Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

BRICS öncesi Hindistan ve Çin’den sınır kavgasına gelen ‘çözüm’ duyurusu

Yayınlanma

Doğrusu 21 Ekim’de Hindistan ve Çin’in Himalayalar sınır anlaşmasına vardığı duyurusu biraz sürpriz oldu. Hindistan ve Çin arasında dört buçuk yıl süren gerginliğin ardından Yeni Delhi ve Pekin, her iki tarafta 50 bin ile 60 bin askerin konuşlandırıldığı sınırda askerleri geri çekme ve çatışmayı çözme konusunda anlaştı. Hindistan Dışişleri Bakanı Subrahmanyam Jaishankar şunları duyurdu:

“[Sınırda] devriye gezme konusunda bir anlaşmaya vardık ve bununla birlikte 2020’deki duruma geri döndük ve diyebiliriz ki … Çin ile geri çekilme süreci tamamlandı.”

Bu gelişme Çin Savunma Bakanlığı’nın kısa süre önce yaptığı Çin ve Hindistan’ın Doğu Ladakh’taki sürtüşme noktalarından asker çekme konusunda farklılıkları azaltabildiğini ve bir miktar mutabakat sağlayabildiğini, her iki tarafın da erken bir tarihte karşılıklı olarak kabul edilebilir bir çözüme ulaşmak için diyaloğu sürdürme konusunda anlaştığı yönündeki açıklamasının ardından geldi. Aslında bir süredir ilişkilerde önemli bir düzelmenin açık işaretleri görülüyordu. Hindistan Ulusal Güvenlik Danışmanı Ajit Doval Rusya’da Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi ile bir araya gelmiş, Hindistan Dışişleri Bakanlığı toplantının her iki tarafın da Fiili Kontrol Hattı boyunca kalan sorunların erken çözümü için çabaları gözden geçirmesine olanak sağladığını kaydetmişti. Hindistan’da Birlik Bakanı Rammohan Naidu iki ülke arasında dört yıllık bir aradan sonra doğrudan uçuşların yeniden başlatılması konusunu görüşmek üzere Çin heyeti ile bir araya gelmişti. İlişkilerde iyileşmeye dair somut işaretler son haftalarda ortaya çıkmaya başlamış ve Hindistan Çinli şirketlerin yıllardır beklettiği bazı yatırım tekliflerini onaylamıştı. Yeni Delhi sınır durumunun normalleşmesinin iş dünyası da dahil olmak üzere Hindistan-Çin ilişkilerinin diğer alanlarında ilerleme sağlanması için ön koşul olduğunu açıkça belirtiyordu.

Peki yine de şimdi neden birdenbire barış/çözüm çıktı? Çin siyaseti ve onun güdüleri genellikle belirsiz ancak dünya 2019-2020 sınır dramasından bu yana değişti. Çin’in milenyumun ilk on yıllarındaki hızlı ihracat odaklı büyümesi sona erdi. Bu yavaşlama şirketlerin çift haneli büyüme için kaldıraç olarak kullandığı bir ekonominin artık bu oranın yarısından daha azına düştüğü anlamına geliyor. Aynı zamanda Çin’in Tayvan’a yönelik saldırgan tehditleri, Güney Çin Denizi’ndeki saldırganlığı ve Alibaba’nın Jack Ma gibi girişimci teknoloji yıldızlarına yönelik baskıları da yatırımcıları korkuttu. Çin’e yapılan doğrudan yabancı yatırım zora giriyor: 2023’te keskin bir düşüş yaşadı ve bu yılın ilk yarısında yüzde 29’dan fazla düştü. Ufukta uzun bir deflasyon dönemi mi görünüyor?

Hindistan artık Çin’i geride bırakarak dünyanın en hızlı büyüyen büyük ekonomisi haline geldi. Son mali yıldaki ekonomik büyüme yüzde 8,2. Bu ve başka birçok faktörden dolayı Hindistan ilk kez bir dünya gücü olarak algılanmaya başlandı. İhracat odaklı büyümeyi sürdürmek için Çin’in 1,4 milyardan fazla tüketiciye sahip hızla büyüyen bir Hint pazarına erişmesi gerekiyor. Bu arada Çinli üreticiler de Hindistan’da fabrika kurmak istiyor. Örneğin, Çin’in en hızlı büyüyen otomobil şirketi BYD birkaç yıldır Hindistan’da araba üretmek için lisans arıyor. Hindistan ile sınır sorununu çözmek Çin için ekonomik açıdan mantıklı.

Çözüm duyurusu, Modi ile Xi arasında bu hafta sonu Rusya’nın Kazan kentinde düzenlenen BRICS zirvesi kapsamında –5 yılın ardından– gerçekleşen görüşmenin de zeminini hazırlamış oldu. Ancak bu, daha fazla normalleşmeye doğru atılan ilk adım olarak düşünülmelidir. Çin birlikleri daha önceki pozisyonlarına geri çekilecek ve 2020’den beri yaptıkları gibi dar boğaz bölgesinden Hint birliklerini engellemeyecekleri açıklandı. Ayrıca 2020’den sonra o bölgede kurulan herhangi bir savunma pozisyonunu veya kampı da kaldıracaklar. 2020’ye birkaç yıl kala Çinliler, darboğazın ilerisinde bulunan “Y kavşağı” adı verilen bölgeden Hint askerlerini durduruyordu. Ayrıca Hindistan Dışişleri Bakanlığı tüm bölgelerde devriye faaliyetlerinin yeniden başlatıldığını duyurdu.

Ancak Himalayalar’da bir duraklamaya razı olmak büyük bir mesele değil. Ayrıca kışın geri çekilenler dışında birliklerin sayısında acil bir azalma olması pek olası değil gibi görünüyor. Kış geldiğinde tekrar durdurulacak olan sınır hattı boyunca devriyeye devam etmenin tam ölçekli bir geri çekilmenin ilk adımı olduğunu düşünmek gerek. Son dört yıldır uygulanmakta olduğu üzere kışın birliklerde bir azalma olacağı ve bu süre zarfında her iki ülkenin de tam geri çekilmeyi görüşmeye devam edeceği biliniyor. Himalayalar’daki bu vahşi doğada oyun oynanan devasa alan neredeyse ıssız ve yaşanmaz. Açıkça hiçbir ülke bu neredeyse değersiz sınır bölgelerine askeri kaynak ve diplomatik odaklanma harcamaktan fayda sağlamıyor. Jeopolitik rekabet kuşkusuz Bengal Körfezi ve Hint Okyanusu’nun kontrolü için devam edecektir. Bu nedenle BRICS Zirvesi’nden hemen önce gerçekleşen duyuruya çok fazla anlam yüklememek gerek. Ki Hindistan kendini Çin’in “eşiti” olarak görüyor. Bağımlı bir rol işe yaramaz; ülkesinin İngiliz İmparatorluğu’nun bir parçası olarak sömürge geçmişine gelince huysuz olan Hindu aşırı milliyetçi Modi, herkesle her konuda bağımsız roller için sıkı bir şekilde programlanmıştır. Dahası, Modi’nin dünyanın büyük güçlerini birbirine karşı oynayabilme konusunda kıskanılacak bir konumda olduğu doğrudur. Son zamanlarda bunu Rusya-Ukrayna konusunda yaptı. Modi Putin’i eleştirenlere katıldı, ancak Batı Rus enerjisini yasaklarken Hindistan ucuza petrol aldı. Batılı liderler bundan memnun değildi, ancak Modi’ye serbestlik de sağladılar Kİ onlar da Hindistan’ın büyüyen ekonomisinden faydalanmak istiyorlar.

Ancak aynı zamanda iki ülkenin son zamanlardaki en büyük çatışmayı kontrol altına almasının son derece önemli olabileceğine dair nedenler de var.

Hindistan ve Çin 3 bin 400 kilometrelik tartışmalı bir sınırı paylaşıyor. İki ülke 1962’de bu tartışmalı bölge yüzünden savaş dahi yapmıştı. 1990’ların başında iki taraf çatışmayı en aza indirmek ve bu sınırda askeri devriye gezmek için bir anlaşma üzerinde anlaşmaya vardı. Bu anlaşma 30 yıl boyunca işe yaradı. Ancak Çin yaklaşık 10 yıl öncesinden itibaren bu sınırda Hindistan’a yönelik askeri baskıyı artırmaya başlamıştı. 2020’nin ortasında binlerce Çin askeri kuzey kesimdeki Fiili Kontrol Hattı’nı geçmeye başladı. Ayrıca Haziran 2020’de Galwan Vadisi’nde çıkan çatışma çok sayıda Hint ve Çinli askerin ölümüne yol açtı. Daha sonra on binlerce asker uzun süreli bir sınır çatışmasına girdi. Hindistan-Çin ilişkileri kötü etkilendi ve ikili ilişkiler fiilen donduruldu.

Ancak son dört yılda Hindistan ve Çin bazı atılımlar yapmayı başardılar. Pangong Tso ve Galwan Vadisi gibi bölgelerde iki ülke, ilişkilerin kesilmesi konusunda anlaştı. Kuvvetleri bir tampon bölge oluşturdu ve daha önce yaptıkları gibi Fiili Kontrol Hattı’nda askeri devriye gezmemeyi kabul etti. Birliklerin ayrılmadığı Depsang ve Demchok iki önemli sürtüşme noktası olarak kalmıştı. Devam eden sınır krizi binlerce askerin bağlı kalmasına neden oldu ve dört yıldır ikili ilişkilere zarar verdi. Ancak şimdi iki ülke Fiili Kontrol Hattı boyunca devriye gezme haklarını geri getirme konusunda anlaştı. Bu anlaşmanın tüm sınır boyunca geri çekilmeye yol açması bekleniyor.

Bu anlaşma başlı başına olumlu bir gelişme ancak iki ülkenin gerilimi düşürmesi ve binlerce askerini tartışmalı bölgelerden çekmesi için kat edilmesi gereken daha uzun bir yol var. Açıkçası bunun 2020 öncesi sınır durumuna geri dönecek tam bir çözüme yol açıp açmayacağı da henüz belli değil. Ancak anlaşma devam ederse Hindistan için büyük sonuçlar doğurabilir. Bir ülkenin uluslararası düzeydeki gücü öncelikle iç uyumu, içerideki farklılıkları çözebilme yeteneği ve teröristlerin veya herhangi bir türden aşırılıkçıların üreyebileceği bataklıkların olmaması ile doğru orantılı olmakla beraber, özellikle sınırlarında ve komşularında tehdit algısının hiç olmaması veya realist bağlamda bu çoğu zaman pek mümkün olmadığından en azından en minimal düzeyde olması ile de doğru orantılıdır. Sınır krizinin sona ermesi Hindistan ordusu üzerindeki baskıyı hafifletir. Çin yatırımları 2020 krizinden bu yana kısıtlamalarla karşı karşıya kaldı. Böylece ekonomik bağlar artık yeni normale dönebilir. Hindistan ayrıca kuzey komşusu Çin ile daha normal bir ilişki yaşayabilir ki Çin ile normal bir ilişki demek Hindistan’ın Amerika gibi bir dizi Batılı ülke ile bağlarını da etkileyebilecek demektir, çünkü Çin’e yönelik kaygılar Hindistan ile Amerika arasındaki bağların daha da yakınlaşmasına neden olan önemli bir faktör.

Ve Hindistan, Batı bloğuna veya Çin bloğuna katılma çağrılarını görmezden gelecektir. Dışişleri Bakanı Jaishankar’ın dediği gibi “Bence bir taraf seçmeliyiz ve bu bizim tarafımızdır.” Kovid patlak verdiğinde salgının Çin’in endüstriyel bir güç merkezi olarak sonunun başlangıcı olacağı iddiaları da gündeme gelmişti. Tüm dünyanın Çin’den ayrılacağı ve üretimi hızla kendi ülkelerine veya dost ülkelere geri taşıyacağı öngörülüyordu. Ancak Çin yükselmeye devam etti ve hatta dünyanın en büyük otomobil ihracatçısı oldu. Ardından Rusya’nın çöküşüne ve Putin’i iktidardan düşürecek bir rejim değişikliğine yol açması beklenen Ukrayna savaşı geldi. Ancak Rusya Ukrayna’daki savaş meydanlarında Amerika ve Avrupa’ya karşı zafer kazandı. Dahası, Rusya’nın ekonomisi büyümeye devam etti ve Almanya’nın ekonomisini (satın alma gücü paritesi açısından) geçti. Ve Amerika 300 milyar dolarlık Rus döviz rezervini dondurduğunda gelişmekte olan ülkelerdeki liderler Amerika’yı ekonomik bir zorba olarak görmeye başladı ki bu, BRICS’in genişlemesine ve dedolarizasyonun hızlanmasına yol açtı. Ardından Gazze’de kadın ve çocukların katledilmesi geldi. Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Uluslararası Adalet Divanı İsrail’in eylemlerini bir “soykırım” olarak tasvir etmeye başlayınca Batı mahkemeleri hızla reddetti ve dünyaya “uluslararası kurallara dayalı düzen” sloganının boşluğunu gösterdi. Yani Batılı düzenin veya Batı’nın, özellikle Amerika’nın giderek daha önemsiz hale geldiği algısı arttı ve arttıkça Amerika güç algısı zora girdi. Bu nedenle tıpkı Küresel Güney’in çoğu gibi, pek çokları gibi Hindistan’ın da ısrarla gittiği yol, stratejik belirsizliği ve çok kutupluluğu veya daha doğrusu çok merkezliliği benimsemek oluyor.

GÖRÜŞ

İktidardaki yalnız kurt: Shigeru Ishiba Japonya’yı kördüğümden çıkarabilir mi?

Yayınlanma

Niu Jiarui
Araştırma Görevlisi, Tarih Bölümü, Şanghay Üniversitesi

27 Eylül 2024 tarihinde Japonya Liberal Demokrat Partisi’nin (LDP) başkanlık seçimi sonucunda Shigeru Ishiba, favori aday Sanae Takaichi de dahil olmak üzere önde gelen adaylara karşı zafer kazanarak ikinci turda oyların çoğunluğunu aldı ve LDP’nin 28. Başkanı oldu. Japonya’nın parlamenter sisteminde iktidar partisinin lideri her zaman Başbakan’dır. Sonuç olarak, 1 Ekim’de Kishida Kabinesi’nin istifasının ardından Ishiba, Temsilciler Meclisi ve Meclis tarafından ortak bir oturumda oyların %50’sinden fazlasını alarak seçildi ve böylece Japonya’nın 102. Başbakanı olarak resmen göreve başladı.

Shigeru Ishiba kimdir?

Bir zamanlar medya tarafından ‘Çin’in Japonya için sıfır tehdit oluşturduğunu’ iddia eden ‘Çin yanlısı’ bir figür olarak etiketlenen Ishiba, LDP içinde uzun zamandır ‘yalnız kurt’ olarak biliniyor ve parti içindeki çeşitli gruplarla sık sık anlaşmazlık yaşıyor, ancak anketlerde çarpıcı bir şekilde tersine dönmeyi başardı. Yakın zamanda seçim kampanyası sırasında NATO’nun Asya versiyonunun kurulmasını önermiş ve ABD ile eşit statü talep ederek şahin bir duruş sergilemiştir. Ishiba’nın liderliğinin Japon siyasetine yeni değişiklikler getirip getirmeyeceği ve Japonya’nın Çin ve Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkilerini nasıl etkileyeceği sorusu hala cevapsız.

Görev süresi çığır açıcı mı yoksa geçici mi olacak?

Parti içindeki ve dışındaki güçlerin koordinasyonu ve korunması kilit önem taşıyor.

Ishiba’nın seçilmesi, LDP içindeki güç simsarlarının ve hizipçi siyasetin entrikalarının bir sonucu olarak görülüyor. Ishiba’nın 2008 yılında LDP başkanlığı için yaptığı ilk adaylık girişimi eski Başbakan Taro Aso tarafından yenilgiyle sonuçlanmıştı. 2012, 2018 ve 2020 seçimlerinde de büyük ölçüde parti içindeki kötü ilişkileri nedeniyle benzer başarısızlıklarla karşılaştı, sık sık görevdeki başbakanlarla çatıştı ve siyasi bölünmelere neden oldu, bu da parti içi seçimlerde tekrar tekrar kaybetmesine yol açtı.

Bu yılki seçimlerde Ishiba 215 oyla Takaichi’nin 194 oyuna karşı az bir farkla başkanlığı kazandı. Bu sonuca iki faktör katkıda bulundu: birincisi, Takaichi’nin radikal politikaları LDP içindeki muhafazakar üyeler arasında endişe yarattı ve ikincisi, eski Başbakan Yoshihide Suga, eski LDP Başkanı Fumio Kishida ve eski Başbakan Taro Aso gibi bazı kilit ‘kral yapıcılar’ ikinci turda adayları destekledi. İlk turdan sonra, Aso’nun hizbi dışında, daha önce kararsız olan hizip oylarının çoğu Ishiba’ya doğru aktı. Bu değişim sadece Ishiba’nın akranlarının güvenini yeniden kazanmaya yönelik siyasi vaatlerinden değil, aynı zamanda hizip liderlerinin parti içinde potansiyel olarak reformist bir figürle suları test etmek için yaptıkları hesaplı bir hareketten kaynaklanıyordu. Hiziplerden arındırılmış bir seçim iddiasına rağmen, gerçek şu ki seçim yine de hizipçi politikalardan etkilenmiştir ve Ishiba’nın zaferi, LDP’yi mevcut sıkıntılı durumdan çıkarıp çıkaramayacağını ve halkın güvenini yeniden kazanıp kazanamayacağını görmek için hizipler tarafından yapılan bir deneme olabilir. Hizipler ihtiyatlı bir iyimserlik içinde.

1 Ekim’de, siyasi açıdan zayıf olan Ishiba’nın çeşitli güçlere verdiği tavizleri ve ödünleri yansıtan kabine üyeleri listesi de açıklandı.

Japon siyaseti esasen kişiler arası ilişkilerle ilgilidir, güç alışverişini ve hizipsel güç dengesini vurgular. Parti içinde uyumun korunması, hizipler arasında hassas bir güç ve ilişki dengesi gerektirmektedir. Yeni kabinede Kishida hizbinden (Kochikai) bir, Aso hizbinden (Wakate Kyokai) iki, Motegi hizbinden (Heisei Kenkyukai) bir, Ishiba hizbinden (Suigetsu-kai) bir ve eski Nishimura hizbinden iki üye yer alıyor, Eski Hayashi fraksiyonundan bir, Komeito’dan bir üye ve 11 bağlantısız üye, deneyim ve taze kan, fraksiyonel denge, fraksiyonlar arası işbirliği, cinsiyet ve yaş çeşitliliği arasında bir denge olduğunu göstermektedir. Bu durum Ishiba’nın yeni kabinede denge arama çabasını yansıtmaktadır.

Ishiba, çeşitli partilerle çatışmalardan kaçınmak için temkinli ve muhafazakâr davranmış olsa da, Başbakan olarak konumu hala istikrarsız.

Son zamanlarda Ishiba, kendi grubu olan Suigetsu-kai içinde, hesapta olmayan siyasi fonlarla ilgili potansiyel mali suistimalle suçlanmaktadır. Kamuoyuna göre, şu anda bu tür ifşaatların, parti içinden veya dış güçlerden gelen ve Ishiba’ya sınırları içinde kalması için sinyal veren tehditlerin veya ipuçlarının bir sonucu olarak kabul edilmesi muhtemeldir.

Her şeye rağmen yeni Başbakan, LDP’nin yaklaşan Temsilciler Meclisi seçimlerini olumsuz etkileyebilecek bir siyasi skandal riskiyle karşı karşıya. Başlangıçta Ishiba Kabinesi’nin onaylanma oranı sadece %51 ile 2001’den bu yana en düşük seviyedeydi. Bu destek oranının %50’nin üzerinde tutulup tutulamayacağı henüz belli değil. İstikrarsız yönetimin doğru yola sokulup sokulamayacağı çeşitli faktörlere bağlıdır. Ishiba yönetiminin kırılgan konumu göz önüne alındığında, politikaları ve siyasi yönü parti liderliği tarafından belirlenebilir. Ishiba’nın çeşitli güçleri nasıl dengeleyeceği ve Başbakan olarak rolünü nasıl başarıyla yerine getireceği henüz belli değil.

ABD ile denklik arayışı mı?

Ishiba’nın büyük stratejisini gerçekleştirmek zor olabilir.

Japonya uzun zamandır askeri öz savunma ve stratejik koruma arayışındadır.

1951 yılında imzalanan Japonya-ABD Güvenlik Anlaşması‘ndan bu yana Japonya, askeri strateji konusunda ABD ile yüksek derecede bir birliktelik sürdürmüştür. ABD’nin askeri varlığı ve Japonya’nın stratejik kara kullanımının oluşturduğu dış işbirliğinin yanı sıra Japonya, Öz Savunma Kuvvetleri’nin kapsamını ve sorumluluklarını genişletmek için bir iç strateji oluşturmuş ve aynı zamanda Anayasa’nın savaşı reddeden 9. Maddesini değiştirmeye çalışmıştır. Bunlar uzun zamandır LDP ve diğer muhafazakar partilerin tutarlı siyasi hedefleri olmuştur.

21. yüzyıldan bu yana Yoshiro Mori, Junichiro Koizumi, Fukuda Yasuo ve Shinzo Abe gibi liderler politika platformlarının bir parçası olarak askeri güce öncelik vermiş, savunma kurallarının revizyonunu ve anayasal reformu aktif olarak desteklemişlerdir. Ishiba da askeri güvenlik alanında şahin bir duruş sergilemiş, seçim kampanyası sırasında ‘NATO’nun Asya versiyonunun’ kurulmasını savunmuş ve temel bir ulusal güvenlik yasasının ve Japonya-ABD ittifakının güçlendirilmesinin önemini vurgulamıştır.

NATO’nun Asya versiyonu nedir?

Adından da anlaşılacağı üzere, Asya’da, Avrupa’daki NATO’ya benzer, ABD, Japonya, Güney Kore, Avustralya, Yeni Zelanda, Singapur ve diğer Asya-Pasifik ülkelerini kapsayan, karşılıklı askeri işbirliği hak ve yükümlülüklerine sahip bir askeri örgüt veya ittifak kurmayı amaçlamaktadır. Ishiba’ya göre ‘Bugünün Ukrayna’sı yarının Asya’sıdır. Asya, NATO gibi kolektif bir öz savunma sisteminden yoksundur ve dolayısıyla karşılıklı savunma yükümlülükleri yoktur, bu da onu savaşa eğilimli hale getirir… Ishiba’ya göre NATO’nun Asya versiyonunun kurulması kaçınılmazdır. Bu önerinin ardındaki temel gerekçenin jeopolitik gerilimler olduğunu vurgulamıştır. Aynı zamanda Shigeru Ishiba ‘Japonya’nın egemen ve bağımsız bir ulus olduğu’ fikrinin altını çizerek mevcut Japonya-ABD ilişkisini doğası gereği ‘asimetrik’ olarak algılamaktadır. Bölgesel tehditler söylemine dayanan NATO’nun Asya versiyonu savunusu, Japonya’nın Doğu Asya’daki askeri konumunu güçlendirmeyi amaçlamaktadır. Japonya ve ABD arasında eşit statüde bir diyalog mekanizması kurmayı ve Japonya’nın askeri stratejik erişimini Kuzey Amerika’ya doğru genişletmeyi ve böylece Japonya’nın küresel sahnedeki stratejik etkisini artırmayı amaçlamaktadır.

Ancak gerçek şu ki NATO’nun Asya versiyonunun kurulmasının önünde pek çok engel bulunmaktadır. Çin ile olan farklı ilişkiler ve Asya ülkeleri ile Avrupa arasındaki kültürel ve kurumsal farklılıklar nedeniyle NATO modelinin Asya’da tekrarlanması zordur.

İlk olarak, ASEAN ülkeleri buna karşı çıkmaktadır. Endonezya’nın resmi gazetesi Jakarta Post, ASEAN’ın Japonya’nın ‘Asya NATO’su’ önerisiyle ilgilenmediğini, çünkü bu ittifakın bir hakaret olarak görüldüğünü ve böyle bir askeri ittifaka katılmanın sadece bölgesel gerilimleri tırmandıracağını belirtti. ASEAN, Japonya’nın Doğu Asya’da askeri rekabete odaklanmasıyla uyuşmayan, ekonomik faydalara odaklanan çok taraflı bir çerçevenin oluşturulmasını vurgulamakta ve Japonya’nın Asya NATO’su önerisindeki askeri güç niyetini ortaya koymaktadır.

Hindistan Dışişleri Bakanı Subrahmanyam Jaishankar da Hindistan’ın olumsuz tepkisini açıkça dile getirdi. Hindistan’ın kendine özgü bir tarihi geçmişi ve diplomatik stratejisi olduğunu ve herhangi bir askeri ittifakın parçası olma niyetinde olmadığını ve diğer ülkelerin uygulamalarını takip etmeyeceğini vurguladı. Bu açıklama yeni Japon Başbakanına Hindistan’ın güvenlik ve stratejik işbirliğinde özerklik ve bağımsızlık arayışında olduğu ve NATO benzeri bölgesel bir askeri grubun inşasına katılmak istemediği yönünde doğrudan ve net bir mesaj göndermektedir.

Aynı zamanda, Asya NATO’sunda ABD ile eşit bir konum arayışı kaçınılmaz olarak ABD’nin muhalefetiyle karşılaşacaktır. Japonya’nın ‘ABD ve Japonya’nın liderliğini’ ve ‘askeri açıdan ABD ile eşitliği’ savunduğu bir Asya NATO’su kavramı zorluklarla doludur ve Ishiba da ‘Japonya-ABD ittifakını ABD-İngiltere ittifakı seviyesine yükseltmek benim görevimdir’ demiştir. Doğu Asya ve Pasifik işlerinden sorumlu ABD’li yetkililer Ishiba’nın ‘daha resmi bir kurum oluşturma’ önerisinin henüz olgunlaşmadığını ve ABD’nin yeni bir kapalı askeri ittifak oluşturmak yerine mevcut işbirliği çerçevesini optimize etmeyi tercih ettiğini belirtti.

Bu nedenle, hepsi de Ishiba’ya bir uyarıda bulunarak Ishiba’nın Asya NATO’su emellerinin alevlerini büyük ölçüde söndürdü ve ABD ve ASEAN’ın Japonya’nın önerdiği bölgesel askeri ittifakı reddetmesi Asya NATO’sunun stratejik planının uygulanmasını zorlaştırdı.

Ishiba LDP içinde ‘Çin yanlısı bir hizip’ mi?

Ishiba’nın göreve geldikten sonra Çin konusundaki tutumu hala ihtiyatlı bir gözlem gerektiriyor.

Başbakan olmadan önce Ishiba, hükümette bulunduğu süre boyunca ‘Çin yanlısı’ bir sinyal verdi. Zayıflarla empati kuran bir Hıristiyan olarak Ishiba, Çin-Japon tarihi konularında nadir görülen bir duruş sergilemiş, ‘Japonya’nın savaş üzerine düşünmesi ve savaş için özür dilemesi gerektiğini’ kabul ederek hem Çin hem de Japon halkının bu savaşın kurbanı olduğunu belirtmiştir. Tarihi gerçekleri her zaman güzelleştiren ve savaşın saldırganlığını kabul etmeyi reddeden Japon sağ kanat politikacılarla karşılaştırıldığında, Ishiba’nın LDP içindeki duruşu oldukça Çin yanlısıdır ve Japon medyası tarafından uzun zamandır parti içindeki ‘Çin yanlısı hizbin’ bir üyesi olarak görülmektedir. Çin konusunda Ishiba, Çin’in Japonya için bir tehdit olmadığını vurgulamış ve son zamanlarda Çin ile stratejik karşılıklı ilişkileri sürekli olarak ilerletmek için diyalog ve değişimin önemini vurgulamıştır.

Ancak Japonya’nın lideri olarak Ishiba, göreve geldikten sonra gençlik yıllarındaki siyasi duruşuna bağlı kalacak mı? Bir yandan, Ishiba’nın seçimlerde tekrar tekrar ortaya çıkması, yönetim hedefi olarak ‘Asya NATO’suna’ ulaşmaya odaklandı. Askeri bir ittifakın kurulması kaçınılmaz olarak hayali bir düşman yaratmayı gerektiriyor – bu Çin mi yoksa Kuzey Kore mi? Bu durumda Japonya’nın askeri aşırılığı nedeniyle Çin-Japon ilişkileri bozulacak mı? Öte yandan, Guam’a ABD askerleri yerleştirme ve ABD ile eşit düzeyde bir güvenlik diyaloğu kurma talebi ABD tarafından açıkça reddedilmiştir. ‘ABD ile rekabet stratejisi’ uygulanmalıdır, bu Japonya’nın stratejisinin değişeceği ve Çin ile işbirliğini güçlendirerek kurnaz hedeflerine ulaşacağı anlamına mı geliyor?

Japonya’nın güvenliği her zaman dış desteğe bağlı olmuştur. Uzun süredir ABD ile birleşik bir cephe oluşturan Japonya, ABD ile dış eşitlik arıyorsa, yakın ama bağımsız bir ittifak mesafesini korumak için karşıt güçlerin çıkarlarına ve stratejik desteğine güvenmelidir. Ancak gerçekte Japonya’nın şu anda bu tür hedeflere ulaşması mümkün değildir. Yukarıda da belirtildiği gibi, Japonya’nın iç durumu istikrarsızdır ve dış stratejisi tıkanmıştır. Ishiba’nın Asya NATO’su hedefinin üç yıllık görev süresinde atılımcı bir ilerleme kaydetmesi zordur. LDP’nin mali reformu, yaklaşan Temsilciler Meclisi seçimleri, Noto’daki felaket yardımı ve ekonomik piyasa deflasyonunun ayarlanması gibi iç duruma bakıldığında… Japonya’nın iç siyasi yıkıntılarının acilen onarıma ihtiyacı var ve bu da Ishiba’nın kabinesine denizaşırı güçleri geliştirmek için çok az alan bırakıyor. Bu nedenle, Japon Dışişleri Bakanlığı başbakanın değişmesinden sonra Japonya’nın stratejik değişimini yüksek sesle ilan etmedi ve Japon Dışişleri Bakanı Iwao Tsukuda da Asya NATO’sunun ‘dikkatle değerlendirilmesi’ gerektiğini belirtti.

Ishiba’nın göreve geldikten sonra yumuşayan diplomatik tutumu bu tür muhafazakar bir yönetim mantığını göstermektedir: Japonya’nın ABD ile olan kapsamlı ittifak ilişkisi değişmeyecek ve Japonya’nın Çin’e yönelik tutarlı stratejisi güvenlik sisteminin genişlemesinin teşvik edilmesi nedeniyle değişmeyecektir. İç işlerine dış işlerinden daha fazla öncelik verilecek ve bölgenin tehdidi altındaki fırsat temelli güvenlik rekabeti, gelecekte sürekli planlama ve gizli operasyonlarla geçici olarak rafa kaldırılacaktır. Doğu’daki durum karşısında Japonya’nın mevcut açıklamaları daha muhafazakâr olup, Çin ve ABD ile odak tartışmalardan kaçınırken, iç işlerinin düzenlenmesine ve diplomatik baskının hafifletilmesine odaklanmaktadır. Özellikle Çin-Japon ilişkileri için, ‘çözülmemiş çeşitli sorunlar olmasına rağmen’ güçlendirilmiş diyalog yoluyla yapıcı ve istikrarlı bir ilişki kurma arzusu olduğu da belirtilmektedir. Dolayısıyla Japonya-ABD ilişkilerinin ‘başıboş’ bir döneme mi gireceği yoksa Çin ve Kuzey Kore’ye karşı Japonya-ABD ittifakının güvenlik ağını koruyarak şahin duruşun sonuna kadar uygulanıp uygulanmayacağı konusunda bir genelleme yapamayız.

Ishiba’nın politika deklarasyonu, Japonya’nın Doğu Asya jeopolitik ortamındaki değişikliklere olan duyarlılığını ve ülkenin akıntıya karşı bir mücadele olan Japonya’nın ilerlemesi konusundaki endişesini göstermektedir. Çin ve ABD’nin rekabeti altında Ishiba kabinesinin içişlerine öncelik vererek diplomatik uzlaşmayı seçmesi, Ishiba’nın zamanlamasının yanı sıra Japonya’nın siyasi ortamının kaçınılmaz bir sonucudur. Bu tür bir diplomatik konuşlanmada, Japonya-ABD ilişkileri ve Japonya-Çin ilişkileri gelecekte önemli ölçüde değişmeyecek ve Japonya’nın yönü Ishiba’nın gelecekteki yönetim performansını beklemek ve görmek zorunda kalacaktır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Türk dış politikasında eksen kayması

Yayınlanma

Yazar

1) Kemalizm ve atatürkçülük genellikle birbiri yerine kullanılan kavramlar; ne var ki ben de başka birçokları gibi, bu ikincisinin 12 Eylül’le birlikte iğdiş edilmiş ve ilkiyle bağlarının kopmuş olduğunu, dolayısıyla bu kavramların artık örtüşmediğini düşünüyorum. Kemalizm milli kurtuluşçuluk ve burjuva aydınlanmacılığıdır, bunun pratik anlamı ise bağımsızlıkçılık ve laikliktir. Atatürkçülük ise Türk-islam senteziyle tecavüz edilmiş, bağımsızlık anlamını bütünüyle kaybetmiş bir devlet ideolojisinden başka bir şey değildir; dahası bu ideoloji günümüzde devlet ideolojisi olmaktan da çıkmıştır.

2) Kemalizm yakın tarihte ancak milli devletin kuruluşunun ilk yıllarında, 1922’den CHP’nin 1947’deki VII’nci kurultayına kadar devlet ideolojisidir. Bu tarihte devlet ideolojisi olmaktan çıkmış, temel niteliklerinin iktidar üzerindeki etkisi ise gitgide aşınmış, 12 Eylül’ün atatürkçülüğü ile tamamen son bulmuştur.

3) Kemalizmin oynadığı rol itibariyle bu ilk yıllar da iki döneme ayrılır. 11 Kasım 1938’de dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras ve içişleri bakanı Şükrü Kaya’nın tasfiyesiyle, ve hemen arkasından 4 Mart 1939’da Dolmabahçe çay partisiyle yeni dönemin ilk dönemden farklı olacağı ortaya çıkmıştır. Bu yeni dönem içeride, daha 1930’ların başında devrimci taarruz yerine mevzi savaşını geçirmiş bulunan resmî ideoloji olarak kemalizmin devrimci niteliğini artık büsbütün kaybettiğini ve devrim yerine uzlaşma anlayışını geçirdiğini gösteriyordu. Dışarıda ise çok daha yıkıcı bir etkisi oldu ve iktidar, Sovyetler Birliği ile müttefik bir bağımsızlıkçılık yerine Sovyetler Birliği’ne karşı batı yanlısı denge siyasetini geçirdi.

4) İktidarın burjuvazi ve toprak ağalarıyla ilişkisi, bu yeni durumun itici faktörüdür. 17 Ekim 1938’de Sovyetler Birliği’nin Ankara büyükelçisi Aleksey Terentyev, Moskova’ya gönderdiği raporunda, Türkiye’de Alman nüfuzunun artmasını Atatürk’ün sağlığını kaybedip siyasi faaliyetlerin dışına düşmesiyle ilişkilendirir; bu ortamda ülkenin “hükümet ve iş çevreleri” de “belirgin şekilde ve hızlanarak” faşist Almanya’ya yönelmektedir. “Bu ilginç gözlem, kuşkusuz, Atatürk’ün olaylar üzerinde (hayatının sonlarına doğru giderek zayıflayan, ama gene de tayin edici) kişisel etkisini gösteriyor; bununla birlikte daha önemli bir şeyi, saksıda burjuvazi yaratma siyasetinin sınırlarını da gösteriyor. Bu siyaset artık fiilen bitmiş ve gelişmeler hükümeti, her olağan burjuva devletinin yapacağı gibi, ‘iş çevrelerinin’ taleplerini yerine getirmeye… itiyor ve dahası örtüşüyordu da, zira gene her burjuva devletinde olacağı gibi, ‘iş çevrelerinin’ menfaatleri, hükümetin kararlarının yönünü tayin ediyordu.”

5) İkincisi, feodalizme karşı burjuva devrimi bir toprak reformu olmaksızın tamamlanamaz. Çokuluslu ülkelerde toprak reformu aynı zamanda milli meseleyi çözmenin de vasıtasıdır, zira bu ilk aşamada milli meselenin temelini küçük ve yoksul köylünün toprak talebi teşkil eder. Bu mesele ya devrimci yoldan çözülür ve feodal kalıntılar üstyapıda olduğu gibi altyapıda da tasfiye edilir, ya da altyapıda bunlarla ittifaklar kurulur ve üstyapıda da bu kalıntıların korunmasının önü açılmış olur. CHP’nin devrimci bir örgüt olmaktan çıkmasına yol açan kavgaların din ve toprak meselesi etrafında kopmuş olması tesadüf değildir.

6) Devrimci bir siyaset ancak devrimci bir örgüt tarafından yürütülebilir. Jakoben niteliğini kaybetmiş bir devrimci örgüt olmaz. Mao’nun benzersiz sözleriyle: “Devrim, ziyafet vermeye, yazı yazmaya, resim yapmaya ya da nakış işlemeye benzemez. Devrim, o kadar zarif o kadar rahat ve nazik, o kadar ılımlı, müşfik, kibar ölçülü ve alicenap olamaz. Devrim bir ayaklanmadır, bir sınıfın başka bir sınıfı devirdiği bir şiddet hareketidir.” Kemalist harekete devrimci ruhunu kazandıran, bu hareketin, “sadece toplum değil, lider kadronun geri kalanı bile yaşam biçimine, kültürüne, ahlakına, hayata bakışına bütünüyle aykırı, yabancı ve hatta düşmanken onları korkunç bir irade gücüyle dize getiren” (bak. benim 1945, s. 11) devrimci önderiydi. Ancak 1930’lardan beri gerileyen iradeden 1947’de geride hiçbir şey kalmamıştır. Başka deyişle, karşıdevrim sürecini başlatan DP değil CHP olmuştur.

7) 1922-1938 arasının siyaseti Bandung (bağlantısızlar hareketi) yokken Bandung arayışıdır; 1938-1947 arasının siyaseti ise antikomünist bir denge arayışıdır. Bu denge siyaseti gene de uygulanabilir ve belki bir süre daha ülkenin bağımsızlığına yıkıcı bir zarar vermeyebilirdi, meğerki savaş patlamasaydı. Denge, Sovyetler Birliği’ne karşı ama diğer güçler karşısında tarafsız bir siyaset vazediyordu, oysa Üçlü İttifakla bunun tam tersi bir sonuç ortaya çıkmış, Türkiye tarihinin ilk ve tek eksen kayması gerçekleşmiştir.

8) Dışarıdaki denge arayışı içerideki çatışmalı ittifakın dolaylı bir yansımasıdır. İttifakı bir arada tutan tek şey önderin karizmatik kişiliğidir. Bu ittifakın sembolik uçları, belki de, milli mücadeleye birlikte katılan iki kişide bulunabilir: devrimi sonuna kadar götürme iradesini vazeden Mahmut Esat ve protofaşist Saraçoğlu. Ne var ki dış siyasette olduğu gibi iç siyasette de antagonistik güçler arasında denge mümkün değildir. Nitekim ilki sadece kişi değil siyaset olarak da tasfiye edilirken ikincisi görünürde kişi olarak tasfiye edilmiş, gerçekteyse “Saraçoğlu zamanında nikel, tütün vb. ticaretiyle, varlık vergisiyle zenginleşen yeni burjuvazi, emperyalizmle ikili ilişkileri kurarak ihya etmiştir.” (Bak. benim 1945, s. 13.) Sonuçta içeride denge arayışının kazananı ikincisi olmuştur.

9) Mahmut Esat kendi kemalizm anlayışını bir tür lasalcı “devlet sosyalizmiyle” açıklıyordu. Ancak bu durum bütün kemalist hareket için genelleştirilemez. Devlet kurucu bir hareket olarak kemalizmin siyasi devletçiliği hiç de zorunlu olarak iktisadi devletçiliği doğurmamıştır; bu ikincisini kaçınılmaz kılan şey dünya krizi olmuştur. Kemalist iktisat siyasetinin gelgitleri, bundan 54 yıl önce henüz 24 yaşındaki genç marksist devrimcinin gözlemlerinde en berrak formülasyonunu bulmuştu: “Eşyanın doğası gereği kemalizmin belirli bir iktisat politikası yoktur ve olmamıştır. Küçük burjuvazinin emekle sermaye arasında bocalayan genel niteliği kemalizmin iktisat politikasında yansımaktadır.”

10) Kemalizmin iktisadi devletçiliğe, “devlet sosyalizmine” dayanan bir kalkınma programı olarak formüle edilmesi daha sonraki yılların, kısmen Kadro dergisinin ama esas olarak Avcıoğlu hareketinin ürünüdür. Kuruluş yıllarının formülü ise saksıda burjuvazi yaratmaktan ibarettir. Bu ille de bağımsızlığın kaybedilmesi anlamına gelmez; siyasi devletçilik (1922’de Sovyet Rusya’nın Ankara büyükelçiliği basın ataşesi Georgiy Astahov’un deyimiyle “demokratik-bonapartist” iktidar) kontrol araçlarını sağlamca tuttuğu ölçüde bağımsızlık korunur. Ama sermaye birikiminin ve işgücü verimliliğinin yetersizliği, dördüncü maddede ileri sürdüğüm gibi, hükümetin kararlarını “iş çevrelerinin” menfaatleri istikametine çeker.

11) Kemalizm demokratik bir harekettir. Devrimler çağında demokrasi hiç de katılım ve hele ki uzlaşma anlamına gelmez. “Demokrasi, feodal siyasi sistemin burjuva antitezidir. ‘Demokrasi’ açıkça burjuva devrimine ve bu devrimin önündeki görevlere (feodal siyasi ve iktisadi kalıntıların bütünüyle ortadan kaldırılması) gönderme yapar.” (Astahov’a benim önsözümden, s. 8.) Devrimci olan demokratiktir. “Emperyalizme karşı bağımsızlıkçılık ve feodalizme, onun iktisadi (vakıflar, aşar, vb.), siyasi (saltanat, hilafet, vb.) ve ideolojik (hukuk sistemi, teokrasi, din, vb.) kurumlarına, bunların sonucu ortaya çıkan ruhban ve diğer klerikalistlere karşı sekülerizm” (aynı yerden) devrimci ve demokratik eylemlerdir.

12) Hem bütün bir tarihi süreçte hem de belli tarihi kesitlerde tek bir kemalizm değil, iktisat siyaseti, ittifak siyaseti, dış siyaseti birbirinden farklı bir dizi farklı kemalizmler vardır. Başka deyişle tarihi açıdan kemalizmlerin sağı-solu hep olmuştur. Birbirine taban tabana zıt olan aydınlanmacı Tonguç kadar gerici Günaltay, (“işçinin ve köylünün haklarını bağıranlara komünist yahut sosyalist damgasını yapıştırma gayretini güdenler şahsi menfaatlerini çalışan kitlelerin zararlarında arayanlardır,” diyen) devrimci Mahmut Esat kadar (nazi Almanyasının elçisi Papen’e “Rusya’da yaşayan Rusların en az yarısının öldürülmesini” telkin eden ve “Rus insan potansiyelinin önemli bir bölümünün yok edilmesi” hususunda “müttefiklerin en makul yolda bulunduğunu” söyleyen) protofaşist Saraçoğlu da kemalisttir.

13) Ama siyaset tarihle yapılmaz. Bir bilim olarak tarihle bir iktidar eylemi olarak siyaset farklı şeylerdir. Siyaset, Lenin’in deyişiyle, çubuğu doğru zamanda doğru yana bükme işidir, ama bu iş doğru yapılmak isteniyorsa tarihe yaslanmalıdır. Eğer taban tabana zıt bir dizi hareket kendisini aynı ideolojik etiketle sunuyorsa, bu ideolojinin temel tarihi niteliklerini esas alarak yeni baştan siyasi bir kavramlaştırma gerekir.

14) Böylece ilk teze geri dönebiliriz: kemalizm milli kurtuluşçuluk (bağımsızlıkçılık) ve burjuva aydınlanmacılığıdır (laiklik) ve bu nedenle, bu ikisiyle çelişen düşünceler kemalizm olarak sunulamaz. Liberal iktisat siyasetini savunan kemalistler olabilir, devlet sosyalizmini savunan kemalistler olabilir, sosyalizmi savunan kemalistler olabilir, ancak ülkenin bağımsızlığının terkini savunan kemalistler olamaz. Dindar kemalistler olabilir, dini inancı olmayan kemalistler olabilir, başka dini inançlardan kemalistler olabilir, ama pozitivist burjuva aydınlanmacılığının gerisine düşen ve iktidardan pay kapmak için gericiliğe payanda olan kemalistler olamaz.

15) Son tahlilde varacağı yerler belli olduğuna göre “liberal kemalist” veya “dindar kemalist” olur mu, diye tartışılabilir. Dindarlığı kimlik olarak benimsemek nihayetinde laikliğin reddi anlamına gelmez mi? İktisat siyasetinde liberalizm ister istemez bağımsızlığın terki anlamına gelmez mi? Kürt meselesinde şovenizm ister istemez milli boğazlaşmayı tetiklemez mi? Ama bunlar zaten kemalizme içkin olan ikilemlerdir. Ne var ki bir şeyin son tahlilde varacağı yer, onu kaçınılmaz kılmaz. Oysa kemalizm adına gericilikle ittifak yahut “NATO’cu kemalist”, mesela “zorunlu seçmeli ders” kadar saçma bir oksimorondur.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Alman araştırmacı Harici için yazdı: BRICS zirvesi adil ve çok kutuplu bir düzenin teminatı

Yayınlanma

Stephan Ossenkopp, araştırmacı, Schiller Enstitüsü

Rusya’nın Kazan kentinde düzenlenen 16. BRICS Zirvesi, tarihi bir dönüm noktası olarak karşımıza çıkıyor. Zirve öncesinde gerçekleştirilen 200’den fazla etkinlikle ev sahibi olarak Rusya, BRICS’in yeni liderlerinin çok kutuplu ve adil bir dünya düzeni oluşturma sürecini hızlandırması için zemin hazırladı.

İran, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve Etiyopya gibi dört yeni üye, Asya, Arap Yarımadası ve Afrika arasında stratejik bir kara köprüsünde yer alıyor. Suudi Arabistan da katılacak.

Bu ülkelerin tamamı, enerji ve diğer kaynaklar açısından önemli bir potansiyele sahip. Ekonomik büyüme giderek daha fazla BRICS ülkelerine yönelmiş durumda.

Geçtiğimiz günlerde BRICS maliye bakanlarının katıldığı bir toplantıda, Rusya Maliye Bakanı Anton Siluanov, BRICS ülkelerinin yıllık ekonomik büyüme oranının yüzde 4,4 olduğunu, bu oranın dünya ortalaması olan yüzde 3,2’nin çok üzerinde olduğunu, G7 ülkelerinin ise yüzde 1,7 ile geride kaldığını belirtmişti.

En az 30 diğer ülkenin de BRICS etkinliklerine bir şekilde katılması ve üye olmak için başvurması bekleniyor. Belarus, Küba, Malezya, Azerbaycan gibi ülkeler üyelik için şimdiden başvuruda bulundu.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da zirveye katılacak, üstelik Türkiye bir NATO üyesi olmasına ve Avrupa Birliği ile yakın ticari ilişkileri bulunmasına rağmen.

Bu yüksek ilginin pek çok nedeni var. ABD ve giderek daha fazla AB, dünya genelinde ekonomik, mali ve siyasi sistemlerinin başarısız olduğu bir ülke olarak görülüyor. Wall Street’in spekülatif aşırılıklarıyla baş edemiyor ve kendi kamu borcunu dahi kontrol edemiyor. Ayrıca, nükleer güç olan Rusya ile doğrudan bir çatışma riski taşıyor ve Orta Doğu’da İsrail’in acımasız eylemlerine destek veriyor.

Bu sebeple, dünya toplumunun büyük bir kısmı BRICS’i yükselen yeni dünya düzeninin yıldızı olarak görürken, Batı’nın bazı kesimleri ise bunu engellemek için ellerindeki tüm araçları kullanmaya çalışıyor.

Bu araçlar arasında yaptırımlar, ticaret savaşları ve ekonomik ayrışma (decoupling) yer alıyor. Zirvede BRICS, bu alanda bir dizi çözüm paketi tartışacak ve nihai hedef, yeni bir finansal sistemin kurulması olacak.

BRICS uzman grubu, maliye bakanları ve merkez bankası başkanları, şimdiden çeşitli öneriler sundu. İlk hedef, doların devre dışı bırakıldığı, Batı’nın hakimiyetindeki SWIFT sisteminden daha hızlı ve daha ucuz bir sınır ötesi ödeme sistemi oluşturmak.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, böyle bir ödeme sisteminin oluşturulmasını en öncelikli konulardan biri haline getirdi. Ekonomistler Jeffrey Sachs, Paulo Batista ve Sergey Glazyev ise bir adım daha ileri giderek, BRICS içi ticaret için dijital bir takas para birimi oluşturulması çağrısında bulunuyorlar.

Bu sistem, BRICS ülkelerinin ulusal para birimlerini kullanmaya devam ederken uluslararası hesaplarını kapatma imkânı tanıyacak. Uzmanlar, Batı’nın finansal sisteminin artık reform edilemez olduğuna inanıyor.

Doların rezerv para birimi olarak itibarı giderek zayıflıyor. Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi kurumlar, Amerikan hegemonyasını sürdürmeye yarayan araçlar haline gelmiş durumda.

Bu nedenle BRICS ekonomistleri, BRICS’e ait bir rezerv para birimi oluşturulmasını savunuyor. Ev sahibi olan Devlet Başkanı Putin, bu konuda daha temkinli ve kademeli ilerlemek istese de yaptırımlar ve Batı’nın neo-kolonyal yöntemlerinden etkilenen gelişmekte olan ülkelerin beklentileri oldukça yüksek. Bu ülkeler, BRICS’in yeni, adil ve merkeziyetsiz bir finansal sistem yaratacağına inanıyor.

Aynı zamanda, Rusya Devlet Başkanı, BRICS’e ait Yeni Kalkınma Bankası’nın (New Development Bank-NDB) yeni, çok taraflı bir kurum olarak genişletileceğini duyurdu.

Yerel para birimlerinin payı artacak ve dolar giderek daha az kullanılacak. Ayrıca, küresel güneydeki büyük teknoloji ve altyapı projeleri için daha fazla kredi ve özel yatırımın mobilize edilmesi planlanıyor.

Bu yılki BRICS Zirvesi, küresel çoğunluğun sesini duyurabilmeli ve bu konuda harekete geçmeli. Dünya öylesine büyük tektonik değişimlerden geçiyor ki, ABD’nin ve son beş yüzyılın Avrupa kolonyal güçlerinin rolü, kendi kibirleri nedeniyle giderek zayıflıyor.

Bu hegemonların, hem güney yarımküre ülkelerine hem de Rusya, Çin, İran, Ortadoğu gibi bölgelere karşı uyguladığı politikalar, tahammül edilemez bir hale geldi.

Dünyanın büyük çoğunluğu, soğuk ya da sıcak bir savaşın dar kalıbına tekrar hapsedilmek istemiyor; bu savaşların bir kez daha kurbanı olup büyük zararları üstlenmek istemiyorlar.

Eğer uzun zamandır beklenen BRICS zirvesi, tüm bu ülkelerin kapısını açmanın, onları dahil edip entegre etmenin bir yolunu bulabilirse, Atlantik ötesinden Asya-Pasifik bölgesine ve tarafsız küresel güneyin yükselişine doğru olan bu kayma tamamlanmış olacak.

Bugün yaşanan değişimler, tarihi ölçekte. Bunun yanında, ABD seçimleri bile sınırlı bir öneme sahip. Pek çok insan, Demokrat ya da Cumhuriyetçi hiçbir partinin küresel toplumun ihtiyaçlarına ve zorunluluklarına cevap verecek çözümleri sunamadığını kabul ediyor.

Asıl büyük soru şu: ABD ve NATO müttefikleri, sonuçları tüm gezegen için ölümcül olabilecek bir savaşı başlatacak mı? Ancak bu kaçınılmaz değil; eğer BRICS’in dinamizmi zamanla Atlantik ötesindeki devletler tarafından da kabul edilirse, bu savaş engellenebilir.

Şu gerçeğin anlaşılması gerekir: BRICS, düşmanca bir askeri ittifak değil, kalkınma ve ilerlemeye dayalı, ortak bir kader anlayışına sahip çok kutuplu bir topluluktur.

Rusya Devlet Başkanı’nın BRICS medya gruplarına söylediği gibi: “Kimseyi dışlamıyoruz; kapımız herkese açık.”

Kazan’daki BRICS zirvesi: Yeni bir küresel gündem mi?

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English