Görüş
Çin-Afrika enerji işbirliği: Kurak bölgelerin temiz enerji vahalarına dönüşümü

Çin-Afrika enerji işbirliği, Afrika’nın kurak bölgelerinin temiz enerji vahalarına dönüştürülmesine yardımcı oluyor.
Doç. Dr. Cheng Jin, Şanghay Sosyal Bilimler Akademisi Ekoloji Araştırma Enstitüsü Başkan Yardımcısı
Bu makale, Çin-Afrika enerji işbirliğinin kurak bölgelerin hayatta kalma mantığını nasıl yeniden tanımladığını ortaya koymaktadır.
Eskiden kalkınmanın önündeki engeller olarak görülen yoğun güneş ışığı ve geniş çorak araziler, artık Çin’in temiz enerji teknolojileri sayesinde bölgesel büyümenin yeni itici güçlerine dönüşmüştür.
Makale, “teknik zorluklar – model inovasyonu – kalkınma yetkilendirmesi” şeklinde mantıksal bir çerçeve izleyerek üç bölüme ayrılmıştır: 1. Çin’in rüzgar ve kum direncine sahip fotovoltaik teknolojisinin, kurak bölgelerde elektrik üretimindeki verimlilik darboğazını nasıl aştığı; 2. “Fotovoltaik + ekolojik restorasyon + sanayi” üçlü modelinin ekonomik ve çevresel açıdan sağladığı çift yönlü faydalar; 3. Yerelleştirilmiş teknolojik yenilik ve sanayi sistemi gelişimi, buna yerel üretimin teşvik edilmesi, teknoloji transferi ve inovasyonun kolaylaştırılması ile Afrika’nın küresel sanayi zincirindeki konumunun güçlendirilmesi dahildir.
Sahra Altı Afrika’nın uçsuz bucaksız çöllerinde, yakıcı güneş ve kum fırtınaları bir zamanlar kalkınmanın önünde birer engel olarak görülürken, bugün Çin teknolojisi ve Afrika’nın bilgeliği sayesinde kalkınmanın altın kaynaklarına dönüştürülüyor.
En güncel verilere göre, Çin-Afrika işbirliğiyle inşa edilen fotovoltaik (güneş enerjisi) santrallerinin toplam kurulu kapasitesi 1,5 gigavatı aşmış durumda. Bu, Afrika’nın enerji sıkıntısını hafifletmesine ve iklim değişikliğiyle mücadele etmesine destek sağlıyor.
Fotovoltaik panellerin oluşturduğu diziler, çöl denizinde uzanan birer yeşil Çin Seddi gibi yükseliyor; panellerin altındaki damla sulama sistemi yeni yeşillikleri besliyor. Yerel fabrikalarda robot kollar “Afrika üretimi” güneş enerjisi bileşenlerini monte ediyor.
Çin ve Afrika’nın birlikte yazdığı bu enerji devrimi, yalnızca kurak toprakların temiz enerji vahalarına dönüşmesini sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda küresel Güney ülkelerinin iklim yönetişimine katılım yollarını da yeniden tanımlıyor.
Rüzgar ve kuma dayanıklı fotovoltaik teknoloji: “Güneş lanetini” enerji zenginliğine dönüştürmek
Afrika’nın kurak bölgelerinde yıllık ortalama güneşlenme süresi 3000 saati aşıyor, bu da teorik olarak dünyanın enerji ihtiyacının birkaç katını karşılamaya yeterli. Ancak, şiddetli kum fırtınaları, aşırı sıcaklık farkları ve su kaynaklarının kıtlığı uzun süredir fotovoltaik verimliliği kısıtlıyor. Geleneksel güneş panelleri kumla kaplandığında elektrik üretimi %40’a kadar düşebiliyor, sık sık yapılan manuel temizlik ise bakım maliyetlerini yüksek tutuyor. Buna karşılık Çinli şirketler, kum ve rüzgara dayanıklı çift camlı çift yüzeyli paneller, otomatik temizlik robotları ve akıllı takip sistemine sahip montaj yapıları geliştirdi. Bu sistemler, güneş enerjisi santrallerinin ömrünü 25 yıldan 35 yıla çıkararak, her bir panelin ömrü boyunca %15 daha fazla elektrik üretmesini sağladı.
Güney Afrika’nın Kuzey Cape eyaletindeki çöllerde, 248 metre yüksekliğinde bir güneş kulesi ve etrafını saran yansıtıcı aynalar etkileyici bir manzara oluşturuyor. Burası, bir Çin şirketi tarafından inşa edilen Güney Afrika’nın en büyük güneş termik santrali. Kablosuz cihazlarla, kule etrafındaki 40 binden fazla ayna güneşi otomatik olarak takip ederek güneş enerjisini maksimum seviyede topluyor. Aynı zamanda, dairesel tanklarda depolanan erimiş tuzlar uzun süre ısı depolayarak buhar türbinlerinin kesintisiz çalışmasını sağlıyor ve güneşin olmadığı saatlerde de elektrik üretimine olanak tanıyor.
“Fotovoltaik + Ekolojik Restorasyon + Sanayi”: Çölde döngüsel ekonomi yaratmak
Çin’in Kubuqi ve Ulanbuh çöllerindeki fotovoltaik projeleri gibi başarılı “çölü yeşillendirme” örnekleri dünya çapında dikkat çekiyor. Kurak çöllere kurulan birçok fotovoltaik santral, belirgin ekolojik iyileşme sağlıyor: Güneş panelleri yer sıcaklığını 3–5°C düşürüyor, su buharlaşmasını %30 azaltıyor ve bitki örtüsünün geri dönmesi için mikroiklim yaratıyor. Ayrıca, panel dizilerinin rüzgar kırıcı ve gölgeleme etkisi, sulama ve bakım uygulamalarıyla birlikte bitki örtüsü artışı, toprak kalitesinin iyileşmesi ve yerel iklimin değişmesi sağlanıyor.
Nijerya Ulaştırma Bakanlığı Raylı Taşımacılık Hizmetleri Dairesi Mühendisi Sulu Charles, Çin’in bu fotovoltaik çöl restorasyon modeline büyük övgüde bulunuyor. Özel bir eğitim programı sırasında Çinli uzmanlarla derinlemesine tartışmalarda bulunarak notlar alıyor. “Panel üstü enerji üretimi, panel altı restorasyon ve paneller arası tarım” modeli hem ekonomik hem de çevresel fayda sağlıyor. “Afrika’da birçok ülke bol güneş ışığına sahip, bu alanda daha fazla Çin-Afrika işbirliği görmek istiyoruz.”
Eylül 2023’te Çin, ilk Afrika İklim Eylem Zirvesi’nde, iklim değişikliğiyle mücadeleye yönelik Güney-Güney işbirliği “Afrika Güneş Kuşağı” projesini resmen başlattı. Bu proje, Afrika’nın güneş enerjisi potansiyeli ve temiz enerji kalkınma ihtiyacına odaklanıyor. İklim dostu “fotovoltaik+” projeler, politika çalışmaları, stratejik planlama, diyaloglar ve kapasite geliştirme programları aracılığıyla Çin-Afrika fotovoltaik kaynak işbirliğinde örnek bir kuşak oluşturmayı ve Afrika’nın iklim değişikliğiyle mücadele ve yeşil kalkınma çabalarına destek olmayı hedefliyor.
Yerelleştirilmiş İnovasyon: Afrika’nın Temiz Enerji Değer Zincirinin Uyanışı
Çin, geniş çaplı teknik yardım faaliyetleri yürüterek “balık vermek yerine balık tutmayı öğretme” anlayışıyla Afrika’da yerel teknik yeteneklerin gelişimini ve teknoloji inovasyon kapasitesinin artırılmasını aktif şekilde destekliyor; bu da Afrika ülkelerinin enerji dönüşümünde sağlam bir beşeri temel oluşturuyor.
Örneğin, Çin’in desteklediği Zambiya’daki Lower Kafue Gorge hidroelektrik santrali projesi, 15.000 kişilik istihdam yarattı ve yeşil kalkınma fikrinin ve teknolojisinin başarıyla aktarılmasını sağladı. Lesotho’nun başkenti Maseru’nun batısında yer alan Mafeteng Güneş Enerjisi Santrali, Nisan 2023’te şebekeye bağlanarak 3 yıllık işletme ve bakım hizmeti sürecine girdi. Çinli ekip, Lesotho Elektrik Üretim Şirketi ile işbirliği içinde yerel güneş enerjisi mühendislerini eğiterek, gelecekte santralin bağımsız işletimi ve bakımı konusunda onları yetkin hale getiriyor.
Çin teknolojisi sadece olduğu gibi transfer edilmiyor, “ortak Ar-Ge – yerel uyarlama – sanayi kuluçkası” şeklindeki üç adımlı stratejiyle Afrika’nın kendi iç dinamiklerini besliyor. Kenya’nın Mombasa kentinde kurulan güneş paneli üretim hattı, yıllık 500 megavat üretim kapasitesine sahip olup Doğu Afrika pazarına hizmet veriyor. Bu proje yerel tedarik zincirini canlandırırken 500’den fazla istihdam yarattı.
Geleneksel ekipman ihracatından farklı olarak Çin, Fas ile birlikte yenilenebilir enerjinin verimli kullanımı ve ileri teknoloji araştırmaları için bir yeşil enerji laboratuvarı kurarak Fas’ın ve Afrika’nın enerji yapısını dönüştürmeye ve sürdürülebilir kalkınmasına katkı sağlıyor. Bu “balık tutmayı öğretme” yaklaşımı, Afrika’nın yeni enerji sektörünün hızlı gelişimini mümkün kılıyor.
Afrika Güneş Enerjisi Sanayi Derneği’nin yayınladığı 2024 Güneş Enerjisi Yıllık Görünüm Raporuna göre, 2023 yılında Afrika’nın yeni kurulu güneş enerjisi kapasitesi 3,74 gigavat ile bir önceki yıla göre %19 artarak rekor kırdı ve toplam kurulu kapasite 16,3 gigavata ulaştı. Güney Afrika birinci sırada yer alırken; Burkina Faso, Moritanya, Kenya, Orta Afrika Cumhuriyeti, Fildişi Sahili ve Mısır da önde gelen ülkeler arasında yer aldı.
Çin-Afrika karşılıklı yarar işbirliği, Afrika’nın zengin doğal kaynaklarını ekonomik ve sosyal kalkınmayı destekleyen yeşil bir güce dönüştürüyor. Bu yalnızca teknoloji transferinin bir örneği değil, aynı zamanda küresel iklim yönetişiminin temel mantığını yeniden şekillendiriyor — iklim değişikliğinden en fazla etkilenen bölgeleri, çözüm üretim merkezlerine dönüştürüyor.
Bir zamanlar unutulmuş bu topraklar, temiz enerji aracılığıyla insanlığın sürdürülebilir gelecek vizyonuna kendini yeniden dokuyor. Burada her bir güneş paneli, küresel iklim yönetişiminin bir sinir hücresi; her bir kuraklığa dayanıklı bitki, Güney-Güney işbirliğinin yeni bir paradigmasını yazıyor. Belki de bu, insanlık kaderi ortaklığının en çarpıcı açıklamasıdır.
Görüş
İsrail’in ‘Bildiği Şeytan” ile İşi Bitti mi?

İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun yaklaşık 30 yıldır İran’ı bombalamak isteyen biri olarak, kendi gündemi olduğu ve İran’ın nükleer silah geliştirdiği yönündeki iddiaları bahane olarak kullandığını anlamak zor değil. Bu şeytanlaştırma operasyonu epeyce uzun soluklu. 1990’larda bile bu iddiayı ısrarla dile getirdi ve iddiasının temeli yoktu. Hatta ABD istihbarat raporları bu iddianın yanlış olduğunu açıkça o zamanlarda ortaya koydu. En son mart ayında yayınlanan ABD istihbarat raporu da aynı şeyi söylüyor. Buna rağmen Netanyahu iddialarına bire bin ekleyerek ısrarla devam ediyor. Son iddialarından biri de İran’ın nükleer silah yapıp bunları teröristlere dağıtacağı yönünde.
İran’ın Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu tarafından tamamen denetime açık bir şekilde yürütülen barışçıl nükleer gelişim hakkına sahip olması normal karşılanacak bir durum olmalı. Nitekim 2015 yılında Obama başkanlığında ABD ve İngiltere bu anlaşmayı destekledi ve imzalar atıldı. İran da o dönem nükleer silah programının olmadığını ve tamamen denetime açık olmaktan memnuniyet duyduğunu söyledi.
2017 yılında Trump başkanlık koltuğuna oturdu ve büyük ihtimalle ABD’deki İsrail lobisinin baskısıyla, 2018 yılında bu anlaşmadan çekildi ve her şeyi yeniden belirsizliğe sürükledi. Trump’ın uyguladığı maksimum baskı politikası, aksine İran’ı uranyum zenginleştirme faaliyetlerini artırmaya itti. Trump’ın, ilk başkanlığında hali hazırda üzerinde anlaşılmış anlaşmadan çekilip, ikinci başkanlığında o anlaşmaya geri dönmek için çaba sarf etmesi son derece ilginç ve kafa karıştırıcı. Trump’ın geçmişten ders alıp, hatasını telafi etmek istediğini düşünmek ancak naiflik olur.
Netanyahu liderliğindeki İsrail’in, nükleer programı bahane ederek İran rejimini çökertmek istediği çok açık. Bu hedefine de adım adım karşısındaki güçleri neredeyse felç edip anlamlı bir karşılık vermelerine izin vermeden ilerliyor. Geldiğimiz noktada da tipik Batı yaklaşımı olan “bildiği şeytanı” tercih etme politikasından uzaklaşıyor.
Kitle imha silahları yerine nükleer bomba bahanesi
Orta Doğu’daki bir devlette rejim değişikliği yaratma girişiminde 20 yıl önce Irak’ta da bulunuldu. IŞİD’in doğuşuna, milyonlarca kişinin ölümüne sebep olan Irak planının yarattığı dehşete tanık olduk. O zaman ABD Dışişleri Bakanı olan Colin Powell, BM’de yaptığı konuşmada “Saddam Hüseyin’in kimyasal silahları var. Saddam Hüseyin bu tür silahları kullandı ve bunları komşularına ve kendi halkına karşı tekrar kullanmaktan çekinmiyor” dedi. Powell, sunumunda keşif fotoğrafları, ayrıntılı haritalar ve çizelgeler ve hatta Irak ordusunun üst düzey üyeleri arasında gerçekleşen kaydedilmiş telefon görüşmelerini kullandı. İstihbarat yetkililerinin kendisine güvenilir olduğuna dair güvence verdiği bu bilgiler eşliğinde bir saatlik konuşması sırasında 17 kez tekrarladığı “kitle imha silahları” ifadesi, Bush yönetiminin Irak’ı işgal etmeyi meşrulaştırmak için kamuoyunda kullanılan ifade oldu.
Powell’in BM’deki bu konuşmasından bir buçuk ay sonra, Başkan Bush Bağdat’a hava saldırıları emri verdi. Bush, televizyondan ulusa hitabında, bunun “Irak’ı silahsızlandırmak, halkını özgürleştirmek ve dünyayı büyük tehlikelerden korumak için” bir askeri operasyonun başlangıcı olduğunu söyledi. ABD güçleri, Irak’taki iç işbirlikçileri ile birlikte Saddam Hüseyin rejimini birkaç hafta içinde devirdi ve Irak’ın sözde “kitle imha silahlarına” dair kanıt hiçbir yerde bulunamadı.
Bush yönetimi, savaş karşıtlığı, özellikle ABD’nin Ortadoğu’daki askeri müdahalelerine karşı olmasıyla tanınan Colin Powell’in kredibilitesini kullanarak Irak’taki rejim değişikliğini gerçekleştirdi. Powell daha sonra BM konuşmasını “büyük bir istihbarat başarısızlığı” ve sicilinde bir “leke” olarak nitelendirdi. Kaynaklarının yanlış ve hatalı olduğunu ve hatta kasıtlı olarak yanıltıcı olduğunun ortaya çıktığını söyleyerek günah çıkaran Powell ölmeden önce pişmanlığını dile getirdi.
Eger İsrail, İran’ı etkisiz hale getirmeyi ve hatta orta-uzun vadede ondan bir müttefik yaratmayı başarırsa, hedef alacağı bölgedeki bir sonraki konvansiyonel güç bilin bakalım kim? Türkiye’yi şeytanlaştırma çabaları şu sıralar biraz daha kısık ateşte de olsa uzun süredir yürürlükte. Bölgede ikili bir karşı karşıya gelme, üçlü bir dengeden çok daha farklı bir zeminde gerçekleşecektir, önlemlerimizi alıp kemerlerimizi bağlasak iyi olacak.
Görüş
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?

İran, İsrail’den ağır bir darbe aldı. Saldırının ilk 12 saati boyunca karşılık bile veremedi. Ani baskının ardından, durumu yatıştırmaya yardımcı olabilecek olası arabulucular hakkında küresel tartışmalar artıyor. Bazı görüşler, 2023’te Suudi Arabistan ile İran’ı uzlaştırmada ve 2024’te Filistinli fraksiyonlar arasında diyalog organize etmede önemli rol oynayan Çin’in, bu yeni krizde de bir barış sağlayıcı olarak devreye girebileceğini öne sürüyor.
Ancak Çin’in Orta Doğu’daki diplomatik başarıları takdiri hak etse de, Pekin’in bölgedeki her çatışmayı çözebileceği ya da çözmesi gerektiği varsayımı ciddi bir abartıdır. En azından şu anda değil. İsrail-İran çatışması kapsam, derinlik ve uluslararası karmaşıklık açısından temelden farklıdır. Nedenini anlamak için Çin’in Orta Doğu’daki rolünün hem yeteneklerini hem de sınırlamalarını incelemek gerekir.
ABD Göz Ardı Edilemez
2023’te Çin’in Suudi Arabistan ile İran arasındaki ilişkilerin normalleşmesine aracılık etmesi diplomatik bir atılım olarak görüldü. Bu, uzun süredir ABD’nin güvenlik çıkarlarının hakim olduğu bir bölgede Pekin’in artan etkisini gözler önüne serdi. Anlaşma, Çin’in tercih ettiği diplomasi tarzını yansıtıyordu—göze batmayan, pragmatik, ekonomik teşviklere ve egemenliğe karşılıklı saygıya dayalı.
Ancak Suudi-İran yakınlaşmasının başarısı, çıkarların benzersiz bir şekilde örtüşmesiyle mümkün oldu. Hem Tahran hem de Riyad, gerilimi azaltmak için güçlü iç nedenlere sahipti. Suudi Arabistan, 2030 Vizyonu ve ekonomik dönüşüm için sakin bir ortam istiyordu; İran ise iç huzursuzluklar ve Batı’nın ekonomik yaptırımları nedeniyle baskı altındaydı. Bu durumda Çin, bir uygulayıcıdan ziyade kolaylaştırıcı rolündeydi.
Bu deneyim mevcut İsrail-İran çatışmasına doğrudan uygulanamaz. Öncelikle, İsrail ile İran arasındaki çatışma sadece ikili bir rekabet değil; vekil güçleri, ideolojik karşıtlıkları, nükleer gerilimleri ve derin tarihsel düşmanlığı içeren çok boyutlu bir çatışmadır. İkinci olarak, İsrail ABD ile yakından ittifak içindedir ve bu, Pekin’in tarafsız bir arabulucu olarak hareket etmesini zorlaştırır.
On yıllardır İsrail, ABD’nin Orta Doğu politikasının merkezi bir ayağı olmuştur—sadece bir güvenlik ortağı olarak değil, aynı zamanda İran, Irak, Mısır, hatta Türkiye ve Suudi Arabistan gibi bölgesel rakiplerin yükselişine karşı ileri bir mevzi olarak da. Bu bağlamda Çin’in herhangi bir arabuluculuk girişimi, Washington’da tarafsız bir barış girişimi olarak değil, ABD’nin bölgedeki önceliğine meydan okuyan jeopolitik bir hamle olarak algılanacaktır.
Çin gerçekten tarafsız davransa bile, artan katılımı kaçınılmaz olarak büyük güç rekabeti merceğinden görülecektir. Anlamlı bir müdahale ABD’yi göz ardı edemez ve muhtemelen güçlü diplomatik dirençle karşılaşır. Bu da krizi, Çin’in de dahil olduğu üçlü bir diyalogdan çıkarıp dört taraflı bir etkileşime dönüştürür—Çin, ABD, İsrail ve İran—ki her biri farklı gündem ve kırmızı çizgilere sahiptir ve bu da etkili arabuluculuk alanını daha da daraltır.
Üstelik, İsrail iç siyasetindeki durum da Çin’in—veya başka herhangi bir dış aktörün—karşı karşıya kalması gereken başka bir karmaşıklık katmanı sunuyor. Başbakan Binyamin Netanyahu, son yıllarda yolsuzluk davaları, yargı reformuna karşı kitlesel protestolar, Gazze politikası ve koalisyon içindeki bölünmeler gibi ciddi siyasi krizlerle mücadele ediyor. Dış politika kararlarının, İran’a yönelik bu saldırı da dahil, çoğu zaman kısa vadeli siyasi hesaplara dayandığı ve tutarlı bir ulusal stratejiye dayanmadığı geniş şekilde kabul görüyor. Washington Post bile böyle dedi. Bu düzeyde iç siyasi istikrarsızlık, Çin gibi dış güçlerin güvenilir muhataplarla sürekli, üst düzey diplomasi yürütmesini veya uzun vadeli taahhütlerde bulunmasını son derece zorlaştırıyor.
İran’ın İsteyişi: Ön Koşul
Çin’in potansiyel rolünü sınırlayan bir diğer faktör ise, İran’ın böyle bir arabuluculuğu kabul etmeye istekli olup olmamasıdır. İran, Çin’i ticaret, enerji ve BM’deki diplomatik destek açısından stratejik ortak olarak takdir etse de, Pekin’i askeri ya da güvenlik garantörü olarak görmüyor.
Suudi Arabistan ile İran arasında arabuluculuk yaparken güvenlik garantilerine ihtiyaç yoktu, çünkü hiçbir taraf diğerinin doğrudan saldırı başlatacağına gerçekten inanmıyordu. Üstelik Yemen’deki İran destekli güçler, Suudi Arabistan ve müttefikleriyle yürütülen asimetrik çatışmada bazı avantajlar elde etmişti. Ancak giderek daha pervasızlaşan bir İsrail karşısında, etkili arabuluculuk muhtemelen gerçek güvenlik garantileri gerektirecektir. Fakat ABD’den zaten doğrudan askeri baskı gören Çin için, yurtdışında böyle garantiler sunmak lüks olur.
Çin’in sunabileceği diplomatik baskı, ekonomik yardım veya askeri teknoloji gibi destek türleri ancak İran bunları inandırıcı ve etkili bulursa değerlidir. Gelecekte Çin’in sağlayabileceği şey, güvenlik garantisinden ziyade gelişmiş savunma sistemleri paketi olur. Ancak burada önemli bir gerçek devreye girer: İran, Çin’in askeri sistemlerinin pratik yararlılığına yeterince güvenmeyebilir.
İran hava kuvvetleri birçok yurtdışı operasyona katılmış olsa da, filosu eski ve modası geçmiş durumda. IŞİD’e karşı yürütülen terörle mücadele operasyonları, hava üstünlüğü geliştirme hedefinden sapmalarına yol açtı. İran’ın hava savunma sistemleri, çoğu ülkeden daha gelişmiş ve sayıca fazla—ve radar ile füze üretim kapasitesine de sahip—olmasına rağmen, birinci sınıf rakiplerle karşılaştığında yetersiz kalıyor. Bu sistemlerin İran Ordusu ile Devrim Muhafızları arasında bölünmüş olması da koordinasyonu ve etkinliği zorlaştırıyor.
Modern savaş hızla evrimleşti. Etkili savunma artık gelişmiş hayalet savaş uçakları, ileri radar entegrasyonu, elektronik harp, uydu verisi ve hava üstünlüğü varlıklarıyla gerçek zamanlı koordinasyon gerektiriyor—ki bu yetenekler İran’da henüz tam olarak gelişmiş değil.
Pakistan ve Hindistan arasındaki son hava çatışması, Çin’in savaş uçaklarının, uzun menzilli hava-hava füzelerinin ve entegre hava savunma-uyarı sistemlerinin etkinliğini gösterdi. J-10CE Çin’in en gelişmiş savaş uçağı olmasa da, iyi koordine edilmiş bir sistem içinde Fransız yapımı Dassault Rafale’yi PL-15 füzeleriyle düşürmeyi başardı.
Elbette İsrail Hava Kuvvetleri, Hindistan’dan çok daha ileri düzeyde ve bu kez ABD’den F-35 hayalet uçaklarını kullanma yetkisi aldı. Ancak gerçek şu ki Çin Halk Kurtuluş Ordusu, Tayvan üzerinden ABD müdahalesi ihtimaline karşı hazırlık yapıyor. ABD’nin F-22 ve F-35’lerine karşı koymak bu senaryodaki temel faktörlerden biri. İran, gelecekte İsrail’in F-35’lerine karşı etkili biçimde mücadele etmek istiyorsa, Çin dışında pek seçeneği kalmayabilir.
Yine de, Çin ile uzun süredir askeri işbirliği olan müttefik Pakistan bile birkaç yıl öncesine kadar Çin savunma sistemlerine tamamen bağımlı olmaktan kaçınmıştı. Bu durum, İran’ın Pekin’e hemen güvenerek askeri yapılandırmasını değiştireceğine inananları düşünmeye sevk etmelidir.
Bölgesel Algılar ve Yanılgılar
Genellikle göz ardı edilen bir diğer boyut ise, Çin’in diğer bölgesel aktörler tarafından nasıl algılandığıdır. Orta Doğu’nun büyük kısmında Çin ekonomik bir güç olarak saygı görüyor, ancak güvenlik aktörü olarak pek güvenilmiyor. Bölgede askeri ittifakları yok, barışı koruma geçmişi yok ve savaş zamanı diplomasisi yönetme konusunda sınırlı deneyime sahip. Cibuti’deki askeri üs, Çin’in yurtdışındaki tek askeri tesisi ve ortak tatbikatlara katılmasına rağmen Çin genel olarak çatışmalara karışmaktan kaçınıyor.
Bu düşük profil stratejisi, Çin’in genel dış politika ilkeleriyle uyumlu: iç işlerine karışmama, stratejik sabır ve ekonomik odak. Ancak aynı ilkeler, hızlı tepki, güç projeksiyonu veya sert güvenlik garantileri gerektiren krizlerde manevra kabiliyetini kısıtlıyor.
Tüm bu algılar doğru olabilir. Ancak bu algının temelindeki fikir sıklıkla yanlış anlaşılmıştır. Öncelikle, Çin kendisi de bir asırdan fazla süre Batı emperyal güçlerinden büyük acılar çekmiştir. Sonuç olarak, Batı tarzı yeni bir hegemonya kurma arzusu taşımaz—bu duruşu aynı zamanda kurucu komünist ideolojisiyle de örtüşür.
İkinci olarak, Çin’in liderliği yalnızca kendi uzun ve çalkantılı tarihinden değil, aynı zamanda Batı güçlerinin yükseliş ve çöküşlerinden de ders çıkarır. Belki de en önemli çıkarım, her büyük imparatorluğun nihayetinde aşırı yayılma yüzünden çöktüğüdür.
Binlerce kilometre ötedeki bölgelere güvenlik garantisi sunmak, bu tür bir aşırı yayılmanın tehlikeli ilk adımı olabilir. Buna karşılık, gelişmiş J-35 hayalet savaş uçakları ve en ileri hava-savunma füzelerini içeren savunma sistemleri satmak daha az riskli ve etkisini sınırlı tutar.
Bu, Çin’in tamamen pasif kalması gerektiği anlamına gelmez. Pekin, itidal çağrısı yapmak, BM aracılığıyla ateşkes girişimlerini desteklemek, Tahran ve muhtemelen İsrail ile gizli temaslar yürütmek için diplomatik ağırlığını kullanabilir. Yeniden inşa çabalarını destekleyebilir, gerekirse insani yardım sunabilir ve uzun vadeli bir barış stratejisi olarak bölgesel ekonomik entegrasyonu teşvik edebilir.
Ancak tüm bunlar, aktif bir askeri çatışmayı durdurmak için gereken yüksek riskli kriz diplomasisiyle karıştırılmamalıdır. Bu tür bir müdahale, Çin’in şu anda sahip olmadığı ve sahip olsa bile kullanmaya istekli olmayabileceği bir tür zorlayıcı araçlar gerektirir.
Özetle, Çin’in İsrail-İran çatışmasına kararlı şekilde müdahale etmesi gerektiği fikri, modern jeopolitiğin yapısal gerçeklerini göz ardı eder. Çin’in Orta Doğu’daki artan varlığı ona her zamankinden daha fazla diplomatik ağırlık kazandırsa da, bu ağırlık abartılmamalıdır.
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
Görüş
Trump’ın göçmen politikası Amerikan toplumunu daha da parçalıyor

ABD Batı saatiyle 13 Haziran itibarıyla, Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Dairesi gibi federal kurumların Kaliforniya’daki yasa dışı göçmen noktalarına yaptığı baskın sonucu çıkan çatışmaların üzerinden bir hafta geçti. Bu çatışma adeta yangın gibi yayılarak Kaliforniya’nın başkenti Los Angeles’tan başlayıp San Francisco, Dallas, Austin, New York ve Washington dahil olmak üzere ABD genelinde 24 şehre sıçradı. Göstericiler, federal hükümetin yasa dışı göçmenleri zorla sınır dışı etmesine şiddetle karşı çıksa da, Başkan Trump göçmen politikası kapsamında Ulusal Muhafızları ve bazı Deniz Piyadelerini devreye soktu ve protestocuları bastırmak için Ayaklanma Yasası’nı kullanmakla tehdit etti.
Aynı gün, ABD Temyiz Mahkemesi, bir federal yargıcın Trump’ın Ulusal Muhafızlar üzerindeki yetkisini iade etmesi yönündeki bir önceki geceki kararını askıya aldı ve bu şüphesiz Trump’ın sert önlemlerine hukuki bir koruma sağladı. Göçmen politikası etrafında patlak veren bu “alternatif iç savaş”, Amerikan toplumunun karmaşık yapısını ve çıkar çatışmalarını ortaya koyuyor ve Trump ile Cumhuriyetçi Parti’nin yönetim geleceğini ciddi şekilde sınamaya tabi tutuyor. Bu kriz, 2024’te gösterime giren Hollywood’un politik kehanet filmi Amerikan İç Savaşında görüldüğü gibi gerçek bir iç savaşa dönüşmeyecek gibi görünse de, Amerikan toplumunu daha da böleceği aşikâr.
6 Haziran’da federal kolluk kuvvetleri Los Angeles County’de yasa dışı göçmenlere yönelik bir operasyon başlatarak en az yedi noktaya baskın düzenledi ve 44 kişiyi gözaltına aldı. Aynı gece 500 protestocu Los Angeles şehir merkezinde toplandı; güvenlik güçleri göz yaşartıcı gaz, ses bombası ve plastik mermi kullandı. 7 Haziran’da, Kaliforniya’nın Paramount kentinde federal yetkililer ile protestocular arasında şiddetli çatışmalar patlak verdi. Gözaltıların engellenmesi üzerine Trump, Kaliforniya Valisi Newsom’u baypas ederek “Los Angeles’ı özgürleştirmek” amacıyla başkanlık notası imzaladı ve 2.000 Ulusal Muhafız askerini Los Angeles’a gönderdi.
Bu, 1965’ten bu yana bir ABD başkanının, eyalet yöneticisinin talebi olmaksızın bir eyaletin Ulusal Muhafızlarını ilk kez görevlendirmesi anlamına geliyor. 8 Haziran’da Trump, Kaliforniya’daki federal mülkiyeti “korumak” için 700 Deniz Piyadesi göndereceğini söyleyerek tehditlerini artırdı. Trump’ın Kaliforniya’ya yönelik idari baskıları, bu “iç karışıklığın” fitilini ateşledi ve yeni bir anayasal krizi tetikledi.
9 Haziran’da Vali Newsom ve Kaliforniya Başsavcısı Rob Bonta, federal hükümetin eyalet Ulusal Muhafızları ve Savunma Güçlerini kolluk kuvveti olarak kullanmasını engellemek amacıyla mahkemeye geçici tedbir talebinde bulundu. Ancak Kaliforniya’daki bir federal yargıç bu talebi reddetti ve üç gün sonrasına duruşma tarihi belirledi. 10 Haziran’da, gözaltılar devam ettiği için Los Angeles Belediye Başkanı Karen Bass, şehir merkezindeki yaklaşık bir mil karelik alanda sokağa çıkma yasağı ilan etti. Hemen ardından, Washington eyaletinin ikinci büyük şehri Spokane de Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Dairesi’ne karşı düzenlenen protestolar nedeniyle sokağa çıkma yasağı ilan etti…
Son bir haftalık kamuoyu ve açıklamalara bakıldığında, ülke genelini etkileyen bu yasa dışı göçmen krizi, derin çelişkileri ve güç mücadelelerini yansıtıyor; aynı zamanda ABD’deki siyasi kutuplaşmayı ve toplumsal parçalanmayı gözler önüne seriyor.
İlk olarak, bu durum göçmenliğin doğruluğu ya da faydası konusunda fikirlerin sert çatışmasına işaret ediyor. Amerika, göçmen hareketleriyle kurulan çok etnili bir federasyon ve sürekli göçle büyüyüp zenginleşen, yenilikçi ve dinamik bir ülke. Büyük göç dalgaları olmadan ABD doğmazdı, uzun süreli göçmen katkıları olmadan da güçlenemezdi. Trump’ın kendisi bile Alman göçmenlerin torunu. 5 Haziran’da, Almanya’nın yeni Şansölyesi Friedrich Merz ilk kez ABD’yi ziyaret ettiğinde, Trump’a anlamlı bir hediye verdi: dedesi Friedrich Trump’ın Almanya’daki doğum belgesi.
Ne Merz’in diplomatik uyarısı ne de Trump’ın göçmen kökeni, Amerikan toplumundaki göçmenlik temelli derin yarılmayı yumuşatabiliyor. Trump ve onun gibi muhafazakârlar ile Cumhuriyetçi Parti’nin temsil ettiği sosyal Darwinizm ve piyasa ekonomisi savunucuları, ABD’nin göç kriterlerinin çok düşük olduğunu; düşük nitelikli ve yasa dışı göçmenlerin ülkeye doluşarak Amerikalıların işini ve refahını çaldığını, Amerikan kimliğini ve bağlılığını zayıflattığını ve beyaz Amerikalıların statüsünü erozyona uğrattığını savunuyor. Bu nedenle Trump, ikinci başkanlık kampanyasında kazanırsa tüm yasa dışı göçmenleri sınır dışı edeceğini ve Amerikalıların—özellikle beyazların—kaybettiği işleri ve sosyal hakları geri alacağını vaat etmişti.
Ancak buna karşı çıkanlar—özellikle kültürel çoğulculuğu ve evrensel insan haklarını savunan Demokratlar—göçmenlerin ABD ekonomisini canlandırdığını savunuyor. Bu insanlar; hizmet, ulaşım, inşaat ve imalat sektörlerini ayakta tutan ucuz işgücü sağlıyorlar. Bu yüzden göçmenlere ayrımcılık yapılamaz, hele hele zorla sınır dışı edilemezler. Ayrıca, bazı göçmenler yasa dışı girmiş olsa bile, yerleşip topluma uyum sağladıktan, kendi geçimini sağladıktan ve aile kurduktan sonra Amerikan toplumunun ayrılmaz parçası haline geliyorlar. Onları zorla sınır dışı etmek sadece ekonomik yapıya zarar vermekle kalmaz, aynı zamanda ailelerin parçalanmasına, insani krizlere de yol açar.
İkinci olarak, bu, federal ve yerel çıkarlar arasındaki genel mücadelede bölgesel bir satranç hamlesidir. Bu kriz ilk olarak Kaliforniya’da patlak verdi ve federal hükümet ile bu ekonomik olarak güçlü eyalet arasındaki çıkar uyumsuzluğunu ve farklı hesapları yansıttı. Daha önce, ticarete büyük ölçüde bağımlı olan Kaliforniya Trump’ın gümrük tarifesi politikasına açıkça karşı çıkmıştı; göçmenlik anlaşmazlığı ise sadece mevcut çelişkilerin devamı niteliğinde olup eski karşıtlıkları daha da derinleştirmiştir. Kaliforniya, ABD’nin en büyük ekonomik eyaletidir ve ülke GSYİH’sinin %14’ünü üretmektedir. Uzun yıllardır çeşitli göçmen türlerine dayalı büyüyen eyalet ekonomisi, yasa dışı göçmenler için adeta bir sığınak haline gelmiştir. Gayri resmi istatistiklere göre Kaliforniya’da yaklaşık 2,3 milyon yasa dışı göçmen yaşamaktadır—bu, ülke genelindeki yasa dışı göçmenlerin %20’sine ve eyalet nüfusunun %5,9’una denk gelir ve ülke ortalamasının üzerindedir; üstelik bu kişilerin %74’ü çalışma yaşındadır. Eğer yasa dışı göçmenlerin büyük bölümü sınır dışı edilirse, Kaliforniya’daki işletmelerin iş gücü maliyetleri hızla artacak veya çalışacak insan bulunamayacak, bu da ekonomik durgunluk ya da gerilemeye yol açabilecektir. Bu yüzden Kaliforniya’nın siyasi ve ticari elitleri uzun süredir federal göçmenlik düzenlemelerine direnmektedir. Ticaret savaşı Kaliforniya’ya 40 milyar dolardan fazla kaybettirdi ve göçmen işçiler ile yerel işçiler arasındaki gerilimi artırdı. Göçmenlerin sınır dışı edilmesi Kaliforniya ekonomisini daha da zora sokacaktır.
Kaliforniya hem büyük bir vergi mükellefi hem de büyük bir federal bütçe transferi alıcısıdır; yani taraflar karşılıklı yüksek derecede bağımlıdır. Ancak Trump yönetimi, bu “sığınak kaleyi” yıkmak ve ulusal ölçekte yeni göçmen politikalarını teşvik etmek amacıyla Kaliforniya’nın “enerji karşıtı, suçluları koruyan, yasa dışı göçmenleri barındıran” politikalarını gerekçe göstererek 13 Haziran’dan itibaren federal fonları büyük ölçüde kesmeyi planladı. Vali Newsom ise Kaliforniya’nın federal hükümete yılda 80 milyar doların üzerinde katkı sağladığını, aldığı fondan çok daha fazla ödediğini vurgulayarak federal vergi ödemelerini durdurma tehdidinde bulundu. Federal hükümet ile Kaliforniya arasında uzun süredir biriken çelişkiler, Trump’ın radikal göçmenlik politikasıyla iyice alevlendi ve federal ajanların zorla gözaltı uygulamalarıyla patladı.
Üçüncü olarak, bu bir federal kolluk gücü ile yerel özerklik arasında yaşanan bir yetki çatışmasıdır. Amerika, federal yapıya sahip bir devlettir ve merkez ile eyaletler arasında yetki ayrımı keskin bir biçimde tanımlanmıştır. Normal şartlarda, dış ilişkiler ve savunma federal hükümetin görev alanındadır ve sınırlar ile limanların kontrolü nedeniyle göçmenlik işleri federal yetki kapsamındadır. Ancak en büyük göçmen eyaleti olan Kaliforniya, bağımsızlık ve özerklik vurgusuyla bilinir ve federal hükümetin göçmenlik, çevre ve eğitim gibi kamu yaşamını etkileyen konularda müdahalesine karşıdır. 2017’de kabul edilen Kaliforniya Değerler Yasası, federal otoritelerle göçmen verilerinin paylaşılmasını reddetmiş ve sınır dışı işbirliğini engellemiştir.
Bu çatışma aynı zamanda duygu ile akıl, güç ile hukuk arasında yaşanan bir mücadeledir. Kaliforniyalılar, federal hükümetin tarih ve gerçeklikten uzak, insan haklarını gözetmeyen göçmen sınır dışı uygulamalarını hem duygusal hem mantıksal açıdan reddetmektedir. Ayrıca uygulama sırasında belgelerin eksikliği, yöntemlerin sertliği ve kapsamanın genişliği de eleştirilmiştir. Dikkat çekici bir gelişme olarak, Newsom Trump’ın kendisinden onay almadan Ulusal Muhafızları sevk etmesini anayasaya aykırı olarak nitelendirdi. Deniz Piyadelerinin sevki de sivillerin işlerine asker müdahalesi yasağını ihlal ettiği gerekçesiyle eleştirildi. Kaliforniya Başsavcılığı, federal hükümetin ordu kullanmasını “yasadışı” olarak tanımladı, bu eylemin eyaletin Ulusal Muhafızları üzerindeki kontrolünü gasp ettiğini ve gerilimi artırdığını ifade etti.
Dördüncü olarak, bu Trump ile Newsom arasında bir güç gösterisi savaşıdır. İkisi de demokratik toplumda “karizmatik lider” profiline sahiptir; Trump Cumhuriyetçi Parti’ye mensup başkan, Newsom ise Demokrat Parti’nin önde gelen isimlerinden biridir. Newsom soylu bir aileden gelir, iki kez San Francisco Belediye Başkanlığı yapmış ve 2018’den bu yana iki dönemdir Kaliforniya Valiliği görevini sürdürmektedir. Demokrat Parti içinde tecrübeli, geniş bağlantıları olan radikal bir figürdür ve 2028 başkanlık seçimleri için ciddi bir adaydır. Genç yaşına rağmen siyasi hırsları yüksek olan Newsom’un bir sonraki adımı Beyaz Saray’dır. Trump ile girdiği sert çatışmalar, 2028 seçimlerinin bir provası olarak görülmektedir.
Trump’ın sert liderlik tarzı biliniyor. Bazı yorumculara göre, Newsom da Trump’a benzer yöntemlerle onu alt etmeye çalışıyor. Bu iki güçlü figür arasındaki çekişme Trump’ın ilk döneminden beri sürmektedir. Trump Beyaz Saray’a geri döndüğünden beri Newsom hem karşı blokta yer alıyor hem de eyalet düzeyinde ciddi yetkilere sahip. Ocak’ta Kaliforniya’da çıkan orman yangınlarında Trump, Newsom’u ihmalkâr olmakla suçlayıp federal yardım fonlarını kesmekle tehdit etmişti. Newsom da Trump’ı “iklim sorunlarını siyasallaştırmakla” eleştirmişti. Nisan’da Trump gümrük savaşlarını başlattığında, Newsom eyalet başsavcısına federal hükümete dava açması talimatını vermiş ve diğer eyaletlerde Beyaz Saray’a karşı ilk yasal mücadeleyi başlatmıştı. Trump’ın gözaltı tehdidine karşı Newsom meydan okumuş ve hükümeti kışkırtmıştı. Gözaltına alınması hâlinde hem kendisi hem de Demokrat Parti büyük bir mağduriyet ve destek kazanacaktı.
Beşinci olarak, bu, Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasında yapılacak olan ara seçimlerin bir ön cephe savaşıdır. Trump’ın yasa dışı göçmenlere yönelik sert operasyonları, çok sayıda Demokrat milletvekilinin tepkisini çekti. Kaliforniya her zaman Demokratların kalesi ve önemli oy tabanı olmuş, Cumhuriyetçiler için de en zorlu bölge olmuştur. Trump bu “kanunsuzluk yuvasını” hedef alarak hem seçim vaatlerini yerine getirmeyi, hem gücünü pekiştirmeyi hem de Demokratları moral ve oy açısından zayıflatmayı hedefliyor. Bu sayede 2026 ara seçimlerinde Cumhuriyetçilerin zaferini garantileyip, 2028 başkanlık seçiminin yolunu temizlemeyi umuyor.
Sınır güvenliği, 2024 seçimlerinde Trump’ın en popüler başlıklarından biriydi. Cumhuriyetçilerin büyük farkla galip gelmesi, hem Trump’ın hem de partisinin halk desteği gördüğünü gösteriyor. Bu destek, göçmenlik konusunda vaatlerin yerine getirilmesini ve seçmenlere neden tekrar Cumhuriyetçilere oy vermeleri gerektiğinin açıklanmasını gerektiriyor.
Başkanın valiyi baypas ederek doğrudan asker sevk etmesinin yasal olup olmadığı siyasi çizgilere göre yorumlanacaktır. Ancak gözlemciler, 1957’deki Little Rock vakasını unutmaz: siyah öğrencilerin okula girişini engellemek için Ulusal Muhafızları kullanan ayrımcı valiye karşı Başkan Eisenhower, Muhafızları federal kontrol altına almış ve II. Dünya Savaşı gazisi 101. Hava Tümeni’ni sevk ederek öğrencileri korumuştu.
Bu olay ABD’nin medeni haklar mücadelesinde simgesel ve tarihi bir dönüm noktasıydı. Fotoğrafları, ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından yurtdışındaki elçiliklerde teşhir edilmişti. Yarım yüzyıl sonra, Ulusal Muhafızlar ve federal ordunun rolü yine iç politika krizlerinde gündeme gelmiş durumda. Ancak bugünkü siyasi ve toplumsal bölünme, 1950’lerden çok daha keskin olabilir. ABD’nin kapsayıcılığı ve özgüveni, açıklığı ve ilericiliği, sanki artık tamamen zıt bir konuma evrilmiş gibi.
Kaliforniya’nın bu çatışmadaki en sert tepkiyi göstermesi, tüm eyaletlerin yasa dışı göçmenlere aynı gözle baktığını göstermez, ancak Kaliforniya açıkça ABD toplumunun bir mikrokozmosudur. Trump’ın sert göçmen politikası, “Amerika’yı Yeniden Büyük Yap” iddiasına hizmet eden sistematik bir projedir—fakat nasıl sonuçlanacağını zaman gösterecek.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
-
Asya1 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Dünya Basını1 hafta önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Görüş1 hafta önce
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında
-
Dünya Basını1 hafta önce
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat
-
Görüş1 hafta önce
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 3
-
Amerika1 hafta önce
ABD’de göçmen isyanı büyüyor: Deniz piyadeleri Los Angeles’ta
-
Dünya Basını2 hafta önce
İkinci Trump yönetiminde sermaye hizipleri
-
Görüş1 hafta önce
Çekya’da komünizme hapis cezası: Yeni düzenlemede neler var?