Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Çin’de realist ekolün temsilcisi Yan Xuetong: Trump Tayvan Boğazı’nda Çin’le savaşa girmek istemez  

Yayınlanma

Çin realizminin öncülerinden Yan Xuetong, yaklaşan ABD başkanlık seçimleri öncesi değerlendirmelerde bulundu: “Trump, Tayvan Boğazı’nda Çin ile savaşa girmek istemez. Boğazda bir savaşı önleme konusunda Biden’dan daha temkinli davranacaktır… Ancak Çin ile ABD arasındaki ticari anlaşmazlığın daha da kötüleşmeye devam edeceğini düşünüyorum.”

Tsinghua Üniversitesi Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü Direktörü ve The Chinese Journal of International Politics dergisinin baş editörü olan Prof. Dr. Yan Xuetong, ayrıca Çin’de Uluslararası İlişkiler (Uİ) disiplininde realist yaklaşımın temsilcisidir.

Çin akademisinin kendine özgü, Batı dışı Uluslararası İlişkiler teorisi geliştirme çabalarına öncülük eden isimlerden biri olan Yan Xuetong, 2005 yılında Uluslararası İlişkiler disiplinini Batılı olmayan düşünce ve tarihsel deneyimlerle zenginleştirmeyi amaçlayan bir araştırma projesi başlatmıştır. Batılı realist yaklaşımın temel varsayımlarını eski Çin felsefesinden türetilen yeni kavramlarla birleştiren Yan, ahlaki realizm (moral realism) teorisini geliştirmiştir. Ahlaki realizm teorisi ile Çin’in yükselişini ve uluslararası düzendeki değişimleri açıklamayı hedefleyen Yan Xuentong, realist yaklaşımın merkezindeki ‘güç’ unsurunu Çin felsefesinden ödünç aldığı ‘ahlak’ kavramı ile birleştirerek ‘büyük güç’ için yeni bir tanımlama yapmaktadır.

Aşağıda çevirisini paylaştığımız röportaj, Yan Xuetong’un ve aynı ekolden gelen Çinli entelektüellerin, Çin’e özgü realist yaklaşımla ABD-Çin ilişkilerini, Çin’in uluslararası düzendeki rolünü ve çok kutupluluk tartışmalarını nasıl okuduğunu anlamak açısından önemli. Öte yandan Çin Uİ akademisinde Yan’ın realizmini eleştiren, eksik bulan ve özgün teori geliştirme iddiasıyla kendi kavramlarını üretmeye çalışan farklı yaklaşımlar da mevcut.

***

Önümüzdeki 10 yıl: Tsinghua Üniversitesi’nden Yan Xuetong, Trump, Tayvan ve bunların Çin için ne anlama geldiğini anlatıyor

Kawala Xie, South China Morning Post

-Sizce eski ABD Başkanı Donald Trump Tayvan konusunda nerede duruyor? Son döneminde yaptığı gibi “tek Çin” politikasına meydan okuyacak mı?

Trump’ın Tayvan konusunda ABD Başkanı Joe Biden’dan daha ileri gideceğini sanmıyorum. Biden ve Trump dönemlerinin politikalarını karşılaştırırsanız, Biden’ın [yönetiminin] Tayvan’ın bağımsızlığına Trump’tan daha meyilli olduğunu görürsünüz. Fark etmiş olabileceğiniz bir husus da Trump’ın her zaman Soğuk Savaş’tan bu yana yeni bir savaşa dahil olmayan tek ABD başkanı olduğunu iddia etmesidir. Bu ne anlama geliyor? Trump gerçekten de Tayvan Boğazı’nda Çin ile savaşa girmek istemiyor. Boğazda bir savaşı önleme konusunda Biden’dan daha temkinli davranacaktır.

-İki ülke başkanının kasım ayında San Francisco’da bir araya gelmesinden bu yana Çin ve ABD arasında bir şey değişti mi? Zirve herhangi bir şey başardı mı?

San Francisco zirvesi aslında Çin ve ABD’nin Tayvan konusunda savaşa girmesini engelledi. Çin ve ABD arasındaki ana temel sorunu çözdü.

Tayvan lideri William Lai Ching-te’nin göreve başlamasının ardından bu kez Tayvan Boğazı’nda yapılan tatbikatların son gününde Çinli ve Amerikalı askeri yetkililer bir video görüşmesi gerçekleştirdi. Bu da Çin ve ABD’nin Tayvan ihtilafının bir savaşa dönüşmesini engellemek için bir kriz yönetim mekanizması kurduğunu gösteriyor.

Çin ve ABD arasındaki çatışma ve karşı karşıya gelme zirvenin ardından durmadı ancak iki önemli şekilde değişti. Birincisi, daha da kötüye gitti: ABD, Çin’i çevreleme politikasını teknolojik ayrışmadan ticari korumacılığa kadar genişletti… Çin ile ABD arasındaki ticari anlaşmazlığın daha da kötüleşmeye devam edeceğini düşünüyorum.

Peki diğer nispeten olumlu değişiklik nedir? İki taraf, öğrenciler arasında, ikinci aşama diyaloglarda ve akademik değişimler de dahil olmak üzere sosyal değişimleri güçlendirmek için bir anlaşmaya vardı. Çin ve ABD arasındaki sosyal değişimler bir önceki yıla göre daha rahat bir hale geldi.

-Pekin bu alışverişlerin Trump’ın Beyaz Saray’a dönme ihtimali nedeniyle sekteye uğrayabileceğinden endişe ediyor mu?

Seçimin sonucu ne olursa olsun, Trump ya da Biden kazansın, Çin-ABD ilişkilerinin şu andan gelecek yılın ilk yarısına kadarki genel eğilimi sürekli kötüleşme yönünde olacaktır. Seçimler yoğunlaştıkça, her iki taraf ve partileri Çin’e karşı daha sert olmak zorunda kalıyor, bu nedenle Biden yönetimi kesinlikle ikili ilişkiler için yapıcı olmayan bazı yeni politikalar getirecektir.

Ancak kimin kazandığına bağlı olarak etkiler farklı olacaktır. Biden kazanırsa, ikili ilişkiler temelde şu anda olduğu gibi aynı yolda devam edecek. Ancak Trump kazanırsa – ki kazanma ihtimali giderek artıyor – Çin ve ABD arasındaki ekonomik çatışma artacak ve güvenlik konusundaki anlaşmazlıklarından bile daha ciddi olacak.

Trump, Çin ürünlerine yönelik gümrük vergilerini Biden’dan daha büyük ölçekte artırırsa, Çin kesinlikle kendi önlemleriyle karşılık verecektir. Eğer [Washington] Çin ürünlerinin ithalatını kısıtlarsa, Çin de Amerikan ürünlerine ancak belli bir ölçüde kısıtlama getirebilir.

-Trump kazanırsa, Çin’in Avrupa Birliği ile ilişkileri nasıl olacak?

Biden ya da Trump’ın kazanmasından bağımsız olarak, önümüzdeki yıl Çin-AB ilişkilerinde kademeli bir iyileşme olacaktır. Zira İsrail-Hamas savaşı Avrupa ülkeleri ile ABD arasındaki mesafeyi açmıştır.

Avrupa ülkeleri Gazze konusunda stratejik olarak ABD ile aralarına mesafe koydukları sürece, bu konudaki pozisyonları kaçınılmaz olarak Çin’inkine yakın olacaktır. Dolayısıyla Çin ile Avrupa arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine yönelik siyasi koşullar, Avrupa ülkelerinin Çin’i eleştirdiği Ukrayna savaşının yaşandığı döneme kıyasla daha iyi olacaktır.

ABD’nin müttefikleri buna hazırlanmaya başladı. Daha bu yıl Almanya Başbakanı [Olaf Scholz] Çin’i ziyaret etti ve Çin, Japonya ve Güney Kore arasındaki diyalog 4 buçuk yıl sonra yeniden başladı. Bunun nedeni açık: Trump’ın güvenlik konularında Biden kadar güçlü bir şekilde Çin’in karşısına çıkacağını düşünmüyorlar. Başka bir deyişle, Trump’ın müttefiklerine sağladığı güvenlik korumaları Biden dönemine göre çok daha zayıf olacak, bu nedenle Çin ve ABD arasında tuttukları dengeyi ayarlamaları gerektiğini biliyorlar.

-Çin son Japonya-Filipinler güvenlik anlaşmasından endişe duymalı mı?

ABD’nin başlıca stratejik rakibi olarak Çin de hazırlıklı olmalı. Çin’in de ABD müttefikleriyle ilişkilerini geliştirmek için inisiyatif alacağını düşünüyorum – muhtemelen güvenlik açısından değil. Çin’in bu ülkelerle ekonomik ve sosyal ilişkilere ağırlık vermesi daha muhtemel. Çünkü ister Avrupa, ister Japonya, ister Güney Kore ya da başka bir ülke olsun, Çin pazarına hala ihtiyaçları var.

-AB, Çin’in elektrikli araçlar gibi yeni enerji ürünlerine yönelik sübvansiyon iddialarına ilişkin soruşturma başlattı. Sizce bu tür ticari anlaşmazlıkları yönetmenin bir yolu var mı? 

ABD güvenlik konusunda müttefikleriyle arasına mesafe koydu diye Çin ile ABD müttefikleri arasındaki ekonomik ilişkiler otomatik olarak iyileşmeyecektir. Çin’in bu konuda hala yapması gereken çok şey var.

Avrupa Birliği bu konuda iyi bir örnektir. Çin ve ABD arasındaki stratejik ilişki ne olursa olsun, Avrupa, Avrupa pazarına karşı daha korumacı olma eğilimindedir. Popülizm ve korumacılık da yükselişte.

Ben şahsen Çin ve Avrupa ülkelerinin ticari anlaşmazlıkları çözmek istiyorlarsa, birbirlerine karşı kısasa kısas misilleme yapmak yerine yeni alanlarda işbirliğine odaklanmaları gerektiğini düşünüyorum. Örneğin, elektrikli otomobiller konusunda Avrupa, Çin ile üretim konusunda ortak çalışmalar yapabilir ve bunu Avrupa ülkeleri için karlı hale getirebilirse işbirliğini yeniden gözden geçirebilir. Çin’den daha fazla araba ithal etmesi, Çin’in elektrikli araba yapması için daha fazla parça ihraç edebileceği anlamına geliyor. Çin arabalarını ithal etmezse, Çin daha az üretecek ve o zaman da daha az parça ihraç edecektir. Çin ve Avrupa arasındaki ekonomik ilişkilerin gelişmesine yardımcı olabilecek böyle bir çıkar ilişkisi kurmalıdır.

-Önümüzdeki 10 yıl içinde Çin-ABD ilişkileri hakkında bir tahminde bulunmak ister misiniz? İki ülke ekonomik, teknolojik ve askeri güç açısından nasıl karşılaştırılacak?

Uluslararası ilişkiler açısından, İsrail-Gazze savaşı ABD’nin küresel siyasi etkisini azaltacaktır. Bu zaten çok açık, çünkü müttefikleri bile bu konuda onunla aralarına mesafe koymak zorunda. Bu durum savaşın sonuna kadar da değişmeyecek.

ABD’nin [uluslararası] ilişkileri daha da kötüleşirken, Çin’in [uluslararası] ilişkileri de mutlaka iyileşmek zorunda değil. Ancak ABD’nin diğer büyük güçlerle stratejik ilişkileri zayıflayacağından, Çin ile ABD arasındaki stratejik denge ABD’nin aleyhine bozulacaktır.

Çin ve ABD’nin ekonomik büyüklükleri halihazırda diğer büyük güçlerin dört ila yedi katı olduğu için, kapsamlı güç açısından Çin ve ABD önümüzdeki 10 yıl içinde diğer ülkelerle aralarındaki farkı daha da açacaktır. ABD’nin GSYİH’si, Çin hariç diğer büyük ülkelerin GSYİH’sinden en az yedi kat daha fazladır. ABD ekonomisi yılda yüzde 1 büyürse, Çin dışındaki ülkelerin aradaki farkın açılmasını önlemek için en az yüzde 7 büyümesi gerekir. Bunu başarmak mümkün değil.

Peki ya Çin? Diğer ülkelerle Çin arasındaki GSYİH farkı en az dört kat, yani … Çin yılda yüzde 2 büyürse, bu ülkelerin aradaki farkın açılmasını önlemek için yüzde 8 büyümeleri gerekecek. Bu da sadece küçük bir olasılıktır. Çin’in yıllık en az %2 ya da daha fazla büyümeyi sürdürmesi zor değil.

Çin’in ikinci çeyrek büyümesi %4,7 ile beklentilerin altında kaldı. Bunun sonucu olarak Çin ve ABD arasındaki iki kutuplu yapı daha belirgin hale gelecektir.

İkinci olarak, önümüzdeki beş yıl içinde, 2024’ten 2029’a kadar, Çin ve ABD arasındaki GSYİH farkı açılma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Neden mi? Yapay zeka ve çip araştırma ve üretiminde Çin ve ABD arasındaki fark giderek artıyor ve bu iki şey hem Çin hem de ABD ekonomilerinin giderek daha fazla bağımlı olduğu gelecekteki dijital ekonomi üzerinde büyük bir etkiye sahip.

Bir başka faktör de önümüzdeki beş yıl içinde Çin’deki yabancı ve Çinli özel yatırımların ABD’deki yabancı ve Amerikalı özel yatırımlardan daha az olabileceği. Dolayısıyla, ABD’deki toplam yatırım Çin’dekinden daha büyüktür ve ABD’nin yapay zeka ve çip araştırma ve geliştirme alanında Çin ile arasındaki fark da açılabilir. Sonuç olarak, Çin ve ABD’nin GSYİH farkı açılma tehlikesiyle karşı karşıya.

Savunma harcamaları açısından ABD yılda 900 milyar ABD dolarının üzerinde harcama yapmaktadır. Çin ise bunun yüzde 30’undan daha azını harcamaktadır. ABD de savaşlara katılıyor ve savaş deneyimi kazanıyor. Dolayısıyla önümüzdeki beş yıl içinde Çin’in askeri güç bakımından ABD ile arasındaki farkı kapatması daha az mümkün.

2030’dan 2034’e kadar ise tahmin yapmak daha zor. Çünkü 2030’a kadar “karşı küreselleşme” daha güçlü olacak ve hem Çin hem de ABD önceki beş yıla göre daha büyük kalkınma sorunlarıyla karşı karşıya kalacak. Popülizm dünyanın ideolojisine hakim olacak ve her iki ülkenin de bununla başa çıkmak için büyük politika düzenlemeleri yapması gerekecek. Her iki ülke için de içeride ve dışarıda daha büyük zorluklar yaşanacak. Bakalım kim bununla daha iyi başa çıkabilecek.

Bu dönemde Çin’in ABD ile arasındaki güç farkını kapatması gibi büyük bir ihtimal olduğunu düşünmüyorum. Ancak aradaki farkın açılmasını durdurmak mümkün. Çin ile ABD arasındaki fark bu dönemde yeniden daralmaya başlayabilir mi? Bu mümkün, ancak bu Çin’in ABD’den daha fazla politika reformu yapıp yapamayacağına bağlı.

-Yani yükselen Doğu ve gerileyen Batı fikri geçerli olmayabilir mi?

“Doğu yükseliyor ve Batı geriliyor” demekle ilgili iki sorun var. Birincisi, Doğu ve Batı’nın kimler olduğu net değil. Doğu Hindistan’ı, Brezilya’yı, Güney Afrika’yı, Vietnam’ı ya da Küba’yı kapsıyor mu? Doğu Rusya’yı da kapsıyor mu? Rusya kendisini kesinlikle bu şekilde görmüyor. O halde grupların ne olduğunu bilmiyorsak, kimin yükseldiğini ve kimin gerilediğini nasıl bilebiliriz?

İkinci olarak, bir yükseliş ve düşüşü nasıl değerlendirirsiniz? Hızlı GSYH büyümesi ya da dünya GSYH’sinde büyük bir paya sahip olmak yükseliş anlamına mı gelir? Yoksa teknolojideki daha hızlı gelişmeler mi? Doğu ve Batı’nın kim olduğunu ve yükseliş ve düşüş kriterlerini bilmediğimizde, bu sözün sadece [bazı] insanların hüsnükuruntularını yansıttığını düşünüyorum… Diledikleri şey gerçek olmayacaktır – bu karşılaştırmalı güçteki değişime bağlıdır.

Eğer Doğu’yu sadece Çin, Batı’yı da sadece ABD olarak tanımlarsanız, 2002’den 2012’ye kadar geçen 10 yılda Çin gerçekten de GSYİH açısından ABD ile arasındaki farkı hızla kapattı. Ancak bugün artık durum böyle değil. ABD doları cinsinden dünyanın toplam GSYH’sinde Çin ve ABD’nin oranını karşılaştırırsak, şu anda daralmıyor, aksine genişliyor.

-Eğer önümüzdeki on yıl içinde dünya daha da iki kutuplu hale gelecekse, bu Çin’in çok kutuplu bir düzeni destekleme politikasını nasıl etkiler?

“Çok kutupluluk” terimi dünyanın nesnel bir tanımı değildir – bu bir temennidir, gerçeklik değil. Pek çok ülke çok kutupluluğu ilerletmek istiyor, ABD bile. ABD … [dünyanın] iki kutuplu olduğunu söylemiyor, çünkü ABD Çin’in kendisiyle eşit düzeyde olduğunu kabul etmek istemiyor. Diğer büyük ülkeler de çok kutuplulukta ısrar ediyor, çünkü dünyanın bir kutbu olmak istiyorlar.

Çin dünyanın çok kutuplu hale geleceğini umuyor ve bu nedenle çok kutupluluğu teşvik edeceğini söylüyor. Ancak iki kutuplu bir yapıya doğru olan mevcut eğilimin, herhangi bir ülkenin bunu durdurma kabiliyetinden çok daha güçlü olduğu açıktır.

İki kutuplu bir dünyada, iki süper güç orta bölge ülkeleri olarak adlandırılan ülkeler için rekabet edecektir. [Bu ülkeler] taraf tutmamayı, bağlantısız olmayı tercih ederler, böylece her ikisinden de faydalanabilirler. Ancak tek kutuplu bir dünya söz konusu olduğunda bu stratejiyi kullanamazlar.

Küresel Güney” kavramı yeniden popüler olmaya başladı çünkü Çin ve ABD rekabet ettiğinde, bu ülkeler aralarındaki çatışmaları kendi çıkarlarına hizmet etmek için kullanabilirler. Bu da Çin’i dezavantajlı duruma düşürüyor.

Çin’in Küresel Güney politikası, örneğin Hindistan’ınkinden farklıdır. Çin’in mevcut politikası, kendisinin Küresel Güney kavramından dışlanmasını engellemektir. Hindistan hükümetinin politikası ise bunun tam tersi: Çin’i Küresel Güney kavramının dışında tutmak ve kendisinin bu gruplaşmanın en önemli temsilcisi olduğunu vurgulamak.

Çin, Batılı ülkeleri içermeyen BRICS gibi çok taraflı örgütlerde Rusya ile birlikte bu kavramı desteklemeyi umuyor. [Çin, üyesi olduğu tüm Batılı olmayan örgütlerin bu Küresel Güney kavramına dahil olmasını ve böylece bu grubun bir parçası olma stratejik hedefine doğal olarak ulaşabilmeyi umuyor.

-Rusya ve Ukrayna arasındaki savaş konusunda, Çin’in barış görüşmelerine aracılık etmesi mümkün mü?

Bence Rusya ve Ukrayna’nın bu yıl doğrudan diyalog kurması pek olası değil. Savaş alanında mutlak bir çıkmaz yok, dolayısıyla iki tarafın oturup konuşması pek olası değil. Her ikisi de artık savaş alanında ilerlemelerinin mümkün olduğuna inanıyor.

Trump’ın seçimi kazanıp gelecek yıl göreve geleceğini ve ABD’nin Ukrayna politikasını değiştireceğini varsayarsak, doğrudan müzakereler mümkün olacaktır. ABD Ukrayna’nın başlıca askeri destekçisi olduğu için Avrupa’nın sağladığı askeri yardım Ukrayna’yı uzun vadede desteklemeye yetmiyor. Bu durumda 2025 yılında bir müzakere ihtimal dışı bırakılamaz.

Çin ne savaşın başlatıcısı ne de katılımcısıdır. Avrupa ülkeleri ve ABD’den farklı olarak, aslında askeri yardım sağlayıcıları olarak savaşa dolaylı olarak dahil olmuşlardır. Dolayısıyla Çin’in oynayabileceği rol onlarınki kadar büyük değildir. Çin’in barış yapıcılığı yapıcıdır, ancak müzakereleri kolaylaştırmada oynayabileceği fazla bir rolü olmayabilir.

-Avrupa ülkeleri sık sık Çin’in Rusya üzerinde etkili olmasını umduklarını söylüyorlar. Sizce bu beklenti çok mu yüksek?

Nisan ayında Avrupa’yı ziyaret ettiğimde birçok kişi bana bu soruyu sordu. Bence bu soruyu sormalarının nedeni uluslararası siyasetin temel yasalarını anlamamaları. Rusya dünyada nükleer bir güç ve [BM] Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi. Çin, Rusya’yı büyük politika değişiklikleri yapması için nasıl etkileyebilir? Bu mümkün değil. İsrail nükleer silahlara sahip olmasına rağmen büyük bir güç değil ve Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi de değil. Çok küçük bir ülke ama Avrupa devletleri ve ABD birlikte Gazze’deki savaşı sürdürmesini engelleyemez. Rusya’yı barışa ikna etmek Çin’in kapasitesinin ötesindedir.

-Çin ayrıca Hamas ve El Fetih arasındaki görüşmeleri de kolaylaştırdı. Sizce Çin Gazze’deki çatışmada nasıl bir rol oynayabilir?

Bence Çin, Hamas ve El Fetih’in nasıl uzlaşabileceklerini, ortaklaşa yönetebileceklerini veya belirli siyasi ilişkiler kurabileceklerini tartışmak için savaş sonrasına kadar beklemek zorunda olduklarına inanmıyor. Çin, Gazze konusundaki tutumları ve gelecekte Filistin meselesine nasıl yaklaşacakları konusunda onları müzakere etmeye teşvik etmenin şimdi mümkün olduğuna inanıyor.

Bu nedenle Çin, Hamas ve El Fetih’i Pekin’de görüşmeye davet etti. Bunun iki taraf arasında uzlaşma için bir başlangıç noktası oluşturduğunu düşünüyorum. Bunun sonunda taraflar arasında bir uzlaşmaya varılıp varılamayacağını ve Gazze Şeridi’nin ortak yönetiminin sağlanıp sağlanamayacağını bilmiyorum çünkü müzakerelerin sonucu sadece El Fetih ve Hamas’ın uzlaşıp uzlaşamayacağına değil aynı zamanda İsrail ve ABD’nin bölgeyi yönetmelerine izin verip vermeyeceğine de bağlı. Dolayısıyla korkarım ki müzakerelerin daha çok taraflı bir uluslararası ortamda yürütülmesi gerekecek.

-Birçok kişi Güney Çin Denizi’nde bir çatışma olasılığının Tayvan Boğazı’ndakinden daha fazla olduğunu söylüyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

Tayvan meselesinin Çin ve ABD arasında askeri çatışmaya yol açma ihtimali artık daha düşük çünkü iki ülkenin bir yönetim mekanizması var. Tayvan Boğazı’ndaki askeri çatışma kontrol altına alındı, bu nedenle şimdi herkes Güney Çin Denizi meselesini tartışmaya başladı. Her iki meselenin de kazara bir çatışmayı ateşleme riski var, ancak Çin ile ABD arasında bir savaşa dönüşme riski yok.

1991’den bu yana Doğu Asya’da Güney Çin Denizi de dahil olmak üzere birçok küçük çaplı askeri çatışma yaşandığını, ancak bu bölgedeki ülkeler arasında savaş yaşanmadığını görebilirsiniz. O zamandan bu yana 33 yıl geçti, dolayısıyla Çin ve ABD’nin Doğu Asya’da küçük çaplı askeri çatışmaların ya da kazaların savaşa dönüşme ihtimalini önleyebilecek kapasitede olduğunu düşünüyorum.

-Rusya’nın Kuzey Kore için Çin’den daha öncelikli olduğu ve Moskova ile Pyongyang’ı birbirine yaklaştırdığı yönünde bazı tartışmalar var. Siz bunu nasıl görüyorsunuz? 

Kuzey Kore’nin ekonomik ve askeri gücü o kadar küçük ki Rusya’ya sağlayabileceği destek, ister savaş alanında, ister ekonomik kalkınmada, isterse de uluslararası etki anlamında olsun, çok sınırlı. Rusya için Kuzey Kore’nin desteği hiç yoktan iyidir ama önemli bir anlamı yoktur. Benzer şekilde, Rusya şu anda savaşta her şeyini ortaya koyuyor, bu nedenle Kuzey Kore’ye belirleyici ve büyük ölçekli destek sağlayamıyor.

Putin ve Kim, Batı ile artan gerilimin ortasında ‘şimdiye kadarki en güçlü’ savunma anlaşmasını imzaladı. Bu anlamda, iki taraf arasındaki ilişki nasıl gelişirse gelişsin, Kuzey Kore ve Rusya’nın Çin’e olan ihtiyacı, karşılıklı olarak birbirlerine olan ihtiyaçlarından çok daha fazladır. Dolayısıyla bu durum, ne tür bir ilişki geliştirirlerse geliştirsinler, Kuzey Kore ile Çin arasındaki ilişkinin ve Rusya ile Çin arasındaki ilişkinin önemli ölçüde etkilenmeyeceğini belirlemektedir.

 –Kore yarımadasının nükleer silahlardan arındırılması Çin’in diplomatik öncelikleri arasında yer alıyor mu?

Çin için Kore yarımadasındaki güvenlik odağımız sahada neler olup bittiğine bağlı. Farklı sorunlar farklı zamanlarda farklı krizlere yol açmıştır ve her zaman önce en acil olanları ele almanız gerekir.

Şu an için en büyük istikrarsızlık kaynağı ABD politikası ve ABD, Japonya ve Güney Kore arasında artan askeri tatbikatlardır. Kuzey Kore birkaç yıldır nükleer deneme yapmadı. Nükleer silahları olumlu bir faktör olmayabilir ancak Kore yarımadasındaki mevcut istikrarsızlığın en doğrudan nedeni de değiller.

Hem Kuzey Kore hem de ABD’nin bölgesel istikrarsızlık üzerinde etkisi var ama ABD faktörü şu anda daha büyük, daha doğrudan ve daha acil.

-ABD, Japonya ve Güney Kore arasındaki askeri ittifakın Kuzey Kore ve Çin’e karşı “caydırıcılıklarını” artıracağını düşünüyor musunuz?

Trump’ın göreve gelmesi halinde bazı değişimler olabileceğini düşünüyorum çünkü ABD halihazırda Gazze ve Ukrayna’daki savaşlara dahil olmuş durumda. Doğu Asya’da üçüncü bir askeri çatışmayı kışkırtmak ABD için iyi mi? Hem içeride hem de dışarıda başı dertte. Peki Trump neden Biden’ın politikalarını izleyip kendisini de aynı belaya bulaştırsın?

DÜNYA BASINI

Eşitliğin ve eşitsizliğin şaşırtıcı kökenleri

Yayınlanma

Editörün notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, düşünce tarihi üzerine çalışan Samuel Moyn’un eşitlik (ve eşitsizlik) üzerine yazılmış kitaplar üzerine yaptığı kısa bir literatür taraması ve değerlendirmeleri içeriyor. Özellikle 2008 küresel mali krizinin ardından eşitlik üzerine araştırmaların, bu işin pratiğiyle birlikte arttığına işaret eden Moyn, insanlar arasındaki eşitlik fikrinin, tıpkı eşitsizlik fikri gibi, nasıl bir “iman” haline gelebildiğini de tartışıyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.

‘Liberaller çözmeyi reddettikleri iç sorunlar için düşmanları günah keçisi ilan ettiler’


Zigzag: Eşitliğin şaşırtıcı kökenleri ve politikaları

Samuel Moyn
The Nation
27 Ağustos 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Jeremy Irons, Margin Call [Oyunun Sonu] filminin sonunda yaptığı tüyler ürpertici konuşmada hiç kimsenin eşitliğe inandığını söylememesi gerektiğinden, çünkü insanların gerçekte böyle bir şey olduğunu düşünmediklerinden bahseder: Bu fikir, hiyerarşinin özünde değişmeyen bir biçimde sürmesini ustaca gizlemektedir. “Bugün durum her zamankinden farklı değil,” diye açıklar mesela bir astına. “Her zaman aynı oranda kazananlar ve kaybedenler olmuştur ve böyle de olacaktır. … Evet, belki bugün her zamankinden daha çok sayıda insan var dünyada, peki ya yüzdeler ne durumda? Onlar neredeyse tamamen aynı kalacaklar.”

Oysa pek çok kişi için 2008 mali krizine verilen tepki, Irons’ın bahsi geçen alaycı tepkisinden epey farklıydı. Bu kriz, son 50 yılda görülenden çok daha fazla toplumsal eşitlik bilinci doğurdu, tabii eleştirisini de… 2011’de Occupy Wall Street hareketi ile başlayan “yüzde 1’in” yükselişinden endişe duyan çok sayıda Amerikalı, sonunda Bernie Sanders’ın 2016 ve 2020’deki başkanlık kampanyaları etrafında birleşti. Bu yıllarda Fransız ekonomi profesörü Thomas Piketty de hareketi haklı çıkaran kanıtlar sundu: 2014’te İngilizce olarak yayımlanan Capital in the Twenty-First Century [Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital] adlı kitabında, bilhassa Kuzey Atlantik dünyasında ekonomik eşitsizliğin artmakta olduğunu teyit etmekteydi. Piketty, durumun Irons’ın Margin Call’da tanımladığından farklı şekilde, eş zamanlı olarak hem daha kötü hem de daha iyi olduğunu gösteriyordu. Yani kapitalizmin içsel dinamiklerinin genel olarak eşitsizliği artırdığını, ancak siyasi hareketler ile bu eşitsizliğin pekâlâ azaltabileceğini…

Piketty’nin Kapital’i beklenmedik bir şekilde çok satanlar listesine girdi ve “eşitsizlik” meselesi, makaleler, kitaplar ve hatta tweetlerle analiz ve şikâyet edilen (ve nadiren de olsa haklı çıkarılan) yeni yüzyılın karakteristik bir kaygısı haline geldi. Fakat, bu kitabın yayımlanmasının üzerinden geçen on yılın ardından, tarihçiler, ekonomistler ve siyaset teorisyenleri artık farklı bir dizi soru üzerinde de kafa yoruyorlar: Eşitsizliğin süregelen varlığı ve nedenleri hakkında değil, bunun tam karşıtı olan eşitlik için ahlaki zorunluluğun kökenleri hakkında. Piketty, A Brief History of Equality [Eşitliğin Kısa Tarihi] isimli çalışmasında 20. yüzyılın ortalarındaki eşitlikçi gelir ve servet dağılımının neoliberal çağda nasıl tersine döndüğünü kendi görüşleriyle ortaya koymuştu. Geçtiğimiz yıl ise, artık standart hale gelen bu anlatıyı temelden genişleten yeni bir yayın dalgası ortaya çıktı. Darrin McMahon’un epey iddialı Equality [Eşitlik] kitabı, sınıf eşitsizliğine ilişkin modern dönem kaygılarını tarihsel bir zemine oturtuyor. Paul Sagar’ın Basic Equality’si [Temel Eşitlik] tüm insanların eşit yaratıldığı inancının erken modern dönemde nasıl ortaya çıktığına dair doyurucu bir açıklama sunuyor. Yine Teresa Bejan’ın da “What Was the Point of Equality?” [“Eşitliğin Amacı Neydi?“] çalışması ve pek yakında çıkacak olan First Among Equals [Eşitler Arasında Birinci] kitabında yer alacak olan bir inceleme de bu bağlamda düşünülebilir. David Lay Williams ise The Greatest of All Plagues [Tüm Belaların En Büyüğü] adlı kitabında Platon’dan Marx’a kanonik düşünürlerin kendi çalışmalarında ekonomik hiyerarşi konusunu nasıl ele aldıklarını irdeliyor. Bu kitapların her biri, eşitlik idealinin nereden geldiği sorusunu yanıtlamaya yardımcı oluyor. Ancak bu soruyu bir kez sormak daha da önemli bir soruyu gündeme getiriyor: Eşitlik başlı başına önemli bir şey midir sahiden?

McMahon Eşitlik’te bize hayranlık uyandıracak derecede geniş bir tarihsel aralık sunuyor. Bu, daha önce dahilik ve mutluluk üzerine yazdığı kitaplarda gösterdiğine benzer şekilde, tarihsel bulguları bin yıllar boyunca sentezleme yeteneğinin bir başka tezahürü gibi. “Büyük Tarih” yazarı Peter Turchin’in “eşitlikçiliğin ‘Z-Eğrisi’” olarak adlandırdığı şeyi yeniden yorumlayan McMahon, eşitliğin insanlık tarihi boyunca çizdiği zigzagların haritasını çıkarıyor. Yazara göre hominid atalarımız, tıpkı günümüzün yüksek primatlarının olduğu türden bir hiyerarşiye bağlıydı. Sonrasında insanlar bu eşitsiz tahakkümü hafifleten daha işbirlikçi ve müşterek yaşam biçimleri geliştirdiler. Bu “zig” dönemiydi. Ardından ise, Neolitik Devrim ile geriye doğru büyük bir adım atıldı, bu günümüzden kabaca 10 bin yıl öncesine tekabül ediyor. Bu dönemde tarıma olan bağımlılığın artması, insan toplumunun işçiliğe ihtiyaç duyması anlamına geliyordu ve ilk devletler soyluları ve kralları yükseltmeye başladı. “Zag” ise buydu. Daha genel bir ifadeyle, işte o zamandan bu yana tarihin eğilimi eşitliğin lehinde daha fazla olmuştur.

McMahon bu hikâyeyi anlatırken bir yandan da Yunan siyasi mucizesini, Hıristiyanlık gibi dinleri (özellikle de Reform’u), Aydınlanma’yı ve ardından gelen devrimleri inceliyor. Bununla da kalmıyor, hem yerel hem de küresel düzeyde sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırksal adalet için çağdaş toplumsal hareketleri ve grup içi eşitlik çağrısı yapan hareketleri (geçmişten ve tabii günümüzden) irdeleyerek anlatısını tamamlıyor.

18. yüzyıl Fransa’sı konusundaki ihtisasıyla tanınan McMahon, sadece felsefe tarihinin en büyük eşitlikçisi Jean-Jacques Rousseau gibi bir ismi yetiştirdiği için değil, aynı zamanda bu döneme ve mekâna odaklanması hasebiyle de son derece yerinde bir iş yapmıştır. Nitekim hem çağımızın şafağını oluşturan Aydınlanma’nın eşit siyasi statü ve yurttaşlık geleneklerini yeniden canlandırmış hem de Rousseau’yu aşırı sınıf eşitsizliği konusundaki kaygılarını merkeze alarak ölümsüzleştirmiştir. Unutulmamalı ki Aydınlanma, Atlantik’in her iki yakasında siyasi devrimlere ve özgür erkeklerin (Rousseau’nun nefret ettiği kadınların değil!) iradesini temsil etmeye çalışan ve ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri hafifletebilecek bir yasalar bütününe zemin hazırlamıştır.

Ne var ki McMahon bu dönemi anlatırken dahi Fransız Devrimi’nin eşitliğin yayılmasındaki katalizör etkisinden bahsetmekte şaşırtıcı şekilde isteksizdir. 1789’un Avrupa ve Amerika’da köleleştirilenler, Yahudiler ve kadınlar tarafından ve onlar adına bir dizi yeni hakkı ve talebi ateşlediğini kabul etmektedir, evet. Ancak devrim sırasında kurulan öncü Jakoben refah tedbirlerini küçümsemekte ve dönemin eşitliği “kutsallaştırmasının” kaçınılmaz olarak “kayıtsızları” cezalandırmak anlamına geldiğinden kaygılanmaktadır.

McMahon’un çalışması muazzam bir başarı sayılabilecek olsa da, hırsı birbirine rakip ve potansiyel olarak çelişkili hikayeler anlatmaya zorluyor; bazen ise bunların tek ve tutarlı bir bütün oluşturduğunu düşündüğü izlenimi veriyor. Antropolog Marshall Sahlins’in “ilk refah toplumu” olarak adlandırdığı avcı-toplayıcı kabilelerdeki eşitlik, atalarımızın ideolojik olarak eşitliğe bağlı oldukları anlamına gelmez. Yine de Hıristiyanlar ideolojik olarak eşitliğe bağlıydılar, ancak Tanrı’nın gözünde tüm insanların eşit olduğunu söylemenin hiçbir şekilde siyasi ve ekonomik eşitlik anlamına gelmediğini de unutmamak gerek. Eşit koşulların ideolojik bağlılığa bağlı olmadığı gibi eşitlik ideolojileri de başka eşitlik biçimlerinin “kendiliğinden” talep edildiği anlamına gelmez. Öyle ki Hıristiyanlık, herkesin Tanrı’nın gözünde eşit değerde olduğunu söylemeyi kolaylaştırmıştır, fakat bundan pek de bir şey çıkmaz. Hıristiyanlık sonrası çağda ise, pek çok kişi halen eşitliğin sosyal boyutları –sosyal veya siyasi statüde eşit görülmek– ile hayattaki iyi şeylerin nasıl dağıtılacağı konusundaki eşitlik arasındaki bağlantıyı inkâr etmektedir.

McMahon’un hikayesi yüzyıllar boyunca farklı katkıların aslında sadece bir tür eşitlikle ilgili olduğunu göstererek, bu ayrımların tümünü kapsamak zorunda kalıyor. Ve öyle görünüyor ki eşitlik diye bir şey yok ya da olsa olsa belirli eşitlik türleri var. Ve bahsi geçen kitap tam da eşitlik tarihini tüm çeşitliliği içinde bir araya getirme hırsının ağırlığı altında çökmeye çok yaklaştığı için değerli. Bu aynı zamanda bir grup akademisyenin McMahon’un bin yıllık hikayesindeki iki kritik mesele hakkında nokta atışı detaylar eklemesini de sağlıyor. Biri insanların [en azından ilk etapta] eşit olduklarını düşünmelerini, diğeri ise kazandıkları ve sahip oldukları arasındaki eşitsizliğin yanlış olabileceğini yüksek sesle söylemeyi mümkün kılması.

Paul Sagar’a göre, yeni kitabı Basic Equality’de ideolojik eşitlik olarak adlandırabileceğimiz şeyin –yani tüm insanların eşit olduğu fikrinin– kökenleri halen gizemini korumaktadır. Sagar, Platon’dan bu yana siyaset teorisinin doğal farklılık görüşüne odaklandığını, insanlar arasında derin ve ortadan kaldırılamaz görünen eşitsizlikleri vurguladığını öne sürüyor. Örneğin, erkekler ve kadınlar o kadar uzun süre farklı muameleye tabi tutulmuşlardır ki, bu farklı muamele artık dünyanın kanunu olarak kabul edilirken, ten rengindeki fenotipik farklılıklar –hiçbir zaman tamamen önemsiz olmasa da– modern dönemde biraz daha önemli hale gelmiştir. Öyleyse, pratikte ne kadar göz ardı edilirse edilsin, herkesin eşit olduğu inancını sadece inandırıcı değil aynı zamanda hegemonik kılan şey nedir?

Bir nesil önce, hukuk felsefecisi Jeremy Waldron böyle bir inancı ancak dini dogmanın sağlayabileceğini savunmuştu. Sagar, diğer herkesin (yani hem inanmayanların hem de durumu kavramaktan uzak Hıristiyanların) neden eşitlik taahhüdünde bulunmaları gerektiği konusunda endişeli. Ancak Sagar, eşitliği haklı çıkarmak için insanlığın kalıcı bir özelliğini (akıl yetimiz, ölümsüz ruhumuz veyahut fiziksel kırılganlığımız) aramak yerine, bunu –insanların önce Hıristiyanlık altında daha sonra ise seküler bir kılıkta inanmaya başladığı– sosyal bir kurgu olarak düşünmenin çok daha yerinde olacağını savunuyor. Ve devamla, “Bu kurgunun ne kadar yakın zamanda popüler hale geldiğini gizlememeliyiz” diyor (Bazıları bu kurgunun aslında tam anlamıyla hiçbir zaman popüler olmadığını düşünecektir).

Sagar’ın savı ne kadar parlak olursa olsun, modern zamanın tartışmalı eşitleme siyasetinin yükselişi hakkında hemen hiçbir şey söylemiyor. Herkesin bir anlamda ahlaki açıdan eşit olduğuna dair Hıristiyan ve daha sonra da seküler inanç, genellikle yasal, pratik ve servetteki büyük eşitsizliklerle malul olmuştur. Bir başka deyişle, insanlar eşit oldukları fikrini yeniden yeniden öğrenmek zorunda kalmışlardır (ki Sagar bunun kendi başına değerli bir çaba olduğunu düşünür). Ne var ki bu, insanların böylesine bir inanca rağmen birbirlerine nasıl bu kadar eşitsiz davranabildiklerini açıklamıyor.

McMahon gibi Teresa Bejan da düşünürlerin antik dünyada eşitliği nasıl kavramsallaştırdıkları ile modern zamanlarda nasıl gördükleri arasında ayrım yapmayı göz önünde tutarak “parite” kavramının yükselişine odaklanır, yani bir toplumdaki insanların eşit muamele görmesi gerektiği fikrine. Açmak gerekecekse, eşitlik aynılığı varsayarken, insanlara “pariteryen” bir ruhla davranmak farklılığı varsayar. Örneğin Bejan, “What Was the Point of Equality?” [„Eşitliğin Anlamı Neydi?“] ismini verdiği çalışmasında 17. yüzyıl İngiltere’sini tartışırken, feodalite sonrası bir dünyada neredeyse herkesin eşitlik fikrini nasıl kabul ettiğini ortaya koymaktadır: Herkes (en azından her beyaz erkek) bir anlamda eşit yaratılmıştı. Ancak [İngiliz İç Savaşı döneminin siyasi hareketleri olan] Kazıcılar ve Tesviyeciler [the Diggers and the Levellers] gibi radikal gruplar eşitlikten çok daha fazlasını hedefliyorlardı: Farklı eşit erkek grupları arasında da parite. Bejan’a göre, onlar ve onların günümüzdeki eşitlikçi hareketlerdeki ardılları eşitlik dilini kullansalar da istedikleri daha özel bir şey: Bazı insanların zaten sahip olduğu muameleye diğerlerinin de erişmesini sağlamak. Eşitlik, Bejan’ın da altını çizdiği gibi, farklı teamüller ile uyumlu olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Parite ise, madunların ayrıcalıklılarını daha üst bir seviyeye yerleştirmekte ısrar eder.

Bejan da Sagar da, temel statü ile ilgili kaygılara daha çok odaklandıkları için, ekonomik hiyerarşiye dönük sol tandanslı öfkenin sadece Kazıcılar gibi küçük gruplar için değil, aynı zamanda modern çağda milyonlarca insan için de merkezi bir önem arz ettiğini ya da Occupy, “Pikettymania” ve Sanders’ın bu bilinci nasıl yeniden canlandırdığını incelemiyorlar. İşte bu soru David Lay Williams’ın The Greatest of All Plagues isimli harikulade yeni çalışmasının merkezinde yer alıyor.

Williams kitabın amacının uzun zamandır gözden kaçan bir şeye dikkat çekmek olduğunu söylüyor: Batı’nın kanonik siyasi düşünürlerinin birikmiş servetin ısrarlı eleştirmenleri oldukları gerçeğine. Platon ve Yeni Ahit ile başlasa da, Williams’ın ekonomik eşitsizlikle ilgili akıl yürütmelerindeki süreklilikleri ve değişiklikleri kaydetmesine yardımcı olan asıl olarak Rousseau, Marx ve John Stuart Mill’i tartışmasıdır. Platon doğal farklılık gibi kavramlara bağlı olabilir elbet, ancak Williams’ın gözlemine göre, o aynı zamanda çok az elde toplanan fazla paranın ve bunun yarattığı yoksulluğun sonuçlarının da siyasi istikrar için oluşturduğu tehditlerin farkındaydı. Yine Rousseau da ekonomik eşitsizliğin, özellikle de nesilden nesile aktarılan ve kalıcı bir ayrıcalık biçimi oluşturan servetin siyasi sonuçlarını son derece açık şekilde vurgulamıştı. Platon için dahi, [bu eşitsiz halin yarattığı] husumetin aşırı güçlenmesine izin verilirse tehlikeli bir huzursuzluk körükleyeceği aşikârdı. Ancak Rousseau için tehlikeler daha da ileri gitti: 18. yüzyılın yeni ticaret ve ihtişam çağının ekonomik eşitsizliği, diğer eşitlik biçimlerini de farklı biçimlerde tehdit ediyordu.

Tıpkı McMahon gibi Williams da çalışmasında uzun uzadıya Marx’ı tartışıyor. Marx’ın eşitlikten bu kadar az bahsetmesi kimilerine şaşırtıcı gelebilir; zira gerçekten de eşitlik meselesine oldukça az yer vermiştir – özellikle de Rousseau ile kıyaslandığında. Bu noktada ilk komünist olarak anılan ve Fransız Devrimi’nin ideallerini kurtarmak için “eşitlerin komplosu” çağrısında bulunan Gracchus Babeuf’tan herhalde bahsetmeye dahi gerek yok. McMahon’ın tartıştırdığı gibi, “eşitlik” kelimesi Komünist Manifesto’da sadece bir kez ve neredeyse aşağılayıcı bir bağlamda geçer. Rousseau, modern ticari toplumların muazzam bir sorunu olarak ele aldığı ekonomik eşitsizliğe odaklanırken, Marx bunu yapmamıştır. Onun asıl kaygısı daha ziyade “özgürlüğün yokluğu”, özellikle de işçilerin üzerinde hiçbir kontrole sahip olmadığı bir emek sürecinde işçinin üretim eylemine ve etkinliğine yabancılaşmasıdır.

Branko Milanović: Soğuk Savaş ekonomisi toplumsal sınıfların varlığını inkar etme girişimiydi

Williams, özgürlüğün Marx’ın öncelikli hedefi olduğunu kabul eder, ama aynı zamanda “Marx’ın aşırı ekonomik eşitsizlik sorununa karşı hissettiği endişenin, onun eleştirel ve yapıcı siyaset felsefesinin altında yatan güçlü bir ilke olduğunu” da öne sürer. Bu, nereden baksanız oldukça yerinde bir değerlendirmedir: Çağdaş küresel eşitsizlik analisti Branko Milanović’in modern ekonomistleri ele aldığı son çalışması olan Visions of Inequality’de tartıştığı gibi, Marx zamanının Kuzey Atlantik’i servette giderek daha büyük bir eşitsizliğe sahne olmuştu –örneğin Birleşik Krallık’ta en tepedeki yüzde 1 servetin yüzde 60’ına sahipti– böyle düşünüldüğünde, Marx düşüncesinde ekonomik eşitsizliğin bir arka plan oluşturması son derece doğaldır. Fakat bu durum, Marx’ın eşitsizlik halini kendi başına değil, özgür olmama haliyle birlikte ele almasını daha da önemli kılmaktadır: Nitekim, eşitsiz bir toplumun özgür olmayan bir toplum olması muhtemeldir. Yine de her halükârda Marx için insanların birbirlerine yapabileceği en kötü şey eşitsizlik değil, sömürüdür.

O halde, Marx’ın politik ekonomi teorisinin kapitalizmin tam teçhizatlı bir yorumunu içermesine şaşmamak gerek. Tek başına yüzde 1’e odaklanmamış, bunun yerine Kapital ile emek sürecinden siyasal devrim ortaya çıkaracağını düşündüğü sistemsel dinamiklere kadar her şeyi incelemeye adamıştır. Aynı şekilde, komünist özgürleşmenin, özgür toplumsal ilişkilerden sapmadığı sürece, insanların sahip oldukları ve elde ettikleri şeylerde bazı eşitsizliklere izin verebileceğini varsaymıştı. McMahon’un gözlemlediği gibi hem Lenin hem de Stalin, ustalarına sadık kalarak, “eşitlik yaygaracılığını”, özellikle de sınıfların ortadan kaldırılmasına yanaşmayan bir burjuvanın adaletsizlikten dem vurması anlamına geliyorsa, kesinkes reddetmişlerdir.

Marksist olsun ya da olmasın, Marx’ın işaret ettiği nokta, eşitsizliğe kafa yormakla geçen on yılımızı kapatabilmek için son derece önemli. Bu noktada McMahon’un “Y kuşağı” araştırmasından çıkardığı büyük sonuçlar hem yatıştırıcı hem de iç karartıcı. Eşitliğin insanlık tarihi boyunca devam eden oluşum ve gelişiminin büyük hikayesini anlatırken, eşitlik ve eşitsizliğin zorunlu olarak iç içe geçtiğini vurgulamayı tercih ediyor – herhalde yazdıkları içinde en ürkütücü olanı da dışlanmışları yok ederken ari “ırk” içinde bir eşitlik arayan faşizmle ilgili bölümündedir (Tam da burada Nasyonal Sosyalist gazete Der Angriffin “Üniforma tüm insanları eşit kılar” savını hatırlamak gerek).

McMahon, ne tür bir eşitlikçi toplum arayışında olunursa olunsun, bazı eşitsizlik biçimlerinin var olmaya devam edeceğini öne sürüyor; ona göre insanlar eşitlik karşısında kararsız bir şekilde evrimleşmiştir, zira pek çok şey rekabetçi üstünlüğe göre inşa edilmiştir. Belirli bir toplumda nasıl bir eşitlik tesis edilirse edilsin bu, her zaman hiyerarşileri içerecektir. Eğer insanlar hiçbir zaman her açıdan eşit olmayacaklarsa, diyor McMahon, o halde eşitsizlik çeşitli biçimlerde devam edecek, hatta bazı biçimleri en aza indirilse bile genel durum daha da kötüleşecektir.

Bugüne kadarki en büyük eşitlik tarihçimizin vardığı tüm bu sonuçlar dikkat çekicidir, ancak Marx’ın da dediği gibi asıl önemli olan eşitsizlikleri ortadan kaldırmaktır. Hem yasal hem de dağıtımda eşitlik çığır açan gelişmelerdi ve tersine çevrildiklerinde ortaya çıkan öfke son zamanların en umut verici gelişmelerinden biridir. Ancak bu, nasıl bir anlam taşırsa taşısın, toplumun tüm boyutlarda tam eşitliğe ulaşabileceği ya da ulaşması gerektiği anlamına gelmez. Ancak, Marx’ın vardığı sonuçla da tutarlı olarak, eşitsizliğin ne zaman ve hangi biçimlerde ortadan kaldırılabilir bir adaletsizlik olduğu ya da özgürleşme adına harekete geçilmesi gereken bir şey olduğu konusunda netleşmeyi içermelidir. Birkaç ay önce tarihçi Quinn Slobodian, Piketty’den bu yana eşitsizlikle ilgili yazılıp çizilenlerin tümünü reddeden bir pozisyonda. Slobodian’a göre bu, Piketty’nin “Brahman solu” olarak adlandırdığı, yani “yüksek eğitimli, sisteme yönelik eleştirileri tüketmeye istekli ancak sistemin dönüşümünü riske atamayacak kadar maddi çıkar bağları ile bağlı olan insanların” oyalanmak için icat ettikleri bir takıntı olabilirdi ancak.

Eşitsizlik üzerine yazılan kitaplar konusunda biraz daha hoşgörülüyüm, ben de bir tane yazdım. Ancak bunun başka bir nedeni daha var: Eşitsizliği dert edinmek daha üst bir duyarlılığa çıkan bir basamak gibidir; bu da sadece okurların kendi terimlerinin ötesine geçmelerine yardımcı oldukları dahi düşünüldüğünde memnuniyetle karşılamak için yeterli aslında. Sonuçta, daha derin sorunların –yerel ve küresel ölçekteki özgürlük yoksunluğu da dahil– hangilerinin daha önemli olduğuna karar vermemiz için bizi zorluyorlar.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bill Gates Afrikalıları nasıl aç bırakıyor?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Başta Bill Gates olmak üzere dünyadaki dev tekellerin sahiplerinin birçok bölgede devasa tarım arazilerini “kapattığı” haberlere yansıyor. Çeşitli kelime oyunları ve albenili projelerle tarım arazilerine el konuluyor, özellikle Afrika’da küçük çiftçiler borç batağına sürükleniyor, çok uluslu tarım ve gıda şirketlerinin ağına düşüyor ve mülksüzleştiriliyor. Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Afrika’da Gates Vakfı tarafından finanse edilen “yeşil tarım” projelerinin bu kapsamda rolünü ifşa ediyor. Gates Vakfı, geçimlik tarımı pazar için üretim yapan tarıma dönüştürürken, ürün çeşitliliğini azaltıyor ve tohum ile gübre sektöründe Afrikalıları çok uluslu tekellere bağımlı ve borçlu hale getiriyor. İşin daha kötü tarafı ise, Afrika’da kimi ülkelerin bu nedenle açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalması.

Bill Gates ve Mark Zuckerberg neden tarım arazisi satın alıyor?


Bill Gates Afrika tarımında Tanrı’yı oynuyor ve yanılıyor

Simon Allison
Mail & Guardian
3 Eylül 2024

Afrika, gezegendeki en hızlı büyüyen nüfusa sahip. Bu kıtada 2050 yılına kadar 2,4 milyardan fazla insan yaşayabilir. Hepsini beslemek, Afrikalı liderlerin karşı karşıya olduğu en büyük politika sorunudur.

Mevcut nüfusu bile besleyemediğimiz düşünüldüğünde, sorunun boyutu ürkütücüdür. Bugün Afrika’da yaşayan 1,5 milyar insanın yaklaşık %10’u ciddi gıda güvensizliği ile karşı karşıya; bu da bazen günlerce doğru düzgün yemek yiyemedikleri anlamına geliyor. Yüz milyonlarca insan ise bir sonraki öğünlerinin nereden geleceğini her zaman bilemiyor.

Şimdi bu sayıya 900 milyon kişiyi daha ekleyin. Bir şeylerin değişmesi gerekiyor. Bu değişimin nasıl olacağını bulmakla görevli kişiler önümüzdeki hafta Kigali’de Afrika Gıda Sistemleri Forumu’nda bir araya geliyor. Afrika Birliği’nin de katılımıyla forum, Afrika’da tarımı hızlandırmak ve dönüştürmek için 10 yıllık bir planı tartışacak ve ardından tanıtacak.

Öncül aldatıcı bir şekilde basit: İnsanları beslemek için çiftlikleri, özellikle de kıtadaki 33 milyon küçük çiftliği düzeltmeniz gerekiyor. Bu çiftlikler Afrika’daki gıdanın %70’ini yetiştiriyor, fakat bunu dünyadaki en düşük verimle yapıyorlar.

Fakat çiftçi topluluklarını korurken bu çiftliklerin tam olarak nasıl düzeltileceği giderek daha sert bir tartışma konusu haline geliyor.

Bu tartışmadaki en etkili kişi Afrikalı bir çiftçi ya da siyasi lider değil, hayatında hiç tarlada çalışmamış ABD’li bir yazılım mühendisi – her ne kadar birkaç tarlası olsa da: ABD’nin 19 eyaletinde tahmini 109.265 hektarlık bir alana sahip.

Amerikan rüyası

Dünyanın en zengin yedinci kişisi olan Bill Gates, modern endüstriyel tarım uygulamalarının dünyadaki açlığı çözebileceğine inanıyor. ABD’de 129 milyar dolar olduğu tahmin edilen servetini kullanarak o kadar çok tarla satın aldı ki, şu anda ülkenin en büyük tarım arazisi sahibi konumunda.

ABD’deki çiftçilik Afrika’dakinden çok farklı görünüyor. Ortalama bir ABD çiftliğinin büyüklüğü Afrika’daki eşdeğerinden 100 kat daha büyüktür. Amerikalı çiftçiler ayrıca genetiği değiştirilmiş “hibrit” tohumlardan mısır veya soya fasulyesi gibi tek bir nakit ürün yetiştirme eğilimindedir.

Bu tohumlar kendi kendilerine üreyemedikleri için, her yıl Bayer ve Syngenta gibi endüstriyel tarım şirketlerinden, tüm kimyasal gübre, herbisit ve pestisitlerle birlikte yeni tohumlar satın alınması gerekiyor.

Tüm bu girdiler, bunun pahalı bir model olduğu anlamına geliyor ve işe yaraması için çiftçilerin finansmana erişmesi gerekiyor. Fakat işe yaradığında sonuç da veriyor: ABD’de mısır verimi hektar başına yaklaşık 11 ton. Kenya’da ise ortalama hektar başına sadece 1,4 ton.

Gates’e göre Afrika’daki açlığın çözümü bu iki rakam arasındaki uçurumu kapatmakta yatıyor. Daha fazla insanı beslemek için Afrikalı çiftçilerin daha fazla gıda yetiştirmesi ve bunun için de ABD’deki meslektaşları gibi tarım yapmayı öğrenmeleri gerekiyor.

Çiftlikler büyümek zorunda. Afrikalı çiftçilerin en yeni hibrit tohumlara ve bunları satın alacak sermayeye erişmesi gerekiyor. Yorgun toprağın kimyasal gübrelerden yardım alması, mahsullerin böcek ve hastalıklardan korunması ve hasadın geçimlik olarak depolanmak yerine pazarda satılması gerekiyor.

Kulağa basit geliyor, fakat pratikte bu, Afrika tarımında yüzyıllardır süregelen geleneksel yöntemleri altüst eden bir devrimden başka bir şey olmayacaktır.

Gates’in önerdiği şey de tam olarak bir devrim. Gates Vakfı ve Rockefeller Vakfı 2006 yılında Afrika’da Yeşil Devrim için İttifak’ı (Agra) kurdu ve hem ulusal hem de kıtasal tarım politikalarını yeniden şekillendirmek için bir milyar dolardan fazla para harcadı.

Fakat devrim planlandığı gibi gitmedi.

Çöküşteki gıda sistemi

Geçtiğimiz ay Afrika Biyoçeşitlilik Merkezi şu soruya yanıt arayan bir rapor yayınladı: Zambiya’nın gıda sistemi çöküyor mu?

Ülke şimdiye kadarki en kötü kuraklıklarından birini yaşıyor. Ekili mısırın neredeyse yarısı kaybedilirken, bu temel gıdanın fiyatı %30 oranında arttı.

Yirmi milyonluk nüfusta altı milyondan fazla Zambiyalı akut gıda kıtlığı ve yetersiz beslenme riski altında.

Bu, Bill Gates’in vizyonunun bir parçası değildi. Birbirini izleyen Zambiya yönetimleri, Gates Vakfı tarafından önerilen türden politikaları en hevesle benimseyenler arasında yer aldı.

Ülke, Agra’nın Afrika tarımını sanayileştirme çabasının timsali. 2009 yılında çiftçileri ticari tohumlara ve yoğun gübre kullanımına geçmeye teşvik etmek için yeni bir sübvansiyon programı uyguladı. Bir milyondan fazla çiftçi bunu yaptı.

Fakat yeni rapor, yeni yaklaşımın verimi artırmak yerine, çiftçilerin mevcut kuraklık gibi iklim şoklarına karşı kırılganlığını artırdığı sonucuna varıyor.

Hibrit tohumların ve ithal gübrelerin kullanımı toprağı bozarak başka bir şey yetiştirmeyi zorlaştırdı; geçimlik ürünlerin yerine para getiren ürünlerin ikame edilmeye çalışılması ve bunun da başarısızlıkla sonuçlanması çiftçilerin ve ailelerinin aç kalmasına neden oldu.

Zambiyalı bir çiftçi ve raporu hazırlayan Kırsal Bölge Kadınları Meclisi’nin başkanı olan Mary Sakala, “Eskiden çeşitli ürünler yetiştirirdik,” diyor. “Fakat şimdi hükümetler ve tarım şirketleri çiftçileri girdilere bağlı monokültüre itti. Onların programları hepimizi savunmasız hale getirdi.”

Mesele sadece Zambiya değil: Agra’nın diğer fon sağlayıcıları ile birlikte Gates Vakfı tarafından yaptırılan bir çalışma da dahil olmak üzere, daha geniş kapsamlı kıta çalışmaları da Agra’nın politika önerilerinin etkinliği konusunda şüphe uyandırdı. İki yıl önce yayınlanan bu çalışma, “Agra’nın 9 milyon küçük çiftçinin gelirlerini ve gıda güvenliğini artırma hedefine ulaşamadığını” ortaya koydu.

ABD’deki Tufts Üniversitesi tarafından yapılan bir başka çalışmada, Agra’nın hedef aldığı 13 kilit ülkenin ulusal düzeydeki verilerinde, “yeşil devrim politikalarının mahsul verimi veya gıda güvenliği üzerinde anlamlı bir olumlu etkisi olduğunu” gösteren hiçbir kanıt bulunamadı.

Agra, bulgularına itiraz etmesine rağmen, en azından bulgularının bazılarını dikkate almış görünüyor: 2022’de adından “Yeşil Devrim”i çıkardı ve artık sadece kısaltmasıyla biliniyor.

“Tanrı’yı oynamak”

Durban merkezli din adamı Piskopos Takalani Mufamadi, “Bill Gates ve büyük tarım şirketleri Tanrı’yı oynuyor,” diyor: “Açların ve yoksulların mesihleri olduklarını iddia ediyorlar ama toprakları bozan, biyolojik çeşitliliği yok eden ve şirket kârını insanlardan üstün tutan sanayileşme yaklaşımı nedeniyle bunu başaramıyorlar. Bu ahlaksız, günahkâr ve adaletsiz bir yaklaşım.”

Mufamadi geçtiğimiz çarşamba günü Güney Afrika İnanç Toplulukları Çevre Enstitüsü adına yaptığı konuşmada, Gates Vakfı’nın tarım politikalarının Afrika’da yol açtığı hasarı onarmak için “tazminat” taahhüdünde bulunması çağrısında bulundu.

Belirli bir rakam vermemekle birlikte, vakfın “toprağı ve su tabakasını onarmak” için zarar gören insanlarla birlikte çalışması gerektiğini söyledi.

Bu çağrı, kıta genelinde 200 milyondan fazla küçük çiftçiyi, çobanı ve yerli halkı temsil ettiğini iddia eden bir sivil toplum şemsiye grubu olan Afrika’da Gıda Egemenliği İttifakı’nda da yankı buldu.

Genel Koordinatör Milyon Belay, “Bizi götürdükleri yol, tarım kimyasalları kullanmadan tarım yapamayacağımız bir tarım türü,” diyor.

Belay’a göre bu durum çiftçileri aşırı hava olaylarına ve genellikle ithal edilen gübre gibi girdilerin dalgalı fiyatlarına karşı savunmasız bırakıyor.

Belay’ın eleştirisi bir adım daha ileri gidiyor: Gates Vakfı’nın muazzam siyasi ve parasal etkisini alternatif fikirleri dışlamak için kullandığını savunuyor.

“Afrika hükümetlerinin hiç yetkisi yok demiyorum, onların da yetkileri var, fakat borç ve diğer parasal sorunlarla boğuşuyorlar, bu da Gates Vakfı ve diğer büyük fon sağlayıcıların gelip politikalarımızı ve stratejilerimizi etkilemesine kapı açıyor.”

Gates Vakfı bu eleştirileri reddediyor.

“Agra gibi birçok kuruluşa verdiğimiz destek, ülkelerin bu hedefe ulaşmak için ülke planlarına dayalı ulusal tarımsal kalkınma stratejilerini önceliklendirmelerine, koordine etmelerine ve etkili bir şekilde uygulamalarına yardımcı olmaktadır.”

Gates Vakfı’nın tarımsal dağıtım sistemleri direktörü Enock Chikava sözlerine şöyle devam ediyor: “Ayrıca, çiftçilerin kendileri de dahil olmak üzere çeşitli Afrikalı seslerle açık diyaloğa girmenin çalışmalarımız için kritik önem taşıdığına inanıyoruz ve gıda ve beslenme güvenliğini ortak hedefler ve bunlara ulaşmanın en iyi yolları etrafında ele almak için yapıcı diyaloglar aramaya devam edeceğiz.”

Ne var ki, şimdilik bu diyaloglarda Belay’ın Afrika’da Gıda Egemenliği İttifakı gibi gruplar yer almayacak ve Agra’nın Gates Vakfı gibi kalkınma ortakları ile Bayer ve Syngenta gibi endüstriyel ortakların desteğiyle önemli bir rol oynadığı gelecek hafta Kigali’de yapılacak foruma katılmayacak.

Bu da bir kez daha Bill Gates’in Afrika tarımının geleceğine ilişkin vizyonunun, işe yarasa da yaramasa da önümüzdeki on yıl boyunca kıta politikasını şekillendireceği anlamına geliyor.

Okumaya Devam Et

AVRUPA

Telegram, 2023’te 173 milyon dolar zarar etti

Yayınlanma

Financial Times‘ın (FT) aktardığı şirketin mali tablolarına göre Telegram, 2023 yılında 342 milyon dolar gelir elde ederken, işletme giderleri 108 milyon dolar oldu ve toplam 173 milyon dolar zarar etti.

Habere göre zarar, Toncoin de dahil olmak üzere Telegram tarafından tutulan dijital varlıkların değerindeki artışla kısmen dengelendi.

Mesajlaşma platformu kendi mali raporlarını yayımlamıyor. Gazeteye göre, Telegram’ın dijital varlıkları 2023’te yaklaşık 400 milyon dolar değerindeydi.

Şirket, 2024 yılında yaklaşık 244 milyon dolar değerinde Toncoin sattı. Ancak, Telegram CEO’su Pavel Durov’un gözaltına alınması haberinin ardından Toncoin’in değeri yüzde 20 düşerek 5,46 dolara geriledi.

Habere göre, Fransa’da Durov’a karşı devam eden soruşturma, Telegram’ın önümüzdeki iki yıl içinde ilk halka arz planlarını raydan çıkarabilir, zira yatırımcılar ve reklam verenler platforma yatırım yapma konusunda isteksiz olabilirler.

Bu yılın başlarında Durov, Telegram’da hisse edinmek isteyen yatırımcıların şirkete 30 milyar dolar değer biçtiğini belirtmişti.

Temmuz ayı itibariyle Telegram’ın aylık kullanıcı sayısı 950 milyona ulaşmıştı. TechCrunch‘a göre, Durov’un gözaltına alınmasını takip eden günlerde, iOS platformundaki indirme sayısı küresel olarak yüzde 4 arttı.

Fransa’da uygulama, sosyal ağ uygulamaları arasında indirme listelerinin başında yer aldı ve genel olarak üçüncü sıraya yerleşti.28 Ağustos’ta, gözaltına alınmasından dört gün sonra Fransız yargısı Pavel Durov’u 5 milyon avro kefaletle adli gözetim altında serbest bıraktı.

Telegram’daki dolandırıcılık faaliyetleri ve şirketin Fransız yetkililerle işbirliği yapmayı reddetmesiyle ilgili altı suçlamayla karşı karşıya.

Telegram’ın kurucusu Durov adli kontrol şartıyla serbest

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English