Bizi Takip Edin

AVRUPA

Fransa’da isyan: Sonuçlar ve olasılıklar

Yayınlanma

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, bu hafta başında 220 seçilmiş belediye başkanı ile bir araya geldi. Bazı belediye başkanları, özellikle de sağa yakın olanlar, 17 yaşındaki Cezayir asıllı genç Nahel’in polis tarafından öldürülmesinin ardından başlayan olayları bastırmada Paris’in yetersiz kaldığını düşünüyordu. İçişleri Bakanlığı açıklamasına göre gösteriler boyunca toplamda 99 belediye binası saldırıya uğramıştı. Fransız Belediye Başkanları Birliği (AMF) Başkanı David Lisnard, ‘kentsel ayaklanma’ terimini kullanarak, bunların daha sonraki yıllarda da yaşanacağını söylüyor ve ekliyordu: “Bu da elbette düzeni yeniden tesis etmek için derhal harekete geçilmesini ve otoritenin yeniden tesis edilmesini gerektiriyor ki ben de size bunu söylüyorum ve aynı zamanda son otuz yıldır yapılandan tamamen farklı, derin bir çaba da gerekiyor.”

Sosyal medyayı kısıtlama fikrini de bu toplantıda ortaya attı Macron. Fransa Cumhurbaşkanı, “İşler çığırından çıktığında, belki de [sosyal medyaya] erişimi düzenlemek ya da kesmek gerekebilir,” diyordu. İçişleri Bakanlığı, Fransa’nın interneti keseceğine ilişkin yaygın dedikodular için ‘sahte haber’ açıklaması yapmak zorunda kalmış ve bunun Fransa’da ‘yasadışı’ olduğunu savunmuştu. Ama belli ki cin şişeden çıkmıştı. Siyasi kariyerine 1970’li yıllarda troçkist olarak başlayan, sonrasında bir süre Sosyalist Parti’ye katılan ve nihayetinde bir dönem Jean-Marie Le Pen’in liderlik ettiği Ulusal Cephe’nin desteğiyle 2014 yılında Béziers belediye başkanı seçilen ve 2022 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Marine Le Pen’i destekleyen Robert Ménard, Macron’un toplantıda sarf ettiği sözleri kamuoyuna ilan ediyordu: Cumhurbaşkanı, Snapchat, TikTok, Instagram gibi sosyal medya platformlarına erişimin kesilmesini önermişti.

‘Artan şiddet olayları’ yeni mi başladı?

Belediye binalarının ve bazı belediye başkanlarının isyan sırasında saldırıya uğramasına Fransız devletinin bulduğu çözüm, yerel yöneticilere merkezi yönetim kalkanını genişletmek. Yerel ve bölgesel yönetimlerden sorumlu bakanı Dominique Faure, başta belediye başkanları olmak üzere yerel seçilmiş yetkililerin daha iyi korunması için hükümetin 5 milyon avro ayıracağını açıkladı. Le Monde’a verdiği mülakatta Faure, yerel seçilmiş yetkilileri destekleme planını özetleyerek, daha iyi fiziksel ve yasal korumalar için finansmanın yanı sıra belediye başkanları için psikolojik desteği de içeren 12 önlem alınacağını söyledi.

Bu önlemler arasında yerel yöneticilerle savcılar arasındaki ilişkiyi güçlendirmek, yerel yöneticilerin yasal ve mali korumasını artırmak gibi maddeler yer alıyor. Bakan, sonbaharda Fransa parlamentosuna, yerel seçilmiş yetkilileri taciz etmekten suçlu bulunanlar için ‘ağırlaştırılmış’ bir suçlama yaratacak ve hakimlerin bu kişilere daha ağır cezalar vermesini sağlayacak bir yasa sunulacağını da sözlerine ekledi.

Paris’in L’Häy-les-Roses banliyösünün belediye başkanı Vincent Jeanbrun’un evi gösteriler sırasında hedef alınmıştı. Yerel yönetimlere merkezi denetimin artırılmasının başlıca gerekçelerinden biri de bu. Fakat ‘artan şiddet olayları’ Nahel isyanının öncesine dayanıyor. Saint-Brevin-les-Pins Belediye Başkanı Yannick Morez, evinin kundaklanmasının ardından görev süresini erken tamamlamıştı. Kasabasında kurulması planlanan sığınmacı merkezi nedeniyle sağcıların hedefi haline gelen Morez, 9 Mayıs günü istifa etmişti. İstifa nedeni, protesto gösterisi düzenleyen sağcı grupların evinin önünde çıkardığı yangındı. Morez, istifa mektubunda, özellikle evinin yanması ve devlet desteğinin eksikliği nedeniyle bu kararı aldığına işaret etmişti.

Anaakımlaşan sağ, sağcılaşan anaakım

Başını göçmen kökenli gençlerin çektiği son isyan dalgasındaki hem haklı, hem kör şiddetin başta Ulusal Birlik olmak üzere Fransız sağı tarafından kullanılması bu nedenle ‘samimi’ olmaktan uzak. Fransa’da şiddet 28 Haziran’da ve göçmenlerle başlamadı; bundan sonra da tek kaynağı bu olmayacak. Örneğin Nahel’in öldürülmesinden çok kısa bir süre önce, 14 Haziran’da, 19 yaşındaki Gineli göçmen Alhoussein Camara Fransa’nın güneybatısındaki Angoulême kasabasında işe giderken polis memurları tarafından durdurulmaya çalışıldı ve nihayetinde göğsünden vurularak öldürüldü. Camara’nın avukatları, Nahel sonrası patlayan tepkinin neden Gineli göçmen için gösterilmediğini şaşkın içinde merak ediyorlar. Bu genç depo işçisinin katline neden sessiz kalındığının şu anda bir önemi yok. Önemli olan, karşı-şiddetin olmadığı örneklerin varlığına rağmen Afrikalı göçmenlere muamelenin pek değişmemesi.

Bununla birlikte, Fransa’da ve genel olarak Avrupa’da, avro bölgesindeki krizin ardından öne sürülen kemer sıkma politikalarına karşı başlayan ‘popülist’ tepkinin anaakımlaşma sürecinin yeni bir aşamaya geçtiğini söylemek mümkün. Bunun tersi de doğru; Avrupa’da ‘merkez’ olarak bilinen siyaset yelpazesinin son on yılda hızla kendi sağındaki unsurlara yanaşmaya başladığını görüyoruz. Macron yönetiminin Marine Le Pen ve partisi tarafından ‘bir avuç haydutu engelleyememek’ ile suçlanması, başta Fransız Komünist Partisi (PCF) olmak üzere parlamenter solun ‘şiddetle arasına mesafe koyması’ ve hatta yer yer karşısına alması, ‘kanun ve nizam’ın temsilcisi olarak Ulusal Birlik’i gitgide ön plana çıkarıyor.

Göçmen meselesi elbette bu tabloda önemli bir yer tutuyor; ama yalnızca bir parça. Tablonun diğer unsurları arasında, Fransa’nın gerileyen ve gerilemeyi durduramayan bir emperyalist güç olarak iktisadi olarak en büyük rakibi Almanya’ya bir türlü ayak uyduramaması da yer alıyor. Fransız sermayesi, Alman ‘rakibi’ karşısında bir hayli verimesizleştiğini düşünüyor; işgücü maliyetlerini hâlâ çok yüksek buluyor; resmi haftalık çalışma saatleri AB’nin neredeyse en altında; ‘teknolojik atılım’ için gereken nitelikli işgücünü bulmak için çırpınıyor (hâlâ bulamadı); ve şu ya da bu boyutta bir militan sendikacılık rahatsızlık vermeye devam ediyor.

Ulusal Verimlilik Konseyi’nin 2019 yılında yayınladığı bir rapor, Fransa’da düzenin içinde bulunduğu fasit daireyi özetliyor. Rapor, okuldan ayrılanlar arasında beceriler açısından büyük bir uçurum olduğunu, yüksek performans gösterenlerin Avrupa ortalamasının oldukça üzerinde olduğunu ama düşük performans gösterenlerin (ezici çoğunluğu daha az varlıklı ailelerden gelenler) AB ve OECD ortalamalarına göre önemli ölçüde daha kötü performans gösterdiğini belirtiyor. Bir başka çarpıcı veri, aslında uzunca bir süre Almanya ile başa baş giden işgücü verimliliğinin 1990’larla birlikte düşmeye başlaması. Rapora göre, “Fransız işgücünün becerileri OECD ortalamasının altındadır ve herhangi bir iyileşme belirtisi görülmemektedir.”

Emeklilik reformu, göçmen sorunu ve sağın yükselişi gibi meseleleri bu ‘Fransız gerileyişi’ üzerinde değerlendirmek gerekiyor. Almanya ‘nitelikli göçmen emeği’ni seçip seçip alırken, Fransız sağcılarına göre ülkelerine ‘çer-çöp’ kalıyor. Zaten tüm bu ihtiyaçlar nedeniyle, Le Pen’in partisi göçün tamamen ortadan kaldırılmasını değil, yıllık kotasının düşürülmesini istiyor. Eski Fransız sömürgelerinde yaşayanlara çifte vatandaşlık hakkının tanınmaması da bu kapsamda yer alıyor. Afrika’dan Fransa’ya işçi göçü, ‘feasible’ bulunmuyor.

Bu kapsamda Ulusal Birlik’in Adalet Bakanlığı’nın bütçesinin artırılmasını istemesi, yeni cezaevleri inşa edilmesini savunması, polisin ‘meşru savunma hakkı’nı koruması ve yine polisin telefon dinleme ve internet iletişimini denetleme yetkilerini genişletmesini talep etmesi göçmen sorunundan ibaret olmayan bir yeniden düzenleme arzusuna işaret ediyor. Bunun hukuki karşılığının eski usül yerli-sömürge ayrımının yer aldığı ‘sömürge hukuku’ olması muhtemel. 

Yeni merkantilizmin iktidara yürüyüşü

Burada esas mesele, uluslararası durum. Fransa’da ‘kanun ve nizam’ın en büyük koruyucusu olarak öne çıkan Ulusal Birlik’in şansı yükseliyor. Buna, ikna edici bir iktisadi programın da eşlik etmesi gerekir.

Bu program, ‘Bidenomics’ adı altında ABD’de yükseliyor. Ulusal Birlik’in programında yer alan Fransa’nın yeniden sanayileşmesi, Fransız üreticileri korumak için ithalat tarifelerinin artırılması, KOBİ’ler için faiz indirimi, vergilerin düşürülmesi de prestijini artıran yeni merkantilist düşüncenin Fransa’da ağaçtan düşecek kadar olgunlaştığına işaret ediyor. Ülkenin ticaretinin yüzde 60’ından fazlasının AB içinden geldiği düşünüldüğünde, basit bir ‘otarşik’ anlayışın işe yaramayacağı görülüyor; zaten Le Pen’in de ‘korumacılık’ın ötesinde böyle bir planı yok. Macron’un, üzerine ne kadar düşündüğü tartışmalı, ‘Avrupa’nın stratejik özerkliği’ iddiasının da bu bağlamda ‘Avrupa Ulusal Federasyonu’ öneren Ulusal Birlik’in önündeki taşları temizlediğine işaret etmeliyiz.

Üstelik bu konuda Ulusal Birlik’in yalnız olmadığını da hatırlatmalıyız. İsyanlar boyunca, Nicolas Sarkozy’nin kurucusu olduğu Les Républicains (LR) yetkilileri, etno-milliyetçiliğin gazına bastılar. Örneğin LR’nin Senato grubu lideri Bruno Retailleau, 5 Temmuz’da Franceinfo radyosuna verdiği demeçte, “[İsyancılar] Elbette Fransızlar ama kimliklerinden dolayı Fransızlar. Ne yazık ki ikinci, üçüncü nesilde etnik kökenlere doğru bir gerileme söz konusu,” diye konuştu. ‘Merkez’ sağın, bunu seçmenini Le Pen’e kaptırmamak için yaptığı iddia ediliyor. Ama bu fazlasıyla basit bir çıkarım olur. Anaakımın ya da ‘merkez’in sağcılaşması, sağın da önünü açıyor.

Nitekim LR Başkanı Eric Ciotti, isyancıları ‘barbarlar’ olarak tanımladıktan sonraki birkaç gün içinde güvenlik ve göç karşıtı tekliflerde bulundu. Önlemler kataloğu, Le Pen’inkilerle çarpıcı bir benzerlik taşıyordu: Cezaevi kapasitesini keskin bir şekilde arttırmak, cezai sorumluluk yaşını 16’ya düşürmek, suçluların ebeveynlerine verilen yardımları kaldırmak ve çifte vatandaşlığa sahip suçluların Fransız vatandaşlıklarını ellerinden almak.

Le Pen’in ‘Melonileştirilmesi’

Geriye ise Le Pen’in ‘Melonileştirilmesi’ kalıyor. Bunun Avrupa çapında bir kurgu gerektirdiği açık. 2024 yılındaki Avrupa Parlamentosu seçimleri bu bakımdan hayli kritik. İtalyan Meloni’nin bağlı bulunduğu Avrupa Muhafazakârlar ve Reformcular (ECR) grubu ile Le Pen’in bağlı olduğu Kimlik ve Demokrasi (ID) grubu arasındaki temasların ittifakla sonuçlanıp sonuçlanmayacağı, gidişata ilişkin fikir verecektir. ‘Merkez’ sağ Avrupa Halk Partisi’nin (EPP), Alman Hıristiyan Demokratların da zorlamasıyla ID’ye kapıları kapatmasının sonuçları da belli olacaktır.

Fransız isyanının ve bunun özellikle Almanya’ya etkilerinin, Avrupa’daki sağın geleceğine ilişkin kritik önemde olduğunu kabul etmeliyiz. ABD’nin iktisadi siyaseti ve Demokratlar ile Cumhuriyetçilerin birbirine iktisadi planda yakınlaşma ihtimali, Avrupa’da da yeni merkantilist-korumacı sağın yükselişine kan taşıyacaktır. Pleblerin programsız isyanı, cehennemin kapılarını açabilir.

AVRUPA

Meloni: Trump düşman değil, ‘pragmatik’ bir AB yaklaşımı gerek

Yayınlanma

İtalya Başbakanı Giorgia Meloni, 19-20 Aralık’ta yapılacak Avrupa Konseyi toplantısı öncesinde, AB’nin Donald Trump yönetimine karşı pragmatik bir yaklaşım sergilemesi ve NATO’da AB’nin rolünün Amerika’nınkine denk olacak şekilde güçlendirilmesi çağrısında bulundu.

Meloni 17 Aralık Salı günü İtalyan parlamentosunda yaptığı konuşmada ABD’ye karşı “pragmatik, yapıcı ve açık bir yaklaşımın” önemine dikkat çekti. Meloni, AB-ABD işbirliği alanlarından yararlanılmasını ve “her iki tarafa da zarar verecek” ticari anlaşmazlıkların önlenmesi için çalışılmasını önerdi.

“Merkez sol” Demokratik Parti’den (PD) bir milletvekilinin sorusunu yanıtlayan Meloni, ABD’nin seçilmiş başkanının “düşman” olarak nitelendirilmesini reddetti.

Meloni, “Korumacı iktisadi politikalar konusunda endişeler varsa, ki bundan kaçınmak için kesinlikle çalışmalıyız, birini düşman olarak tanımlayarak bir diyalog başlatmanın bunu başarmaya yardımcı olacağına inanmıyorum,” dedi.

Avrupa’nın savunması konusunda ise Meloni, NATO çerçevesinde daha güçlü ve daha özerk bir Avrupa’ya ihtiyaç olduğunu belirtti. Meloni, Avrupa’nın NATO içinde “ağırlık ve saygınlık bakımından” Amerika’nınkine denk bir Avrupa ayağı oluşturmayı hedeflemesi gerektiğini de sözlerine ekledi.

İtalyan lider, “Atlantik İttifakına olan bağlılığımız güvenliğimizin temel taşı olmaya devam etmektedir, fakat Avrupa bu ittifak içerisinde daha büyük bir rol üstlenmeyi hedeflemelidir,” ifadelerini kullandı.

İtalyan başbakanı çarşamba günü Fransız, Alman, Polonyalı, İngiliz ve Ukraynalı liderler ve NATO Genel Sekreteri Mark Rutte ile birlikte “Weimar Plus” zirvesi için Brüksel’de olacak.

Meloni ayrıca muhalefetin İtalya’nın AB içinde yalnızlaştığı yönündeki iddialarını da reddederek “gerçeklerin bunun tam tersini gösterdiğini” söyledi.

Örneğin Meloni, Raffaele Fitto’nun Avrupa Komisyonu başkan yardımcısı olarak atanmasının, daha önce AB içinde muhafazakârları bir kenara iten cordon sanitaire’i kırdığını söyledi.

Mercosur anlaşmasıyla ilgili olarak Meloni, İtalya’nın uygun bir denge olmadan bu anlaşmayı desteklemeyeceğini vurguladı. Meloni, “İtalya, Batılı olmayan küresel aktörlerin etkisi altına girme riski taşıyan bizimkine benzer bir kıta olan Latin Amerika’ya yatırım yapma fırsatları görüyor,” dedi.

Bununla birlikte, anlaşmanın “diğer ülkeler bizim üreticilerimize uyguladığımız gıda standartlarına uymadıkları için genellikle en yüksek maliyetlere katlanan” tarım sektörünü ele alması gerektiği konusunda uyardı.

Suriye konusuna da değinen Meloni, Beşar Esad yönetiminin düşmesini “iyi haber” olarak nitelendirdi fakat ülkenin geleceğine ilişkin endişelerini de dile getirdi.

Meloni, “Şam’da açık bir büyükelçiliği bulunan tek G7 ülkesi olan İtalya, Suriye’nin yeni liderliğiyle ilişki kurmaya hazır,” dedi.

Yeni Suriye hükümetinden gelen “cesaret verici ilk sinyalleri” kabul etmekle birlikte Meloni ihtiyatlı olunması çağrısında bulundu. İtalyan lideri, “Sözleri eylemler takip etmeli; yeni yetkilileri eylemlerine göre yargılayacağız,” ifadelerini kullandı.

Okumaya Devam Et

AVRUPA

İsveç’ten “enerji kablosu” projesine Alman elektrik reformu şartı

Yayınlanma

İsveç, Berlin’in elektrik piyasasını yeniden düzenleyerek denizaşırı ülkelerden daha düşük maliyetli elektrik çekmeyi durdurması halinde Almanya’yı güney İsveç’e bağlayacak bir elektrik kablosu projesini onaylamaya hazır olduğunu açıkladı.

İsveç Enerji Bakanı Ebba Busch Financial Times’a (FT) yaptığı açıklamada, Almanya ve İsveç elektrik piyasalarını birbirine bağlaması planlanan 700 megavatlık Hansa PowerBridge projesinin “Almanya kendi sistemini düzene sokana kadar” erteleneceğini söyledi. 

Busch, Almanya’nın iç elektrik piyasasını, şebekelerinin verimliliğini artıracak ve fiyatları düşürecek ihale bölgelerine ayırması halinde İsveç hükümetinin proje üzerinde “harekete geçmeye hazır olacağını” da sözlerine ekledi.

Bu tür reformların, Almanya’nın İsveç’in büyük ölçüde hidroelektrikle üretilen daha ucuz elektriğini çekmesini ve İsveçli tüketiciler için maliyetlerin artmasını önleyeceği düşünülüyor.

Elektrik, şebekeler üzerinde en yüksek fiyat talebinin olduğu yere doğru akıyor. İsveç’in şebekesi halihazırda Baltık Denizinin altından geçen bir enterkonnektör aracılığıyla Almanya’ya bağlı.

Avrupa’daki elektrik fiyatlarına ilişkin tartışmalar, AB üyesi ülkelerin Rus gazı ve fosil yakıtlardan uzaklaşmak için sisteme hava koşullarına bağlı yenilenebilir enerji eklemek için acele etmeleri nedeniyle bu yıl giderek hararetlendi.

Bu durum, güneşin parladığı ve rüzgârın estiği dönemlerde önemli ölçüde fazla üretime yol açarken, güneş ya da rüzgârın olmadığı zamanlarda da üretimin çok düşük olduğu dönemleri beraberinde getirdi. Sonuç olarak birçok ülkede fiyatlar son derece dalgalı bir seyir izledi.

Busch, geçtiğimiz çarşamba ve perşembe günleri İsveç’in güneyinde fiyatların “eksi fiyatlardan” kilovat saat başına yaklaşık 1 avroya sıçradığını söyledi. Busch, bunun yatırım için “çok zor bir durum yarattığını” da sözlerine ekledi.

Yaz aylarında Yunanistan Başbakanı Kyriakos Mitsotakis de Yunanistan’daki açıklanamaz yüksek faturalarla ilgili endişelerini dile getirmiş ve bloğun enerji sistemini daha iyi incelenmesi gereken bir “kara kutu” olarak tanımlamıştı.

Mitsotakis, “İyi işleyen ve yenilenebilir enerji kaynaklarından gerçekten yararlanan bir enerji piyasasına sahip olmak istiyorsak, bu konulara bakan ve müdahale etme kapasitesine sahip bir tür Avrupa düzenleyicisi düşünmeliyiz,” dedi.

AB’nin enerji düzenleyicisi Acer pazartesi günü, elektrik şebekesi maliyetlerinin 2050 yılına kadar iki katına çıkabileceği ve mevcut şebekelere daha fazla yük bindikçe “elektrik faturalarının genel karşılanabilirliğini tehlikeye atacağı” uyarısında bulundu.

Norveçli politikacılar geçen hafta, ülkedeki elektrik fiyatlarının 2009’dan bu yana en yüksek seviyeye ulaşması üzerine, Norveç ile Danimarka, Almanya ve Britanya arasındaki enterkonektörleri gözden geçirmek istediklerini söyledi. O zamandan bu yana fiyatlar aralık ayı için rekor düşük seviyelere geriledi.

Oslo’nun endişelerine atıfta bulunan Busch, “dünyanın geri kalanının bir parçası olmayı seven açık, ilerici bir ülkenin bu birbirine bağlı enerji sisteminin bir parçası olmak istemeyebileceğimizin sinyalini vermesinin Avrupa için üzücü bir an olduğunu” söyledi.

Busch, Almanya’nın yüksek fiyatlarının sorumlusu olarak nükleer santrallerini kapatma ve 2011 yılında Japonya’da meydana gelen Fukushima kazasının ardından AB düzeyinde nükleere verilen desteğe karşı çıkma kararını gösterdi.

İsveç de bir önceki hükümet döneminde benzer bir karar almış aöa politikasını değiştirerek Avrupa düzeyinde nükleer enerjinin en güçlü savunucularından biri haline gelmişti.

İsveç’in kendi enerji sistemi, ülkenin hidroelektrik santrallerinin çoğunun bulunduğu kuzeyden zayıf iletim bağlantıları olduğu için genellikle büyük bölgesel fiyat farklılıklarından muzdarip.

Geçtiğimiz hafta Volvo Cars, Volvo Trucks ve SKF’ye ev sahipliği yapan Göteborg’daki tüketiciler elektrik için kuzeydeki Luleå kentindekilerden 190 kat daha fazla ödedi.

FT’ye konuşan İsveç’in önde gelen bir şirket yöneticisi, “Enerji politikamız umutsuz. Eğer işleri kısa sürede yoluna koymazsak, sanayinin büyük bir kısmı sıkıntıya girebilir,” dedi.

Busch, Avrupa’nın nükleer enerji konusunda “siyasi mücadelelere” girmeyi bırakması ve sistemi istikrara kavuşturmak için teknolojiye daha fazla yatırım yapılmasını teşvik etmesi gerektiğini söyledi.

Busch, nükleer karşıtı Yeşiller partisinin üyesi Alman Enerji Bakanı Robert Habeck’i kastederek, “Hiçbir siyasi irade fiziğin temel kurallarını geçersiz kılamaz, Dr. Robert Habeck bile,” dedi.

Okumaya Devam Et

AVRUPA

AB’den Rusya’nın Baltık Denizi’ndeki tankerlerini alıkoyma tehdidi

Yayınlanma

12 İskandinav ve Baltık ülkesi, Baltık Denizi üzerinden Rus petrolü taşıyan tankerlerin operasyonlarını yakından izlemeye başlayacak.

Birçoğu hurdaya ayrılmaya hazır olan bu “şaibeli” gemiler, sigorta geçerliliği ve uygunluğu açısından denetime tabi tutulacak.

Yaptırımları ve sigorta koşullarını ihlal eden gemiler ciddi cezalarla karşı karşıya kalacak.

Estonya Başbakanı Kristen Michal, Reuters ajansına yaptığı açıklamada, “Gemiler iş birliği yapmazsa şu adımlar atılacak: Yasaklı gemiler listesine alınacaklar ya da belirli bölgelerde alıkonulacaklar,” dedi.

Tallinn’deki toplantıda konuşan Michal, “Önemli olan, Rusya’nın gölge filosunu engellemek adına bu süreci sistematik bir şekilde yürütmektir,” ifadelerini kullandı.

Toplantıya, Baltık ve Manş Denizi’ndeki Rus gemilerini izleme programına katılmayı kabul eden 12 ülkeden 10’unun askeri ittifakı olan Ortak Seferi Birlik başkanları katıldı.

Birleşik Krallık, Almanya, Polonya, Hollanda, beş İskandinav ülkesi ve üç Baltık ülkesinden oluşan 12 ülke, gölge filonun operasyonlarını “bozmak ve caydırmak” amacıyla bir dizi tedbir üzerinde anlaştı.

Bu ülkelerden altısı -Birleşik Krallık, Danimarka, İsveç, Polonya, Finlandiya ve Estonya- Manş Denizi, Danimarka Boğazı, Finlandiya Körfezi ve İsveç ile Danimarka arasındaki boğazlarda gemilerin sigorta belgelerini kontrol etmeye başlayacak.

Danimarkalı yetkililer, geçtiğimiz yıl dar ve dolambaçlı Danimarka Boğazlarında yerel pilot hizmetlerini kullanmayı bırakan eski tankerlerin artan varlığından duydukları endişeyi dile getirdi. Bu arada, Bloomberg tarafından derlenen ve Argus Media‘dan alınan gemi takip ve fiyatlandırma verilerine göre, bu yıl içinde bu güzergâhtan yaklaşık 33 milyar dolar değerinde Rus petrolü taşındı.

Bu rakam, Rusya’nın toplam açık deniz petrol ihracatının yaklaşık yüzde 42’sine denk geliyor.

Salı günü Birleşik Krallık, Rus petrolünün taşınmasında kullanılan 20 gemiye yaptırım uygulayarak, bu gemileri daha önceki kısıtlayıcı tedbirleri ihlal etmekle suçladı. AB ise gölge filo kapsamındaki 52 gemiye yaptırım uygulayarak toplam yaptırım listesini 79’a çıkardı.

10 milyar dolarlık plan: Rusya’nın ‘gölge filosu’ yaptırımları nasıl atlatıyor?

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English