Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Britanya’nın Asya kurgusu

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Britanya’nın Brexit sonrası oluşturduğu strateji konseptleri, çapından daha büyük arzular kurgulaması nedeniyle pek çok engelle karşı karşıya. Britanya, Doğu Avrupa ve Batı Asya’da Rusya’yı kuşatma stratejisinin ve Almanya’nın belinin bükülmesinin en büyük paydaşlarından biri oldu. Londra, Ukrayna’ya hem savaş öncesinde hem de şu an sunulan askeri yardımlarda NATO içinde lider konumda ve daha önce eski Şansölye Merkel’in de itiraf ettiği üzere Minsk anlaşmalarının sağladığı sükûnet döneminde, Orbital harekatıyla Kiev’i nihai savaşa hazırlayan güçlerin başındaydı. Britanya, son dönemde güneydoğu Asya’da Çin’i dizginleme ve bölgede ABD gibi büyük aktörlerden biri haline gelme hedefiyle bir dizi proje ve teşebbüs geliştiriyor. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Asya direktörü ve Foreign Policy yazarı James Crabtree yorumlamış.


Britanya’nın Asya’ya sürpriz bir şekilde devam eden eğilimi

James Crabtree — Foreign Policy

11 Nisan 2023

Üç vitrin projesi Britanya’nın Hint-Pasifik’teki geleceğini belirliyor.

Avrupa Birliği’nden ayrıldıktan üç yıl sonra Britanya, mevcut en iyi imaj tazeleyici alternatife dahil oldu. Geçen ay Britanya Başbakanı Rishi Sunak, üyeleri Hint-Pasifik bölgesini kapsayan ve küresel GSYİH’nin yaklaşık onda birini oluşturan bir ticaret paktı olan 11 ülkeli Kapsamlı ve Aşamalı Trans-Pasifik Ortaklığı Anlaşması’nı (CPTPP) imzaladı. Anlaşmanın iktisadi etkisi mütevazı olup, önümüzdeki on yıl içinde Britanya’nın GSYİH’sine yüzde 0,1’den daha az bir katkı sağlayacak. Yine de Britanya’nın Pasifik Okyanusu’na yakın bir yerde olmadığı aşikâr, bu nedenle CPTPP’ye katılması daha ilgi çekici bir hakikatin altını çiziyor; bazen Londra’nın Hint-Pasifik’e “yönelmesi” olarak nitelenen şeyin beklenmedik başarısı.

2021’de dönemin Başbakanı Boris Johnson’un öncülüğünü yaptığı yönelim, küresel iktisadi ve siyasi ağırlığın doğuya yöneldiği bir dönem olması hasebiyle AB sonrası Britanya’yı yeniden konumlandırmayı amaçlıyordu. Fakat daha yakın zamanda bu yönelime karşı dizilen güçler dişli görünmeye başlamıştı. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali zihinleri eve daha yakın jeopolitiğe odakladı. Başbakan Liz Truss’ın kısa ama faciayla sonuçlanan görev süresiyle daha da kötüleşen Britanya’nın korkunç kamu maliyesi, uzak savunma ve güvenlik teşebbüsleri konusundaki alternatifleri sınırladı. Hem Johnson hem de Truss, Hint-Pasifik meraklısıydı ve Çin’in şahin ve ideolojik terimlerle değerlendiriyorlardı. Ancak Sunak, Asya konusunda daha ihtiyatlı ve Pekin ile bağları kesme konusunda daha az doktriner görünüyordu. Bu arada anketlerin 2025’te iktidara geleceğini gösterdiği Britanya İşçi Partisi, İngiliz solundaki pek çok kişinin basitçe çöpe atılması gereken bir neo-emperyal fantezi olarak gördüğü genel eğilime karşı derin bir şüphe duymaya devam ediyor.

Yine de kaynak kısıtları ve rekabet halindeki öncelikler karşısında yok olmak yerine, büyük İngiliz Hint-Pasifik girişimleri aslında çoğalıyor. CPTPP bunların en sonuncusu ve Britanya’yı bölge dışı ülkeler arasında giriş hakkı kazanan tek ülke yaptı. Geçen ay [AUKUS olarak bilinen] Avustralya-Birleşik Krallık-Birleşik Devletler güvenlik anlaşmasının ikinci aşaması duyuruldu; bu anlaşma önümüzdeki tartışmalarda Avustralya’ya nükleer denizaltı tedarik ederek Çin’e karşı koymayı hedefliyor. Aralık ayında Londra ayrıca Japonya ve İtalya ile birlikte önümüzdeki 10 yıl içinde en az 30 milyar dolar maliyetle altıncı nesil bir savaş uçağı geliştirme girişimi olan yeni Küresel Hava Muharebe Programı (GCAP) için harekete geçti. Bu büyük projeler birlikte, Britanya’nın gelecek on yıllar boyunca Hint-Pasifik bölgesine odaklanmasını sağlayacak üçlü bir stratejik çapayı temsil ediyor.

Yönelimin şaşırtıcı dayanıklılığını üç neden açıklıyor. Birincisi, 2021 ulusal güvenlik entegre değerlendirmesinde ana hatlarıyla belirtildiği üzere Britanya’nın Hin-Pasifik’te artan temel çıkarlarının altında yatan mantık. Brexit sonrası “küresel Britanya” başlığı altında, inceleme bölgede gelecekteki ekonomik büyümeyi vurgularken, aynı zamanda Doğu Asya’ya yeni bir Kraliyet Donanması muhrip grubunun ilk konuşlandırılacağını duyurdu. Ancak özünde Britanya’nın diplomatik ve askeri taahhütleri, bölgede iki küçük gemi konuşlandırmaktan 10 üyeli Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği’nin (ASEAN) sadece bir “diyalog ortağı” olmaya kadar mütevazıydı. Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden önce bile 2021 stratejisi, Avrupa’nın Britanya’nın birincil odak noktası olmaya devam ettiğini açıkça ortaya koyuyordu. Bu eğilimi önemli bir politika değişikliği haline getirmek için üç büyük proje — AUKUS, CPTPP ve GCAP — lazımdı.

Sunak’ın geçtiğimiz kasım ayında yaptığı ilk büyük dış politika konuşmasında “eğilme” kelimesi kullanılmamış olabilir ama yine de Hint-Pasifik ilişkilerinin derinleştirilmesini üç ana dış öncelikten biri haline getirdi. Entegre değerlendirmenin geçen ayki “yenileme” çalışmasında ise eğilimden sadece birkaç kez söz edildi. Bununla beraber politikanın itici gücünü de yineledi: “Şu an sahip olduğumuz hedef, bu ivme kazanan angajmanı daha güçlü ve kalıcı hale getirmek ve Birleşik Krallık’ın uluslararası politikasının kalıcı bir dayanağı yapmaktır”. Son yıllarda Britanya’nın askeri ve iktisadi hedefleri nadiren birbiriyle yakından alakalı olmuş, stratejik olarak Irak ve Afganistan savaşlarına, iktisadi olarak da Avrupa ile ticaretin geliştirilmesine odaklanılmıştı. Fakat Londra’nın Brexit sonrasındaki Hint-Pasifik politikası, ekonomik ticaret araçlarını stratejik öncelikleriyle daha net bir şekilde uyumlu hale getiriyor, özellikle de Çin’in küresel meydan okumasını yönetmek üzere.

Eğilimin başarısının ikinci nedeni, buna karşı çıkanlardan bazılarının argümanlarının yetersiz kaldığı, Britanya’nın dünyadaki askeri rolü üzerine yapılan şiddetli bir entelektüel savaşın sonucu. Bu tür eleştiriler, Britanya’yı haddinden fazla genişlemiş ve yetersiz finanse edilen ordusunun sadece Avrupa’ya odaklanması gereken bölgesel bir orta güç olarak görme eğiliminde. Rusya’dan gelen sıcak tehdit bu görüşü daha da güçlendirdi. Kraliyet Birleşik Hizmetler Enstitüsü analisti Jack Watling, geçen yıl bu eğilimi sert bir şekilde eleştiren bir yazı kaleme aldı ve İngiliz Silahlı Kuvvetlerinde Avrupa’da kara gücüne daha fazla odaklanılmasını isteyen pek çok kişi adına konuştu. Watling, “Hint-Pasifik’teki yeni misyonlarda görev alması için kuvvetleri şekilsiz bırakmak, her iki dünyanın da en kötüsünü — Avrupa’daki taahhütleri yerine getirememek ve Hint-Pasifik ortakları için askerî açıdan yararlı bir şey üretememek — riske atıyor” diye yazdı.

Ama diğerleri aynı fikirde değil ve ülkenin geleneksel deniz gücü odağına dönüşle birlikte daha küresel bir bakış açısını savunuyor. Bu sesler arasında Britanya Silahlı Kuvvetlerinin başındaki Amiral Sir Tony Radakin önemli bir yer tutuyor. Radakin, 2022’de yaptığı düşünceli bir konuşmada “Britanya kıtasal bir güç olmaktan ziyade bir keşif gücüdür” diyerek ülkenin “Avrupa-Atlantik güvenliğini ikiye katlamak ya da Hint-Pasifik’e yönelmek arasında basit bir seçim yapma lüksüne sahip olmadığını” belirtmişti. Son iki yılda, uzun süren iç tartışmaların ardından Radakin gibi düşünenler büyük ölçüde galip geldi. Ukrayna’ya yönelik taahhütlere rağmen Avrupa-Atlantik ve Hint-Pasifik alanları arasında net bir değiş tokuşa henüz zorlamayan bir miktar genişletilmiş askeri bütçe de bu görüşe yardımcı oldu. Örneğin Sunak, son yenileme belgesini açıklarken savunma harcamalarını önümüzdeki iki yıl içinde yaklaşık 5 milyar pound arttırırken, yıllık savunma bütçesini GSYİH’nin yüzde 2,5’ine çıkarma sözü verdi. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü verilerine göre bu oran bugün yüzde 2,2 civarında.

Son olarak ve en önemlisi, Britanya’nın üç büyük Hint-Pasifik çapası girişimine verilen partiler üstü yaygın destek sayesinde bu eğilim başarılı oldu. CPTPP’ye katılmak sadece alternatif ticaret gruplarının olmaması nedeniyle değil, aynı zamanda Avustralya ve Japonya’dan Malezya ve Singapur’a kadar önemli ortaklarla stratejik iktisadi bağları derinleştirmesi nedeniyle de mantıklıydı. Üç girişimin en önemlisi olan AUKUS, Londra’nın özellikle de İngilizlerin sık sık önemlerini kaybetmekten korktuğu Washington ile kritik ilişkilerini güçlendirmesine olanak sağladı. Hakikaten de ABD’nin genel olarak bölgeye ve özel olarak da Çin’e artan ilgisi göz önüne alındığında ABD üzerindeki etkisini korumak Britanya’nın Hint-Pasifik politikasının altında yatan önemli bir stratejik amaç olmaya devam ediyor. AUKUS ayrıca Britanya’nın denizaltı inşa kabiliyetlerini ve istihdamını geliştirme vaadinde bulundu. Aynı şey GCAP için de geçerli; bu proje sadece Britanya’nın Asya’daki en önemli ortağı olan Japonya ile bağlar kurmakla kalmayıp aynı zamanda daha fazla istihdam vaat ediyor.

Eğilimin üç çapa projesi, İşçi Partisi’nin Hint-Pasifik’e daha fazla odaklanma fikrine yaklaşmasında da önemli rol oynadı. İçgüdüsel olarak İngiliz solunun büyük bir kısmı eğilimi, Union Jack bayrakları ve Brexit’in aptallığıyla sarılmış şüpheli bir gerileme macerası olarak görüyor. Bu okumaya göre, “küresel Britanya” fikri, Johnson ve Truss gibi post-emperyal sanrılardan mustarip liderler tarafından desteklenen bir tür Brexit sonrası güven kazanma numarasıydı. İşçi Partisi lideri Keir Starmer, son zamanlarda partisinin savunma ve güvenlik konusunda ciddi bir aktör olarak itibarını yeniden kazanmaya çalışıyor ve bu süreçte aşırı solcu selefi Jeremy Corbyn’in geride bıraktığı korkunç karmaşayı düzeltiyor. Avrupa savunmasına odaklanılması, Ukrayna’nın desteklenmesi ve NATO’nun desteklenmesi gerektiğine dair kamuoyuna yapılan açıklamalar bu niyeti ortaya koymaya yardımcı oluyor. Aynı şekilde sol görüşlü bir gazeteci ve İşçi Partisi milletvekili adayı olan Paul Mason da geçtiğimiz günlerde partisindeki pek çok kişi adına yaptığı konuşmada bu eğilimi “kötü zamanlanmış bir kibir” olarak tanımladı. Mason’a göre bu fikir tümüyle, “dil, kavram ve pratik öncelik olarak çöpe atılmalı”.

Ancak tüm bu eğilim aleyhtarı söylemlere rağmen İşçi Partisi’nin geliştirmekte olduğu dış politika ve savunma politikası aslında eğilimin temel projelerine oldukça sıkı bir şekilde bağlı. Bu ayın başlarında gölge Dışişleri Bakanı David Lammy, sol görüşlü bir düşünce kuruluşu olan Fabian Society için İşçi Partisi’nin ilk dış politika zeminini ortaya koyan geniş kapsamlı bir broşür yazdı. Lammy, eğilim konusunda bir dizi oportünist eleştiride bulundu ama asıl eleştirileri aslında Londra’nın bölgedeki diplomatik varlığının azaldığını ve çok az bakan ziyareti yapıldığını vurgulayarak ülkenin buraya aslında yeterince eğilmediğini ima etmesiydi. Daha da önemlisi hem AUKUS’u hem de CPTPP’yi destekledi. Lammy, “AUKUS gibi düzenlemeler yoluyla Hint-Pasifik bölgesine yönelik ciddi ve uzun vadeli stratejik yaklaşımların sürdürülmesi, dünya meselelerinde ağırlık merkezinin değişmesine verilecek esaslı bir yanıttır” diye yazdı. İşçi Partisi’nin sertlik yanlısı gölge savunma bakanı John Healey de eğilimi sert bir şekilde eleştirdi. Fakat Lammy gibi o da İşçi Partisi’nin hem AUKUS hem de GCAP dahil olmak üzere eğilimin en önemli girişimlerine tam destek verdiğini telgrafla bildirmeye özen gösterdi.

Liderlik değişimleri her zaman Britanya’nın Hint-Pasifik angajmanının sürdürülmesi için en büyük tehdidi oluşturdu. Yeni başbakanlar çoğu zaman seleflerinin fikirlerini çöpe atarlar. Yine de bu şekilde değerlendirildiğinde bu eğilim şu anda oldukça dayanıklı görünüyor. Johnson’dan Truss’a ve Sunak’a geçiş dönemlerinde adı dışında hep havada kaldı. Ve şimdi Starmer’a olası iktidar geçişini de kesinlikle atlatacaktır. İşçi Partisi iktidara gelirse ve geldiğinde, elbette Hint-Pasifik politikasını yeniden şekillendirmenin yollarını arayacaktır. Aynı şey geçen yıl Canberra’da iktidara gelen Avustralya İşçi Partisi için de geçerliydi. Fakat tıpkı Avustralya Başbakanı Anthony Albanese döneminde olduğu gibi, İngiliz dış politikasında süreklilik, değişimden çok daha muhtemel olacaktır.

Bu, Londra’nın Hint-Pasifik’teki hedeflerinin sorunsuz olduğu anlamına gelmiyor. Britanya’nın Asya’da stratejik açıdan önemli bir aktör olma umudu yok. AUKUS’un potansiyel istisnası dışında, faaliyetlerinin hiçbiri Çin’e dair askeri dengeyi önemli ölçüde değiştirmeyecektir. Örneğin Londra’nın Tayvan ile ilgili bir krize doğrudan askeri olarak müdahil olması pek mümkün değil. Her bir çapa projesinin kendine özgü zorlukları da var. CPTPP’nin faydaları, AB’den ayrılmanın yol açtığı büyük ekonomik kayıplarla kıyaslandığında yuvarlama hatası. AUKUS’un yapacağı teslimat, Britanya’nın denizaltı inşa kabiliyetlerine büyük yatırımlar yapılmasını gerektiren devasa ve karmaşık bir teşebbüs. Pek çok analist programın fazlaca gecikeceğini ve bütçenin çok üzerine çıkacağını düşünüyor. Japonya ve İtalya ile yürütülen gelişmiş savaş uçağı projesi de benzer riskler taşıyor ve her halükârda benzer bir Fransız-Alman planıyla birleşebilir.

Hint-Pasifik meraklıları da mutlak ve topyekûn bir zafer kazanmış değil. Hakikaten de Britanya’nın bölgedeki rolünü daha da genişletmek için son strateji yenileme sırasında ortaya atılan pek çok ilgi çekici fikir vardı. Bunlardan biri İngiliz ordusunun Asya’da daha büyük bir rol üstlenmesini, bir diğeri ise İngiliz deniz unsurlarının daha fazla konuşlandırılmasını içeriyordu. Büyük fikirlere olan hevesi nedeniyle bazen “Radikal Radakin” olarak da anılan Radakin, Britanya’nın iki uçak gemisinden birinin kalıcı olarak Hint-Pasifik’e, büyük olasılıkla da Japonya’ya konuşlandırılmasını uzun zamandır dile getiriyor. Radakin ayrıca uçak gemilerinden firkateynlere kadar askeri varlıkların bir güç gösterisi olarak dünyanın dört bir yanına konuşlandırılması anlamına gelen ve genellikle “mevcudiyet” olarak bilinen şeyi sevme konusunda da yalnız değil. Ama bu ve diğer fikirler Whitehall’da değerlendirildi ve maliyet ya da rakip öncelikler nedeniyle reddedildi. Yenilemede yer alan Britanya’nın ASEAN savunma bakanları toplantılarında gözlemci olma isteği gibi daha az maliyetli diğer planların hayata geçirilmesi muhtemelen uzun yıllar alacak.

Temelde Britanya’nın beklenmedik bir şekilde başarılı olan eğilimi, bir Avrupa gücü olarak konumu ile Hint-Pasifik’teki hırsları arasındaki gerilimlerin aslında çözülmemiş olduğunu gösteriyor. Gerçekten de bu gerilim Brexit sonrası dış politikanın kalıcı ve dağınık bir özelliği olacak gibi görünüyor. Londra’nın bölgesel güç olduğu kaderini kabullenmesi, Hint-Pasifik’ten geri çekilmesi ve sınırlı kaynaklarını Avrupa’ya odaklaması kavramsal açıdan daha temiz olurdu. Ancak Britanya’nın Asya’daki ekonomik ve güvenlik çıkarlarının mantığı, en azından Çin’in yükselen hakimiyetinin ortaya çıkardığı sorulara bir cevap bulma ihtiyacı göz önüne alındığında böyle bir geri çekilmenin pek de mantıklı olmayacağını gösteriyor. Bölgenin kendisinden bakıldığında Hint-Pasifik’teki güç dengesini değiştirebilecek jeopolitik ve askeri ağırlığa sahip değil. Ama her şeye rağmen önümüzdeki on yıllar boyunca bölgenin iktisadi ve askeri ilişkiler ağında giderek daha önemli bir varlık haline gelmesi muhtemel.

DÜNYA BASINI

Mahmud Abbas birliği korumak için olası baskılara direnecek mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız uzman görüşlerine yer verilen haber Filistinli grupların Pekin’de imzaladığı uzlaşı anlaşmasının sürdürülebilir olup olmadığına yanıt bulmaya çalışıyor. İsrail ve muhtemelen ABD tarafından baltalanacağı düşünülen uzlaşının yumuşak karnı ise Filistin Yönetimi:

****

‘Başarılı olması için baskı var’: Fetih-Hamas birlik anlaşması sürdürülebilir mi?

Analistlere göre Fetih Hareketi’nin siyasi iradesinin olup olmadığı görülecek, İsrail ise anlaşmayı bozmaya çalışabilir.

Mat Nashed

Analistler, Filistinli grupların salı günü bir “ulusal birlik” anlaşması imzalayarak, ideolojik farklılıklarını ve acı dolu geçmişlerini bir kenara bırakıp İsrail’in işgaline son vermek için lobi yapabileceklerine dair hem umut yarattığını ancak bazı şüpheler olduğunu söylüyor.

Çin’in başkenti Pekin’de üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından imzalanan anlaşma, geçici bir “ulusal uzlaşı” hükümetinin savaş sonrası Gazze’nin kontrolünü üstlenmesi ve ortak kendi kaderini tayin etme arayışını ilerletmesi için zemin hazırladı. Ancak Fetih Hareketi ve Hamas arasında daha önce yapılan birçok uzlaşma girişiminin başarısız olması nedeniyle bu atılım kuşkuyla karşılandı.

Katar’ın başkenti Doha’daki Middle East Council on Global Affairs adlı düşünce kuruluşunda İsrail-Filistin uzmanı olarak çalışan Ömer Rahman, “Biraz şüphe olması doğal, ancak bu anlaşmanın kalıcı olacağından umutluyum” dedi.

“Gazze ve Batı Şeria’daki durum göz önüne alındığında bunun başarılı olması için baskı var. Bence tüm taraflar bunun gerçekleşmesi gerektiğini biliyor” diyen Rahman, Gazze’deki savaşın ve işgal altındaki Batı Şeria’da artan yerleşimci şiddeti ve toprak gaspının getirdiği aciliyete atıfta bulundu.

BM uzmanlarına göre, 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde İsrail topluluklarına ve askeri karakollarına düzenlenen ve bin 139 kişinin öldürüldüğü ve 251 kişinin esir alındığı saldırıdan bu yana İsrail, Gazze’de soykırıma varabilecek yıkıcı bir saldırıyla karşılık verdi.

İsrail son dokuz ayda 39 binden fazla Filistinliyi öldürdü ve iki milyon 300 binlik Gazze nüfusunun neredeyse tamamını yerinden etti. Gazze’deki savaş uluslararası manşetleri belirlerken, İsrail’in 2024 yılında işgal altındaki Batı Şeria’da son 30 yılda herhangi bir yılda olduğundan daha fazla Filistin toprağını sessizce ele geçirmesine yol açtı.

İsrail işgalini derinleştirirken, Filistinli iki büyük grup Fetih Hareketi ve Hamas bölünmüş durumda kaldı. Fetih Hareketi, Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü 1993 Oslo Anlaşmalarından doğan ve Fetih’e şiddetten vazgeçmesi ve İsrail’i tanıması karşılığında Filistin devletinin kurulacağının vaat edildiği Filistin Yönetimi aracılığıyla kontrol ediyor.

Buna karşılık Hamas silahlı mücadeleye bağlı kaldı ve 2007’de iki taraf arasında yaşanan kısa bir iç savaşta Fetih Hareketi’ni kovduğundan beri Gazze’yi kontrol ediyor.

Kanlı geçmişe rağmen, her iki taraf da 12 daha küçük grupla beraber Pekin anlaşmasını imzaladı. El Cezire’nin elde ettiği bir anlaşma kopyasına göre bu anlaşma, nihai olarak İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs, geniş Batı Şeria ve Gazze’de (İsrail’in 1967 Arap-İsrail savaşında ele geçirdiği topraklar) bir Filistin devleti kurmayı hedefliyor.

Anlaşma kalıcı olacak mı?

Uluslararası Kriz Grubu (ICG) Filistin uzmanı Tahani Mustafa, Fetih Hareketi ve Ebu Mazen olarak da bilinen Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas’ın Hamas’la daha önce yapılan uzlaşma anlaşmalarını baltaladığını söyledi.

El Cezire’ye konuşan Mustafa, Abbas’ın ve yakın sırdaşlarının İsrail işgaline karşı Filistin yönetimini birleştirmek için gerçek bir siyasi irade göstermediğini söyledi.

Mustafa’ya göre Fetih Hareketi, teoride Filistinlileri uluslararası alanda temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üzerinde tek kontrol sahibi olduğunu ve Hamas ve diğer fraksiyonlar bu yapıda temsil edilirse çoğunluğunu kaybetmekten korkuyor.

Mustafa, “Hamas’ı ve İslami Cihad’ı da eklerseniz, Fetih Hareketi’nin tekeli sona erer” dedi.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri de uzlaşma anlaşmasını baltalamaya çalışabilirler.

İsrail, savaş sonrası senaryoda Filistin Yönetimi’nin ya da Hamas’ın Gazze’nin kontrolünü ele geçirmesine izin vermeyi reddederken, ABD de uzun süredir Hamas’ın İsrail’i tanımasını ve Filistin hükümetinin bir parçası olmadan önce şiddetten vazgeçmesini istiyor.

2017’de Hamas, 1967 sınırlarına göre bir Filistin devleti kurulmasını kabul eden yeni bir tüzük sundu. Hamas tarafından daha önce yapılan açıklamalar ve hareketlerle uyumlu olan bu hamle, İsrail’in fiilen tanınması anlamına geliyordu.

Mustafa, “Hamas, İsrail’in var olma hakkını hiçbir zaman [açıkça] tanımadı çünkü İsrail’e aynı şeyi Filistinliler için de yapması yönünde hiçbir zaman baskı yapılmadı” dedi.

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin İsrail-Filistin uzmanı Hugh Lovatt, İsrail’in bu anlaşmayı rayından çıkarmak için Batılı müttefiklerine Filistin Yönetimi’ne verdikleri fonları kesmeleri için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledi.

El Cezire’ye konuşan uzman, “Filistin Yönetimi mevcut haliyle ancak ABD ve Avrupa’nın yakın işbirliği ve finansman desteğiyle ayakta kalabilir” dedi.

Lovatt, “Ancak bu sadece Filistin Yönetimi’nin hayatta kalmasıyla ilgili bir mesele değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin kilit isimlerinin kişisel hayatta kalma meselesi… kendi kişisel konumlarını zayıflatabilecek herhangi bir anlaşmaya çok ilgi duymuyorlar” diye ekledi.

El Cezire yorum için Filistin Yönetimi Başkanlığı sözcüsü Nebil Ebu Rudeyne ve Filistin Yönetimi’nin Birleşik Krallık misyonunun başındaki Husam Zomlot’a ulaştı. Her iki isim de haber yayınlanmadan önce yorum taleplerine yanıt vermedi.

Ancak Lovatt, Filistin Yönetimi’nin, İsrail’i resmen tanımak ve şiddetten vazgeçmek gibi Oslo Anlaşmaları’nın şartlarına uymayı reddetmesi nedeniyle önceki birlik anlaşmalarının çökmesinden Hamas’ı sorumlu tuttuğunu söyledi.

“Abbas’ın söylediğini gördüğümüz şey… bir anlaşma istiyoruz ama uluslararası meşruiyete dayanan bir anlaşma” diye ekledi.

Bu anlaşma neden önemli?

Daha önceki uzlaşma anlaşmaları başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da Rahman bu anlaşmanın başarıya ulaşmasının hayati olduğunu söyledi.

Rahman’a göre İsrail-Filistin konusunda uluslararası kamuoyunda rüzgarlar değişiyor ve bu da birleşik bir Filistin liderliğinin Gazze’deki “soykırıma” ve İsrail’in Batı Şeria’daki “ilhakçı baskısına” son vermesi için bir fırsat yaratıyor.

Dünya Mahkemesi olarak da bilinen Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) “tavsiye niteliğindeki görüşü”, İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’deki 57 yıllık işgalini kısa bir süre önce “yasadışı” olarak sınıflandırdı. Mahkeme, yerleşim yerlerinin inşası ve genişletilmesi de dâhil İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında varlığını sürdürmesinin “uluslararası hukuku ihlal ettiğini” söyledi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kararı “saçma” olarak nitelendirdi ve İsraillilerin “atalarının yurdundaki kendi topluluklarında yaşamalarının” yasadışı olamayacağını söyledi.

Rahman, “Durum açıkça vahim ve Filistinlilerin uluslararası toplumu Filistinlileri savunmak için bir araya getirecek bir tür birleşik liderliğe ihtiyacı var” dedi.

Ancak bu birlik -en azından şimdilik- savaşın gidişatını şekillendirmede en etkili küresel aktör olan ABD tarafından desteklenmiyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller salı günü düzenlediği basın brifinginde anlaşmayı yorumlarken “Bir terör örgütünün rolü olamaz” dedi.

Hamas ABD, İsrail ve Avrupa Birliği tarafından “terörist” olarak tanımlanan bir grup ancak pek çok Filistinli, Hamas’ı meşru bir direniş grubu olarak görüyor.

Lovatt, Filistin Yönetimi karar alma sürecinde Hamas ve diğer gruplara danışarak anlaşmayı uygulamaya kararlı olsa bile ABD baskısının Filistin birliğini sabote edebileceğini söyledi.

Lovatt şunu ekledi: “Bu gerçekten de belirleyici faktör olabilir. Asıl soru şu: [Abbas] kararlılığını sürdürecek mi, yoksa uluslararası baskı karşısında geri adım mı atacak?”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı artık küresel ilişkilerin merkezi değil

Yayınlanma

Samir Puri, Nikkei Asia
25.07.2024

Dünya meselelerinde bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Batılı ülkelerin küresel meselelerin nihai hakemleri olarak hareket etme gücü ve birliği çökmüyor, ancak açık bir düşüş içinde.

Çoğumuz bu noktada hemfikiriz, ancak bu geçiş dönemini Batı’nın içinden mi yoksa dışından mı izlemek daha doğru olur? Perspektif her şeydir. Atlantik’in her iki yakasındaki Batılı ülkelerde yaşayan bizler için popülizm siyaseti, değişen dünyayı izlerken kaçınılmaz olarak önemli bir tartışma konusu haline geliyor.

Daha “ulus öncelikli” liderler ve partiler güç kazandıkça, Batı’nın siyasi karakterinin hızla değişmekte olduğu açıktır. Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın olası zaferi ya da Macaristan Cumhurbaşkanı Viktor Orban’ın ülkesinin Avrupa Birliği dönem başkanlığını kullanarak geleneksel Batılı dış politika elitlerine çelişkili mesajlar vermesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu durum zamanla Batı’nın küresel kişiliğini değiştirecektir.

2020’den bu yana Batı’daki evimden ziyade, Asya’da gelişen bu olayları Singapur’daki görüş noktamdan izliyorum. “Batısızlık: Büyük Küresel Yeniden Dengelenme” adlı yeni kitabımda yazdığım gibi, Batı’nın küresel varlığının yeniden şekillenmesini uzaktan izlemek kendi perspektiflerini sunuyor.

Asya’da, dünyanın değişen ekonomik dengesi Çin ve Hindistan’ın yükselişinde açıkça görülüyor ve Endonezya gibi ülkeler de gelecekte önemli bir büyüme göstermeye hazırlanıyor.

Dünyanın yeniden dengelenmesi sadece “Asya’nın yükselişi” ile sınırlı değildir. Suudi Arabistan, Türkiye ve hatta Güney Afrika gibi ülkelerin küresel meselelerde kendi yollarını çizmek için gösterdikleri stratejik özerklik her geçen ay artıyor.

Batılı olmayan ülkeler için stratejik özerklik ekonomik büyümeden kaynaklansa da bundan çok daha fazlasıyla ilgilidir. BRICS gibi Batılı olmayan kulüplerin genişlemesini de içeriyor. Güney Afrika’nın Batı destekli İsrail’e karşı Hamas’a karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava gibi gelişmeler de bunu kanıtlamaktadır. Batılı olmayan ülkeler küresel görüşün değişmesine yardımcı oldukça, Batılı ülkeler tarafından 7 Ekim’den sonra İsrail’i desteklemek için alınan ilk tutumlar artık “kurallara dayalı uluslararası düzen” kullanılarak inandırıcı bir şekilde sorgulanabilir.

Batılı olmayan dünyanın yükselen başlıca güç merkezleri hızla kendi momentumlarını geliştiriyor. Yüzyıllardır ilk kez Batı her zaman öncü bir rol oynamıyor. Avrupa liderliğindeki deniz sömürge imparatorluğunun önceki dönemleri ve ardından ABD liderliğindeki küreselleşme dönemi düşünüldüğünde, dünya meselelerinde ortaya çıkan dönemin gerçekten de çok farklı olacağı görülecektir.

Batı çökmeyeceği ve ABD ekonomisi canlılığını koruduğu için yanlış sonuçlara varmak kolaydır. Tüm bunları gayri safi yurtiçi hasıla büyüklüğüne göre bir analize indirgemek ve yalnızca ABD ile Çin arasında iki atlı bir yarış olarak görmek çok basite indirgemek olacaktır.

Kişi başına düşen GSYH’ye bakıp, önde gelen Batılı ülkelerin modernleşmenin standart taşıyıcıları olarak diğerlerinin fersah fersah önünde olduğu sonucuna varılabilir. Ya da güçlü ABD dolarının kalıcı gücüne odaklanılabilir.

Bunlar indirgemeci sonuçlara varmaktır. Evet, ekonomik performans, yaşam standartları ve para biriminin gücü büyük önem taşımaktadır. Ancak diğer gelişmelerle birlikte ele alındığında Batı’nın düşüşte olduğu görülmektedir.

Demografi gibi bazı eğilimler ölçülebilir niteliktedir. Diğer eğilimler ise küresel anlaşmazlıkları çözme gücü ve ahlaki güçle ilgilidir. Küresel yeniden dengelenme yalnızca sert güç ve ekonomiyi değil, aynı zamanda standartları belirleme, dikkati yönetme ve krizleri çözme becerisini de içermektedir.

Manşetlerimize hakim olan ve küresel görüşleri derinden ikiye bölen diğer savaştan işlerin ne kadar hızlı değiştiğine dair net bir örnek alalım.

G7 aracılığıyla çalışan Batı, Rusya’nın Şubat 2022’de başlayan barbarca tam ölçekli işgaline karşı Ukrayna’yı övgüye değer bir şekilde destekledi. Ancak milyarlarca dolar harcayarak silahlandırdığı Ukrayna, hala Rus işgalcileri kovacak kadar güçlü değil. Şimdi, küresel yeniden dengelenmeyle ilgili iki gelişme Ukrayna’daki durumu daha net bir şekilde etkiliyor.

Birincisi, Rus ekonomisi Batı ve G7 liderliğindeki yaptırımlardan ve enerji ihracatına getirilen fiyat sınırlamalarından zarar gördü. Ancak ekonomik ceza tehdidi Putin’i 2022 başlarında Ukrayna’yı işgal etmekten caydırmaya yetmedi. Yaptırımların gerçekliği de Putin’i işgalden vazgeçmeye zorlamak için yeterli değil. Dünya ekonomisindeki yapısal değişiklikler, Rusya’nın Çin, Hindistan ve diğer BRICS ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Körfez ülkeleri, Endonezya ve diğerleriyle ticaret yapmaya devam ettiği ve savaş ekonomisini sürdürdüğü anlamına geliyor.

İkinci olarak, Batılı olmayan bu ülkeler bir şekilde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesini savunmuşlardır. Batı ve G7 ise tam tersini savunmuştur. Mükemmel bir ahlaki netlikle, Rusya’nın Ukrayna’da yenilmesi ve saldırganlığı için asla ödüllendirilmemesi gerektiğini savundular. Ancak Trump Beyaz Saray’a dönerse, ABD politikasının bir barış anlaşması lehine Ukrayna’yı terk etmeye kayması bekleniyor.

İronik bir şekilde, Trump’ın dayatacağı böyle bir anlaşma ABD’yi dünyanın geri kalanında genel olarak aynı şeyi savunan kesimlerle daha uyumlu hale getirecektir. Eğer bu gerçekleşirse, Batı’nın küresel haçlı enkarnasyonu bir darbe alacaktır. Onun yerine, otokratik liderlerle anlaşma yapmaktan kaçınmayan, işlevsel yaklaşımları tercih eden popülist bir Batı enkarnasyonu ufukta görünmektedir. Böyle bir dünyadan korkmak başka bir şey, bunun pek çok etmenini anlamak başka bir şeydir.

Sadece Soğuk Savaş sonrası zafer kazanmış Batı’nın sonunu gözlemlemiyoruz, aynı zamanda daha az Batı egemenliğinde bir dünyanın başlangıcını da gözlemliyoruz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Okulu kıran” çocukların ailelerini hapse atmayı öneren başkan adayı: Kamala Harris

Yayınlanma

Editörün notu: Joe Biden’ın çekilmesi ile birlikte Demokratların kasım ayındaki başkan adayı olarak öne çıkan Başkan Yardımcısı Kamala Harris, siyaseten “silik” bir profil olsa da daha önce San Fransisco ve California’daki savcılık deneyimleri karanlık bir geçmişe işaret ediyor. “Beyaz olmayan” ve “ilerici” sayılan bir siyasetçi olmasına rağmen savcılığı döneminde siyahlara yönelik polis şiddeti konusunda tavır almayı reddetmişti. Harris’in en tartışmalı hamlesi ise, “okul asma programı” olarak bilinen 2011 tarihli yasaydı. Bu yasa bölge savcılarının, çocuklarının geçerli bir neden olmaksızın okul yılının yüzde 10’unu kaçırmaları halinde ebeveynleri kabahat işlemekle suçlamalarına ve hapsetmelerine izin veriyordu. Daha sonra sonlandırılan programın, yine en fazla beyaz olmayan toplulukların ebeveynlerine yönelik işlediği yönünde yoğun eleştiriler gelmişti.


“Kamala the Cop”: Biden’ın Olası Halefi Harris’in Karanlık Yüzü

Raphael Schmeller
Berliner Zeitung
23 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Sevilmiyor, hata yapmaya meyilli ve kendi partisi içinde tartışmalı durumda. Demokratların başkan adayı olarak yarışa girmesi beklenen Kamala Harris kimdir?

Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesinin ardından birçok demokrat coşkuyla Kamala Harris’i desteklemeye başladı. Partinin seçim kampanyası bağışları platformu ActBlue, Biden’ın yerine Demokratların favorisi olan başkan yardımcısı için şimdiden “bağış seli” yaşandığını bildirdi.

Liberal Amerikan medyası Pazar akşamından beri Harris’in seçimi kazanması durumunda ABD’nin en yüksek siyasi makamına gelen ilk kadın, ilk Asya kökenli ve Barack Obama’dan sonra ilk siyahi olacağını tekrarlayıp duruyor. Ancak Harris’in ülkedeki çok sayıda kişi tarafından sevilmediği ve kendi partisinin içinde de tartışmalı olduğu gerçeği söylenmiyor.

2011 ve 2013 yıllarında bağışlarla Harris’i destekleyen Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump, çoğu ankette Demokratlardan oldukça önde yer alıyor. Bakıldığında Harris ve Biden arasında rağbet görme açısından önemli farklar yok ve hatta Harris’in durumu kısa bir yükselişten sonra daha kötüye bile gidebilir. Harris son anketlerde Demokratlar için çok önemli olan Michigan, Arizona ve Nevada gibi salıncak eyaletlerde Biden’dan daha kötü performans gösteriyor.

Harris, okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için hapis cezası istemişti

Harris, örnek vermek gerekirse iç politikadaki sert tutumu sebebiyle eleştiriliyor. 2011 yılından itibaren Kaliforniya Başsavcısı olarak kendisini Günışığı Eyaleti’nin(*) ‘’ilk polisi’’ olarak sundu ve sıkı baskısıyla adından söz ettirdi. Aynı zamanda kolluk kuvvetlerindeki yolsuzluklara karşı yeterince kararlı adımlar atmaması konusunda da eleştirildi. Ve hepsinden önce okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için uygulanmasını savunduğu yüksek para cezaları ve olası hapis cezaları sistemiyle hatırlanıyor.

Bu dönemde Harris, siyahlara yönelik polis şiddeti gibi birçok konuda tavır almayı reddetti ve bu durum birçok Demokrat tarafından yadırgandı. 2014 yılında marihuanayı yasallaştırma girişimine gülmüş, ancak beş yıl sonra başkanlığa adaylığını koyduğunda “kesinlikle desteklediğini” vurgulamıştır. Başsavcılık yaptığı dönem ona ‘’Kamala the Cop’’ (Polis Kamala) lakabını kazandırmıştır.

Harris 2017 yılında Senato’ya seçildi ve 2019 yılında Demokratların başkan adayı olarak yarışa girdi. Başta Biden’ı ırkçılıkla suçlasa da sonrasında korkunç anket oranları sebebiyle yarıştan çekildi ve sonrasında kendisini başkan yardımcısı adayı yapan Biden’ı destekledi.

Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı son 4 yılda pek çok kez kendi siyasi profilini geliştirmemekle suçlandı. Biden, göçü sınırlandırmak için menşe ülkelerdeki göçün nedenleriyle mücadele etme görevini 2021 yılında Harris’e verdi. Ancak Harris’in çabalarına ve Latin Amerika hükümet başkanlarıyla yaptığı görüşmelere rağmen düzensiz sınır geçişlerinin sayısı arttı. ABD Yüksek Mahkemesi 2022 yılında dönüm noktası niteliğindeki Roe v. Wade kararını bozarak ülkenin çoğu yerinde kürtajı fiilen imkansız hale getirdiğinde ise Harris, kürtaj haklarını şiddetle savundu.

Harris pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük olarak görülüyor

Harris, Beyaz Saray’da geçirdiği süre boyunca çoğunlukla kendi yolundan gitti. Röportajlarında ve kamuoyu önünde yaptığı diğer konuşmalarında çeşitli hatalar yaptı ve her zaman kendine güvenen biri olarak görünmedi. Pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük ve bazı demokratlar tarafından da bir yük olarak görülüyordu. Hatta 2022 yılının başında yapılan anketlerin sonucuna göre Harris, bugüne kadarki en sevilmeyen Başkan Yardımcısı. Yakın çalışma arkadaşları birçok kez istifa etti ve kaotik çalışma koşulları olduğuna dair söylentiler hep devam etti.

Harris de Biden gibi hatalar yapmaya ve anlaşılması zor konuşmalar yapmaya meyilli. Şu anda sosyal medyada Mayıs 2023’te yaptığı bir konuşma dolaşıyor, Harris dinleyicilere şu açıklamaları yapıyor: “Siz, içinde yaşadıklarınızın ve sizden önce gelenlerin bağlamından oluşuyorsunuz.’’ Sonrasında bu anlattıklarını annesinden bir alıntı yaparak destekledi, ‘’Hindistan cevizi ağacından düştüğünüzü mü sanıyorsunuz?’’ Harris sonrasında saniyelerce kendi şakasına güldü.

Eğer beklendiği gibi Kamala Harris Demokratların adayı olarak gösterilirse yalnızca bu imajını düzeltme zorluğuyla karşılaşmayacak, aynı zamanda seçmenleri Biden-Harris hükümetinin sevilmeyen sonuçlarından kendisini sorumlu tutmamaları için ikna etmeye çalışmak zorunda kalacak. Bu sebeplerle Trump, Harris’i yenmenin Biden’ın kendisini yenmekten daha kolay olacağını iddia ediyor. Bu konuda haklı olabilir.


(*) Yazar Florida ile Kalifornia’yı karıştırıyor olmalı çünkü “Günışığı Eyaleti” (Sunshine State) takma adı Florida’ya ait. Kaliforniya’nınki ise “Altın Eyalet” (Golden State). (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English