Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, bu hafta başında 220 seçilmiş belediye başkanı ile bir araya geldi. Bazı belediye başkanları, özellikle de sağa yakın olanlar, 17 yaşındaki Cezayir asıllı genç Nahel’in polis tarafından öldürülmesinin ardından başlayan olayları bastırmada Paris’in yetersiz kaldığını düşünüyordu. İçişleri Bakanlığı açıklamasına göre gösteriler boyunca toplamda 99 belediye binası saldırıya uğramıştı. Fransız Belediye Başkanları Birliği (AMF) Başkanı David Lisnard, ‘kentsel ayaklanma’ terimini kullanarak, bunların daha sonraki yıllarda da yaşanacağını söylüyor ve ekliyordu: “Bu da elbette düzeni yeniden tesis etmek için derhal harekete geçilmesini ve otoritenin yeniden tesis edilmesini gerektiriyor ki ben de size bunu söylüyorum ve aynı zamanda son otuz yıldır yapılandan tamamen farklı, derin bir çaba da gerekiyor.”
Sosyal medyayı kısıtlama fikrini de bu toplantıda ortaya attı Macron. Fransa Cumhurbaşkanı, “İşler çığırından çıktığında, belki de [sosyal medyaya] erişimi düzenlemek ya da kesmek gerekebilir,” diyordu. İçişleri Bakanlığı, Fransa’nın interneti keseceğine ilişkin yaygın dedikodular için ‘sahte haber’ açıklaması yapmak zorunda kalmış ve bunun Fransa’da ‘yasadışı’ olduğunu savunmuştu. Ama belli ki cin şişeden çıkmıştı. Siyasi kariyerine 1970’li yıllarda troçkist olarak başlayan, sonrasında bir süre Sosyalist Parti’ye katılan ve nihayetinde bir dönem Jean-Marie Le Pen’in liderlik ettiği Ulusal Cephe’nin desteğiyle 2014 yılında Béziers belediye başkanı seçilen ve 2022 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Marine Le Pen’i destekleyen Robert Ménard, Macron’un toplantıda sarf ettiği sözleri kamuoyuna ilan ediyordu: Cumhurbaşkanı, Snapchat, TikTok, Instagram gibi sosyal medya platformlarına erişimin kesilmesini önermişti.
‘Artan şiddet olayları’ yeni mi başladı?
Belediye binalarının ve bazı belediye başkanlarının isyan sırasında saldırıya uğramasına Fransız devletinin bulduğu çözüm, yerel yöneticilere merkezi yönetim kalkanını genişletmek. Yerel ve bölgesel yönetimlerden sorumlu bakanı Dominique Faure, başta belediye başkanları olmak üzere yerel seçilmiş yetkililerin daha iyi korunması için hükümetin 5 milyon avro ayıracağını açıkladı. Le Monde’a verdiği mülakatta Faure, yerel seçilmiş yetkilileri destekleme planını özetleyerek, daha iyi fiziksel ve yasal korumalar için finansmanın yanı sıra belediye başkanları için psikolojik desteği de içeren 12 önlem alınacağını söyledi.
Bu önlemler arasında yerel yöneticilerle savcılar arasındaki ilişkiyi güçlendirmek, yerel yöneticilerin yasal ve mali korumasını artırmak gibi maddeler yer alıyor. Bakan, sonbaharda Fransa parlamentosuna, yerel seçilmiş yetkilileri taciz etmekten suçlu bulunanlar için ‘ağırlaştırılmış’ bir suçlama yaratacak ve hakimlerin bu kişilere daha ağır cezalar vermesini sağlayacak bir yasa sunulacağını da sözlerine ekledi.
Paris’in L’Häy-les-Roses banliyösünün belediye başkanı Vincent Jeanbrun’un evi gösteriler sırasında hedef alınmıştı. Yerel yönetimlere merkezi denetimin artırılmasının başlıca gerekçelerinden biri de bu. Fakat ‘artan şiddet olayları’ Nahel isyanının öncesine dayanıyor. Saint-Brevin-les-Pins Belediye Başkanı Yannick Morez, evinin kundaklanmasının ardından görev süresini erken tamamlamıştı. Kasabasında kurulması planlanan sığınmacı merkezi nedeniyle sağcıların hedefi haline gelen Morez, 9 Mayıs günü istifa etmişti. İstifa nedeni, protesto gösterisi düzenleyen sağcı grupların evinin önünde çıkardığı yangındı. Morez, istifa mektubunda, özellikle evinin yanması ve devlet desteğinin eksikliği nedeniyle bu kararı aldığına işaret etmişti.
Anaakımlaşan sağ, sağcılaşan anaakım
Başını göçmen kökenli gençlerin çektiği son isyan dalgasındaki hem haklı, hem kör şiddetin başta Ulusal Birlik olmak üzere Fransız sağı tarafından kullanılması bu nedenle ‘samimi’ olmaktan uzak. Fransa’da şiddet 28 Haziran’da ve göçmenlerle başlamadı; bundan sonra da tek kaynağı bu olmayacak. Örneğin Nahel’in öldürülmesinden çok kısa bir süre önce, 14 Haziran’da, 19 yaşındaki Gineli göçmen Alhoussein Camara Fransa’nın güneybatısındaki Angoulême kasabasında işe giderken polis memurları tarafından durdurulmaya çalışıldı ve nihayetinde göğsünden vurularak öldürüldü. Camara’nın avukatları, Nahel sonrası patlayan tepkinin neden Gineli göçmen için gösterilmediğini şaşkın içinde merak ediyorlar. Bu genç depo işçisinin katline neden sessiz kalındığının şu anda bir önemi yok. Önemli olan, karşı-şiddetin olmadığı örneklerin varlığına rağmen Afrikalı göçmenlere muamelenin pek değişmemesi.
Bununla birlikte, Fransa’da ve genel olarak Avrupa’da, avro bölgesindeki krizin ardından öne sürülen kemer sıkma politikalarına karşı başlayan ‘popülist’ tepkinin anaakımlaşma sürecinin yeni bir aşamaya geçtiğini söylemek mümkün. Bunun tersi de doğru; Avrupa’da ‘merkez’ olarak bilinen siyaset yelpazesinin son on yılda hızla kendi sağındaki unsurlara yanaşmaya başladığını görüyoruz. Macron yönetiminin Marine Le Pen ve partisi tarafından ‘bir avuç haydutu engelleyememek’ ile suçlanması, başta Fransız Komünist Partisi (PCF) olmak üzere parlamenter solun ‘şiddetle arasına mesafe koyması’ ve hatta yer yer karşısına alması, ‘kanun ve nizam’ın temsilcisi olarak Ulusal Birlik’i gitgide ön plana çıkarıyor.
Göçmen meselesi elbette bu tabloda önemli bir yer tutuyor; ama yalnızca bir parça. Tablonun diğer unsurları arasında, Fransa’nın gerileyen ve gerilemeyi durduramayan bir emperyalist güç olarak iktisadi olarak en büyük rakibi Almanya’ya bir türlü ayak uyduramaması da yer alıyor. Fransız sermayesi, Alman ‘rakibi’ karşısında bir hayli verimesizleştiğini düşünüyor; işgücü maliyetlerini hâlâ çok yüksek buluyor; resmi haftalık çalışma saatleri AB’nin neredeyse en altında; ‘teknolojik atılım’ için gereken nitelikli işgücünü bulmak için çırpınıyor (hâlâ bulamadı); ve şu ya da bu boyutta bir militan sendikacılık rahatsızlık vermeye devam ediyor.
Ulusal Verimlilik Konseyi’nin 2019 yılında yayınladığı bir rapor, Fransa’da düzenin içinde bulunduğu fasit daireyi özetliyor. Rapor, okuldan ayrılanlar arasında beceriler açısından büyük bir uçurum olduğunu, yüksek performans gösterenlerin Avrupa ortalamasının oldukça üzerinde olduğunu ama düşük performans gösterenlerin (ezici çoğunluğu daha az varlıklı ailelerden gelenler) AB ve OECD ortalamalarına göre önemli ölçüde daha kötü performans gösterdiğini belirtiyor. Bir başka çarpıcı veri, aslında uzunca bir süre Almanya ile başa baş giden işgücü verimliliğinin 1990’larla birlikte düşmeye başlaması. Rapora göre, “Fransız işgücünün becerileri OECD ortalamasının altındadır ve herhangi bir iyileşme belirtisi görülmemektedir.”
Emeklilik reformu, göçmen sorunu ve sağın yükselişi gibi meseleleri bu ‘Fransız gerileyişi’ üzerinde değerlendirmek gerekiyor. Almanya ‘nitelikli göçmen emeği’ni seçip seçip alırken, Fransız sağcılarına göre ülkelerine ‘çer-çöp’ kalıyor. Zaten tüm bu ihtiyaçlar nedeniyle, Le Pen’in partisi göçün tamamen ortadan kaldırılmasını değil, yıllık kotasının düşürülmesini istiyor. Eski Fransız sömürgelerinde yaşayanlara çifte vatandaşlık hakkının tanınmaması da bu kapsamda yer alıyor. Afrika’dan Fransa’ya işçi göçü, ‘feasible’ bulunmuyor.
Bu kapsamda Ulusal Birlik’in Adalet Bakanlığı’nın bütçesinin artırılmasını istemesi, yeni cezaevleri inşa edilmesini savunması, polisin ‘meşru savunma hakkı’nı koruması ve yine polisin telefon dinleme ve internet iletişimini denetleme yetkilerini genişletmesini talep etmesi göçmen sorunundan ibaret olmayan bir yeniden düzenleme arzusuna işaret ediyor. Bunun hukuki karşılığının eski usül yerli-sömürge ayrımının yer aldığı ‘sömürge hukuku’ olması muhtemel.
Yeni merkantilizmin iktidara yürüyüşü
Burada esas mesele, uluslararası durum. Fransa’da ‘kanun ve nizam’ın en büyük koruyucusu olarak öne çıkan Ulusal Birlik’in şansı yükseliyor. Buna, ikna edici bir iktisadi programın da eşlik etmesi gerekir.
Bu program, ‘Bidenomics’ adı altında ABD’de yükseliyor. Ulusal Birlik’in programında yer alan Fransa’nın yeniden sanayileşmesi, Fransız üreticileri korumak için ithalat tarifelerinin artırılması, KOBİ’ler için faiz indirimi, vergilerin düşürülmesi de prestijini artıran yeni merkantilist düşüncenin Fransa’da ağaçtan düşecek kadar olgunlaştığına işaret ediyor. Ülkenin ticaretinin yüzde 60’ından fazlasının AB içinden geldiği düşünüldüğünde, basit bir ‘otarşik’ anlayışın işe yaramayacağı görülüyor; zaten Le Pen’in de ‘korumacılık’ın ötesinde böyle bir planı yok. Macron’un, üzerine ne kadar düşündüğü tartışmalı, ‘Avrupa’nın stratejik özerkliği’ iddiasının da bu bağlamda ‘Avrupa Ulusal Federasyonu’ öneren Ulusal Birlik’in önündeki taşları temizlediğine işaret etmeliyiz.
Üstelik bu konuda Ulusal Birlik’in yalnız olmadığını da hatırlatmalıyız. İsyanlar boyunca, Nicolas Sarkozy’nin kurucusu olduğu Les Républicains (LR) yetkilileri, etno-milliyetçiliğin gazına bastılar. Örneğin LR’nin Senato grubu lideri Bruno Retailleau, 5 Temmuz’da Franceinfo radyosuna verdiği demeçte, “[İsyancılar] Elbette Fransızlar ama kimliklerinden dolayı Fransızlar. Ne yazık ki ikinci, üçüncü nesilde etnik kökenlere doğru bir gerileme söz konusu,” diye konuştu. ‘Merkez’ sağın, bunu seçmenini Le Pen’e kaptırmamak için yaptığı iddia ediliyor. Ama bu fazlasıyla basit bir çıkarım olur. Anaakımın ya da ‘merkez’in sağcılaşması, sağın da önünü açıyor.
Nitekim LR Başkanı Eric Ciotti, isyancıları ‘barbarlar’ olarak tanımladıktan sonraki birkaç gün içinde güvenlik ve göç karşıtı tekliflerde bulundu. Önlemler kataloğu, Le Pen’inkilerle çarpıcı bir benzerlik taşıyordu: Cezaevi kapasitesini keskin bir şekilde arttırmak, cezai sorumluluk yaşını 16’ya düşürmek, suçluların ebeveynlerine verilen yardımları kaldırmak ve çifte vatandaşlığa sahip suçluların Fransız vatandaşlıklarını ellerinden almak.
Le Pen’in ‘Melonileştirilmesi’
Geriye ise Le Pen’in ‘Melonileştirilmesi’ kalıyor. Bunun Avrupa çapında bir kurgu gerektirdiği açık. 2024 yılındaki Avrupa Parlamentosu seçimleri bu bakımdan hayli kritik. İtalyan Meloni’nin bağlı bulunduğu Avrupa Muhafazakârlar ve Reformcular (ECR) grubu ile Le Pen’in bağlı olduğu Kimlik ve Demokrasi (ID) grubu arasındaki temasların ittifakla sonuçlanıp sonuçlanmayacağı, gidişata ilişkin fikir verecektir. ‘Merkez’ sağ Avrupa Halk Partisi’nin (EPP), Alman Hıristiyan Demokratların da zorlamasıyla ID’ye kapıları kapatmasının sonuçları da belli olacaktır.
Fransız isyanının ve bunun özellikle Almanya’ya etkilerinin, Avrupa’daki sağın geleceğine ilişkin kritik önemde olduğunu kabul etmeliyiz. ABD’nin iktisadi siyaseti ve Demokratlar ile Cumhuriyetçilerin birbirine iktisadi planda yakınlaşma ihtimali, Avrupa’da da yeni merkantilist-korumacı sağın yükselişine kan taşıyacaktır. Pleblerin programsız isyanı, cehennemin kapılarını açabilir.