Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Çin’de realist ekolün temsilcisi Yan Xuetong: Trump Tayvan Boğazı’nda Çin’le savaşa girmek istemez  

Yayınlanma

Çin realizminin öncülerinden Yan Xuetong, yaklaşan ABD başkanlık seçimleri öncesi değerlendirmelerde bulundu: “Trump, Tayvan Boğazı’nda Çin ile savaşa girmek istemez. Boğazda bir savaşı önleme konusunda Biden’dan daha temkinli davranacaktır… Ancak Çin ile ABD arasındaki ticari anlaşmazlığın daha da kötüleşmeye devam edeceğini düşünüyorum.”

Tsinghua Üniversitesi Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü Direktörü ve The Chinese Journal of International Politics dergisinin baş editörü olan Prof. Dr. Yan Xuetong, ayrıca Çin’de Uluslararası İlişkiler (Uİ) disiplininde realist yaklaşımın temsilcisidir.

Çin akademisinin kendine özgü, Batı dışı Uluslararası İlişkiler teorisi geliştirme çabalarına öncülük eden isimlerden biri olan Yan Xuetong, 2005 yılında Uluslararası İlişkiler disiplinini Batılı olmayan düşünce ve tarihsel deneyimlerle zenginleştirmeyi amaçlayan bir araştırma projesi başlatmıştır. Batılı realist yaklaşımın temel varsayımlarını eski Çin felsefesinden türetilen yeni kavramlarla birleştiren Yan, ahlaki realizm (moral realism) teorisini geliştirmiştir. Ahlaki realizm teorisi ile Çin’in yükselişini ve uluslararası düzendeki değişimleri açıklamayı hedefleyen Yan Xuentong, realist yaklaşımın merkezindeki ‘güç’ unsurunu Çin felsefesinden ödünç aldığı ‘ahlak’ kavramı ile birleştirerek ‘büyük güç’ için yeni bir tanımlama yapmaktadır.

Aşağıda çevirisini paylaştığımız röportaj, Yan Xuetong’un ve aynı ekolden gelen Çinli entelektüellerin, Çin’e özgü realist yaklaşımla ABD-Çin ilişkilerini, Çin’in uluslararası düzendeki rolünü ve çok kutupluluk tartışmalarını nasıl okuduğunu anlamak açısından önemli. Öte yandan Çin Uİ akademisinde Yan’ın realizmini eleştiren, eksik bulan ve özgün teori geliştirme iddiasıyla kendi kavramlarını üretmeye çalışan farklı yaklaşımlar da mevcut.

***

Önümüzdeki 10 yıl: Tsinghua Üniversitesi’nden Yan Xuetong, Trump, Tayvan ve bunların Çin için ne anlama geldiğini anlatıyor

Kawala Xie, South China Morning Post

-Sizce eski ABD Başkanı Donald Trump Tayvan konusunda nerede duruyor? Son döneminde yaptığı gibi “tek Çin” politikasına meydan okuyacak mı?

Trump’ın Tayvan konusunda ABD Başkanı Joe Biden’dan daha ileri gideceğini sanmıyorum. Biden ve Trump dönemlerinin politikalarını karşılaştırırsanız, Biden’ın [yönetiminin] Tayvan’ın bağımsızlığına Trump’tan daha meyilli olduğunu görürsünüz. Fark etmiş olabileceğiniz bir husus da Trump’ın her zaman Soğuk Savaş’tan bu yana yeni bir savaşa dahil olmayan tek ABD başkanı olduğunu iddia etmesidir. Bu ne anlama geliyor? Trump gerçekten de Tayvan Boğazı’nda Çin ile savaşa girmek istemiyor. Boğazda bir savaşı önleme konusunda Biden’dan daha temkinli davranacaktır.

-İki ülke başkanının kasım ayında San Francisco’da bir araya gelmesinden bu yana Çin ve ABD arasında bir şey değişti mi? Zirve herhangi bir şey başardı mı?

San Francisco zirvesi aslında Çin ve ABD’nin Tayvan konusunda savaşa girmesini engelledi. Çin ve ABD arasındaki ana temel sorunu çözdü.

Tayvan lideri William Lai Ching-te’nin göreve başlamasının ardından bu kez Tayvan Boğazı’nda yapılan tatbikatların son gününde Çinli ve Amerikalı askeri yetkililer bir video görüşmesi gerçekleştirdi. Bu da Çin ve ABD’nin Tayvan ihtilafının bir savaşa dönüşmesini engellemek için bir kriz yönetim mekanizması kurduğunu gösteriyor.

Çin ve ABD arasındaki çatışma ve karşı karşıya gelme zirvenin ardından durmadı ancak iki önemli şekilde değişti. Birincisi, daha da kötüye gitti: ABD, Çin’i çevreleme politikasını teknolojik ayrışmadan ticari korumacılığa kadar genişletti… Çin ile ABD arasındaki ticari anlaşmazlığın daha da kötüleşmeye devam edeceğini düşünüyorum.

Peki diğer nispeten olumlu değişiklik nedir? İki taraf, öğrenciler arasında, ikinci aşama diyaloglarda ve akademik değişimler de dahil olmak üzere sosyal değişimleri güçlendirmek için bir anlaşmaya vardı. Çin ve ABD arasındaki sosyal değişimler bir önceki yıla göre daha rahat bir hale geldi.

-Pekin bu alışverişlerin Trump’ın Beyaz Saray’a dönme ihtimali nedeniyle sekteye uğrayabileceğinden endişe ediyor mu?

Seçimin sonucu ne olursa olsun, Trump ya da Biden kazansın, Çin-ABD ilişkilerinin şu andan gelecek yılın ilk yarısına kadarki genel eğilimi sürekli kötüleşme yönünde olacaktır. Seçimler yoğunlaştıkça, her iki taraf ve partileri Çin’e karşı daha sert olmak zorunda kalıyor, bu nedenle Biden yönetimi kesinlikle ikili ilişkiler için yapıcı olmayan bazı yeni politikalar getirecektir.

Ancak kimin kazandığına bağlı olarak etkiler farklı olacaktır. Biden kazanırsa, ikili ilişkiler temelde şu anda olduğu gibi aynı yolda devam edecek. Ancak Trump kazanırsa – ki kazanma ihtimali giderek artıyor – Çin ve ABD arasındaki ekonomik çatışma artacak ve güvenlik konusundaki anlaşmazlıklarından bile daha ciddi olacak.

Trump, Çin ürünlerine yönelik gümrük vergilerini Biden’dan daha büyük ölçekte artırırsa, Çin kesinlikle kendi önlemleriyle karşılık verecektir. Eğer [Washington] Çin ürünlerinin ithalatını kısıtlarsa, Çin de Amerikan ürünlerine ancak belli bir ölçüde kısıtlama getirebilir.

-Trump kazanırsa, Çin’in Avrupa Birliği ile ilişkileri nasıl olacak?

Biden ya da Trump’ın kazanmasından bağımsız olarak, önümüzdeki yıl Çin-AB ilişkilerinde kademeli bir iyileşme olacaktır. Zira İsrail-Hamas savaşı Avrupa ülkeleri ile ABD arasındaki mesafeyi açmıştır.

Avrupa ülkeleri Gazze konusunda stratejik olarak ABD ile aralarına mesafe koydukları sürece, bu konudaki pozisyonları kaçınılmaz olarak Çin’inkine yakın olacaktır. Dolayısıyla Çin ile Avrupa arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine yönelik siyasi koşullar, Avrupa ülkelerinin Çin’i eleştirdiği Ukrayna savaşının yaşandığı döneme kıyasla daha iyi olacaktır.

ABD’nin müttefikleri buna hazırlanmaya başladı. Daha bu yıl Almanya Başbakanı [Olaf Scholz] Çin’i ziyaret etti ve Çin, Japonya ve Güney Kore arasındaki diyalog 4 buçuk yıl sonra yeniden başladı. Bunun nedeni açık: Trump’ın güvenlik konularında Biden kadar güçlü bir şekilde Çin’in karşısına çıkacağını düşünmüyorlar. Başka bir deyişle, Trump’ın müttefiklerine sağladığı güvenlik korumaları Biden dönemine göre çok daha zayıf olacak, bu nedenle Çin ve ABD arasında tuttukları dengeyi ayarlamaları gerektiğini biliyorlar.

-Çin son Japonya-Filipinler güvenlik anlaşmasından endişe duymalı mı?

ABD’nin başlıca stratejik rakibi olarak Çin de hazırlıklı olmalı. Çin’in de ABD müttefikleriyle ilişkilerini geliştirmek için inisiyatif alacağını düşünüyorum – muhtemelen güvenlik açısından değil. Çin’in bu ülkelerle ekonomik ve sosyal ilişkilere ağırlık vermesi daha muhtemel. Çünkü ister Avrupa, ister Japonya, ister Güney Kore ya da başka bir ülke olsun, Çin pazarına hala ihtiyaçları var.

-AB, Çin’in elektrikli araçlar gibi yeni enerji ürünlerine yönelik sübvansiyon iddialarına ilişkin soruşturma başlattı. Sizce bu tür ticari anlaşmazlıkları yönetmenin bir yolu var mı? 

ABD güvenlik konusunda müttefikleriyle arasına mesafe koydu diye Çin ile ABD müttefikleri arasındaki ekonomik ilişkiler otomatik olarak iyileşmeyecektir. Çin’in bu konuda hala yapması gereken çok şey var.

Avrupa Birliği bu konuda iyi bir örnektir. Çin ve ABD arasındaki stratejik ilişki ne olursa olsun, Avrupa, Avrupa pazarına karşı daha korumacı olma eğilimindedir. Popülizm ve korumacılık da yükselişte.

Ben şahsen Çin ve Avrupa ülkelerinin ticari anlaşmazlıkları çözmek istiyorlarsa, birbirlerine karşı kısasa kısas misilleme yapmak yerine yeni alanlarda işbirliğine odaklanmaları gerektiğini düşünüyorum. Örneğin, elektrikli otomobiller konusunda Avrupa, Çin ile üretim konusunda ortak çalışmalar yapabilir ve bunu Avrupa ülkeleri için karlı hale getirebilirse işbirliğini yeniden gözden geçirebilir. Çin’den daha fazla araba ithal etmesi, Çin’in elektrikli araba yapması için daha fazla parça ihraç edebileceği anlamına geliyor. Çin arabalarını ithal etmezse, Çin daha az üretecek ve o zaman da daha az parça ihraç edecektir. Çin ve Avrupa arasındaki ekonomik ilişkilerin gelişmesine yardımcı olabilecek böyle bir çıkar ilişkisi kurmalıdır.

-Önümüzdeki 10 yıl içinde Çin-ABD ilişkileri hakkında bir tahminde bulunmak ister misiniz? İki ülke ekonomik, teknolojik ve askeri güç açısından nasıl karşılaştırılacak?

Uluslararası ilişkiler açısından, İsrail-Gazze savaşı ABD’nin küresel siyasi etkisini azaltacaktır. Bu zaten çok açık, çünkü müttefikleri bile bu konuda onunla aralarına mesafe koymak zorunda. Bu durum savaşın sonuna kadar da değişmeyecek.

ABD’nin [uluslararası] ilişkileri daha da kötüleşirken, Çin’in [uluslararası] ilişkileri de mutlaka iyileşmek zorunda değil. Ancak ABD’nin diğer büyük güçlerle stratejik ilişkileri zayıflayacağından, Çin ile ABD arasındaki stratejik denge ABD’nin aleyhine bozulacaktır.

Çin ve ABD’nin ekonomik büyüklükleri halihazırda diğer büyük güçlerin dört ila yedi katı olduğu için, kapsamlı güç açısından Çin ve ABD önümüzdeki 10 yıl içinde diğer ülkelerle aralarındaki farkı daha da açacaktır. ABD’nin GSYİH’si, Çin hariç diğer büyük ülkelerin GSYİH’sinden en az yedi kat daha fazladır. ABD ekonomisi yılda yüzde 1 büyürse, Çin dışındaki ülkelerin aradaki farkın açılmasını önlemek için en az yüzde 7 büyümesi gerekir. Bunu başarmak mümkün değil.

Peki ya Çin? Diğer ülkelerle Çin arasındaki GSYİH farkı en az dört kat, yani … Çin yılda yüzde 2 büyürse, bu ülkelerin aradaki farkın açılmasını önlemek için yüzde 8 büyümeleri gerekecek. Bu da sadece küçük bir olasılıktır. Çin’in yıllık en az %2 ya da daha fazla büyümeyi sürdürmesi zor değil.

Çin’in ikinci çeyrek büyümesi %4,7 ile beklentilerin altında kaldı. Bunun sonucu olarak Çin ve ABD arasındaki iki kutuplu yapı daha belirgin hale gelecektir.

İkinci olarak, önümüzdeki beş yıl içinde, 2024’ten 2029’a kadar, Çin ve ABD arasındaki GSYİH farkı açılma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Neden mi? Yapay zeka ve çip araştırma ve üretiminde Çin ve ABD arasındaki fark giderek artıyor ve bu iki şey hem Çin hem de ABD ekonomilerinin giderek daha fazla bağımlı olduğu gelecekteki dijital ekonomi üzerinde büyük bir etkiye sahip.

Bir başka faktör de önümüzdeki beş yıl içinde Çin’deki yabancı ve Çinli özel yatırımların ABD’deki yabancı ve Amerikalı özel yatırımlardan daha az olabileceği. Dolayısıyla, ABD’deki toplam yatırım Çin’dekinden daha büyüktür ve ABD’nin yapay zeka ve çip araştırma ve geliştirme alanında Çin ile arasındaki fark da açılabilir. Sonuç olarak, Çin ve ABD’nin GSYİH farkı açılma tehlikesiyle karşı karşıya.

Savunma harcamaları açısından ABD yılda 900 milyar ABD dolarının üzerinde harcama yapmaktadır. Çin ise bunun yüzde 30’undan daha azını harcamaktadır. ABD de savaşlara katılıyor ve savaş deneyimi kazanıyor. Dolayısıyla önümüzdeki beş yıl içinde Çin’in askeri güç bakımından ABD ile arasındaki farkı kapatması daha az mümkün.

2030’dan 2034’e kadar ise tahmin yapmak daha zor. Çünkü 2030’a kadar “karşı küreselleşme” daha güçlü olacak ve hem Çin hem de ABD önceki beş yıla göre daha büyük kalkınma sorunlarıyla karşı karşıya kalacak. Popülizm dünyanın ideolojisine hakim olacak ve her iki ülkenin de bununla başa çıkmak için büyük politika düzenlemeleri yapması gerekecek. Her iki ülke için de içeride ve dışarıda daha büyük zorluklar yaşanacak. Bakalım kim bununla daha iyi başa çıkabilecek.

Bu dönemde Çin’in ABD ile arasındaki güç farkını kapatması gibi büyük bir ihtimal olduğunu düşünmüyorum. Ancak aradaki farkın açılmasını durdurmak mümkün. Çin ile ABD arasındaki fark bu dönemde yeniden daralmaya başlayabilir mi? Bu mümkün, ancak bu Çin’in ABD’den daha fazla politika reformu yapıp yapamayacağına bağlı.

-Yani yükselen Doğu ve gerileyen Batı fikri geçerli olmayabilir mi?

“Doğu yükseliyor ve Batı geriliyor” demekle ilgili iki sorun var. Birincisi, Doğu ve Batı’nın kimler olduğu net değil. Doğu Hindistan’ı, Brezilya’yı, Güney Afrika’yı, Vietnam’ı ya da Küba’yı kapsıyor mu? Doğu Rusya’yı da kapsıyor mu? Rusya kendisini kesinlikle bu şekilde görmüyor. O halde grupların ne olduğunu bilmiyorsak, kimin yükseldiğini ve kimin gerilediğini nasıl bilebiliriz?

İkinci olarak, bir yükseliş ve düşüşü nasıl değerlendirirsiniz? Hızlı GSYH büyümesi ya da dünya GSYH’sinde büyük bir paya sahip olmak yükseliş anlamına mı gelir? Yoksa teknolojideki daha hızlı gelişmeler mi? Doğu ve Batı’nın kim olduğunu ve yükseliş ve düşüş kriterlerini bilmediğimizde, bu sözün sadece [bazı] insanların hüsnükuruntularını yansıttığını düşünüyorum… Diledikleri şey gerçek olmayacaktır – bu karşılaştırmalı güçteki değişime bağlıdır.

Eğer Doğu’yu sadece Çin, Batı’yı da sadece ABD olarak tanımlarsanız, 2002’den 2012’ye kadar geçen 10 yılda Çin gerçekten de GSYİH açısından ABD ile arasındaki farkı hızla kapattı. Ancak bugün artık durum böyle değil. ABD doları cinsinden dünyanın toplam GSYH’sinde Çin ve ABD’nin oranını karşılaştırırsak, şu anda daralmıyor, aksine genişliyor.

-Eğer önümüzdeki on yıl içinde dünya daha da iki kutuplu hale gelecekse, bu Çin’in çok kutuplu bir düzeni destekleme politikasını nasıl etkiler?

“Çok kutupluluk” terimi dünyanın nesnel bir tanımı değildir – bu bir temennidir, gerçeklik değil. Pek çok ülke çok kutupluluğu ilerletmek istiyor, ABD bile. ABD … [dünyanın] iki kutuplu olduğunu söylemiyor, çünkü ABD Çin’in kendisiyle eşit düzeyde olduğunu kabul etmek istemiyor. Diğer büyük ülkeler de çok kutuplulukta ısrar ediyor, çünkü dünyanın bir kutbu olmak istiyorlar.

Çin dünyanın çok kutuplu hale geleceğini umuyor ve bu nedenle çok kutupluluğu teşvik edeceğini söylüyor. Ancak iki kutuplu bir yapıya doğru olan mevcut eğilimin, herhangi bir ülkenin bunu durdurma kabiliyetinden çok daha güçlü olduğu açıktır.

İki kutuplu bir dünyada, iki süper güç orta bölge ülkeleri olarak adlandırılan ülkeler için rekabet edecektir. [Bu ülkeler] taraf tutmamayı, bağlantısız olmayı tercih ederler, böylece her ikisinden de faydalanabilirler. Ancak tek kutuplu bir dünya söz konusu olduğunda bu stratejiyi kullanamazlar.

Küresel Güney” kavramı yeniden popüler olmaya başladı çünkü Çin ve ABD rekabet ettiğinde, bu ülkeler aralarındaki çatışmaları kendi çıkarlarına hizmet etmek için kullanabilirler. Bu da Çin’i dezavantajlı duruma düşürüyor.

Çin’in Küresel Güney politikası, örneğin Hindistan’ınkinden farklıdır. Çin’in mevcut politikası, kendisinin Küresel Güney kavramından dışlanmasını engellemektir. Hindistan hükümetinin politikası ise bunun tam tersi: Çin’i Küresel Güney kavramının dışında tutmak ve kendisinin bu gruplaşmanın en önemli temsilcisi olduğunu vurgulamak.

Çin, Batılı ülkeleri içermeyen BRICS gibi çok taraflı örgütlerde Rusya ile birlikte bu kavramı desteklemeyi umuyor. [Çin, üyesi olduğu tüm Batılı olmayan örgütlerin bu Küresel Güney kavramına dahil olmasını ve böylece bu grubun bir parçası olma stratejik hedefine doğal olarak ulaşabilmeyi umuyor.

-Rusya ve Ukrayna arasındaki savaş konusunda, Çin’in barış görüşmelerine aracılık etmesi mümkün mü?

Bence Rusya ve Ukrayna’nın bu yıl doğrudan diyalog kurması pek olası değil. Savaş alanında mutlak bir çıkmaz yok, dolayısıyla iki tarafın oturup konuşması pek olası değil. Her ikisi de artık savaş alanında ilerlemelerinin mümkün olduğuna inanıyor.

Trump’ın seçimi kazanıp gelecek yıl göreve geleceğini ve ABD’nin Ukrayna politikasını değiştireceğini varsayarsak, doğrudan müzakereler mümkün olacaktır. ABD Ukrayna’nın başlıca askeri destekçisi olduğu için Avrupa’nın sağladığı askeri yardım Ukrayna’yı uzun vadede desteklemeye yetmiyor. Bu durumda 2025 yılında bir müzakere ihtimal dışı bırakılamaz.

Çin ne savaşın başlatıcısı ne de katılımcısıdır. Avrupa ülkeleri ve ABD’den farklı olarak, aslında askeri yardım sağlayıcıları olarak savaşa dolaylı olarak dahil olmuşlardır. Dolayısıyla Çin’in oynayabileceği rol onlarınki kadar büyük değildir. Çin’in barış yapıcılığı yapıcıdır, ancak müzakereleri kolaylaştırmada oynayabileceği fazla bir rolü olmayabilir.

-Avrupa ülkeleri sık sık Çin’in Rusya üzerinde etkili olmasını umduklarını söylüyorlar. Sizce bu beklenti çok mu yüksek?

Nisan ayında Avrupa’yı ziyaret ettiğimde birçok kişi bana bu soruyu sordu. Bence bu soruyu sormalarının nedeni uluslararası siyasetin temel yasalarını anlamamaları. Rusya dünyada nükleer bir güç ve [BM] Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi. Çin, Rusya’yı büyük politika değişiklikleri yapması için nasıl etkileyebilir? Bu mümkün değil. İsrail nükleer silahlara sahip olmasına rağmen büyük bir güç değil ve Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi de değil. Çok küçük bir ülke ama Avrupa devletleri ve ABD birlikte Gazze’deki savaşı sürdürmesini engelleyemez. Rusya’yı barışa ikna etmek Çin’in kapasitesinin ötesindedir.

-Çin ayrıca Hamas ve El Fetih arasındaki görüşmeleri de kolaylaştırdı. Sizce Çin Gazze’deki çatışmada nasıl bir rol oynayabilir?

Bence Çin, Hamas ve El Fetih’in nasıl uzlaşabileceklerini, ortaklaşa yönetebileceklerini veya belirli siyasi ilişkiler kurabileceklerini tartışmak için savaş sonrasına kadar beklemek zorunda olduklarına inanmıyor. Çin, Gazze konusundaki tutumları ve gelecekte Filistin meselesine nasıl yaklaşacakları konusunda onları müzakere etmeye teşvik etmenin şimdi mümkün olduğuna inanıyor.

Bu nedenle Çin, Hamas ve El Fetih’i Pekin’de görüşmeye davet etti. Bunun iki taraf arasında uzlaşma için bir başlangıç noktası oluşturduğunu düşünüyorum. Bunun sonunda taraflar arasında bir uzlaşmaya varılıp varılamayacağını ve Gazze Şeridi’nin ortak yönetiminin sağlanıp sağlanamayacağını bilmiyorum çünkü müzakerelerin sonucu sadece El Fetih ve Hamas’ın uzlaşıp uzlaşamayacağına değil aynı zamanda İsrail ve ABD’nin bölgeyi yönetmelerine izin verip vermeyeceğine de bağlı. Dolayısıyla korkarım ki müzakerelerin daha çok taraflı bir uluslararası ortamda yürütülmesi gerekecek.

-Birçok kişi Güney Çin Denizi’nde bir çatışma olasılığının Tayvan Boğazı’ndakinden daha fazla olduğunu söylüyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

Tayvan meselesinin Çin ve ABD arasında askeri çatışmaya yol açma ihtimali artık daha düşük çünkü iki ülkenin bir yönetim mekanizması var. Tayvan Boğazı’ndaki askeri çatışma kontrol altına alındı, bu nedenle şimdi herkes Güney Çin Denizi meselesini tartışmaya başladı. Her iki meselenin de kazara bir çatışmayı ateşleme riski var, ancak Çin ile ABD arasında bir savaşa dönüşme riski yok.

1991’den bu yana Doğu Asya’da Güney Çin Denizi de dahil olmak üzere birçok küçük çaplı askeri çatışma yaşandığını, ancak bu bölgedeki ülkeler arasında savaş yaşanmadığını görebilirsiniz. O zamandan bu yana 33 yıl geçti, dolayısıyla Çin ve ABD’nin Doğu Asya’da küçük çaplı askeri çatışmaların ya da kazaların savaşa dönüşme ihtimalini önleyebilecek kapasitede olduğunu düşünüyorum.

-Rusya’nın Kuzey Kore için Çin’den daha öncelikli olduğu ve Moskova ile Pyongyang’ı birbirine yaklaştırdığı yönünde bazı tartışmalar var. Siz bunu nasıl görüyorsunuz? 

Kuzey Kore’nin ekonomik ve askeri gücü o kadar küçük ki Rusya’ya sağlayabileceği destek, ister savaş alanında, ister ekonomik kalkınmada, isterse de uluslararası etki anlamında olsun, çok sınırlı. Rusya için Kuzey Kore’nin desteği hiç yoktan iyidir ama önemli bir anlamı yoktur. Benzer şekilde, Rusya şu anda savaşta her şeyini ortaya koyuyor, bu nedenle Kuzey Kore’ye belirleyici ve büyük ölçekli destek sağlayamıyor.

Putin ve Kim, Batı ile artan gerilimin ortasında ‘şimdiye kadarki en güçlü’ savunma anlaşmasını imzaladı. Bu anlamda, iki taraf arasındaki ilişki nasıl gelişirse gelişsin, Kuzey Kore ve Rusya’nın Çin’e olan ihtiyacı, karşılıklı olarak birbirlerine olan ihtiyaçlarından çok daha fazladır. Dolayısıyla bu durum, ne tür bir ilişki geliştirirlerse geliştirsinler, Kuzey Kore ile Çin arasındaki ilişkinin ve Rusya ile Çin arasındaki ilişkinin önemli ölçüde etkilenmeyeceğini belirlemektedir.

 –Kore yarımadasının nükleer silahlardan arındırılması Çin’in diplomatik öncelikleri arasında yer alıyor mu?

Çin için Kore yarımadasındaki güvenlik odağımız sahada neler olup bittiğine bağlı. Farklı sorunlar farklı zamanlarda farklı krizlere yol açmıştır ve her zaman önce en acil olanları ele almanız gerekir.

Şu an için en büyük istikrarsızlık kaynağı ABD politikası ve ABD, Japonya ve Güney Kore arasında artan askeri tatbikatlardır. Kuzey Kore birkaç yıldır nükleer deneme yapmadı. Nükleer silahları olumlu bir faktör olmayabilir ancak Kore yarımadasındaki mevcut istikrarsızlığın en doğrudan nedeni de değiller.

Hem Kuzey Kore hem de ABD’nin bölgesel istikrarsızlık üzerinde etkisi var ama ABD faktörü şu anda daha büyük, daha doğrudan ve daha acil.

-ABD, Japonya ve Güney Kore arasındaki askeri ittifakın Kuzey Kore ve Çin’e karşı “caydırıcılıklarını” artıracağını düşünüyor musunuz?

Trump’ın göreve gelmesi halinde bazı değişimler olabileceğini düşünüyorum çünkü ABD halihazırda Gazze ve Ukrayna’daki savaşlara dahil olmuş durumda. Doğu Asya’da üçüncü bir askeri çatışmayı kışkırtmak ABD için iyi mi? Hem içeride hem de dışarıda başı dertte. Peki Trump neden Biden’ın politikalarını izleyip kendisini de aynı belaya bulaştırsın?

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bundan sonra Suriye

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.


Bundan sonra Suriye

Esad Ebu Halil, Consortium News

Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.

Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.

Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.

Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?

Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.

Baba: Hafız Esad

Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.

Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.

Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.

1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.

Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.

Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.

1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.

2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.

Rejimin sonunu getiren 15 neden

Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:

1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.

2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.

3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.

4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)

5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.

6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.

7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.

8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.

9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.

10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.

11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.

12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.

13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.

14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.

15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.

Cihatçıların güzellenmesi

Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.

Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.

Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.

Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.

Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English