Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Foreign Affairs Ukrayna konusunda ne diyor, neden diyor?

Yayınlanma

Foreign Affairs’te Amerikan Dış İlişkiler Konseyi Fahri Başkanı Richard Haass ve aynı konseyden, Georgetown Üniversitesi profesörü Charles Kupchan ortak imzasıyla yayınlanan makaleyi bir dostumun dikkatimi çekmesi sayesinde okudum; belli başlı noktalarını özetlemekle kalmayıp yorumlamak gerek. Bu, Amerikan müesses nizamının Ukrayna’da gelecek projeksiyonunu aydınlatmakta önem taşıyacak.

Makalenin ana fikri şu: Kiev rejimi 2023’te koyduğu hedeflerine askeri yöntemlerle ulaşamadı; öngörülebilir gelecekte de bunun gerçekleşmesi beklenemez. Kırım ve Donbass’ın yeniden ele geçirilmesi için mücadele sadece kazanılması mümkün olmayan bir savaş değildir; bu aynı zamanda batının desteğini de zamanla kaybetme riski oluşturur. Rejim, dolayısıyla rejimin gerçek sahipleri, yani ABD stratejiyi değiştirmeli, kaybedilen yüzde 20’yi taarruz yoluyla geri almaktan vazgeçip kalan yüzde 80’i savunmaya geçmeli.

Bu, Kiev’deki devlet başkanı etiketli eski komedyeni mukaddes kabul edip tapan bir avuç kurşun asker dışında herkes açısından yeterince açık bir hakikat; ama gene de Haass ve Kupchan’ın Foreign Affairs platformunda dile getirmeleri önemsiz sayılmaz, çünkü bütün argümanları belli bir projeksiyon için kullanılmış.

Öncelikle şunu vurgulamak gerek: burada esas mesele ABD ve Britanya arasındaki gerilimdir (Avrupalı yöneticileri saymaya gerek yok, çünkü siyasi olarak tamamen gereksiz, bütünüyle kuklalaşmış, hatta Londra ve Washington arasında manevra yeteneklerini bile büsbütün kaybetmiş hak düşmanı bir kasttan başka bir şey değiller). Gerilim, ideal bir yenisömürge olarak Ukrayna’da siyasi mücadelede ortaya çıkıyor: halkın sıradan evlatları doğru düzgün askeri eğitim almadan savaş alanında ölmeye gönderilirken Vogue’a kapak olmakta sakınca görmeyen, bunu kişisel piyasa çalışmasının pivotu yapan eski komedyenin arkasında gerilimi azami ölçeğine tırmandırmaya çalışan Londra var, Washington ise mevcut durumu hiç değilse dondurma yanlısı, bu yüzden “başkumandan” Zaslujnıy’a oynuyor. Foreign Affairs’in Zalujnıy’ın The Economist’e verdiği sansasyonel beyanatını anması boşuna değil: “Büyük ihtimal derin ve harika bir altüst oluş yaşanmayacak.”

Kiev rejiminin başı, son Washington ziyaretinde Amerikan baskısıyla nisanda seçimlere prensip olarak evet demişti; ama “karakoldan” dönünce “şaştı”. Zalujnıy için başta rejim silahlı kuvvetleri olmak üzere yaygın bir örtük seçim kampanyasına başlandı bile; rejimin başının ikna olması için son olarak eski danışmanı Arestoviç de devreye girdi ve duruma göre yıl sonuna kadar rejimin başı ve diğer yöneticilerle ilgili bir takım gerçekleri (kirli çamaşırlar olsa gerek; veya, temiz çamaşır olamayacak kadar yolsuz bir rejim olduğu herkes tarafından kabul edildiğine göre, en kirli çamaşırlar) ortaya koyacağını söyledi.

Bununla birlikte, Foreign Affairs yazarlarının dediği gibi, rejimin başını “ikna etmek” kolay bir iş değilse eğer, Londra’nın Kiev’deki siyasi etkisinin gücüne yormak gerek.

Yeni bir şey yok; ama öyle diye bu iki yazarın söylediği her şeyi doğru kabul etmeye de gerek yok. Bütün bu söylenenlerin altında yatan olguları ortaya çıkarmak gerek.

Mesela şu iddia: yazarlar, savunma pozisyonuna geçmenin ve Kiev tarafından mütareke teklifinin Rusya’yı bir ikileme sokacağını ileri sürüyorlar: Onlara göre bu durumda Rusya ya savunmadan daha “karmaşık, riskli ve masraflı” hücum girişiminde bulunacak, ya mütareke inisiyatifini reddederek siyasi inisiyatifi kaybedecek ve kendisini belirsiz bir duruma sokacak, ya da görüşmelere başlayacak. Yazarlar bu son ihtimalin çok küçük olduğunu düşünüyorlar.

Bu yanlış, zira:

1) Kiev rejimi güçleri karşı-taarruzun daha ilk haftalarından itibaren aslında taarruz değil savunma pozisyonundalar, çünkü hücumları Rusya’nın sağlam savunma hattına çarparak dağılmakla kalmadı, aynı zamanda karşı tarafın tali hücumlarıyla da ek alan kaybetti.

2) Rusya’nın stratejisi, daha Kiev ve Harkov’dan çekildiği geçen yılın nisan-mayıs aylarından beri (Clausewitz’in deyişiyle) negatif (savaşın yarattığı aşırılıkların düşmanın tamamen imhası noktasına kadar tırmanmasını gerektiren teorik niteliğine aykırı) bir çizgide: Rusya Odessa’ya veya başka yerlere piyade gücüyle ulaşmak yerine yıpratma savaşı veriyor ve başarılı oluyor. Dolayısıyla Kiev’in, yani ABD’nin mütareke (gerçekte öyle de değil; aşağıda geleceğim) teklifi karşısında Rusya’nın savunma ve saldırı arasında tereddüde düşeceği kabulü yanlış; aslında yıpratma savaşına devam edeceğini ve piyade yayılmasını zamana yaymasını beklemek gerek. Bu, rejimin batılı patronlarının savaşın gidişatına dair halen fikrisabitle bağlı oldukları ilk kritik hatası.

3) Bu strateji, herhangi bir başka stratejiden daha “karmaşık, riskli ve masraflı” değil. Gerçekte savunma sanayisi devlet sektöründe motor işlevi görüyor ve tıpkı Sovyet döneminde olduğu gibi kalkınmanın kaldıracı potansiyeli taşıyor; dolayısıyla bunun daha avantajlı olduğunu söylemek bile mümkün, nitekim 2024 bütçesinde savunma harcamalarının toplam bütçe harcamalarının yüzde 29,4’ü olarak öngörülmüş olması, açıkça buna tanıklık ediyor. Böylece batılıların ikinci siyasi hatasıyla karşılaşıyoruz: Rusya’nın savunma harcamaları hiç de onların sandığı gibi masraf değil. Öte yandan, savaş esas itibariyle düşmanın iradesini kırma mücadelesi olduğuna göre, Kiev subaylarının toplu eğlencedeki yüz ifadelerine bakarsak eğer Rusya’nın stratejisinin “riskli” olduğunu da söylemek mümkün değil. Ve son olarak, “karmaşıklık” bu kompleks durumu analiz edebilecek kadrolarla ilgilidir; Rusya en azından Vagner kalkışmasından beri ve Kiev rejiminin karşı-taarruzu boyunca bu kadrolara sahip olduğunu ve karmaşıklığın artık analitik ve lojistik bir sorun olmadığını da yeterince gösterdi.

Foreign Affairs iki seçenek olduğunu öne sürüyor: 1) rejime muazzam miktarda silah vermeye devam ederek Rusya’yı yenebilecek bir güç haline getirmek; 2) askeri olarak bölgesel savunma ve onu destekleyecek bir dizi siyasi-diplomatik girişim. Birinci seçeneğin başarılı olamayacağı açık; zira, yazarların da söylediği gibi, rejim karşı-taarruz sırasında bile ele geçirdiğinden daha fazla toprak kaybetti. Foreign Affairs bununla birlikte rejimin kayıplarının Rusya’ya nihai bir avantaj sağlamaktan uzak olduğunu da belirtiyor. Bu, bir kez daha, Rusya’nın savaşının en azından Kiev ve Harkov çekilmesinden beri yanlış değerlendirildiğinin bir başka kanıtı sayılmalı; zira Rusya ani bir darbeyle zafer peşinde değil, tersine yıpratma savaşı sürdürüyor. Tekraren: bu strateji, rejimin stratejisinden kökten farklı, dolayısıyla bir karşılaştırma yapılamaz, rejimin stratejik hedeflerinin benzerlerini gütmediği için Rusya’nın da başarısız olduğu ileri sürülemez.

Gene de Foreign Affairs burjuva darkafalılığı içinde mevcut durumun teorik temellerini büsbütün yanlış değerlendirse bile olgusal durumu açık seçik görüyor: “Yaptırımlar Rusya ekonomisine ancak mütevazı bir etkide bulunurken Rusya enerjisi için yeni pazarlar buldu. Putin siyasi açıdan güvende görünüyor ve ordu ve güvenlik organlarından medya ve kamuoyu anlatısına kadar iktidar vasıtaları üzerinde kontrole sahip.” Bu olgusal durumun, Foreign Affairs itiraf etmese bile, troyka açısından nihai değilse de bir yenilgi olduğu açık.

Yazarlar, seçimler yaklaşırken Cumhuriyetçilerin Kiev siyasetine muhalefetinin büyüdüğünün de altını çiziyorlar ve dahası, Trump’ın kazanma ihtimalini vurguluyorlar. Üstelik daha da ileri gidiyor ve Trump’ın “Rusya’nın yanında yer alma, Ukrayna da dahil ABD’nin ortaklarından uzaklaşma geçmişi” olduğunu söylüyorlar. Ne var ki bu da Amerikan siyaseti açısından abartılı bir yaklaşımdır. Bu siyasetin özü şudur: müesses nizam her zaman bildiğini okur; bunun tek geçici istisnası seçimler öncesi kısa dönemlerdir. İktidarda kim olursa olsun seçimlere savaş sloganlarıyla girmez; tersine, savaşları bitirme vaatleri arşa yükselir. Ama seçimler biter bitmez müesses nizam geri döner. Trump’ın seçilmesi halinde Amerikan siyasetinde izolasyonizme döneceği beklentileri, bu yüzden, saçmadır; Trump’ın başkanlık döneminin tarihi bu saçmalığın tanığıdır. Oğlu tarafından özel yazışmalarında pedofil olduğu söylenen Amerikan başkanı henüz Beyaz Saray’da çiçeği burnundayken Rusya Dışişleri sözcüsü Zaharova bunu açıkça belirtmiş ve Trump döneminin Rusya-ABD ilişkilerinin en fazla zarar gördüğü dönem olduğunu söylemişti. O zamana kadar, demek gerek elbette. Kaldı ki, Ukrayna’da gerilim 2014 darbesinden beri kesintisiz yükseliyor ve Trump yönetimi hiç de bir istisna değil.

Dolayısıyla, Trump sopasının Kiev rejimini Amerikan aklıselimine (Ukrayna’da pax Americana) zorlamak için kullanıldığı anlaşılıyor; tıpkı ABD’nin rejime desteğinde “sallantıların” Avrupa’nın desteğinde de “sallantıya” neden olduğu vurgusu gibi. Bunun bir doğruluk payı var kuşkusuz; ancak argümanı güçlendirmek için verilen örnek, Slovakya’nın Kiev’e askeri yardımı durdurma kararı, tamamen ilgisiz ve aslında büsbütün başka bir gelişmeyi gösteriyor: bu, Avrupa’da küçük ve daha önemlisi orta burjuvazinin, sanayi sermayesinin gücenik kesimleriyle ortaklık içinde güçlenmesidir. Daha önce çağdaş dögolcülük diye tanımlamıştım bunu ve şöyle demiştim: “… solla küçük ve orta burjuvazinin olası ittifakının siyasi çerçevesini siyasi bağımsızlık, iktisadi çerçevesini orta ve küçük burjuvazinin büyük burjuvaziye karşı desteklenmesi oluşturacaktır.” Slovakya’dan başka, daha önemlisi, sadece Avrupa sanayisinin değil Avrupa’da bütün sosyal hareketlerin de gerçek döl yatağı Almanya’da Wagenknecht’in yükselişi, bunu açık seçik gösteriyor. Başka deyişle, ABD açısından tehdit, müesses nizamın seçimlere kadar savaş yerine barış maskesi giymeye ihtiyacı olmasının Avrupa’nın Kiev rejimine desteğinde dalgalanma ve kırılmalara yol açabileceği kaygısı değil, Avrupa’nın otuz senedir kurumsallaşmış, soysuz ve (yüzlerine hangi maskeyi geçirirlerse geçirsinler) ideolojik olarak alabildiğine gerici, siyasi olarak alabildiğine diktatoryal elitlerinin, tabandan yükselen ve solla ittifak halindeki bu dögolcülük karşısında yalpalamasıdır.

Foreign Affairs yazarları, Ukrayna’da olası bir ateşkesi pişirmek için bunun BM veya AGİT himayesi altında geniş uluslararası denetim altında yapılması gerekeceğini ileri sürüyorlar. İkincisi son derece şüphelidir; Avrupalı yöneticilerin kukla oluşundan başka Rusya’nın AGİT’le ilişkilerinin tamamen dondurulmuş olduğunu hatırlamak gerek. Birincisi ise her ne kadar alternatifsiz görünüyorsa da kendi onayladığı Minsk-2 mutabakatlarının bile arkasında duramayıp çatışmanın olgunlaşmasına seyirci, hatta teşvikçi olduğunu hatırlamak gerek.

Sadece bu da değil; yazarlar, Rusya’nın savaş alanındaki “ağır kayıplarının”, NATO’nun kuzey Avrupa’da daha da yayılmasının, Kiev rejiminin “Rusya’nın nüfuz alanında olmayı asla kabul etmeme kararlılığının” Rusya için de “kan dökülmesini durdurma ve Rusya’yı soğuktan kurtarma fırsatı” olabileceğini ileri sürüyorlar. Ancak satır arasında, önerilecek olası bir ateşkesin aslında kabul edilmemesi için kabul edilmeyecek şartlarda önerileceği de anlaşılıyor; zira: “Kremlin’in bir ateşkesi reddetmesi batı hükümetlerinin Rusya’ya karşı yaptırımları sürdürmesine ve Ukrayna’nın uzun vadeli askeri ve iktisadi desteği garantiye almasına yardımcı olacaktır.” Demek ki ateşkes şartları arasında savaş tazminatı veya hiç değilse Rusya’ya yeni katılan oblast ve cumhuriyetlerin askerden arındırılmış bölge sayılması dayatmaları da olacaktır ve bunlar, olağanüstü bir gelişme olmazsa eğer, Rusya tarafından kuşkusuz kabul edilmeyecektir, zira Rusya görüşmelerin “olgusal durumu kapsamasında” ısrarcı.

Böylece olası bir ateşkes teklifinin Rusya’ya karşı siyasi oyunda manivela olarak kurgulandığı anlaşılıyor. Ama Foreign Affairs gene de rejimin savunma stratejisine çekilmesinde ısrarcı. Bunu yaparken de iki şeyi yeni stratejinin ana bileşenleri olarak tanımlıyor: 1) şu anda elindeki bölgeleri tutmak ve yeniden inşa etmek, 2) iyi mevzilenmiş ve geniş hava savunma sistemleriyle donatılmış birlikler sayesinde savunma-saldırı dengesi oluşturmak. Ama bu bile çatışmayı dondurmaya çok uzak, “dondurma” değil hazırlık öngörüldüğü çok açık, çünkü yazarlar, rejim kuvvetlerinin bunu yaparken Rusya’nın derinlerine ve Kırım’a örtük operasyonlar da yapabileceğini belirtiyor, onlara göre bu şekilde Rusya’nın askeri kapasitesi veya iradesi sarsılırsa rejim kuvvetleri tekrar saldırı stratejisine geçebilir.

Eğer rejim bunu kabul ederse, veya daha doğru bir formülasyonla Kiev’deki ABD ve Britanya mücadelesi rejimin Amerikan baskısına boyun eğmesiyle sonuçlanırsa (bunun ne kadar zaman alacağı veya neye, doğum gününde pastanın patlamasıyla ölen Zalujnıy’ın yardımcısı örneğini takip edersek kimlerin başına mal olacağını kestirmek güç ama kaçınılmaz olduğu açık), Foreign Affairs yazarlarına göre, ABD ve “seçilmiş” NATO üyeleri “Ukrayna’nın bağımsızlığını garanti ederek” uzun vadeli iktisadi ve askeri yardım taahhüdünde bulunmalı. Bu ikincisi, sopayla birlikte sallandırılan havuçtan başka bir şey değil; ama birincisi önemli, zira NATO anlaşmasının “üye bir devletin toprak bütünlüğü, siyasi bağımsızlığı veya güvenliği” tehdit altında olduğunda derhal istişareler öngören 4’üncü maddesine benzer bir formül öneriyor. Buna yönelik iştahı biliyoruz; bu, NATO genel sekreterinin en azından iki yıldır söylediği şey. Ama bu, Ukrayna’nın (şu veya bu biçimiyle) NATO’ya girmesi demetir ve Rusya’nın çatışmaya girişirken başlıca saik olarak ileri sürdüğü temel endişesini güçlendirmek, yani çatışmayı tırmandırmak, hiç değilse tırmanma potansiyelini korumak anlamına gelir.

Ya Avrupa? Başta da dediğim gibi, Avrupalı yöneticiler bir hiçten de azıdır; onlar Foreign Affairs yazarlarının olası davranışlarını inceleyeceği aktörler değil talimat verilen uşaklardır. Avrupalı yöneticiler, kendileriyle “would” veya “could” diye değil “should” diye konuşulması gereken çürümüş bir elitten başka bir şey değildir: “Avrupa Birliği … Ukrayna’nın üyelik takvimini hızlandırmalı ve geçici olarak özel, hafif bir AB düzenlemesi önermelidir. Batılı müttefikler Rusya’ya karşı yaptırımların büyük bölümünün Rusya kuvvetleri Ukrayna’dan ayrılmadıkça yürürlükte kalacağını ve Ukrayna’ya toprak bütünlüğünün yeniden tesis edilmesi için görüşme masasında yardım edeceğini açıkça belirtmelidir.”

GÖRÜŞ

Suriye ile acil barış ve uzlaşma

Yayınlanma

Yazar

Siz belki okumaktan bıktınız; ama ben yazmaktan bıkmadım, çünkü mesele olağanüstü önemde. Suriye ile barış konusunda Harici’de yazdığım bir önceki yazı ‘Et Tekraru Ahsen, Velevkane Yüz Seksen’ başlığını taşıyordu. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye ile uzlaşma konusundaki açıklamaları beni tekrardan ümitlendirdi.

Erdoğan’ın açıklamalarından bu defa daha fazla umutlu olmama sebep önce Rusya’nın Suriye Özel Temsilcisi Lavrentyev ile görüşen Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat’ın Türkiye ile bir uzlaşma sürecine ülkesinin bütün toprakları üzerinde etkili egemenlik kurması çerçevesinde olumlu baktığını açıklamış olmasıydı. Erdoğan ise bu açıklamalara ilişkin bir soruya gayet olumlu ve yerinde cümlelerle karşılık cevap verince bu işin bu defa ilerleyeceğine dair ümidim arttı. En az bu açıklamalar kadar önemli olanı ise MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin artık Suriye ile uzlaşarak/anlaşarak teröre karşı ortak mücadele edilmesine vurgu yapan konuşmalarıydı. Kabul etmek gerekir ki, çoğu zaman Bahçeli’nin bu tarz konuşmaları hükümetin/devletin yeni politikalarının deklarasyonu gibi oluyor.

İÇERİK ÇOK UYGUN

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye Devlet Başkanı Esat’ın açıklamasına verdiği cevabın muhteva analizinde birkaç husus hemen fark edilebiliyor. Örneğin Erdoğan’ın sözlerinde zehirli hiçbir unsur bulunmaması ilk bakışta dikkati çekiyor. Örneğin rejim kelimesinin kullanılmamış olması tek başına çok önemli bir fark. Yakın zamana kadar Türk yetkililerin sürekli kullandığı bu ifadenin karşı tarafta çok büyük olumsuzluklar barındırdığını söylemeye bile gerek yok. Yıllar önce Yunanistan ile Gayriresmi Diplomasi toplantıları yaptığımızda onların Kıbrıs konusunda Türk işgali vb. sözlerine biz, Kıbrıs Barış Harekâtı sözlerine de onlar itiraz ederlerdi.

Rejim kelimesi ile başlayan açıklamalar da Suriye tarafı için uzlaşmamak adına yapılan yaralayıcı ve eleştiri sözleri ve bunu gerek Harici’de gerekse sosyal medya hesabımda (@hasanunal1920) sürekli dile getire geldim. Örneğin Erdoğan Suriye konusunda ilk defa 2022 yılının ağustos ayı başlarında Soçi’de Rusya Devlet Başkanı Putin ile yaptığı görüşmenin ardından, Putin’in kendisine PKK/PYD’ye karşı askeri operasyon konusunda hep Suriye ile ortak hareket etmeyi tavsiye ettiğini, kendisinin de artık aynı kanaatte olduğunu, devletler arasında sürekli husumet olmayacağını ve kendisinin Esat ile el sıkışabileceğini söylemesine ve benzeri açıklamaları sonraki günlerde sürdürmesine rağmen o zamanki bürokrasi ısrarla rejim vb. açıklamalar yaparak sürece ivme kazandırmak yerine adeta baltalamıştı.

Bu defa Erdoğan’ın konuşmasında bu türden hiçbir unsur olmadığı gibi, Esat’a ilişkin olarak Suriye Devlet Başkanı ifadesini tercih etmesi ayrıca ümit verici; çünkü 2022 yılı ağustos ayı başlarında Erdoğan’ın yaptığı açıklamalara rağmen o zamanki bürokrasi kullandığı ifadelerle hala Esat’ı ve hükümetini meşru görmediğimizi ima ediyordu. Bu defa Erdoğan’ın ısrarla Suriye Devlet Başkanı demesi sanırım ve ümit ederim ki, bütün soru işaretlerini ortadan kaldırıyordur.

Erdoğan’ın konuşmasında yer alan önemli vurgulardan birisi de Suriye’nin iç işlerine karışma niyetimizin olmadığının belirtilmesiydi. Erdoğan’ın Putin’le Soçi görüşmesi sonrası yaptığı açıklamanın ardından Türk yetkililer özellikle de o zamanki dışişleri bakanı rejim diye başlayan cümlelerle Suriye’ye yeni bir anayasa yapılması gerektiğinden söz ediyor ve ısrarla muhaliflerden bahsederek onların yönetime nasıl katılacaklarını sorguluyorlardı. Aslında yaptıkları şey Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Soçi’de ve sonraki günlerde yaptığı uzlaşma/anlaşma açıklamalarını görmezden gelmekle eş anlamlı gibiydi. Türkiye’nin 2013-2015 döneminde belirlediği ve ulusal çıkarlarımızla uzaktan yakında alakası olmayan bir politika söz konusuydu.

Özetle söylemek gerekirse, önce çatışmasızlık olacak, o arada yeni bir anayasa yazılarak Suriye’ye dayatılacak, Esat çekilerek yeni ve geçici bir hükümet kurulması sağlanacak ve bu hükümette muhalifler yer alacak (Esat’ın yer alıp almayacağı bile Türkiye açısından bir soru işaretiydi, Ankara bu konuda belki ifadesine daha yatkındı), sonra uluslararası gözlemcilerin sıkı denetimi altında seçimler yapılacak ve sonuçlarına göre de yeni yönetim oluşacaktı. Bu politikanın Türkiye’nin ulusal çıkarı ile uzaktan yakından bir alakası yoktu/olamazdı; çünkü Suriye gibi milli ve üniter yapıdaki bir devlete yeni anayasa dayatmak bu ülkeyi federasyona sürüklemek veya adı konulmamış bir federal yapıya zorlamak anlamına geliyordu. Böyle bir yapıda PKK/PYD’nin de federe ünitelerden birisi olacağı açıktı.

Oysa biz PKK/PYD’nin böyle bir kukla ünite/devletçik haline gelmemesi için mücadele ediyorduk; ancak bu örnekte olduğu gibi üzerinde tam olarak düşünülmemiş politikaların bir tarafında ulusal çıkarları korumak adına silahlı mücadele edersiniz öbür ayağında ise silahla karşı koyduğunuz yapının istediklerini elde etmesine dolaylı olarak yardımcı olursunuz. Böyle bir politikaya görevdeki bazı profesyonel diplomatların bu taleplerin BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararını gerekçe göstererek sahiplenmeleri ise oldukça garip bir durumdu; çünkü BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs meselesiyle ilgili bir dizi kararını biz de haklı olarak uygulamazken (İsrail’in BM kararlarını hiçe saydığını ayrıca not ederek) bu kararı tanrı buyruğu gibi değerlendirmek aslında Erdoğan’ın ‘Suriye ile uzlaşın’ talimatını sulandırmaktan başka bir şey değildi. Aslında o politikaya göre ülkemizde ve Suriye’de baktığımız yaklaşık on milyon Suriyeli ile PKK/PYD’nin Amerikan güçleri ile birlikte Fırat’ın doğusundaki nüfus ve İdlib bölgesinde yaşayanlarla birlikte Esat’tın seçilmesi engellenecekti; çünkü bu üç büyük nüfus grubu Suriye hükümetinin kontrolünde yaşayanlardan daha fazlaydı.

Erdoğan’ın Suriye’nin iç işlerine karışma niyetinde olmadığımızı söylemesi hem ulusal çıkarlarımıza uygun hem de yeni bir politika önerisine benziyor. Başka bir ifadeyle Suriye için yeni anayasa fantezisinden vazgeçmiş oluyoruz ki, aramızdaki en önemli engellerden birisi ortadan kalkmış oluyor. Bu, ayrıca Suriye’nin milli ve üniter anayasal yapısının korunmasının Türkiye’nin çıkarlarıyla ne kadar uyumlu olduğunun anlaşılması anlamına geliyor olsa gerektir; çünkü federal bir yapıya zorlanan ve içinde PKK/PYD’nin federe ünite olarak yer alacağı bir Suriye’nin parçalanma ve Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü tehdit etme riski hiç de azımsanamaz.

İLERİYE BAKMAK

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklaması kesin bir politika dönüşümü anlamına geliyorsa bunun bürokraside sulandırılmasına izin vermemek gerekir. Erdoğan ‘vaktiyle ailece de görüşüyorduk, yine görüşürüz’ dediğine göre, Suriye ile sıradan ve soğuk bir barıştan söz etmiyor olsa gerektir. İki devlet arasında önce barışın tesisi için sığınmacıların gönderilmesi ve terör örgütlerine karşı ortak mücadele konularında ayrı ayrı mutabakat imzalanması gerekecektir. Her iki alanda da çok kapsamlı sorunların olduğuna şüphe yok. Dolayısıyla mutabakat metinlerine ilaveten çalışma grupları hazırlanarak hızla ilerleme sağlamak lazım gelecektir.

Bu noktada en önemli sorun hükümete destek veren Siyasal İslamcılar, medya ile resmi sıfatlı veya gayriresmi Amerikancı gruplar olacaktır. Örneğin ‘Esat Suriye topraklarından çekilmemizi istiyor’ feveranını epeydir ediyorlar ve etmeye devam edeceklerdir. Oysa Şam hükümetinin kontrolümüzdeki toprakları boşaltmamızı istemesi gayet normal bir talep. Ne yani, Suriye hükümeti topraklarını bize bırakacak değildi herhalde?

Vaktiyle Suriye’ye fethe gidiliyormuş havası yaratılması, hükümetin kendi medyasının bu gerçek dışı havayı yıllarca pompalaması uzlaşmanın önündeki en büyük sorunlardan birisi gibi düşünülebilir. Fakat buradaki en büyük avantajımız Erdoğan’ın kararları ve tavırları karşısında bu grupların hızla pozisyon değiştirebilmeleri. Gerek kurumlar içerisindeki gerekse gayriresmi kişilikli Amerikancılar ise çok kutupluluk yerleştikçe etkilerini kaybediyorlar. Bu defaki yakınlaşmanın avantajlarından birisi de bu olsa gerek. Ayrıca yakınlaşma konusu bu defa bürokrasiye bırakılarak yavaşlatılma/sulandırılma riskine karşı doğrudan liderler diplomasisi yoluyla yönetilebilir ve uzlaşma/anlaşma bürokrasiye talimat olarak verilebilir.

PKK/PYD’NİN SONU

Türkiye-Suriye ilişkilerinin normalleşmesi PKK/PYD’nin sonu demektir. Amerika’nın bu terör örgütlerine açık destek veriyor olması bu gerçeği değiştirmez. Özellikle çok kutuplu dünyada Amerika’nın bu örgütler yoluyla Orta Doğu’da bir kukla devlet kurmaya çalışması, sınırları doğrudan veya dolaylı değiştirme girişimleri çok kutuplu bir dünyada sürdürülemez. Ankara-Şam uzlaşması Fırat’ın doğusunda hem de Amerikan birliklerinin desteği ile büyük çaplı etnik temizlik yaparak tutunmaya çalışan PKK/PYD ve Vaşington üzerinde psikolojik açıdan şok etkisi yaratacaktır; çünkü bugüne kadar bu kirli ikili Ankara’nın siyasal İslamcı politikalardan vaz geçmeyeceği dolayısıyla Esat dedikleri Suriye ile uzlaşmayacağı varsayımı üzerinden hareket etmekteydiler. Türkiye, Suriye ile uzlaştığı anda bu varsayım gecekondu temeli üzerine inşa edilmiş bir gökdelen gibi çatırdamaya başlayacak ve hızla göçecektir. Suriye ile uzlaşma bu terör örgütüne karşı yapılacak operasyonları ya Şam ile koordine etme veya hiç operasyon yapmadan karşı tarafın göçmesine sebep olacak bir stratejik sabır politikasıyla sonuç alınmasını sağlama fırsatlarını beraberinde getirecektir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Round 1: Galip Trump

Yayınlanma

2024 ABD seçimlerinin ilk münazarası geride kaldı. Dört yıl aradan sonra neredeyse hiç yaşlanmamış bir Trump ve çok yaşlanmış bir Biden izledik. Hem de çok yaşlanmış… 2020’de kendi sağlığıyla ilgili çekinceler sıkça gündeme gelmişti. Ancak münazarada nispeten daha diri kalmayı başarmış, Trump’ın saldırgan üslubuna karşı “ton ton Joe amca” imajını güzelce inşa etmişti. Aradan geçen dört yıl ise Joe amcaya iyi davranmadı… Oğlu Hunter’ın video arşivini görmüşçesine iğrenme dolu bakışları, kısık sesi ve münazaranın başında 7-8 saniyeyi bulan duraksaması Demokratların umutlarını tamamen söndürdü. Oysa devamı o kadar kötü değildi. Yine dediği birçok şey anlaşılmıyordu ama en azından benzer bir duraklama yaşanmamıştı. Hatta duraksamadığı anlarda normalden bile hızlı konuşuyordu, belki de ilaçların etkisiyle…

Hiçbir soruya cevap verme ve kazan

Trump’ın stratejisi ise biraz daha ilginç oldu. Münazara öncesi yazımda Trump’ın İsrail konusuna girmek istemeyeceğini söylemiştim. Trump, Biden’a tepkili solcuları tekrar ona itmekten çekinecekti. Tam da öyle oldu. Ama Trump, sadece İsrail sorusuna değil, hiçbir soruya yanıt vermedi. Moderatörler ve Trump arasındaki diyaloglardan şöyle bir örnek vereyim;

“6 ocak olaylarından ötürü Demokratik haklarının elinden alınacağından korkan vatandaşlara ne söylemek istersiniz?”

“Joe’nun ekonomi politikaları ABD’yi bitirdi. Kimse bize saygı duymuyor!”

Münazaranın büyük kısmı bu şekilde geçti. Trump, hem Biden’ı hem de moderatörleri kafasında sessize almış, kendi anlatacağı şeyleri anlatmaya çıkmış. Cumhuriyetçi lider, neredeyse hiçbir soruya yanıt vermeden münazarayı tamamladı. Tabii beklediğim üzere yeni münazara kuralları Trump’ın işine geldi. Biden konuşurken kendi mikrofonunun kapanması sayesinde rakibinin sözünü hiç kesemedi. Böylece 2020’nin aksine “söz kesmeyen beyefendi adam” izlenimi ortaya çıktı.

İçerik açısından şaşırtıcı bir tartışma yaşanmadı. Trump doğal olarak ekonomiden, Ukrayna’ya verilen devasa yardım paketlerinden, Biden altında yaşanan göçmen krizinden dem vurdu. Konu siyahlara geldiğinde “sınır öyle delik deşik oldu ki siyah ve latinolar hem güvenlik sorunu yaşıyor hem de işlerini göçmenlere kaybediyor” dedi. Dahası Trump, Biden’ın siyahlar için 90’larda sapkınlar grubu ifadesini kullandığını hatırlattı. Biden, bu sefer ırkçılık meselesinden uzak kalmayı tercih etti çünkü Trump son ankete göre ülkedeki tüm siyah oyların yüzde 30’unu alıyor. Bu, rakibi tarafından beyaz üstünlükçülükle suçlanan bir Cumhuriyetçi aday için inanılmaz bir sayı. Trump, anketlerin doğru çıkması halinde girdiği her seçimde azınlıklardaki oyunu arttırmış olacak.

Sonra bir Ukrayna meselesi açıldı ki evlere şenlik… Biden Trump’ın malum davalarına dem vurunca konu bir anda Ukrayna’ya geldi. Trump, “Sen de suçlusun. Bireysel işlerin için ABD’nin gücünü kullanarak Ukrayna’ya baskı yapmadın mı? Binlerce insanı hala öldürmeye devam ediyorsun. Bu arada söyleyeyim; Ukrayna’daki ölü sayıları doğru değil. Verilenleri ikiyle, hatta üçle çarpın. Ukrayna savaşı kaybedecek, insanları kalmadı” ifadelerini kullandı.

İsrail konusuna dönersek dediğim gibi Trump çok fazla konu hakkında konuşmak istemedi. Bunun da bir ilk olduğunu söylemek gerekir, İsrail desteğini yinelemek artık iki aday için de çok tercih edilen bir durum değil. Biden zaten bu yüzden oy kaybediyor. Ancak Evanjelist olmayan muhafazakârlar arasında İsrail’e koşulsuz destek iyice popülaritesini kaybetti. Bu nedenle Trump sadece tek bir cümle kurdu. “Joe sen kötü bir Filistinlisin, onlar bile seni sevmiyor” diyerek konuyu kapattı.

Şimdi ne olacak?

Münazaranın kalanı karşılıklı kişisel saldırılar ve Trump’ın 98 kere “Herkes bizimle dalga geçiyor” demesi ile geçti. Ancak asıl soru şu; şimdi ne olacak? Biden sahneden bile inmeden Demokratlarda benzeri görülmemiş bir tepki ortaya çıktı. Sadece Demokratların ağırlıkta olduğu sosyal medya gruplarında değil, aynı zamanda Demokrat fikir önderlerinde de bir “kral çıplak” anı yaşandı;

Biden bu şekilde seçime girerse kaybedecekti.

Peki ne yapılabilir? Önceden kısık sesle dile getirilen “Biden çekilsin” tartışması şimdi daha yüksek sesle konuşuluyor. Ancak bunun bürokratik temelleri işi epey zorlaştırıyor. Mevcut görevdeki başkanın karşısına aday olarak çıkmak geleneksel olarak sık karşılaşılan bir durum değildir. Bu yüzden, Hem yardımcısı Kamala Harris’in hem de Demokratların en popüler ismi olan California Valisi Gavin Newsom’ın adı çokça geçmesine rağmen aday olmaktan kaçındılar. Bunun için önemli bir son tarih Mart ayında yapılan, 15 eyaletin önseçimlerinin tamamlandığı “Süper Salı” idi. Şunu belirtmek gerekir, Biden 4000 kadar delegenin 3900’unu almayı başardı. Biden’ın isteğine karşı onu adaylıktan indirebilecek bir güç yok.

Ancak Biden çekilirse o zaman yeni aday tartışmaları başlar. Gavin Newsom, dünkü münazara sonrası “hiç bu kadar Biden’ın arkasında kenetlenmemiştik” dese de partisindeki aykırı görüşler giderek güçleniyor. Biden bugün çekilirse artık ön seçim söz konusu olamaz. Ancak delegeler yeni bir aday ve başkan yardımcısı adayı üzerinde anlaşabilir. Demokrat Parti’nin tüm uzmanları böylesi bir durumda parti içinde büyük kavgaların çıkacağını söylüyor. Biden, çekildiği takdirde kendisine destek veren delegelere kimi desteklediğini söyleyebilir ancak delegeler buna uymak zorunda değiller.  Tabii böyle bir niyet varsa seçime yaklaşılan her gün parti için daha güçlü bir bürokratik kargaşa anlamına gelir. Son ay içinde olması durumunda oy pusulalarının değiştirilmesi bile söz konusu olur.

Biden çekilirse ortaya çıkan iki potansiyel aday dediğim gibi Newsom ve Michigan valisi Gretchen Whitmer olur. Ancak bu isimler şu an için Biden’ın arkasındalar. Mevcut durumda, birçoklarının da söylediği gibi Trump’ın umutları epey yüksek. Ancak seçime kadar hala çok zaman var. Bu yüzden anketleri ve ezber yorumları bir kenara bırakmakta fayda var. Her şekilde, Demokrat Parti’yi epey sancılı bir seçim süreci bekliyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Savaş Lübnan’a yayılır mı? Olası senaryolar ve en muhtemel senaryo

Yayınlanma

Khaled Al-Yamani
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Lübnan yöneticisi

İsrail genelkurmay başkanına yakın askeri kaynaklar, işgal ordusunun kuzey cephesinde tırmanan meydan okumayla yüzleşmek için çok sayıda planı olduğunu doğruluyor. Kuzey cephesinde güvenlik durumunun tırmanmasına dair beklenen bir dizi senaryo şu şekilde:

Askeri tesisler ve silah depoları da dahil olmak üzere güney Lübnan ve banliyölerindeki Hizbullah hedeflerine ve belki de kadrolarına yönelik hedefli hava saldırılarını içeren sınırlı bir askeri operasyon seçeneği. En sonuncusu, partinin en önde gelen askeri lideri Talib Abdullah’a yönelik suikast idi.

Böyle bir seçenek İsrailli karar vericinin gözünde “mümkün” görünüyor, böylece Hizbullah’ın tepkileri tolere edilebilir ve işgalin ateş çemberini küresel bir savaşı içerecek şekilde genişletemeyeceğini biliyorlar. Aynı zamanda, işgal böyle bir seçeneği bölgedeki savaş cephelerini artırmak istemeyen Amerikalılara satabilir, son haftalarda İsrail hükümetine güven duymasalar bile, yalanlarından, gerçekleri çarpıtmasından ve ana müttefiklerini manipüle etme yeteneğinden oldukça eminler, bu da Washington’u böyle bir İsrail seçeneğine yeşil ışık yakma konusunda temkinli olmaya teşvik edecektir.

İsrail askeri terminolojisinde “Üçüncü Lübnan Savaşı” ya da “Birinci Kuzey Savaşı” olarak bilinen topyekün savaş, partinin kuzey cephesini ele geçirmesi, tarım alanlarında ateş yakmaya devam etmesi ve şiddetin tırmanması ışığında, muhalefetten ve kamuoyundan hükümete ve orduya yöneltilen başarısızlık suçlamaları, onları her iki taraf için ve belki de tüm bölge için maliyetli ve tehlikeli olan bu seçeneği tercih etmeye zorluyor.

Gerçek şu ki, işgalin “Neron ve Roma’nın yanması” senaryosuna yol açmasını engelleyebilecek birçok kısıtlama var: iç ve dış, öznel ve nesnel, siyasi, güvenlik, askeri ve ekonomik, bu da onun çok fazla bir tercihi olmamasını sağlıyor. Diğeri birçok İsraillinin gözünde intihar gibi görünen bir seçim ve işgal yönetiminin bunu seçmesini engelleyen çok sayıda husus ve faktör var.

Bununla birlikte, bu “intihar” seçeneğinin gerçekleşme şansı çok yüksek olmasa bile, birincil misyonunun tüm cephelerde ateş yakmak olduğunu düşünen, İsrail’in aşınan caydırıcılığını yeniden tesis etme ve işgal varlığını son yıllarda tüm alanlardaki rolü azaldıktan sonra “bölgenin polisi” olarak yeniden kurma iddiasında olan sağcı faşist bir hükümetin varlığı göz önüne alındığında tamamen dışlanmamalıdır.

Kuzey Cephesinde, Hizbullah ile İsrail arasındaki karşılıklı çatışma sürerken, arabulucular hala onlarla istişareler yürütüyorlar, ancak bu tartışmalar kamuoyuna açıklanmıyor. Büyük güçler Lübnan arenasında işlerin kontrolden çıkmasını engellemek istiyor ve her bir tarafın kendi hesapları ve çıkarları var. Ancak Gazze’ye yönelik saldırılar devam ettiği sürece bu arabulucuların başarıya ulaşması zor.

Gazze’deki savaşı durdurmak; İşte kuzey cephesinde devam eden tırmanışı durdurabilecek “sihirli” kelime, işgalin saldırganlığını sona erdirme konusundaki isteksizliği nedeniyle bu seçeneğin başarısız olmasına rağmen, şimdi bahsedilemeyen birçok nedenden dolayı, bu hedefe ulaşılırsa, Irak ile doğu tarafı ve Yemen ile güney tarafı da dahil olmak üzere tüm cepheler sakinleşecek, ancak bu, İsrail’in Gazze cephesinde sükuneti sağladıktan sonra Lübnan’a karşı bir savaş başlatma isteğini filizlendirebilir.

Hizbullah’ın böyle bir senaryonun işgal içinde var olduğunu ve güçlü bir şekilde var olduğunu bildiğine ve buna dikkat ettiğine şüphe yok, ancak gerçekleşme hipotezi en azından yakın gelecekte mümkün değil. Çünkü askeri, ekonomik ve toplumsal kurumlarıyla işgalci varlık, Gazze’deki savaş sona ererse şüphesiz nefes almaya ihtiyaç duyacak ve belki de Hizbullah ile bir tür çatışmanın patlak vereceği bir gün gelecek, ancak yakın gelecekte olması şart değil.

Lübnan, Suriye ve İran’da suikastların hızlandırılması, komuta ve kontrol merkezlerinin yanı sıra silah ve füze depolarının hedef alınması ise işgalci için bir diğer seçenek. Bu halen yürürlükte olan bir politikadır ve önümüzdeki dönemde artması beklenmektedir. Aynı zamanda, direniş tarafının işgale karşı kapsamlı bir savaş başlatmasını gerektirmediği için, her iki taraf da kontrollü bir tempo sürdürebilecektir.

Beklenen sonuçlar

İşgalin kuzey cephesinde yaşananlara tek ve hızlı bir çözüm bulma kararını henüz vermediği göz önüne alındığında, önümüzdeki birkaç gün yukarıdaki senaryolardan herhangi birinin gerçekleşmesine tanık olmayacağız. Ancak bu durumdan yola çıkarak karşılaşılabilecek bir dizi sonuç şu şekilde:

– Mevcut tırmanma hızı, Gazze’deki duruma bağlı olarak artarak ve azalarak devam edecektir.

– Kuzey cephesinin yarattığı tehdidin ortadan kaldırılması için İsrail’den gelen taleplerin artması beklenmektedir.

– Bu cephedeki gelişmelerin İsrail siyasetinde ve medyasında giderek daha fazla yer alması öngörülmektedir.

– Herhangi bir askeri tırmanışı engellemek için Lübnan ile işgal arasında Amerikan ve Avrupa arabuluculuğunun yoğunlaştırılması öngörülmektedir.

Sonuç 

Lübnan ve işgal altındaki Filistin arasındaki kuzey cephesinde meydana gelen olaylar, gerginliğin her iki tarafı da durumun nelere yol açabileceğini doğru bir şekilde değerlendiremeden devam ediyor. Bunun birden fazla nedeni var, belki de en önemlisi yerel, bölgesel ve belki de uluslararası tarafların çokluğu

İşgal ise, maliyetler ve riskler açısından çoğu zaman birbirine yaklaşsalar bile, bir “sigorta poliçesi” elde etmeksizin, iç ve dış çeşitli siyasi ve askeri faktörleri göz önünde bulundurarak, yukarıda belirtilen seçenekler arasındaki tahminlerini değerlendirmeye devam etmektedir. Lübnan’a karşı olası bir saldırı, şu anda Gazze’de sıkışmış göründüğü zor duruma benzer bir sonuç doğurabilir ve İsrail bunun farkında.

Genel olarak konuşmak gerekirse, denge hala savaş çemberini küresel bir boyut kazanabilecek bölgesel bir savaşa doğru genişletme eğilimine karşı ve Lübnan cephesi, İsrail ordusunun tükenme durumunun, Hizbullah ve müttefiklerinin gücünün ve hazırlığının boyutunun ve isteksizliğinin anlaşıldığı bir atmosferde, hesaplanmış tırmanma dereceleri yaşayabilir… Amerikalılar ve Batılı güçler çatışma çemberini genişleterek taahhüt tavanlarını kontrol etmeye çalışıyorlar. Buna İsrail’in sahada uygulanamayan güçlü tehditleri de eşlik ediyor. Ancak dengeler bu tehditlerin uygulanması için uygun görünmüyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English