Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Foreign Affairs: 7 Ekim; direniş ekseni için dönüm noktası oldu

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, Direniş Ekseninin nasıl ortaya çıktığı, kendisini ve mücadele araçlarını nasıl geliştirdiğini ele alıyor. Makalenin yazarları Gazze savaşının eksen için dönüm noktası olduğunu düşünüyor: ABD ne bu ekseni kolayca dağıtabilir ne de onu doğuran fikirleri yenebilir. Eksenin yelkenlerini suya indirmenin tek yolu Gazze’deki savaşı sona erdirmek ve İsrail-Filistin meselesine gerçek ve adil bir çözüm bulmaktır. Bu yapılmadığı takdirde eksen, ABD’nin uzun yıllar boyunca mücadele etmek zorunda kalacağı bölgesel bir gerçeklik olacaktır:

***

Gazze’deki Savaş Direniş Eksenini Nasıl Canlandırdı?
İran ve Müttefikleri Füzeler ve Sloganlarla Savaşıyor

Narges Bajoghli ve Vali Nasr

12 Ocak’ta Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri Yemen’deki Husi hedeflerine yönelik askeri saldırılar başlattı. Bu saldırılar, grubun Kızıldeniz’deki ticari gemilere düzenlediği ve küresel ticareti sekteye uğratan saldırılara bir yanıt niteliğindeydi. Husilerin eylemleri kısa süre içinde onları, Salih Aruri ve diğer Hamas liderlerinin 2 Ocak’ta Beyrut’ta öldürülmesinin ardından bölgede giderek daha aktif hale gelen askeri koalisyonun en önemli üyeleri haline getirdi. Bu liderlerin ölümlerinin ardından Hizbullah komutanı Hasan Nasrallah intikam yemini etti ve İsrail’e karşı mücadelenin bir “direniş ekseni”nden başka bir şey gerektirmediğini ilan etti. Nasrallah’ın açıklamasını takip eden saatlerde, sözleri ustaca hazırlanan videolara eklendi ve geniş çapta yayıldı. Ardından eksen saldırıya geçti. Hizbullah İsrail’in Meron hava gözetleme üssünü 62 roketle vurdu; Irak merkezli İslami Direniş grubu Suriye ve Irak’taki ABD üslerine saldırmak üzere insansız hava araçları gönderdi ve İsrail’in Hayfa kentini uzun menzilli bir seyir füzesiyle hedef aldı; Husiler Kızıldeniz’de saldırıya geçti ve İran Umman Körfezi’nde bir petrol tankerini ele geçirdi.

Hem Batılı hem de bölge ülkeleri Gazze Şeridi’ndeki savaşın bölgesel bir yangına dönüşmesini istemediklerini iddia etseler de İran, Hizbullah, Husiler ve eksenin diğer üyeleri çok farklı bir oyun oynuyorlar. Bölgesel bir savaş alanında sabırla ve sistemli bir şekilde güç ittifakını pekiştiriyorlar. İran ve Hizbullah ile başladı ama hızla parçalarından daha büyük bir şeye dönüşüyor. Diğer üyeleri arasında Yemen’deki Husiler, Hamas ve Filistin İslami Cihadı ile Irak ve Suriye’deki Şii milisler yer alıyor. Bu eksenin oluşumu, Batı’nın on yıllardır Orta Doğu’da yarattığı ve savunduğu bölgesel düzene doğrudan bir meydan okuma. Aynı zamanda -İran ve Husilerin Kızıldeniz’deki gemilere yönelik saldırılarının da gösterdiği gibi- küresel ticaret ve enerji kaynakları için de bir tehdit oluşturuyor.

Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’e düzenlediği saldırı, eksenin Filistin topraklarının ötesine geçerek İran, Irak, Lübnan, Suriye ve Yemen’i de kapsayan kabiliyet ve etkisini ortaya koydu. Batı, Tahran’ı bu ağın arkasındaki beyin olarak görüyor ve direniş ekseninin İran’ın stratejik bakış açısını yansıttığına şüphe yok. Nitekim Devrim Muhafızları, eksen üyelerine ölümcül askeri kabiliyetler ve koordinasyon desteği sağladı. Ancak Tahran kukla ustası değil ve eksenin tutarlılığı ve bölgesel rolü İran’ın emirlerinden çok daha fazlasını yansıtıyor.

Aksine, bu eksen ABD ve İsrail “sömürgeciliğine” karşı ortak nefretle birbirine bağlı. Hizbullah, Washington ve Tel Aviv’in Lübnan’a karıştığına inanırken Hamas, Husiler ve Irak’taki Şii milisler de aynı şeyin kendi bölgeleri için geçerli olduğunu düşünüyor. Nasrallah’ın da ifade ettiği gibi bu farklı gruplar, ister Lübnanlı, ister Filistinli, ister Yemenli olsunlar, aynı sorunlarla ve aynı düşmanla karşı karşıya oldukları gerçeğinde birleşiyor. Bu da bir bölgede yaşananların diğerlerini de doğrudan ilgilendirdiği anlamına geliyor. Eksen kendisini İran’ın bir aracı olmaktan ziyade “hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için” ruhuyla ortak stratejik hedefler etrafında inşa edilmiş bir ittifak olarak görüyor. Eksen üyeleri İsrail’e ve dolaylı olarak ABD’ye karşı aynı savaşı verdiklerine inanıyor. Bu da ne ABD uyarılarının ne de ABD saldırılarının ekseni geri adım atmaya zorlayamayacağı anlamına geliyor. Gazze’de silahlar susmadıkça, halk üzerindeki baskı hafifletilmedikçe ve Filistinlilerin egemenliği ve kendi kaderlerini tayin etmeleri için inandırıcı bir yol çizilmedikçe, ABD kendisini tehlikeli bir tırmanma sarmalından kurtaramayacak.

TAHRAN’IN BÜYÜK TASARIMI

Direniş ekseni 7 Ekim’de ortaya çıkmadı. Aksine, 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgal etmesinin ardından kuruldu. Kurucusu olan İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü ve eski komutanı Kasım Süleymani bu ağı İran’ın Hizbullah’la olan yakın bağları üzerine inşa etti ve hem İran’ın hem de Hizbullah’ın 1980’lerde Irak ve İsrail’le savaşma deneyimlerinden yararlandı. Süleymani en başından beri ekseni oluşturan her bir parçanın kendi kendine yetebildiği esnek bir ağ yaratmaya çalıştı. Eğitim ve mühimmat İran’dan gelse de her birimin taktik, teknoloji ve silahlar konusunda uzmanlaşması ve bunları kullanması bekleniyordu.

Yeni kurulan eksenin ilk günlerdeki temel amacı ABD’nin Irak’ı işgal planlarını bozguna uğratmaktı. Bu amaçla Tahran ve Hizbullah, ABD birliklerine karşı savaşan yerel milisleri başarıyla oluşturdu. Daha sonra, IŞİD olarak da bilinen İslam Devleti’nin 2014 yılında Irak ve Suriye’nin büyük bölümünü ele geçirmesinin ardından, hem Suriye’deki Esad rejimini hem de Irak’taki Şii iktidarını tehdit eden bu militan mezhepçi güçlerle savaşmak için benzer milisler kuruldu. İran, Hizbullah, Irak ve Suriye’deki Şii milisler ortak düşmanlarına karşı savaşırken Suriye iç savaşı bu eksen için bir dönüm noktası oldu. Bunu yaparken bu ülkeler ve gruplar askeri ve istihbarat yeteneklerini derinleştirdi ve ittifaklarının stratejik mantığını geliştirdi. Bu dönemde İran, Yemen’deki Husi isyancılarla bağlarını güçlendirdi, onları artık filizlenmekte olan ittifaka kattı ve direniş ekseni bayrağını benimsetti.

Geçen on yıl boyunca İran ve Hizbullah Gazze, Irak, Suriye ve Yemen’de gelişmiş füzeler, insansız hava araçları ve roketler konuşlandırdı. Ayrıca Hamas ve Husileri kendi silahlarını üretmeleri için eğittiler. Bu yaklaşımın başarısı Hamas ve Husilerin füzeleri ustalıkla geliştirip kullanmalarından anlaşılıyor. Eksen üyeleri ayrıca medya iletişimi konusunda eğitildi, mali kanalların kurulmasına yardımcı olundu ve özellikle Batı Şeria’da sivil direnişin nasıl destekleneceği öğretildi. Süleymani’nin halefi İsmail Kani, bu mirasın üzerine inşa ederek ekseni daha da merkezsizleştirdi ve taktik ve operasyonel karar alma yetkisini giderek yerel birimlere ve onların komutanlarına devretti.

Ortaya çıkan ağ, Tahran’ın ABD’yi Orta Doğu’dan çıkarma yönündeki kalıcı hedefini ilerletmesine yardımcı oldu. 1979 devriminden bu yana Tahran, ülkeyi İranlı liderlerin İslam Cumhuriyeti’ni yok etmeye kararlı olduğuna inandıkları Washington’dan korumaya odaklanmış durumda. Bu amaçla İran, ABD’nin kendisini ekonomik ve askeri olarak çevreleme girişimlerini boşa çıkarmaya çalıştı. ABD ordusunu İran ve Basra Körfezi’ne komşu ülkelerden uzaklaştırmaya ve ABD’yi bölgeyi terk etmeye zorlamak için mücadele etti. Yani eksen Tahran için değerliydi çünkü ABD güçlerinin dikkatini İran sınırlarından uzaklaştırdı.

Eksenin Tahran için stratejik değeri son sekiz yılda Washington’un artan saldırganlığı nedeniyle daha da arttı. ABD Başkanı Donald Trump, 2018’de İran’la nükleer anlaşmadan çekildi ve ülkeye maksimum yaptırım uyguladı. 2020’de ise Süleymani’nin öldürülmesi emrini verdi. Bu eylemler Tahran’ı, Washington üzerindeki baskıyı artırabilecek, Akdeniz’den Basra Körfezi’ne uzanan daha güçlü ve tutarlı bir müttefik eksenine ihtiyaç duyduğuna ikna etti. Bu bağlamda İran’ın nükleer programı sadece yaptırımların kaldırılmasını müzakere etmek için bir pazarlık kozu olarak değil, aynı zamanda ekseni ABD saldırısından koruyabilecek bir caydırıcı unsur olarak da önem kazandı.

Direniş ekseninin diğer üyeleri Tahran’ın bölgedeki hedefleriyle aynı çizgide yer alıyor ve bu hedefler kendi yerel çıkarlarını da yansıtıyor. Örneğin Hizbullah, güney Lübnan’ı, İsrail’in Suriye ve Ürdün topraklarını da kapsadığına inandığı yayılmacı emellerinden koruma arzusuyla hareket ediyor. Irak’taki Şii milisler ABD güçlerini ülkeden çıkarmaya ve ülkedeki Sünnilerle bitmediğine inandıkları iç savaştan zaferle çıkmaya odaklanmış durumda. Husiler Yemen’in tamamında güç kazanmak istiyor ve Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri’nin kendilerine engel olma çabalarını hoş karşılamıyorlar.

HEPSİ BİRLİKTE

Yine de direniş ekseni nihayetinde askeri bir ittifak ve bu nedenle üyeleri birlikte daha güçlü. Her ne kadar 7 Ekim saldırısını Hamas planlamış ve uygulamış olsa da, Hamas’ın kabiliyetlerinin geliştirilmesinden büyük ölçüde İran ve Hizbullah sorumlu. Nitekim saldırıdan önce Beyrut’ta Hamas, Hizbullah, Filistin İslami Cihad, Devrim Muhafızları, Husi ve Iraklı milislerin üst düzey liderlerinin katıldığı bir dizi toplantının da gösterdiği gibi, eksen üyeleri muhtemelen Hamas’ın planlarından haberdardı ve onları destekliyordu. Hamas için saldırının temel amacı, Filistin davasını yavaş ama emin adımlarla söndüren statükoyu bozmak ve mücadelelerini Arap siyasetinin ön saflarına geri döndürmekti.

İran ve Hizbullah için de Filistin meselesinin yeniden gündeme gelmesi İsrail’e geri adım attırarak İsrail ile Arap devletleri arasındaki ilişkilerin normalleşme ihtimalini azaltma avantajına sahipti. Ayrıca İsrail’i kaynaklarını tüketecek çok cepheli bir savaşa sokma ihtimali de ilgilerini çekiyor. Her iki durumda da çatışma, İran’ın uzun süredir devam eden bir hedefine ulaşıyor: Tahran uzun zamandır İsrail’in kendi işleriyle meşgul olmadığı takdirde İran’la uğraşacağına inanıyor.

Ancak Hamas’ın saldırısının sonucu, İsrail’in tepkisinin ölçeği ve şiddeti, ardından gelen insani felaket ve dünyanın ilgisinin boyutu beklenmedikti. Hamas ve eksenindeki müttefikleri 7 Ekim’deki saldırının bu kadar başarılı olacağını tahmin etmemişlerdi; bunun yerine muhtemelen İsrail’e hızlı bir saldırı düzenleyeceklerini ve bu saldırının sınırlı kayıp ve rehineyle sonuçlanacağını öngörmüşlerdi. İsrail o zaman da Gazze’ye saldıracaktı ama bu kadar gözü kara ve yıkıcı bir vahşetle değil. Hamas’ın saldırısının başarısı ve İsrail’in tepkisinin boyutu ekseni şaşkına çevirdi ve sonuç olarak hedeflerini ve stratejisini yeniden ayarladı. Ne İran ne de Hizbullah daha geniş çaplı bir bölgesel savaş istemese de insansız hava araçları ve füzelerle hem İsrail hem de ABD güçlerini hedef aldılar. Husiler de Kızıldeniz’de deniz taşımacılığını sekteye uğratarak mücadeleye katıldılar. Bunu hem Filistinlilere destek vermek hem de eksen üyelerinin savaşmaya istekli olduğunu göstererek ABD ve İsrail’i savaşı Lübnan’a genişletmekten caydırmak için yaptılar. Bu kararlılığın İsrail’i çatışmayı genişletmekten caydıracağını ve Tel Aviv’i, eksenin tüm cephelerinde çatışmayla karşı karşıya kalmaksızın savaşı kendi seçtiği bir cephede genişletme yeteneğinden mahrum bırakacağını umuyorlar.

Eksenin tüm üyeleri Gazze’deki savaşta yer aldı ve sonuç olarak hepsi İsrail ve ABD’nin gözünde töhmet altında. Bu durum eksen içindeki bağları daha da güçlendirdi. Şimdi hepsi birbirine ve İsrail’in Gazze’de açık bir zafer kazanmasını engellemeye bağlı. Zira İsrail zafer kazanırsa, dikkatini Hizbullah’tan başlayıp İran’a kadar eksenin diğer üyelerine çevirecek.

MEDYA SAVAŞLARI

Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırılarında kameralar da en az ölümcül silahlar kadar önemliydi. Militanlarına bağladığı GoPro kameraları ve insansız hava araçlarını kullanarak İsrail güvenlik duvarındaki gedikleri kaydeden Hamas, saldırıdan birkaç saat sonra sosyal medyaya uygun videolar yayınlamaya başladı ve en başından itibaren hikayenin kontrolünü ele geçirdi. Hamas o zamandan beri medya konusunda da aynı derecede becerikli. Örneğin, Kasım 2023’teki geçici ateşkes ve rehine takası sırasında, grup İsrailli esirlerini Gazze Şehri’nin ortasında serbest bıraktı ve kameralar onların gülümsemelerini, el sıkışmalarını ve kendilerini esir alanlarla beşlik çakmalarını çekmek için hazır bekledi. Bu, İsrailli politikacıların “vahşi”, “hayvansı insan” “terörist” söylemlerine karşı koymak için tasarlanmıştı. Orta Doğu, küresel Güney ve hatta Batı’daki kamuoyu, çatışmayı İslami terörizme bir yanıttan ziyade on yıllardır süren işgalin bir sonucu olarak görmeye başladı. Bu da eksenin sömürgecilik karşıtı dünya görüşünü dolaylı olarak doğruluyor ve eksenin bölge genelinde daha popüler olmasına yardımcı oluyor.

Eksen küresel popülaritesinin de artacağını umuyor. On yıllardır ilk kez Filistin davası uluslararası alanda öne çıkıyor ve eksen liderleri bunu bir nimet olarak görüyor. Filistin meselesinin yükselişi İsrail ve ABD’yi yalnızlaştırıyor ve yerleşimci sömürgeciliğine, işgale ve apartheid’a yönelik küresel eleştirileri artırıyor. Eksen liderleri, Batı karşıtı bu fikirlerin yeni yeni dikkat çekmeye başladığı bir dönemde Batı ile karşı karşıya gelmekten memnuniyet duyuyor. Bu amaçla eksenin liderleri bu kavramları mesajlarının merkezine yerleştirdiler. Uzun zamandır İran ve Hizbullah’ın söyleminin temelini oluşturan muğlak dini terminoloji geride kaldı; onun yerine insan hakları literatüründen ve uluslararası hukuktan aşina olduğumuz kelimeler ve ifadeler kullanılmaya başlandı. Öğretici bir örnek, geçten günlerde Husilerin sosyal medya platformlarında İsrail’le bağlantılı ya da İsrail limanlarına giden tüm ticari gemilere yönelik Kızıldeniz ablukasını duyuran İngilizce bir video yayınlamasıyla yaşandı. Videoda bu askeri operasyonların “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 1. Maddesi hükümlerine uygun olduğu” belirtiliyordu. Bu madde, sözleşmenin tüm taraflarının soykırımın meydana gelmesini önleme ve işlenmesinden sorumlu olanları cezalandırma yükümlülüğü altında olduğunu belirtiyor. Video şu mesajla sona eriyor: “Soykırım Durduğunda Abluka da Durur.” 11 Şubat’ta, Güney Afrika’nın Uluslararası Adalet Divanı’nda İsrail’e karşı soykırım davası açtığı gün, Birleşik Krallık ve ABD Yemen’i bombaladı. Sosyal medya platformlarında bir kez daha Güney Afrika ve Yemen’in soykırımı durdurmak için harekete geçtiği, Londra ve Washington’un ise bir kez daha baskıyı sürdürmek için bölgeyi bombaladığı mesajı yayıldı. Geçen üç ay boyunca özellikle Husiler, TikTok’ta viral olan videolarıyla Z kuşağı arasında küresel bir hayranlık kazandı.

“Teröre karşı savaş”ın sürdüğü 20 yıl boyunca, direniş ekseninin üyeleri ya uluslararası alanda tanınmıyordu ya da sadece Batı nefreti güden teröristler olarak görülüyordu. Eksen, 7 Ekim’den bu yana kendini kendi terimleriyle tanımlayabiliyor ve eylemlerini küresel antikolonyalist hareketlerle başarılı bir şekilde ilişkilendirebiliyor. Daha önce hayal bile edilemeyen bir başarı elde etti: Bu ay Londra’daki protestocular “Yemen, Yemen, bizi gururlandır, bir gemiyi daha geri döndür” sloganları attı.

Yani eksen artık İsrail ve ABD ile sadece Ortadoğu’daki savaş alanlarında değil, Instagram, Telegram, TikTok ve X gibi sosyal medya platformlarında da dünya kamuoyu için savaşıyor. Gerçekten de Nasrallah ve Hamaney’in açıklamaları, eksenin liderlerinin uluslararası kamuoyunu uzun vadede daha önemli bir stratejik ödül olarak gördüklerini gösteriyor. ABD’yi askeri olarak yenemeyeceklerini biliyorlar ve bu nedenle Washington’u Ortadoğu’dan çekilmeye ve Filistinlilerin egemenliğine saygı göstermeye zorlamak için yeterli kamuoyu baskısı yaratmayı umuyorlar. İşte bu nedenle Nasrallah “İsrail’in sosyal medya sayesinde artık çocuk katili bir terörist devlet olarak görüldüğü” gerçeğini övdü. Nasrallah, sosyal medya sayesinde İsrail’in “çocuk ve kadın katili, insanları yerlerinden eden ve içinde bulunduğumuz yüzyıldaki en büyük soykırımın sorumlusu” olduğuna yönelik küresel bir algı olduğunu belirtti. Nasrallah ayrıca sosyal medyanın ABD’nin sorumluluk taşıdığı görüşünü yayma yeteneğini de övdü. “Gazze’ye yönelik savaş bir Amerikan savaşıdır, bombalar Amerikalıdır, karar da Amerikalılarındır” dedi: “Dünya bugün bunu biliyor”

Eksen için bu medya kampanyası tam zamanında geldi. İran ve Hizbullah uzun zamandır yumuşak gücün öneminin farkında olsalar da bu gücü etkileme konusunda tarihsel olarak başarısız oldular. Ancak bu eksikliğin farkına vardılar ve geçen on yılı, tam da bu tür bir an için güçlü ve çevik bir medya altyapısı -şimdi birden fazla dilde faaliyet gösteriyor- inşa etmekle geçirdiler. Bugün direniş ekseni, İsrailli askerlere ve askeri tesislere doğrudan isabetleri vurgulamak için ağır çekim efektleri kullandıkları savaş operasyonlarının günlük videolarını yayınlıyor. TikTok’ta Kızıldeniz’de ele geçirilen gemilerde dans eden Husilerin videolarını yayınlıyor ve Hamas sözcüsü Ebu Ubeyde de dahil eksenin kilit figürleri için küresel hayranlık yaratmayı amaçlayan sloganlar üretiyor. Hizbullah liderini, Filistinliler için çok az şey yapmakla suçlanan Arap devlet başkanlarıyla karşılaştırarak Nasrallah’ı kutlayan içerikler de üretiliyor. Bu çıktılar, Filistin’i desteklemek için yurtdışında üretilen içeriği tamamlayarak eksenin erişim alanını daha önce görülmemiş bir şekilde genişletiyor.

Eksenin yürüttüğü askeri ve yumuşak güç kampanyaları, Batı ve özellikle de Washington için eşi benzeri görülmemiş bölgesel zorluklar ortaya koyuyor. Savaş kısa sürede sona ermez ve Filistinliler için adil bir çözüme giden açık bir yol bulunamazsa, ABD, siyaseti Gazze Şeridi’ni saran öfkenin şekillendirdiği bir bölgeyle karşı karşıya kalacak. İsrail’in Lübnan’da ya da ABD ve müttefiklerinin Yemen’de çatışmayı Gazze’nin ötesine taşıması sadece bu öfkeyi besleyecek, kamuoyunu daha da alevlendirecek ve eksenin etkisini pekiştirecek. Washington bu eğilimi ancak Gazze’de bir ateşkes müzakere ederek ve ardından nihai bir çözüme götürecek inandırıcı bir barış süreci şekillendirerek tersine çevirebilir.

Direniş ekseninin oluşumu uzun zamandır devam ediyor. Gazze’deki savaş bu ağa Batı’ya askeri ve algısal bir saldırı başlatmak için şimdiye kadarki en büyük fırsatı verdi. Daha şimdiden silahları ve askerleriyle bölgede, mesajı ve misyonuyla da küresel çapta kendini kabul ettirdi. İsrail-Hamas savaşı Orta Doğu’yu değiştirdi: Halkın büyük öfkesi harekete geçti ve Batı’ya yönelik düşmanlık yeni aşırılıkları ve siyasi istikrarsızlığı tetikleyebilir. Washington’un müttefik olarak gördüğü bölge yöneticileri için bile savaş, kendi güvenlikleri ve Batı ile ilişkileri hakkındaki temel varsayımları değiştirdi. ABD ne bu ekseni kolayca dağıtabilir ne de onu doğuran fikirleri yenebilir. Eksenin yelkenlerini suya indirmenin tek yolu Gazze’deki savaşı sona erdirmek ve İsrail-Filistin meselesine gerçek ve adil bir çözüm bulmaktır. Bu yapılmadığı takdirde eksen, ABD’nin uzun yıllar boyunca mücadele etmek zorunda kalacağı bölgesel bir gerçeklik olacaktır.

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English