yolu bu.
Bana göre Avrupa solunun karşılıklı dayanışma ifadelerinin ötesine geçmesi ve daha derinlemesine tartışmalara başlaması önemli. Ulusal ve bölgesel özelliklerimizi anlamak açısından, hatalarımızdan ders çıkarmalı, kendi toplumlarımızdaki eğilimleri analiz etmeli ve en önemlisi, siyasi mücadelelerimizde, geleceğin refahın genele yayıldığı, dayanışmacı ve adil bir toplumda olduğuna insanları ikna etmede nasıl daha etkili ve yararlı olabileceğimiz konusunda fikir alışverişinde bulunmalıyız.
İlginizi Çekebilir
-
Yunanistan 2 milyar avroluk ‘Demir Kubbe’ için İsrail ile görüşüyor
-
Almanya Cumhurbaşkanı, Yunanistan’daki Nazi suçları için “af diledi”
-
Yunanistan grevlerle sarsılıyor: İşçiler kaybettiklerini geri almak için sokakta
-
Yunanistan’da liman işçileri Pire’den İsrail’e mühimmat gitmesini engelledi
-
CDU’dan Brüksel’e Yunanistan ve Polonya sınır çitlerini fonlama çağrısı
-
Yunanistan, Türkiye sınırında göçmenlere karşı yeni çit çekmek istiyor
DÜNYA BASINI
Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı
Yayınlanma
16 saat önce17/11/2024
Yazar
Harici.com.trLizzi C. Lee, Foreign Policy
13 Kasım 2024
Çin bilinen zorluklara ve bilinmeyen risklere karşı hazırlanıyor.
ABD’nin seçilmiş Başkanı Donald Trump Beyaz Saray’a dönmeye hazırlanırken, küresel gözlemciler tedirginlik ve ihtiyat karışımı bir tutumla gelişmeleri izliyor. Çinli akademisyenler, ekonomistler ve politika uzmanlarıyla yapılan görüşmeler, Pekin’in ikinci bir Trump başkanlığının sonuçlarını incelerken çok daha incelikli bir bakış açısını ortaya koyuyor. Trump’ın 2016 zaferi Pekin’i hazırlıksız yakaladı. Ancak gümrük tarifeleri, teknoloji kısıtlamaları ve ticari gerilimlerle geçen dört yıl, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve danışmanlarına ABD başkanının oyun kitabını daha iyi anlamalarını sağladı.
Çin için Trump’ın dönüşü, giderek karmaşıklaşan jeopolitik ortamda yeni riskler ve bazı sınırlı ancak anlamlı fırsatlar getirebilir. Trump’ın ilk döneminden alınan dersler bazı fikirler verebilir ancak dünya önemli ölçüde değişti: Çin ekonomisi yumuşadı, COVID-19 salgını kalıcı bir iz bıraktı ve Rusya-Ukrayna çatışması ittifakları yeniden şekillendirdi. Trump’ın kendi fayda-maliyet hesabı bile değişti ve politikaları artık ikinci dönem başkanlığın kendine özgü dinamiklerini yansıtıyor. Bir danışmanının, Xi’nin de bir zamanlar atıfta bulunduğu eski bir atasözünden alıntı yaparak ifade ettiği gibi, “Akıllılar zamana uyum sağlar, zeki olanlar ise koşullara yanıt verir.”
Pekin’in ikinci bir Trump yönetimine karşı izleyeceği yüksek riskli strateji, ulusal güvenliğin ağır topu Donald Rumsfeld’in sözleriyle, farklı miktarlarda hem bilineni hem de bilinmeyeni içeriyor. En üstte en tanıdık olan “bilinen bilinenler” var ve bunların başında da gümrük tarifeleri geliyor.
2016’dan farklı olarak Pekin, Trump’ın dönüşünü, önceki politikaları sayesinde ne bekleyeceğini daha iyi bilerek karşılıyor. Beklenen zorlukların başında Trump’ın yoğunlaştırılmış ‘reshoring’ gündemi ve tüm ithalatlara %10-20 ve Çin’den ithal edilen mallara %60-100 ek gümrük vergisi gibi potansiyel tarifeler geliyor. Bunlar, ülkenin hala yavaş bir toparlanma, emlak istikrarsızlığı ve zayıflayan tüketici talebi ile mücadele ettiği bir dönemde Çin’in ihracata dayalı ekonomisine doğrudan tehdit oluşturacaktır.
Çinli uzmanlar ikinci bir Trump döneminde, ticaret şahini Robert Lighthizer gibi isimlerin daha korumacı ve çatışmacı bir yaklaşıma işaret ettiği sert bir kabine öngörüyor. Steve Mnuchin gibi isimlerin zaman zaman politikalarını yumuşattığı Trump’ın ilk yönetiminin aksine, birleşik şahin bir ekip muhtemelen ılımlılığa çok az yer bırakacaktır. Yine de Pekin, her zaman başarılı olmasa da, iç tüketimi artırmayı ve ihracata bağımlılığı azaltmayı amaçlayan “çift dolaşım” stratejisine hazırlanıyor, ancak sonuçlar durdu: İç talep gecikmekte ve ihracat seviyeleri sabit kalmakta. Pekin, tedarik zincirlerini çeşitlendirmek ve ekonomisini ticari şoklardan korumak için uğraşırken, Güneydoğu Asya’daki Çin yatırımlarının artmasında bu stratejik eksen belirgin bir şekilde görülüyor.
Pekin, konumunu güçlendirmek için ABD şirketlerine karşı önlemlerini artırdı ve uyarı ateşi açmaktan somut darbeler vurmaya geçti. ABD’nin en büyük drone üreticisi Skydio, Çin’in Tayvan Ulusal İtfaiye Teşkilatı’na yaptığı satışlar nedeniyle yaptırım uygulamasının ardından tedarik zincirinde kritik aksamalarla karşı karşıya kaldı. Calvin Klein ve Tommy Hilfiger’ın ana şirketi PVH Corp. şimdi Sincan pamuğunu boykot ettiği iddiasıyla Çin’in “güvenilmez kuruluşlar listesine” girme riskiyle karşı karşıya ve bu da önemli bir pazardaki büyümeyi tehlikeye atıyor. Intel de Çin Siber Güvenlik Derneği’nin, Intel’in gelirinin yaklaşık dörtte birini oluşturan bir pazardaki hakimiyetini tehdit eden güvenlik kusurları iddialarına ilişkin bir soruşturma başlatması nedeniyle inceleme altında. Bu yaptırımlar ve soruşturmalar, Pekin’in misilleme cephaneliğinin Trump’ın ilk döneminde olduğundan çok daha güçlü olduğunu gösteren daha cesur bir duruşu ortaya koyuyor.
Çinli uzmanlar da ABD ekonomisi için potansiyel bir geri tepme görüyor. Yüzde 60’lık bir gümrük vergisi ABD enflasyonunu yukarı çekerek Federal Rezerv’i daha fazla faiz artırımına zorlayabilir. Çin politika çevrelerinde bazıları bu enflasyon riskini Trump’ın hırsları üzerinde olası bir kontrol olarak görüyor ve artan borçlanma maliyetleri ile varlık oynaklığının Trump’ın agresif gümrük tarifelerine verdiği desteği azaltabileceğini belirtiyor.
Tarifelerin ötesinde Pekin, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’daki alternatif üretim merkezlerinin karşılaştığı kısıtlamaların da farkında. İşgücü kıtlığı, altyapı zorlukları ve kaynak kısıtlamaları gibi bölgesel darboğazlar, bu bölgelerin Çin’den uzaklaşan üretimi tamamen absorbe etmesini engelleyebilir. İronik bir şekilde, Trump’ın gümrük tarifeleri yerleşik tedarik zincirlerini uygun alternatifler olmadan bozarsa, bu sınırlamalar ABD enflasyonunu daha da kötüleştirebilir.
Trump’ın küreselleşme karşıtı duruşu tanıdık, ateşlediği ideolojik değişimler ise stratejistlerin “bilinmeyen bilinenler” olarak adlandırdığı, anlaşılan ancak tam etkisi belirsiz kalan faktörlere giriyor. Pekin için Trump’ın izolasyonist söylemi, Avrupa’da ve Asya’nın İtalya, Macaristan ve Filipinler gibi bölgelerinde yükselen popülizm dalgasıyla yankı buluyor ve Çin’in küresel hedeflerini hem zorlayan hem de karmaşıklaştıran ideolojik alt akımlar yaratıyor.
Çin’deki bazı milliyetçi sesler Trump’ın “Önce Amerika” yaklaşımını bir fırsat olarak görüyor. Mantık basit: Eğer ABD küresel çerçevelerden çekilir ya da NATO gibi ittifaklardan geri adım atarsa, diğer ülkeler alternatif olarak Çin’e bakabilir. Ancak Pekin’in deneyimli politika uzmanları bu fikre ölçülü bir gerçekçilikle yaklaşıyor. Çin, Batı ittifaklarının parçalanma potansiyelinin farkında olmakla birlikte, Pekin’e doğru toptan bir “pivot ”un olası olmadığının da farkında.
Avrupalı liderler Trump’ın izolasyonizminden dolayı hayal kırıklığına uğramış olabilirler ancak Çin’in artan etkisine karşı temkinli olmaya devam ediyorlar – özellikle de Pekin’in Rusya’nın Ukrayna’daki eylemlerini kınama konusundaki isteksizliği göz önüne alındığında. Rusya ‘ya yönelik bu zımni destek algısı, Avrupa’nın şüpheciliğini derinleştirdi ve Çin’in genişleyen erişiminin Avrupa’nın stratejik çıkarlarıyla uyumlu olup olmadığına dair şüpheleri körükledi.
Pekin’in danışmanları, Trump’ın geri dönüşünü sağlayan aynı popülist güçlerin Avrupa’da da zemin kazanmakta olduğu gerçeğinin de farkında. Ekonomik sıkıntılar korumacılığı teşvik ediyor. Bu hissiyatın somut ekonomik sonuçları var: Çin’in elektrikli araçlarına yönelik gümrük vergileri ve özellikle yüksek değerli sektörlerde diğer ticari korumalar için yapılan çağrılar, Avrupa’nın kendi endüstrilerini koruma arzusunun yoğunlaştığını yansıtıyor.
Pekin için ikinci bir Trump döneminin ideolojik boyutları yeni komplikasyonlar ortaya çıkarıyor. ABD’nin geleneksel küresel rolünden geri çekilmesi yeni açılımlar yaratabilirken, Avrupa’nın Çin’e daha yakın durması pek olası görünmüyor. Çin’in stratejisi, kendisini Trump’ın Amerika’sına doğrudan bir alternatif olarak konumlandırmaktan kaçınmaktır. Bunun yerine Pekin, Trump’ın aksaklıklarının tetiklediği belirsizliklerin ortasında kendisini pragmatik ve istikrarlı bir ortak olarak konumlandırıyor.
Xi yönetimi Afrika, Latin Amerika, Güneydoğu Asya ve Avrupa’nın bazı bölgelerindeki yükselen ekonomilere bu pratik duruşun altını çizerek yatırım teşviklerini, vizesiz girişi ve yeşil ve geleceğin sanayi altyapısına odaklanan yeniden canlandırılmış bir Kuşak ve Yol Girişimi’ni destekledi. Pekin’in amacı, büyüme ve istikrar arayan ülkeler için güvenilir bir ekonomik ortak olarak itibarını güçlendirmek ve bunu yaparken de Trump’ın izolasyonizminin Batı’da ortaya çıkardığı ideolojik çatlaklardan yararlanıyor görünmemek.
Xi, Çin’in özellikle teknoloji alanında kendine güvenme çabalarını hızlandırıyor; bu strateji Çinli danışmanlar arasında popüler olan bir deyimle özetleniyor: “sürekli değişen koşullara sabit bir çekirdekle yanıt vermek”. Kendi kendine yeterlilik dürtüsü yeni değil; “Made in China 2025” bu dürtünün zeminini hazırladı. Ancak Üçüncü Plenum’dan gelen son direktifler ve Xi’nin sık sık tekrarladığı “yeni üretken kalite güçlerini” teşvik etme çağrısı, yapay zeka, robotik ve yarı iletkenler gibi yeni nesil teknolojilerdeki atılımlara odaklanarak bu tutkuyu daha da ileri götürdü. Bu vizyon sadece Batı teknolojisine bağımlılığı azaltmayı değil, aynı zamanda dördüncü sanayi devrimine öncülük etme hedefiyle Çin’in öncü endüstrilerdeki hakimiyetini de ortaya koymayı amaçlıyor. Xi için bu ekonomik bir stratejiden çok daha fazlası; Çin’in iç baskılarına karşı temel bir cevap ve ABD ile rekabetinde nihai koz.
Bu kendine yeterlilik arayışı aynı zamanda küresel güney ile daha güçlü ekonomik bağlar kurmayı da kapsıyor. Xi’nin amacı Batı etkisine alternatif ticaret ağları kurmanın ötesine geçiyor; yaptırımlara dayanıklı bir tedarik zinciri ve finans ağı, yani Çin’in hırslarını bağımsız olarak besleyebilecek Batı baskılarına karşı bağışık yeni bir küresel pazar öngörüyor.
Bir de “bilinen bilinmeyenler” var – tahmin edilemeyecek kadar öngörülemez olan, Trump’la birlikte çok daha ön planda olan bir şey. Trump’ın siyasi üslubunun belirleyici özelliklerinden biri, son derece işlemci bir yaklaşım sergilemesi ve aksi takdirde basit olabilecek politikalara bir öngörülemezlik katmanı eklemesi. Pekin bu pragmatizmi yakından gözlemledi ve Trump’ın ticari içgüdülerinin çoğu zaman ideolojik bağlılıklarından daha ağır bastığını ve zaman zaman müzakere için kapılar açtığını fark etti.
Örneğin ABD Çinli telekom devi ZTE’ye yaptırım uyguladığında Xi bizzat Trump’la görüşerek yaptırımların geri çekilmesini sağladı. Pekin için bu durum, Trump’ın esnekliğinin, kişisel kabul olarak algıladığı yüksek profilli jestlerden etkilenebileceğinin altını çizdi ki Pekin bu dinamiği potansiyel olarak faydalı görüyor.
Pekin ayrıca Trump’ın şov dünyasındaki geçmişini ve imaj ve egoya verdiği önemi de anlıyor. Xi, 2017 yılında Trump ve ailesini geleneksel olarak Çin imparatorlarına ayrılan Yasak Şehir’de eşi benzeri görülmemiş bir resepsiyonla ağırlayarak etkinliğe yabancı liderlere nadiren verilen bir ihtişam kattı. Özenle hazırlanmış bu gösteri Trump’ın yüksek profilli etkinliklerden hoşlanmasını sağlamış ve Xi hakkındaki olumlu izlenimlerini derinleştirmiştir. Bu “kişiselleştirilmiş diplomasi” Pekin’in Trump’ın hassasiyetlerini anladığını gösterdi ve iki lider arasında işbirliğine dayalı bir yakınlığın temelini attı.
Çinli danışmanlar bunu akılda tutarak ikinci bir Trump döneminde de benzer ticari açılımlar yapmaya hazırlanıyor. Perde arkasında Pekin, Trump’ın yakın çevresine gayrı resmi aracılar olarak hizmet edebilecek etkili Amerikan iş dünyası figürleriyle bağlarını geliştiriyor. Örneğin Tesla operasyonları Çin pazarına derinden bağlı olan Elon Musk, ABD’nin ticari çıkarları ile Çinli politika yapıcılar arasında potansiyel bir köprü olarak ortaya çıkabilir.
Bazı danışmanlar da Trump’ın ailesiyle, özellikle de damadı Jared Kushner ve kızı Ivanka Trump ile daha önce yakın ilişki kurmuş olan eski büyükelçi Cui Tiankai gibi isimleri savunuyor. Cui’nin bağlantıları Pekin’e arka kapı diplomasisi için değerli bir “track 1.5” kanalı sunabilir ve ekstra bir erişim ve etki katmanı ekleyebilir.
Yine de Pekin, Trump’ın bu eğilimlerine çok fazla bel bağlama konusunda temkinli. Tayvan’ın ABD koruması için daha fazla ödeme yapması gerektiğini öne süren son açıklamalar Çin’de karışık tepkilere yol açtı. Bazıları bunu ABD’nin Tayvan’a verdiği desteği azaltmaya yönelik bir açılım olarak görürken, diğerleri Trump’ın her an gözden çıkarabileceği bir pazarlık kozu olarak değerlendiriyor. Pekin için bu karışık sinyaller hassas bir dengeleme hareketi yaratıyor: Trump’ın pragmatizminden yararlanmayı hedeflese de, algılanan herhangi bir tavizin bir anda geri alınabileceğini biliyor. Çin, Trump’ın anlaşma yapma tarzını yönlendirirken, onun öngörülemezliğinin tamamen farkında olarak ihtiyatlı bir iyimserlikle ilerliyor.
Trump’ın alışılagelmiş pragmatist tarzının ötesinde Pekin, planlarını altüst edebilecek joker kartlara karşı tetikte. Bilinmeyen bilinmeyenlerin doğası gereği neyi kaçırdığınızı bilmeniz imkansızdır, ancak ABD-Çin ilişkilerini sarsabilecek bazı ciddi ancak öngörülemez değişiklikler var. Örneğin ABD-Rusya ilişkilerindeki ani bir değişim Pekin için önemli sonuçlar doğurabilir. Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasındaki daha yakın bir ittifak, Çin’in Moskova ile ilişkilerini zorlayabilir ve Pekin’i küresel güç yapısı içinde potansiyel olarak izole edebilir. Aynı şekilde Trump’ın Hint-Pasifik bölgesindeki beklenmedik manevraları Çin’in Japonya, Güney Kore ve Hindistan gibi bölgesel güçlerle dikkatle yürüttüğü ilişkilerini sarsabilir.
Çin’in hırsları üzerindeki kritik bir kısıtlama, Washington’un teknoloji ihracatı üzerindeki sıkılaştırıcı kontrolünde yatıyor ve bu da Pekin’in stratejik hesaplarına daha fazla bilinmeyen katan bir taktik. ABD’nin genel niyeti açık olsa da (Çin’in ileri teknolojilere erişimini sınırlamak) Washington’un ne kadar ileri gideceği belirsizliğini koruyor. Son ihracat kontrolleri yarı iletkenler ve yapay zeka gibi önemli alanları hedef alarak Çin’in teknolojik ilerlemesini çok önemli bir zamanda engelleme tehdidinde bulunuyor.
Çinli analistler bu hamleleri sadece rekabetçi engeller olarak değil, Çin’in stratejik alanlarda, özellikle de hem ekonomik büyüme hem de askeri güç için kritik önem taşıyan yapay zeka ve kuantum bilişim alanlarındaki yükselişini durdurmaya yönelik hesaplanmış bir strateji olarak yorumluyor. Pekin yeni kısıtlama katmanlarını izlerken, ABD’nin eylemlerinin ölçeği ve etkisi değişkenliğini koruyor ve Çin’in teknoloji yörüngesine istikrarsızlaştırıcı bir belirsizlik enjekte ediyor. Bu belirsizliklere hazırlıklı olmak için, Xi’nin daha geniş vizyonu, Trump 2.0 ya da diğer güçler tarafından tetiklenen öngörülemeyen küresel değişimlere karşı dayanabilecek kadar dirençli bir ekonomi inşa etmektir; bunu yaparken ekonomik çalkantıları ya da daha da kötüsü Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) kontrolünü istikrarsızlaştırmayı riske atmamayı hedeflemektedir.
Trump’ın dönüşü aciliyet yaratabilir, ancak Pekin Trump’ı kaotik bir dünya düzeninin nedeni olmaktan çok belirtisi olarak görüyor ve bu da Xi’nin Çin’in kendine güvenini güçlendirmeye yönelik uzun süredir devam eden inancını pekiştiriyor. Xi’ye göre teknoloji, tedarik zincirleri ve eğitim alanlarında dayanıklılığı artırmak Çin’i dış şoklardan korumak ve ÇKP’nin iktidarı için gerekli olan istikrarı sağlamlaştırmak anlamına geliyor.
Gerçekte Xi’nin “Trump tarzı” aksaklıkları yönetme zemini Trump’ın ilk döneminden çok önce başladı. Çin’in yaklaşımı her zaman dış baskılara karşı kırılganlıkları en aza indirmeye dayanmıştır ve bu Xi’nin dünya görüşüyle derinlemesine bağlantılı bir yöndür. Yine de bu dayanıklılık arayışı ince bir çizgide yürüyor. Savunmanın güçlendirilmesi Çin’in izolasyonunu derinleştirebilir; bu da paradoksal olarak yeni zayıflıklar yaratabilecek bir kalkan. Yerli tedarik zincirleri ve teknoloji bağımsızlığındaki kazanımlar gerçek bir ilerlemeye işaret ediyor, ancak Xi’nin vizyonunun büyük bir kısmı hala hedefe yönelik. Pekin, giderek daha fazla çalkantıyla tanımlanan bir dünyada Çin’in gücünün hızlı büyümesinden ziyade türbülanslara dayanma kapasitesiyle ölçüleceğinin farkında olarak bu savunmaları güvence altına almak için yarışıyor.
DÜNYA BASINI
Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım
Yayınlanma
17 saat önce17/11/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Batı medyası ve onların anti-komünist temayüllü ideologlarının “despotik”, “merkeziyetçi”, “bürokratik” olarak sıfatlandırdığı “geleneksel sosyalist” devletler, Alman Demokratik Cumhuriyeti, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti, Polonya Halk Cumhuriyeti, Macaristan Halk Cumhuriyeti, Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, Çekoslovakya Sosyalist Cumhuriyeti ve Romanya Sosyalist Cumhuriyeti…
Hemen tamamında kadının ev köleliğinden kurtulması ve ev işleri gibi kadını bunaltan, köleleştiren işlerin endüstrinin bir parçası haline getirilmesi, yani evin ekonomik bir birim olmaktan çıkarılması, toplumun yeniden üretimi sorununu ve doğan çocuğun devlet tarafından bakımının sağlanarak kadın üzerindeki yükün hafifletilmesi ve giderek tamamen bir yük, biyolojik olarak gerileten bir yük, olmaktan çıkarılması için muazzam çabalar harcandı. Belki bu çabalar yetersiz kaldı, çok sonraları yavaşladı hatta bir kısmı geri alındı ama bu çabalar harcandı. Bu haklar aynı zamanda, en ileri burjuva demokratik ülkelerde bile, bazı ileri liberal çevreler tarafından sözü edilen ama asla gerçekleştirilmeyen haklardı. Öyle ki kadınlar, ilkel komünal toplumdan bu yana en geniş haklarını ilk olarak bu rejimler altında elde ettiler ve bu hakları fiili olarak da onlarca yıl uyguladılar.
Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, bu “reel sosyalizm” deneyimlerinin kadınlara yönelik politikalarındaki tılsımın sadece rakamsal olarak daha çok istihdamda olmalarında değil, kadını boyunduruğu altına alan bağların kökünden çözülmesinde olduğunu “içeriden”, Alman Demokratik Cumhuriyeti deneyimi üzerinden anlatıyor. Yazarın temel tezi ise, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna bağlı olarak üretim koşullarında gerçekleşen radikal değişimlerin, kadınların toplumsal konumunu dönüştürmekteki gücünü kanıtlayan onlarca yıllık bir deneyimin, bugünkü feminist tartışmalara katkı sunabilecek yeni bir perspektif getirebileceği.
Demokratik Almanya deneyiminin ışığında: Kadın özgürlüğünden öğrenebileceklerimiz ve koruyabileceklerimiz
Florentine M. Sandoval
Internationale Forschungsstelle DDR
2 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) sona ermesi Doğu Alman kadınlarını bir çağ kadar geriye götürdü. 1989 sonrası gelişen kadın hareketi hâlâ sosyalizmde neyin övgüye değer neyin kınanabilir olduğunu tartışadursun, bu tartışma aslında çoktan gereksiz hale gelmişti: Zira DDR’nin yasaları artık geçerli değildi; aile ve sosyal politika da dahil olmak üzere hiçbir alanda sosyalist sistemle devamlılık yoktu ve olmayacaktı. Aile hukuku alanı yeniden burjuva yasallığı ile düzenleniyordu. Almanya’nın imparatorluk döneminden kalma ceza kanunu maddeleri tekrardan yürürlüğe giriyor, kürtaj ve muayene hizmetlerine erişim yeniden tanımlanıyordu. Doğu Alman ekonomisinin eşi benzeri görülmemiş şekilde özelleştirilmesi ve sanayisizleştirilmesi karşısında kadınlar ya yeni Batı Alman üstlerinin hor görmesi ile ya da işsizlikle sınanacaklardı. Ve genellikle erkeklere olan ekonomik bağımlılıklarına [yeniden] geri dönmek zorunda kaldılar. Kaybedilen asıl şey, kadınların özgürleştirilmesi sorumluluğunu üstlenmiş bir devlet ve toplumdu.
Sosyalist Doğu Almanya’da yaşanan devrimci altüst oluşlar öylesine muazzamdı ki, ortadan kalkışından otuz yılı aşkın süre sonra dahi hissedilmeye ve ölçülmeye devam ediyor. Bu, 2023 itibariyle Doğu’da kadın istihdamının daha yüksek olması, kreşlerin Batı’ya kıyasla yaygınlığı ve Batı’da yüzde 19 olan kadın-erkek ücret farkının Doğu’da yüzde 12 olması gibi göstergelerde kendini sürekli yeniden hatırlatmakta. DDR’nin 40 yıllık varlığı boyunca birçok çelişki ortadan kaldırılamamış olsa da (ev işleri ve [eşit] ücret başta olmak üzere), bu çelişkilerin kapitalist koşullar altında daha da yoğunlaştığı bugünden geriye bakıldığında yine de pek çok şey kaybedilmiş gibi görünüyor.
Fakat DDR, geçmişten bugüne düşürdüğü gölgeyle Batı Alman toplumunu ifşa etmeye devam ediyor ve bugünkü feminist tartışmalarda genellikle eksik olan bir perspektifi açıyor. Çünkü DDR deneyimini Batı’daki ve günümüzdeki feminist hareketten farklı kılan şey, toplumsal üretim ilişkilerinin ve kadınların özgürleşmesi için toplumsal ve kitlesel seferberliğin rolüdür.
DDR’deki kadın politikasının en temel hedefi, mümkün olan en geniş kadın kitlesini üretim sürecine dahil etmekti ve bu da ancak DDR’de bunun toplumsal temeli sağlandığı için mümkündü. Bu strateji, 19. yüzyıl boyunca devrimci işçi hareketi içinde olgunlaşan, kadınların demokratik, sosyal ve ekonomik haklar mücadelesinin bir bütün olarak işçi sınıfının kurtuluşuyla yakından ilişkili olduğu anlayışına dayanıyor. Proleter kadın hareketinin öncülerinden Clara Zetkin gibi isimler, kadınların ezilmişliğinin ve yüzyıllar içinde gelişen ataerkil ilişkiler ile ahlaki değerlerin, özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla sıkı bir bağ içinde olduğunu ve kapitalist üretimle iç içe geçtiğini; dolayısıyla da yalnızca üretim koşullarında radikal bir değişimle kadınların kurtuluşu için gerekli koşulların yaratılacağını savunmuşlardı.
Her ne kadar kapitalist ekonomilerde kadınlar için kaçınılmaz olarak sömürü koşulları yaratsa da, kadınların iş gücüne dahil olması, DDR gibi üretim ilişkilerinin sosyalist tarzda örgütlendiği bir devlette tarihsel olarak ilerici bir tekamül yaratmıştır. Zira özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna eşlik eden emeğin doğasındaki değişim, kadınların toplumsal konumunu kökünden değiştirmişti.
Elbette bu, kadınların kendi çabaları olmadan başarılamazdı. Kadınların istihdama kazandırılmak için seferber edildiği pek çok girişimden birine örnek olarak “ev kadınları birlikleri” verilebilir. 1950’li yıllarda, çalışmayan kadınlardan oluşan bu kolektifler, iş gücüne acil ihtiyaç duyulan projelerde çalışmış kadınları daha sonra kalıcı bir işe girmeleri için teşvik ediyordu. Kocalar ile ev içinde yaşanan çatışmaların bu noktada tayin edici bir rolü olduğunun altı kalınca çizilmeli. Kadınların hane içindeki izolasyonuna ilişkin siyasal tartışmalar yeniden canlandı, bu da kadınların üretim sürecine katılımını arttırdı ve dolayısıyla da ekonomik bağımsızlıklarına giden yolu açmış oldu. Diğer bir deyişle, maddi teşvikler ve bilinçlendirme birlikte çalışmış ve etkili olmuştu.
İstihdamın kendisi kapsamlı bir çocuk bakım altyapısının geliştirilmesini ve eş zamanlı olarak ev işlerinin azaltılmasını ve daha iyi bölüşülmesini gerektiriyordu Bunlar birbirini etkileyen ve birbirine bağlı süreçlerdi. Sosyalist işyeri aynı zamanda kadınlar için toplumsal görevlerin iç içe geçtiği bir merkezdi – kültürel etkinlikler, eğitimler ve çocuk bakımı ve sağlık hizmetleri bu merkezler aracılığıyla organize edilmekteydi. Buralarda kadın işçiler kendi başlarına etkili olabiliyor, haklarını talep edebiliyor ve savunabiliyorlardı. Sendikaların kadın komisyonları, bir işyerinin tüm kadın işgücünün kişisel ve mesleki gelişimi için kolektif bir araç olan Frauenförderpläne’nin (“kadınların terfi planları”) hazırlanmasını ve uygulamanın izlenmesini sağlıyordu. Üretken emek en önemli itici güç haline gelirken, yeniden üretim emeği kadınların özgürleşmesinin önündeki en büyük engel olmaya devam edecekti.
Kırk yıl oldukça kısa bir süredir. 1990 yılına kadar çözülmeden kalan sorunlar ve çelişkiler değerlendirilirken bu gerçek muhakkak göz önünde bulundurulmalıdır. Teknik yeniliklere, ev içi sorumlulukların kısmen de olsa toplumsallaştırılmasına ve medyanın erkeklere yönelik çağrılarına rağmen, yeniden üretim işi büyük ölçüde kadınlara bırakıldı. Nitelik farkının kapatılamaması ve/veya kadınların aynı niteliklere sahip olmalarına rağmen yönetim pozisyonlarına ulaşamamaları nedeniyle kadın-erkek ücret farklılıkları devam etti; DDR’nin Gençlik Araştırmaları Merkez Enstitüsü (ZIJ) tarafından yürütülen çalışmaların da gösterdiği gibi, genç nesillerde daha az yaygın olsa bile, aile içindeki geleneksel roller hâlâ varlığını sürdürüyordu.
DDR’de kız çocukları, farklı bir kadın imajıyla büyüdüler ve doğalında hayata dair yüksek beklentiler geliştirdiler; ancak DDR’li son yılların zorlu gerçekliği düşünüldüğünde bu beklentiler her zaman karşılanamadı. DDR’de sosyalizm ve kadın özgürlüğü arasındaki bağlantı kesin bir şekilde kurulmuş ve kanıtlanmış olsa da sosyalist devletin erken yıllarındaki devrimci enerjinin üzerine dahasını inşa etmek mümkün olamadı.
Aslında, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayabilme yolunda eşit işe eşit ücret, eşit eğitim olanakları, eşit ortak karar alma hakkı gibi önemli ilkeler henüz Sovyet İşgal Bölgesi’ndeyken (1945-1949) ortaya konmuştu, çünkü komünistler ve sosyalistler için bunlar, [kadınlar mevzubahis olduğunda] müzakere edilemez, temel haklardı. Ancak DDR’deki deneyimler, bu hakları güvence altına alan temel yapıları inşa etmenin karmaşık ve uzun bir görev olduğunu ve basitçe “yukarıdan” empoze edilemeyeceğini de kanıtlar nitelikte. Doğu Almanya’daki kitlesel inisiyatifler ve demokratik yapılar olmasaydı, gerekli zihniyet değişimini sağlamak ve çeşitli toplumsal grupları kadınların kurtuluşu lehine kazanmak mümkün olamazdı. Birlik meclisleri, kadın komisyonları ve teşvik planları gibi somut araçlar, bu toplumsal zorluğu aşmak için vardı. Bu araçlardan yararlanıp yararlanmamak bireylere bağlı olsa da kullanımı istisna değil kuraldı.
Yoksulluğun arttığı, güvencesizleşmenin olağanlaştığı ve kadın haklarının dünya çapında geriletildiği bir dönemde, bireyselleştirme ilkesinin tam tersini, yani DDR’de olduğu türden kadınların kitlesel ve toplumsal seferberliğini düşünmek önemlidir. DDR’deki 40 yıllık kadın politikası ve teşvikinde nelerin kaybedildiği ve geriye nelerin kaldığı, çözülemeyenler ve mümkün olanlar, günümüzün kadın eşitliği tartışmalarına ve mücadelesine verimli bir şekilde taşınabilir, tabii eğer izin verilirse. Kadınların kurtuluşunu bireysel ilişkilerin bir vaadi olarak görmek yerine tarihsel ve toplumsal bir görev olarak belleyen DDR’nin hem ulaşılan hem de ulaşılamayan politik hedefleri, parçalanmış olan kadın hareketine bir yön sağlayabilir. Bu, her şeyden önce DDR mirasının da bir parçası.
DÜNYA BASINI
Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Trump’ın seçim zaferi ve Ukrayna
Yayınlanma
2 gün önce16/11/2024
Yazar
Harici.com.trEditörün notu: Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü’nde Moszkvater dergisine verdiği mülakatta, Rusya’nın Ukrayna savaşına ilişkin duruşunu ve Batı ile olan gerilimli ilişkilerini değerlendirdi. Ayrıca, Donald Trump’ın olası seçim zaferinin Avrupa ve küresel siyaset üzerindeki etkilerine dair görüşlerini paylaştı. Peskov, Trump’ın seçim kampanyasında barış çabalarına vurgu yapmasına rağmen, bu vaatlerin nasıl hayata geçirileceğine dair belirsizliklerin sürdüğünü ifade ediyor. Trump’ın önceki döneminde ABD ve Rusya arasında gergin de olsa bir diyalog olduğunu belirten Peskov, mevcut Biden yönetiminde bu diyaloğun tamamen kopmuş olduğuna dikkat çekiyor.
Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Rusya ile diyalog fırsatları, Trump’ın seçilmesi ve Ukrayna savaşı
Gábor Stier, Moszkvater (Macarcadan Almancaya çeviren: Éva Péli, NachDenkSeiten)
“Donald Trump’ın barışı nasıl tesis edeceği henüz net değil. Ancak Batı ittifakı, bu savaşı başlatmak bile istemeyen Rusya’yı stratejik bir yenilgiye uğratmayı hedefliyor.”
Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü toplantısında Moszkvater’e verdiği mülakatta bu sözleri dile getirdi. Peskov, Rusya ile AB arasındaki ilişkilerin geleceği ve Viktor Orbán’ın barış çabaları hakkında da soruları yanıtladı.
Gábor Stier: Donald Trump’ın zaferi, dolaylı olarak Viktor Orbán için de bir zafer anlamına geliyor. Zira muhtemelen AB liderleri arasında Trump’ı en çok destekleyen isim Macaristan Başbakanıydı. Ayrıca Orbán, Trump’ın vaatlerinden biri olan Ukrayna’da barış için de kararlı bir şekilde çalışıyor. Sizce Trump’ın zaferi, barışa ya da en azından müzakerelere bir adım daha yaklaştırır mı? Bu sonuç herhangi bir fark yaratır mı?
Dmitriy Peskov: Şu anki durum belirsiz ve bu konuda bir şey söylemek için henüz erken. Orbán’ın pragmatizmini biliyoruz ve bu krizden bir çıkış yolu bulma konusundaki kararlılığını görüyoruz. Aynı zamanda, Macaristan Başbakanının bu çatışmada Avrupa Birliği liderlerinin görüşlerini paylaşmadığını da gözlemliyoruz. Diyaloğu reddediyorlar. Fakat bir sorun bu şekilde nasıl çözülebilir? Bu mümkün değil. Trump da seçim kampanyası sırasında barış için çaba göstereceğini söyledi. Fakat bunu gerçekten yapacak mı? Bu fikri nasıl hayata geçirmeyi planlıyor? Bu kesinlikle belirsiz.
Henüz kimse barışın formülünü bilmiyor…
Evet, aynen öyle. Trump, önceki başkanlık döneminde de pek çok şey söyledi. Ancak Rusya bağlamında bunların hiçbirini görmedik. Yine de iki ülke arasında bir diyalog süreci olması onun lehine bir durumdu. Bu görüşmeler oldukça gergindi ama yine de bir diyalogdan söz edebiliriz. Trump’ın başkanlığı, bu anlamda Biden yönetiminden temel bir fark taşıyor.
Trump’ın zaferinin AB üzerindeki etkileri ne olacak sizce? AB elitleri bu sonucu çaresizlikle karşıladı…
Bakın, bu konuda da yalnızca Trump’ın geçmişte ya da seçim kampanyası sırasında söylediklerine dayanarak bir şey söyleyebiliriz. Trump bariz anlamda bir izolasyonist, bu yüzden Avrupa mallarının ABD’ye ihracatını kısıtlayacağı kesin. Gümrük vergilerini artıracak ve böylece Avrupalı üreticiler açısından işleri zorlaştıracak. Avrupa halihazırda Rusya’nın ucuz doğalgazı olmadan zor durumda. Onun yerine, pahalı ABD LNG’sine mahkûm oldular. Böylece Avrupalılar ABD’ye iki kat bedel ödüyor: Önce Rus gazının iki katı fiyatına LNG’yi ithal ediyorlar, sonra da mallarını ABD pazarında satmaya çalışırken zorlanıyorlar. Bu açıkça görülebiliyor.
Gábor Stier: Sizce bu durum AB için bir fırsat oluşturabilir mi? Trump’ın Avrupa’dan biraz uzaklaşması, ABD’nin sunduğu güvenlik garantisinin maliyetini artıracaktır…
Dmitriy Peskov: Evet, Trump zaten ilk başkanlık döneminde NATO üyelerinden savunma harcamalarını gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 2’sine çıkarmalarını talep etmişti. Şimdi ise bu koruma kalkanının maliyeti yüzde 3 ila 4 arasında olabilir.
Gábor Stier: Bu, ihtimal dışı değil. Fakat AB, stratejik özerkliğini güçlendirmek ve kendi savunma kapasitesini oluşturmak zorunda kalacak. Bu nedenle, Trump’ın zaferinin AB için bir fırsat da olabileceğini düşünüyorum.
Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Avrupa öncelikle kendi kimliğiyle ilgilenmeli. Bağımsız bir yapıya kavuşmalı ki kendi güvenliğini düşünmeye ve korumaya başlayabilsin. Şu anda Avrupa, Rusya’dan korkuyor. Ancak korkuyorsa, neden diyalog kurmuyor? Bunu anlamıyorum.
Gábor Stier: AB-Rusya-ABD üçgeninden baktığımızda mevcut durum, bu çatışma ve bölünme hem AB’yi hem de Rusya’yı etkiliyor. Ancak üçüncü taraf olan ABD, bu durumdan kazançlı çıkıyor. Siz de öyle düşünmüyor musunuz?
Dmitriy Peskov: Evet, AB ve Rusya kaynaklarını tüketirken, ABD bu durumdan ciddi paralar kazanıyor. Yaklaşık iki yılda bir buçuk trilyon dolarlık bir kazanç söz konusu.
Gábor Stier: Ayrıca Washington, stratejik hedeflerine de ulaşıyor…
Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Bu durum AB’yi ABD’ye daha da bağımlı hale getiriyor…
Gábor Stier: […] ve hem Avrupa’yı hem de Rusya’yı zayıflatıyor.
Dmitriy Peskov: ABD bu stratejik hedefi bir asırdır izliyor ve şimdi istediklerini aldılar. Çünkü Rusya ile AB arasındaki ilişkiler neredeyse tamamen bozulmuş durumda ve taraflar arasında artık neredeyse hiçbir diyalog yok.
Gábor Stier: Evet, bu oldukça mantıksız ve kesinlikle iyi bir şey değil. Peki sizce “askerî özel harekâtı” sona ermesinin ardından, savaşın bitiminden sonra, diyaloğu yeniden başlatmak ve ilişkileri yeniden şekillendirmek mümkün olacak mı?
Dmitriy Peskov: Tabii ki, ancak yeni bir temelde. Çünkü Rusya değişti. Neden bu özel askerî harekâtı başlattı? Çünkü kimse onun çıkarlarını dikkate almaya yanaşmadı. Daha önce de söylediğim gibi, Rusya değişti. Fakat yine de mantıklı bir diyaloğa açık kalmaya devam ediyor.
Gábor Stier: Eğer bu çatışmadan çıkış yolu bulma ve bir barış formülü geliştirme gerekliliğinden bahsedecek olursak, Ukrayna’nın silahsızlandırılması meselesinin müzakerelerde NATO üyeliği meselesinden daha önemli olabileceğini düşünüyorum. Zira NATO’ya katılmasa bile Kiev, Batı tarafından silahlandırılmaya devam ediyor. Bu durum Rusya için kabul edilemez bir senaryo ama Avrupa’daki istikrarı da güçlendirmiyor, aksine gerilimi sürdürmeye devam ediyor. Sizce Ukrayna’nın silahsızlandırılması için bir şans var mı?
Dmitriy Peskov: Şu an için böyle bir şans yok. Şu anda neredeyse herkes, savaşın devam etmesi gerektiğini ve Rusya’ya stratejik bir yenilgi yaşatmayı hedeflediklerini söylüyor. Washington’dan Paris’e, Londra’dan Berlin’e kadar bu söylem tekrarlanıyor.
Gábor Stier: Son bir soru: Eğer bu savaş çok uzun sürerse, diyelim ki beş yıl daha devam ederse, Rusya hayatta kalabilir. Ancak bu senaryo, ABD’nin çıkarlarına daha uygun görünüyor; zira Rusya’yı zayıflatmak onların stratejik amacı. Bu durum, nihayetinde Sovyetler Birliği’ni çökerten sürece oldukça benziyor. Sizce bu nedenle, savaşın bir an önce sona ermesi Rusya’nın çıkarına mı?
Dmitriy Peskov:
Evet, bu doğru. Rusya’nın bu savaşı istemediği aşikâr. Böyle bir niyeti yoktu. Savaş, her zaman çıkarların korunmasında başvurulacak son çaredir.
Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı
Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım
Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Trump’ın seçim zaferi ve Ukrayna
Joseph Nye, Çin’e karşı ABD-Japonya ittifakını güçlendirmeyi önerdi
Peru Chancay Limanı, Çin’in Kuşak Yol’u için de yeni fırsatlar açacak
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Rusya-Ukrayna Savaşında Kuzey Kore’nin askeri hamlesinin etkileri
-
AMERİKA2 hafta önce
ABD seçimlerinde “üçüncü aday”: Jill Stein
-
RUSYA6 gün önce
Patruşev’in Kommersant röportajı: Montrö ihlaline göz yummayacağız
-
AMERİKA1 hafta önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Valdai izlenimleri: Trump’lı yıllar başlarken…
-
AVRUPA2 hafta önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
İsrail’in ‘sekiz cepheli çatışmada’ tuzağa düşürülmesine dair bir inceleme
-
DÜNYA BASINI6 gün önce
Donald J. Trump’ın ideolojisi