Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Heidegger aldatmacası üzerine

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, ‘Heidegger uzmanı’ olarak nitelendirebileceğimiz Richard Wolin imzasıyla yayınlandı. Wolin 90’lı yılların başından beri yalnızca Heidegger felsefesi ve günümüzdeki etkileri üzerine çalışmakla kalmıyor; aynı zamanda batıdaki yaygın ‘Heidegger alimliği’ hakkında da derinlemesine incelemeler yapıyor. Son kitabı Heidegger in Ruins: Between Philosophy and Ideology (Yıkık Dökük Heidegger: Felsefe ile İdeoloji Arasında), Heidegger’in Toplu Eserler’indeki açık faşist göndermelerin nasıl hasıraltı edildiğini, bunun hem Heidegger’in eserlerinin vasileri ve editörleri tarafından, hem de Heidegger’e toz kondurmak istemeyen batı akademisi tarafından nasıl yapıldığını inandırıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Açık nazi göndermeleri söz konusu olduğunda başvurulan stratejilerden biri ise filozofun ideolojik pozisyonu ile felsefi görüşleri arasında birebir örtüşme olmadığıdır. Wolin’in vardığı sonuç ise tam tersidir: Martin Heidegger’in ‘Varlık’ kavrayışı ile bunun siyasi sonuçları arasında belirgin bir ilişki vardır. Nazizm öncesi Alman emperyalizmi, savaş sonrasında Alman istisnacılığına yol açmış; geleneksel Ortaçağcı Hıristiyan anti-Judaizmi, modern anti-semitizme dönüşmüş; hepsi, ‘kitle toplumu’nun zirvesi ‘Yahudi-Bolşevik komplosu’nda bir araya gelmiştir. Heidegger bunların hepsini bir araya getirmiş, Aydınlanma’ya ve evrensel insanlığa karşı Alman biricikliğini ve partikülarizmini savunan Zivilisationkritik geleneğinin zirvesini oluşturmuştur. Dolayısıyla, Wolin’in de dikkat çektiği ve Avrupa ve ABD’de kimi Yeni Sağcı düşünür ve hareketlerce beinmsenen çağdaş Heidegger’cilik şaşırtıcı değildir: Modern kitle toplumuna yönelik tiksinti; batının modern ‘maddeciliğine’ karşı tarihteki sözümona ‘ruhani’ yönüne yönelik büyülenme; tekno-bilimsel dönüşümlere yönelik muhafazakâr bir şüphecilik. Bütün bunların toplamı elbette nazizme eşit değildir; bununla birlikte nazi savaş makinesinin parçalandığı ve bir tür ‘denazifikasyon’un yapıldığı İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyada hâlâ nazizmin kendisine nasıl yer bulabildiğine ilişkin bazı ipuçları sunmaktadır.


Ustanın Külliyatını Aklamak: Heidegger Aldatmacası Üzerine

Richard Wolin
Los Angeles Review of Books
18 Haziran 2023

Filozof Martin Heidegger’in etkisi muazzam olmuştur. Richard Rorty bir keresinde haklı olarak, Heidegger’in devasa etkisini kabul etmeden 20. yüzyılın entelektüel tarihini yazmanın imkansız olacağını iddia etmişti. Ancak Heidegger’in muazzam başarılarına yönelik bu övgüler çok önemli bir açıdan soru işaretleri barındırıyor: Heidegger’i okuduğumuzda aslında ne okuduğumuzu göz ardı ediyorlar.

Heidegger’in metinlerinin yayın tarihi daha yakından incelendiğinde, felsefi mirasının onlarca yıl boyunca iyi niyetli bir ahbaplar ve müritler zümresi tarafından kasıtlı ve sistematik bir şekilde manipüle edildiği ortaya çıkmaktadır. Hayatının sonlarına doğru Heidegger, el yazmalarının denetimi ve yayınlanması için editörlük sorumluluğunu deneyimli akademisyenlere değil, bunun yerine, kural olarak sınırlı mesleki yeterliliğe sahip olan yardımcılarına ve akrabalarına emanet etti öncelikli kaygıları, miras alınan editörlük normlarına saygı duymaktan ziyade ‘Usta’nın itibarını korumak olan kişiler.

Birbirine sıkı sıkıya bağlı bu grup içinde aile üyeleri orantısız bir rol oynadı ve oynamaya devam ediyor. Böylece, Heidegger’in 1976’daki ölümünün ardından, filozofun oğlu Hermann, babasının el yazmalarının gözetimi ve yayınlanması için birincil sorumluluğu üstlendi, buna Frankfurt yayıncısı Vittorio Klostermann’ın künyesi altında 102 ciltlik devasa Gesamtausgabe veya Toplu Eserler baskısı da dahildi.

Hermann Heidegger’in, babasının edebi vasiliğine getirilmeden önceki kariyer çizgisi dikkat çekecek kadar parlak değildi. Sürekli eğitim eğitmenliği gibi sıradan bir görevin ardından, 1955 yılında Bonn’daki Alman Savunma Bakanlığı’nda göreve başladı ve burada Information for the Troops [Birlikler için Enformasyon] adlı bir askeri bültenin yayınlanmasını denetledi.

Hermann Heidegger’in babasının edebi mirasının yöneticisi olarak oynadığı önemli rol ışığında, siyasi açıdan şüpheli, aşırı sağcı siyasi çevrelerle bağlarını sürekli olarak koruduğunu belirtmek gerekir. Örneğin 2014 yılında, Kara Defterler’in yayınlanmasının ardından filozofun antisemitizmi üzerine hararetli bir tartışma patlak verdiğinde, Hermann suları sakinleştirmek için bir Neue Rechte (Yeni Sağ) yayını olan Sezession’a röportaj verdi. Bu dergi, Alman Kimlikçi Hareketi (IBD) ve Almanya için Alternatif (AfD) partisinin aşırılık yanlısı fraksiyonu Der Flügel (Kanat) gibi çeşitli etnik milliyetçi ve göçmen karşıtı gruplarla olan önemli bağlantıları nedeniyle, 2019 yılında Anayasayı Koruma Dairesi (BfV) tarafından Almanya’nın ‘temel demokratik düzenine’ tehdit oluşturduğu gerekçesiyle resmi olarak gözetim altına alındı. Sezession‘un yayıncısı Saksonya-Anhalt merkezli Institut für Staatspolitik de federal gözetim altında ve AfD’nin gayri resmi düşünce kuruluşu olarak işlev görüyor. Enstitü altı ayda bir ‘yaz akademileri’ düzenliyor ve bu akademiler çeşitli militan aşırı sağcı gençlik grupları için toplanma yeri olarak kullanılıyor.

Nihayetinde, Hermann Heidegger’in babasının adını temize çıkarma çabası oldukça yetersiz kaldı. Sezession ile yaptığı söyleşinin bir noktasında belirttiği gibi, “Babam antisemit olmadan ‘dünya Yahudiliği’ni eleştiriyordu. Auschwitz’den sonra bu ayrımı yapmak imkansız hale geldi ama 1930’larda hayatta olan herkes bunun ne anlama geldiğini kolayca anlayabilir.” Hermann’ın dikkatinden kaçmış gibi görünen şey, ‘Yahudi dünya komplosu’ imgesini çağrıştıran ‘dünya Yahudiliği’ (Weltjudentum) ifadesinin bizzat Nazi ırk düşüncesinin dayanak noktalarından biri olduğudur. Hitler’in kendisi de Kavgam’da ve diğer yazılarında sık sık bu ifadeye başvurmuştur. Auschwitz’in, çeşitli zararlı etkilerinin yanı sıra, Heideggerler gibi iyi niyetli ‘dünya Yahudiliği’ eleştirmenleri için işleri temelden mahvetmesi gerçekten utanç verici!

***

Heidegger’in Nachlass’ının ya da edebi mirasının idaresini defalarca tehlikeye atan profesyonel standartların eksikliği, Toplu Eserler baskısının aslında bir ‘aile şirketi’ gibi yönetildiği suçlamalarına neden oldu. Heidegger uzmanı Theodore Kisiel, çok okunan bir makalesinde Gesamtausgabe’yi (GA) ‘uluslararası bir bilim skandalı’ olarak nitelendirmiş ve editoryal prosedürlerin kabul görmüş bilimsel standartlardan önemli ölçüde saptığını belirtmiştir. GA 44’ün editörlüğünü yapan Siegen Üniversitesi’nden filozof Marion Heinz, mesleki kuralların kasıtlı olarak ihmal edilmesinin editoryal bir kargaşaya yol açtığından yakınmıştır ‘hiç kimsenin hangi pasajların atlandığını ya da [orijinal el yazmalarının] transkripsiyonları veya kopyaları söz konusu olduğunda eklemeler yapılıp yapılmadığını bilmediği’ bir durum. “Özetle,” diye bitiriyor Heinz, “Heidegger’in felsefesini araştırmak ve değerlendirmek için elimizde güvenilir bir temel yok.” Heinz tarafından tarif edilen editoryal kaosun sonucu, Heidegger’in çalışmalarının alımlanmasının, filozofun metinlerinin el yazması versiyonları ile yayınlanmış versiyonları arasındaki lanet olası tutarsızlıkların giderek daha fazla ortaya çıkmasıyla, bir dizi utanç verici editoryal gafla defalarca gölgelenmesidir.

Toplu Eserler baskısına karşı kamuoyunda oluşan güvensizlik, Ocak 2014’te, Kara Defterler’in yayınlanmasından sadece iki ay önce meydana gelen tuhaf bir olayla daha da arttı. Daha önce Heidegger’in edebi vasileri, bu defterlerin 1942-48 yıllarını kapsayan dördüncü bölümü Anmerkungen I-V’nin (Açıklamalar) açıklanamaz bir şekilde kaybolduğunu duyurmuştu. Fakat aniden ve beklenmedik bir şekilde, el yazması mucizevi bir şekilde yeniden ortaya çıktı. Görünen o ki, kaybolan cilt başından beri geniş bir ‘aile üyesinin’ elindeydi: Hildesheim Üniversitesi’nde Almanca profesörü olan Silvio Vietta. Vietta, elyazmasının tuhaf kayboluşunu açıklamak için sıkıştırıldığında, altmış yıl önce Heidegger’in onu annesi Dorothea’ya, ikisi ateşli bir aşk ilişkisi yaşarken ‘hediye’ olarak verdiğini açıkladı.

Çok geçmeden, hatalı ‘Vietta defteri’ destanının yüksek bahisli bir edebi-felsefi ‘fort/da’ oyunu buzdağının sadece görünen kısmı olduğu ortaya çıktı: Kara Defterler’i etkileyen sayısız editoryal düzensizlikten biri. Ayrıca Winke und Überlegungen (İpuçları ve Düşünceler) başlıklı I. cilt de açıklanamaz bir şekilde kayıptı. Bu yazı yazıldığı sırada, esrarengiz kayboluşuyla ilgili olarak kamuoyuna henüz tatmin edici bir açıklama yapılmamıştır. Kara Defterler’in editörü Peter Trawny, Anmerkungen I-V’e yazdığı sonsözde, okuyucuları tarafsız bir şekilde ve takdire şayan bir özle ‘cildin nerede olduğunun bilinmediği’ konusunda bilgilendirdi: Heidegger yayıncılığının çalkantılı dünyasında bu tür muammaların beklenebileceğine dair zımni bir itiraf; dolayısıyla, okuyucular beklentilerini buna göre düşürerek basitçe ‘uyum sağlamalıdır.’

Bu trajikomik editoryal destanın bir başka dip noktası da 2015 yılında Gesamtausgabe’nin yayıncısı Vittorio Klostermann’ın, basımın dürüstlüğüne yönelik azalan kamu güvenini artırmak için umutsuz bir kumar oynayarak, daha fazla utançtan kaçınmak için ek metinsel düzensizliklerden haberdar olan editörlerin öne çıkmasını talep eden bir memorandum dağıtmak zorunda hissetmesiyle ortaya çıktı. Klostermann’ın açıkladığı gibi, basın ‘Martin Heidegger’in Yahudi düşmanlığının [Judenfeindschaft] neden daha önceki Gesamtausgabe ciltlerinde ortaya çıkmadığına dair çok sayıda soru’ almıştı. Geri dönüşü olmayan bir noktaya ulaşıldığından korkan Klostermann, ‘üçüncü şahısların işaret edebileceği her ek tutarsızlığın yayıncıyı […] savunmaya itme riski taşıdığı ve Gesamtausgabe’nin bir bütün olarak itibarına zarar verebileceği’ uyarısında bulunarak metastaz yapan editoryal fiyaskonun ciddiyetinin altını çizdi. Klostermann sözlerini, Nazi dönemi ciltlerinden sorumlu editörleri hedef alan bir çağrıyla bitirdi ve ‘Heidegger’in el yazmalarının onaylı kopyalarından şüpheli sapmalar, eksiklikler ya da transkripsiyon hataları’ hakkında sahip olabilecekleri her türlü bilgiyle öne çıkmalarını talep etti.

Klostermann, 2022 yılında, çeşitli eksiklik ve tahrifatları düzeltmek için iki Gesamtausgabe cildinin tümüyle ‘hamur haline getirilmesinin’ ve yeni baskılarla değiştirilmesinin gerekli olduğunu açıkladı. Ayrıca, basının web sitesinde en az 26 cilt için düzeltmeler yayınladığını da kabul etti.

***

Heidegger’in çalışmasının yayınlanmasına musallat olan tartışmalar, yalnızca ara sıra ve anlaşılabilir editoryal hatalarla ilgili olmadıkları, bunun yerine önceden planlanmış bir editoryal temizlik politikasına işaret ettikleri ölçüde önemlidir: Amacı Heidegger’in Nazi yanlısı duygularını ve kanaatlerini sistematik ve kasıtlı olarak ayıklamak olan bir strateji. Heidegger uzmanı Otto Pöggeler’in yerinde gözleminde olduğu gibi, “Heidegger, izlerini kuyruğuyla süpüren bir tilki gibidir.”

Sorunlar, Almanya ve Avrupa’nın ‘Alman felaketi’nin yıkıntıları altından çıkmaya çalıştığı 1930’larda Heidegger’in verdiği derslerin savaş sonrasında yayınlanmasıyla başladı. Metafiziğe Giriş’te (1953) Heidegger, ‘Nasyonal Sosyalizmin içsel hakikati ve büyüklüğü’ne dair rahatsız edici övgüsünü tahrif etmiş ve ‘gezegensel teknoloji ile modern insan arasındaki karşılaşma’ya atıfta bulunan parantez içi bir açıklama eklemişti. Söz konusu pasajın gerçekliği sorgulandığında, Heidegger başlangıçtaki ikiyüzlülüğünü ikiye katlayarak, parantez içi açıklamaların orijinal el yazmasında olduğunu ancak ders 1935’te ilk kez sunulduğunda bunları atladığını iddia etti. Daha sonra akademisyenler orijinal el yazmasına başvurarak Heidegger’in iddiasının doğruluğunu tespit etmeye çalıştıklarında, söz konusu sayfanın açıklanamaz bir şekilde kaybolduğunu görerek şaşırmışlardır.

Heidegger’in 1936’da sunulan ve 1971’de yayınlanan Schelling’in İnsan Özgürlüğünün Özü Üzerine İnceleme olarak İngilizceye çevrilen derslerinde, editörler muhtemelen filozofun da onayıyla Avrupa’nın kaslı faşist diktatörlüklerine sadakatlerini açıkça ifade etmişlerdir. İhtilaf konusu pasajda Heidegger, Hitler ve Mussolini’yi ‘[Avrupa] nihilizmine karşı bir hareket getirdikleri’ ’teknoloji,’ ‘medeniyet,’ das Man, vs. için övüyor ve böylece faşizmin tek başına Batı’yı Oswald Spengler, Carl Schmitt ve Ernst Jünger gibi muhafazakâr devrimci Zivilisationskritiker’lerin kehanet ettiği ‘düşüş’ (Untergang) kaderinden kurtarma kapasitesine sahip olduğuna dair ‘metapolitik’ beklentisini teyit ediyordu.

Benzer şekilde, 1961 yılında Heidegger’in büyük saygı gören Nietzsche dersleri Neske Verlag tarafından yayınlandığında, filozof orijinal el yazmasında yer alan sert bir demokrasi eleştirisini gizlice çıkarmıştır. Heidegger, demokrasinin ‘nihilizmin bir ifadesinden’ biraz daha fazlası olduğunda ısrar ediyordu. Nietzsche ve diğer ‘kitle toplumu’ eleştirmenlerini kendisine yönlendirerek, demokratik yönetimi ‘en yüksek değerlerin […] yapıcı güçler olmaktan çıktıkları noktaya kadar değersizleştirilmesi’ olarak yeriyordu. Dolayısıyla, ‘ayaktakımının yükselişi’, ‘eşit insanlar’ın ‘toplumsal karmaşası.’” Kuşkusuz Heidegger, bu pasajları dışarıda bırakarak, tatsız siyasi geçmişiyle ilgili bir başka kamusal tartışmanın önüne geçebileceğini umuyordu.

Bu görüşler göz önüne alındığında, Heidegger’in düşüncesinin son yıllarda Atlantik ötesi ‘Yeni Sağ’ taraftarları arasında bu kadar taraftar bulması şaşırtıcı değildir: Rus Aleksandr Dugin, Fransız Alain de Benoist, AfD’den Björn Höcke ve Trump’ın eski danışmanı Steve Bannon gibi şüpheli müritler. Der Spiegel’de 2018 yılında Christoph Scheuermann tarafından kaleme alınan bir profilde Bannon, “filozof Martin Heidegger’in biyografisini okurken görülüyor. ‘İşte benim adamım’ diyor Bannon. Heidegger’in kendisini büyüleyen varlık konusunda bazı iyi fikirleri olduğunu söylüyor.” Scheuermann’a göre Bannon, “beş saniye içinde siyasetin derinliklerinden felsefenin doruklarına, bataklıktan Heidegger’e atlıyor. Bannon soruyor: Bizi hayvanlardan ya da kayalardan ayıran nedir? İnsan olmak ne anlama geliyor? Dijital ilerleme ne kadar ileri gitmeli?”

***

Heidegger’in yukarıda bahsedilen vakalardaki ikiyüzlülüğü iki yönlüdür. Birincisi, Nazi dönemindeki derslerinin ve incelemelerinin önemli müdahaleler ya da değişiklikler olmaksızın kelimesi kelimesine yayımlandığı konusunda defalarca ısrar etmesine rağmen, önceki örnekler, kural olarak, bu politikaya uyulmasından ziyade ihlal edildiğine işaret etmektedir. İkincisi, Heidegger’in söylemi ‘Aydınlanma’, ‘liberalizm’ ve ‘modernite’ye yönelik polemikçi suçlamalarla noktalanmıştı, ama konu Nazizm’in soykırımcı aşırılıklarına geldiğinde, karakteristik olmayan bir şekilde sessiz kaldı savaştan sonra, Üçüncü Reich’ın ‘imhacı’ özünü inkar etmek imkansız hale geldiğinde bile. Bunun yerine, İkinci Dünya Savaşı’nın fiyaskosunu modern teknolojinin kötülüklerine bağlayarak, Nasyonal Sosyalizmin zararlı Batı ve Yahudi etkilerine yenik düşmemiş olsaydı ‘başarılı’ olacağını ima etti.

Böylece, Heidegger, ‘Yahudi Sorunu’na ‘Nihai Çözüm’ü tartışmaya tenezzül ettiği birkaç durumdan birinde, Holokost’u alaycı bir şekilde ‘Yahudilerin kendi kendilerini yok etme’ eylemi olarak nitelendirmiştir. Bu suçlamayı yaparak Heidegger, yaygın bir antisemitik önyargıya uygun olarak, Yahudilerin modern teknolojinin önde gelen ‘taşıyıcıları’ oldukları için Auschwitz’de ve diğer sanayileşmiş toplu katliam yerlerinde fiilen kendi elleriyle öldüklerini ima etmiştir. Heidegger, ‘parçalayıcı’ Yahudi etkisine yönelik bu duygusuz ithamını, Kara Defterler’de, “[d]ünya Yahudiliğinin dünyasızlığını tesis eden hesaplama, vurgunculuk ve iç içe geçmenin hızlı tempolu zekâsı, Gigantizm’in [das Riesige] en sinsi biçimlerinden biri ve belki de en eskisidir,” diyerek desteklemiştir.

Heidegger’in ‘dünya Yahudiliği’ ile modern ‘teknik’ arasındaki ontolojik-tarihsel bağı sürekli kınaması, ‘Teknolojiye İlişkin Soru’ ve ilgili denemelerinde detaylandırdığı şekliyle ünlü Teknik-eleştirisinin, ‘Yahudi materyalizmine’ karşı derinlerde yatan, ideolojik olarak güdülenmiş bir nefretten Heidegger’in bir zamanlar ifade ettiği gibi ‘boş rasyonalite ve hesaplanabilirliğin’ savunucuları olarak ‘dünya Yahudiliğinin’ yıpratıcı kültürel sonuçlarına ilişkin ırksal olarak güdülenmiş korkulardan kaynaklandığını kuvvetle düşündürmektedir. Heidegger’in antisemitik husumeti, 1920’de karısı Elfride’e yazdığı ve kendisini açıkça ‘ruhani bir antisemit’ olarak nitelendirdiği bir mektupla ortaya çıkmıştır.

Heidegger’in hayatının ilerleyen dönemlerinde bu önyargıların üstesinden gelip gelmediği son derece şüphelidir. Savaştan sonra Kara Defterler’de ‘dünya gazeteciliği’ (Weltjournalismus) tarafından Almanya’yı Batılı Müttefiklere karşı bir sadakat durumunda tutmak için başlatıldığı iddia edilen bir ‘komplo’dan yakındı. 1986 yılında, Heidegger’in yıldız öğrencisi Hans-Georg Gadamer’e akıl hocasının savaş sonrası ideolojik eğilimleri sorulduğunda, ‘Heidegger’in savaştan sonra dünya kamuoyunun tamamen Yahudiler tarafından domine edildiğine ikna olacak kadar Nazi kaldığını’ söylemiştir.

***

2015 yılında, utanç verici ve siyasi açıdan şüpheli bir başka metin gizleme örneği daha ortaya çıktı. Heidegger’in Hölderlin’in ‘Germanien’ ve ‘Der Rhein’ İlahileri (1934-35) dersinin editörü, filozofun Nationalsozialismus kısaltmasını –’N. soz.’ ‘doğa bilimi’ olarak yanlış bir şekilde transkribe etmişti, oysa Almanca ‘doğa bilimi’ (Naturwissenschaften) kelimesini söz konusu kısaltmadan türetmek inandırıcılığı zorluyordu. Burada da hatalı transkripsiyonun kasıtlı olduğunu varsaymak mantıklı olacaktır: Üstadın itibarını eleştirel incelemeden korumak için bir başka garip girişim. Bu hipotezin akla yatkınlığı, Klostermann’ın 2022 yılında Heidegger’in 1934-35 ders kitabının mevcut kopyalarını toplatıp yerine tamamen yeni bir baskı yapmayı tercih etmesiyle daha da artmıştır.

Ne var ki bu noktada, Heidegger’in külliyatını sterilize etmeye yönelik tekrarlanan girişimler olağanüstü bir şekilde geri tepti ve Hölderlin derslerinin editoryal manipülasyonunun, filozofun şüpheli siyasi geçmişini aklamaya yönelik uzun süredir devam eden bir kampanyanın parçası olduğuna dair şüpheler ortaya çıktı. Alman haber dergisi Die Zeit’ta yazan Adam Soboczynski, giderek artan editoryal eksiklikler ve tahrifatlar listesinin çok daha büyük bir kampanyanın işaretleri olup olmadığını sesli bir şekilde merak etti Heidegger’in edebi vasileri tarafından onun olağanüstü Nasyonal Sosyalist sempatilerini aklamak için sistematik bir çabanın parçası. Soboczynski’nin dediği gibi,

Heidegger baskısıyla ilgili yaygın bir şüphe ortaya çıkmıştır: Heidegger’in felsefesinin Nasyonal Sosyalist doktrine yapılan göndermelerden arındırılmış bir versiyonu mu sunulmaya çalışılmıştır? Sözde ‘son el baskısı’ [Ausgabe der letzten Hand] […] ile ilgili olarak ortaya çıkan hatalar buzdağının sadece görünen kısmı mıdır?

***

2014 yılında kamuoyu, 16 yıl önce Peter Trawny ve Hermann Heidegger’in, Heidegger’in The History of Beyng’de(*) (1938-40) yer alan ‘dünya Yahudiliğinin evrensel suçluluğa yatkınlığını araştırmanın faydalı olacağı’ yönündeki beyanını bastırmak için bir araya geldiklerini gecikmeli olarak öğrendi. Trawny ve Heidegger’in oğlu bunu yaparak ‘son el baskısı’ kurallarını kasten ihlal etmişlerdir, zira Trawny’nin de daha sonra kabul ettiği gibi, bu iddia orijinal el yazmasında yer almasına rağmen, editör ikilisi yine de bunu çıkarmaya karar vermiştir.

Kristallnacht’ın Yahudi karşıtı pogromlarından kısa bir süre sonra ve Hitler’in 30 Ocak 1939’da yeni bir dünya savaşının patlak vermesi halinde sonucun ‘dünya Yahudilerinin yok edilmesi’ olacağına dair meşhur kehanetini takiben, 1939 dolaylarında ‘dünya Yahudiliğini’ ‘evrensel suçlulukla’ suçlamak, en saf haliyle ‘eliminasyonist’ antisemitizmle eşdeğerdir. Bu, Heidegger’in tüm Yahudileri erkekleri, kadınları ve çocukları belirli eylemleri veya fiilleri nedeniyle değil, sadece ve sadece Yahudi olarak ‘ırksal karakterleri’ nedeniyle suçladığı ölçüde doğrudur.

History of Beyng ilk olarak 1998 yılında GA 69 olarak yayımlanmıştır. Bugüne kadar okuyuculara, Trawny ve Hermann Heidegger’in neden ortaklaşa olarak söz konusu dikteyi çıkarmaya karar verdiklerine dair tatmin edici bir açıklama sunulmamıştır. Klostermann ve arkadaşlarının, üçüncü baskının nihayet yayınlandığı 2022 yılında olduğu gibi, pasajı eski haline getirmek için neden 24 yıl bekledikleri konusunda da kamuoyu bilgilendirilmemiştir. (İkinci baskı 2012’de çıkmıştı.) Burada, Gesamtausgabe’nin bir ‘aile şirketi’ olarak yönetilmesine izin vermenin tehlikeleri ve tuzakları açık ve inkar edilemez bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu çıkarma işlemini açıklamak için, Soboczynski’nin Heidegger’in edebi vasilerinin ‘[onun] felsefesinin Nasyonal Sosyalist doktrine göndermelerden arındırılmış bir versiyonunu sunmayı’ amaçladıkları yönündeki makul varsayımına geri dönmeliyiz.

Okuyucular, Heidegger’in ‘dünya Yahudiliğinin evrensel suçluluğa yatkınlığı’ ile ilgili rahatsız edici sözlerinin elyazmasındaki kesin konumu hakkında ancak 2022’de History of Beyng’in üçüncü baskısının yayınlanmasıyla bilgi sahibi oldular. Bu ifade, Heidegger’in sözde ‘önde gelen evrensel suçluların’ (planetarische Hauptverbrecher) maskesini düşürmeye ve onları kınamaya çalıştığı ‘Güç ve Suçluluk’ (‘Macht und Verbrechertum’) başlıklı bölümde yer alıyordu.

2014 tarihli Heidegger and the Myth of a Jewish World Conspiracy adlı kitabında Trawny, Heidegger’in sözünün antisemitik imalarını etkisiz hale getirmeye çalışarak, filozofun aklındaki ‘evrensel suçluların’ Yahudiler değil, ‘totaliter devletlerin yöneticileri […] Hitler ve Stalin’ olduğunu öne sürmüştür. Bu argümanla ilgili tek sorun, Hitler ve Stalin’den metnin hiçbir yerinde bahsedilmemesidir. Dahası, Trawny, Heidegger’in metinlerinin ‘Bolşevizm’ ve ‘Amerikancılık’ suçlamalarıyla dolu olmasına karşın, konu Nasyonal Sosyalizmin soykırıma varan ihlallerine geldiğinde, onun karakteristik olmayan bir şekilde suskun kaldığını gözden kaçırmıştır. Nihayetinde, Trawny’nin Heidegger’i ‘totalitarizmin’ ileri görüşlü bir eleştirmeni olarak gösterme çabası bir saptırma veya sis perdesinden başka bir şey değildi.

History of Beyng’in son bölümünde (‘Koinon: Beyng’in Tarihinden’) Heidegger, ‘komünizmi’ ‘makineleşmenin’ ve ‘Beyng’in unutulmasının’ doruk noktası ya da zirvesi olarak şiddetle mahkum etmiştir. “İktidarın, makineleşmenin kayıtsız şartsız yönüne ve bu yönün dışına doğru güçlenmesi, ‘komünizm’in özüdür. Bu adla anılan şey […] daha ziyade varlıkların bir bütün olarak düzenlenmesi ve tarihsel çağa tüm metafiziğin tamamlanması […] olarak damgasını vuran şey olarak düşünülür.”

Az önce alıntılanan ifadelerde Heidegger’in teknolojik ‘yıkımın’ ne plus ultra’sı [son noktası] olarak ‘komünizmi’ yermesinin antisemitizmiyle tamamen tutarlı olduğunu belirtmek önemlidir. Bu, Heidegger’in, ‘Yahudi Bolşevizmini’ eleştiren diğer Nazi eleştirmenleriyle birlikte, komünizmi ‘evrensel hakimiyet’ elde etmek için bir Yahudi ‘komplosunun’ parçası olarak gördüğü ölçüde doğrudur. Heidegger’in 1930’ların başında filozof arkadaşı Karl Jaspers’e söylediği gibi, “Gerçekten de Yahudilerin bir dünya komplosu var.”

Heidegger’in ‘Yahudi Bolşevizmi’ karşısındaki ‘kızgınlığı’, Haziran 1941’de, Hitler-Stalin anlaşması çözülürken, “Bolşevik siyasetinin ‘el altından yürütülmesi’ Yahudi [Maxim] Litvinov’un yeniden ortaya çıkmasıyla gün ışığına çıktı” şeklindeki iddiasında yankı buldu; bu, kısa süre önce ABD’ye büyükelçi olarak atanan eski Sovyet dışişleri bakanına bir göndermeydi. Heidegger’in Bolşevik ‘el altından iş çevirme’ iması, Yahudilerin Sovyet siyasetini perde arkasından yöneten ‘Drahtzieher’ ya da ‘kukla oynatıcılar’ olduğu görüşünü aktarıyordu. Heidegger and the Myth of a Jewish World Conspiracy’de Trawny’nin kendisi de ‘Yahudi Bolşevizminin’ 1930’larda Heidegger’in dünya görüşünde oynadığı önemli rolü kabul etmiştir. Trawny’nin de teyit ettiği gibi, Heidegger “‘dünya Yahudiliği’nin Bolşevikler arasında kilit pozisyonları işgal ettiğini düşünmektedir.”

Böylece, History of Beyng’de Heidegger’in ‘dünya Yahudiliğinin evrensel suçluluğa yatkınlığı’ hakkındaki sorgulaması, temsilcilerini ‘önde gelen evrensel suçlular’ olarak gördüğü ‘Yahudi Bolşevizminin’ bir tezahürü olarak ‘komünizmi’ suçlamasıyla sonuçlandı. Bununla birlikte, Heidegger’in rahatsız edici iddiası filozofun edebi vasileri tarafından bastırıldığından, antisemitik inançlarının gerçek boyutu yakın zamana kadar kamuoyundan gizlendi.

***

Heidegger’in metinlerinin editoryal manipülasyonu, eleştirel dikkati onun eserlerindeki ‘Varlığın Tarihi’ (Seinsgeschichte) ile ‘Varlığın Politikası’ (Seinspolitik) arasındaki tehlikeli bağlantıdan saptırmayı amaçlıyordu. Sonuç olarak, kamuoyuna onlarca yıldır Heidegger’in Denken’inin [Heidegger’in Düşüncesi] yanıltıcı, siyasi olarak sterilize edilmiş bir imajı, faşizm yanlısı siyasi bağlılıklarının izlerinin kapsamlı bir şekilde temizlendiği çarpık bir versiyonu sunuldu.

Heidegger’in eserlerinin çok sayıdaki yabancı dildeki baskıları söz konusu olduğunda, yayıncılık açısından bakıldığında, gerekli düzeltmeleri ve düzeltmeleri yapmak için esasen çok geç çok zahmetli ve çok pahalı kalınmıştır. Sonuç olarak, öngörülebilir bir gelecekte, Heidegger’in çalışmalarıyla ilk kez karşılaşan öğrenci nesilleri, onun düşüncesinin editoryal olarak tahrif edilmiş, siyasi olarak temizlenmiş versiyonlarına maruz kalacaktır. Bu önemli ölçüde kusurlu baskılar, acımasızca, fiili standart baskılar haline gelmiştir.

Heidegger’in çalışmaları üzerine giderek hacimlenen ikincil literatürde, tanımladığım editoryal aldatma ağından nadiren bahsedilmesi de aynı derecede sahtekârlıktır. Çünkü bu durum kabul edilseydi, Heidegger’in rahatsız edici ideolojik bağlılıklarını kamufle ederek, eserinin entelektüel ve ahlaki bütünlüğüne ilişkin temel soruları bastırmaya çalışan uyumlu ve kasıtlı bir metin manipülasyonu politikasını açığa çıkarma riski olurdu.

Son haberler, Hermann Heidegger’in 2019’daki ölümünün ardından, Toplu Eserler baskısının bir Heidegger ‘aile şirketi’ olarak mirasının devam edeceğini doğruladı. Sonuç olarak, yerleşik bir geleneğe uygun olarak, Hermann Heidegger’in en küçük oğlu Arnulf, filozofun edebi mirasının yeni yürütücüsü olarak seçildi.

Heidegger’in kalan makalelerini bir ‘ek baskı’ (Ergänzungsausgabe) şeklinde yayınlama planlarını açıklayan Arnulf Heidegger, büyük babasının mirasından gelen el yazmalarının, mevcut telif hakkının sona ereceği 2046 yılına kadar kamuya açık olmaktan men edileceğinin bilinmesine izin verdi. Arnulf bu duyuruyu yaparken, ‘siyasi açıdan zor pasajlar’ (politisch heikle Stellen) olarak adlandırdığı bölümlerin varlığını doğruladı. Ancak ‘siyasi açıdan zor’ ifadesinin ne anlama geldiğini ya da neleri içerdiğini belirtmekten kaçındı ki bu da ‘ek baskının’ filozofun siyasi açıdan zehirli görüşlerinin bir alt kümesi için bir depo ya da ‘kötü banka’ işlevi göreceği spekülasyonlarına yol açtı.


(*) Beyng (Alm. Seyn): Heidegger lügatında Varlık’ın (Being, Sein) arkaik söylenişi. Cambridge’in Heidegger Sözlüğü’nde şöyle tanımlanıyor: “BEYNG, varlıkların ortaya çıkarılabileceği ve istikrarlı, kalıcı bir varlık kazanabileceği bir arka plandır. Bu arka plan dinamiktir ve değişime tabidir. Farklı tarihsel çağlarda, her biri varlıkların nasıl oluşturulduğunu görünmez bir şekilde şekillendiren farklı tarzlara sahiptir. ‘Bir köken’ ya da varlıkların kaynağı olarak Heidegger şöyle açıklar: “Beyng, uzaklaşan bir YARIK, içinde varlıkların bir ‘DURUŞ’a gelebileceği bir yarık gibidir.’” Heidegger felsefesindeki en kritik kavram olan Dasein, kelime anlamı itibariyle ‘orada olmak’ anlamına gelir. Dasein, kartezyen özne-nesne ayrımı ve ‘düşünen özne’ kavrayışından farklı olarak, ‘dünya-içinde-olmak’ ile tanımlanır: Varlık bir kiptir, moddur, atmosferdir. Dasein, bireyin kendisinin yanı sıra diğer varlıkları da ‘ifşa ettiğini’ öne sürer. Varlık, Dasein’da ‘kendini gösterir.’ (ç.n.)

DÜNYA BASINI

Donald J. Trump’ın ideolojisi

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD’nin yeni başkanı Donald Trump’ın eklektik fikirlerinin olması, hiçbir ideoloji olmadığı anlamına gelmiyor. “Çılgın” ve “irrasyonel” olarak damgalanan Trump’ın birbirini besleyen dört ideolojik kaynağı olduğunu savunan iktisatçı Branko Milanovic, bunları merkantilizm, özel sektöre/kâr amaçlı faaliyetlere güven, göçmen karşıtı milliyetçilik ve ABD’nin “kendisi için bir ulus” olduğuna ilişkin inanç olarak sıralıyor. Milanovic’in Trump’tan “antiemperyalist bir milliyetçilik” beklentisi gerçeklerle uyuşmayabilir veya Çin’in Trump’ın şantajını kabul ederek “daha az satıp daha çok almayı” neden kabul edeceği bir muamma; bununla birlikte, Trump ve benzeri figürlerin kolayca “faşist” veya “popülist” olarak nitelendirilemeyeceğine ilişkin vurgusu yerinde görünüyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Donald J. Trump’ın ideolojisi

Branko Milanovic
Global Inequality and More 3.0
12 Kasım 2024

Donald J. Trump’ın bir ideolojisi var mı ve bu ideoloji nedir? Sorunun ilk kısmı gereksiz: her bireyin bir ideolojisi vardır ve eğer bir ideolojiye sahip olmadıklarını düşünüyorsak, bunun nedeni çeşitli ideolojik çerçevelerden toplanan parçaların yeniden düzenlenmiş bir karışımını temsil etmesi ve bu nedenle bir isim koymanın zor olmasıdır. Fakat bu ideoloji olmadığı anlamına gelmez. İkinci kısım milyon dolarlık bir sorudur çünkü Donald J. Trump’ın ideolojisini bir araya getirebilseydik, önümüzdeki dört yıl boyunca yönetiminin nasıl görünebileceğini tahmin edebilir veya öngörebilirdik (oynaklık unsuru yüksektir).

Çoğu insanın Trump’ın ideolojisi hakkında tutarlı bir argüman ortaya koyamamasının nedeni, ya nefret ya da hayranlıktan gözlerinin kör olması ya da onda gözlemledikleri şeyi, alışkın oldukları ve üzerinde bir isim bulunan ideolojik bir çerçeveye oturtamamalarıdır.

Soruyu yanıtlamaya çalışmadan önce, Trump’a yakıştırılan ve bana göre tamamen yanlış olan iki sıfatı bir kenara bırakmama izin verin: faşist ve popülist. Eğer faşist bir hakaret terimi olarak kullanılıyorsa, bunda bir sorun yok ve bunu özgürce kullanabiliriz. Kimsenin umurunda değil. Fakat Trump’ın inançlarına ilişkin rasyonel bir tartışmada bir terim olarak kullanılması yanlıştır. Bir ideoloji olarak faşizm (i) dışlayıcı milliyetçilik, (ii) liderin yüceltilmesi, (iii) bireylerin ve özel sektörün aksine devletin gücüne vurgu, (iv) çok partili sistemin reddi, (v) korporatist yönetim, (vi) toplumun sınıf yapısının üniter milliyetçilikle değiştirilmesi ve (vii) partiye, devlete ve lidere yarı dini bir tapınma anlamına gelir. Trump’ın inandığı ya da empoze etmek istediği şeylerle neredeyse hiçbir ilişkisi olmadığını göstermek için bu unsurların her birini tek tek tartışmama gerek yok.

Aynı şekilde, “popülist” terimi de son zamanlarda kötüye kullanılan bir terim haline geldi ve daha iyi tanımlanması için yapılan bazı (bence oldukça başarısız) girişimlere rağmen, aslında seçimleri kazanan ama bunu “bizim” hoşlanmadığımız bir platformda yapan liderleri ifade ediyor. O zaman bu terim anlamsız hale geliyor.

Trumpizmin sınıfsal kökenleri sanıldığından daha karmaşık

Trump’ın önceki dört yıllık iktidarı sırasında gözümüze çarpan ideolojisinin bileşenleri nelerdir?

Merkantilizm. Merkantilizm, iktisadi faaliyeti ve özellikle de devletler arasındaki mal ve hizmet ticaretini sıfır toplamlı bir oyun olarak gören eski ve kutsal bir doktrindir. Tarihsel olarak, zenginliğin altın ve gümüş olduğu bir dünya ile birlikte gitmiştir. Altın ve gümüş miktarının sınırlı olduğunu kabul ederseniz, daha fazla altın ve gümüşe (diğer tüm mallardan bağımsız olarak) sahip olan devletin ve liderinin daha güçlü olduğu açıktır. Dünya 17. yüzyıldan bu yana gelişti ama pek çok insan hâlâ merkantilist doktrine inanıyor. Dahası, ticaretin başka araçlarla yapılan bir savaş olduğuna ve ABD’nin başlıca rakibinin ya da hasmının Çin olduğuna inanılırsa, Çin’e yönelik merkantilist politika çok doğal bir tepki haline gelir. Trump 2017’de Çin’e karşı bu tür politikaları başlattığında bunlar ana akım söylemin bir parçası değildi ama o zamandan beri merkeze taşındı. Biden yönetimi bunları takip etti ve önemli ölçüde genişletti. Trump’ın bu politikaları ikiye katlayacağını bekleyebiliriz. Fakat merkantilistler alışveriş yanlısıdır [transactional] ve Trump da alışveriş yanlısı olacaktır: Çin daha az satmayı ve daha çok almayı kabul ederse, memnun olacaktır. Biden’ın aksine Trump Çin rejimini zayıflatmaya ya da devirmeye çalışmayacaktır. Dolayısıyla, pek çok kişinin inandığının aksine, Trump’ın Çin için iyi olduğunu düşünüyorum (yani, alternatifler göz önüne alındığında).

Kâr amacı gütme. Tüm Cumhuriyetçiler gibi Trump da özel sektöre inanıyor. Ona göre özel sektör, regülasyonlar, kurallar ve vergiler tarafından makul olmayan bir şekilde engellenmektedir. Kendisi hiç vergi ödemeyen bir kapitalistti ve bu da ona göre iyi bir girişimci olduğunu gösteriyordu. Fakat diğerleri için, daha az kapitalistler için, regülasyonlar basitleştirilmeli veya ortadan kaldırılmalı ve vergilendirme azaltılmalıdır. Bu görüşle tutarlı olarak, sermaye üzerindeki vergilerin emek üzerindeki vergilerden daha düşük olması gerektiği inancı vardır. Girişimciler ve kapitalistler iş yaratanlardır, diğerleri ise Ayn Rand’ın deyimiyle “beleşçilerdir.” Trump’ta yeni bir şey yok. Bu doktrin Reagan’dan itibaren Bill Clinton da dahil olmak üzere aynı doktrindir. Trump sermaye üzerindeki düşük vergiler konusunda daha açık sözlü ve açık olabilir, fakat Baba Bush, Clinton ve Oğul Bush’un yaptıklarının aynısını yapacaktır. Ve liberal ikon Alan Greenspan’in derinden inandığı şeyi.

Göçmen karşıtı “milliyetçilik”. Bu gerçekten zor bir bölüm. “Milliyetçi” terimi Amerikalı politikacılara yalnızca garip bir şekilde uygulanabilir çünkü insanlar “dışlayıcı” (kapsayıcı değil) Avrupa ve Asya milliyetçiliklerine alışkındır. (Diyelim ki) Japon milliyetçiliğinden bahsettiğimizde, bu tür Japonların etnik olarak Japon olmayanları ya karar alma mekanizmasından ya da ülkedeki varlıklarından ya da her ikisinden de uzaklaştırmak istediklerini kastediyoruz. Aynı durum Sırp, Eston, Fransız ya da Kastilya milliyetçilikleri için de geçerlidir. Amerikan milliyetçiliği, ABD’yi oluşturan insanların muazzam heterojenliği nedeniyle, doğası gereği etnik ya da kan bağına dayalı olamaz. Bu nedenle yorumcular yeni bir terim icat etmişlerdir: “beyaz milliyetçiliği.” Bu tuhaf bir terim çünkü derinin rengi ile etnik (kan) ilişkilerini birleştiriyor. Gerçekte, Trump’ın “milliyetçiliğinin” tanımlayıcı özelliğinin ne etnik ne de ırksal olduğunu, sadece yeni göçmenlerden hoşlanmamak olduğunu düşünüyorum. Bugün sosyo-demokratik dünyanın kalbinde, İsveç, Hollanda, Finlandiya ve Danimarka’daki sağcı partilerin (Hollandalı sağcı lider Geert Wilders’in ünlü ifadesiyle) ülkelerinin “dolu” olduğuna ve daha fazla göçmen kabul edemeyeceklerine inandıkları İskandinav ve Kuzeybatı Avrupa ülkelerinde uygulanan göçmen karşıtı politikalardan özünde farklı değildir. Trump’ın bu görüşü sadece ABD’nin nesnel olarak hiçbir kritere göre dolu bir ülke olmaması nedeniyle sıra dışıdır: ABD’de kilometrekare başına düşen insan sayısı 38 iken Hollanda’da 520’dir.

Sağın küresel yeni biçimi: Milli muhafazakârlık

Kendisi için ulus [a nation for itself]. Merkantilizm ile göçmen karşıtlığı birleştirildiğinde, Trump yönetimindeki ABD dış politikasının neye benzeyeceğine yaklaşılır. Bu politika milliyetçi anti-emperyalizm politikası olacaktır. Bu terimleri açmam gerekiyor. Bu kombinasyon özellikle büyük güçler için nadirdir: eğer büyük, milliyetçi ve merkantilist iseler, neredeyse sezgisel olarak emperyalist olmaları gerektiği anlaşılır. Ne var ki Trump tüm dertlere çare olarak ortaya atılan bu reçeteye meydan okuyor. Kurucuların “dış karışıklıklardan” nefret eden dış politikasına geri dönüyor. Onların ve kendisinin görüşüne göre ABD, kendi çıkarlarını gözeten güçlü ve zengin bir ülkedir, ama Madeleine Albright’ın tanımladığı şekilde “vazgeçilmez bir ülke” değildir. ABD’nin görevi dünyadaki her yanlışı düzeltmek (bu doktrinin iyimser ya da kendine hizmet eden görüşüne göre) ya da parasını kendi çıkarlarıyla hiçbir ilgisi olmayan insanlara ve davalara harcamak (aynı doktrinin realist görüşüne göre) değildir.

Trump’ın 1945’ten bu yana her iki ABD partisinin de geçer akçesi haline gelen emperyalizmden neden hoşlanmadığını söylemek zor ancak içgüdüsel olarak Kurucu Babaların ve Woodrow Wilson’ın Cumhuriyetçi rakibi William Taft gibi ABD’nin iktisadi gücüne inanan ve bu gücü dünya üzerinde hegemonik bir siyasi yönetime dönüştürmeye gerek görmeyen kişilerin değerlerini benimseme eğiliminde olduğunu düşünüyorum.

Bu, Trump’ın ABD hegemonyasından vazgeçeceği anlamına gelmiyor (NATO dağıtılmayacak), çünkü Thukididis’in yazdığı gibi: “Ani bir panik havası ve siyasi ilgisizlik ruhu içinde bunun iyi ve asil bir şey olacağını düşünen bazı insanlar olsa da, bu imparatorluktan vazgeçmeniz artık mümkün değil. İmparatorluğunuz şu anda bir tiranlık gibi: onu kabul etmek yanlış olabilir; vazgeçilmesine izin vermek kesinlikle tehlikelidir.” Fakat Trump’ın merkantilist ilkeleri ışığında, ABD müttefiklerine bunun için çok daha fazla bedel ödetecektir. Perikles’in Atina’sında olduğu gibi, koruma artık bedavaya gelmeyecektir. Hepimizin hayran olduğu güzel Akropolis’in müttefiklerden çalınan altınlarla inşa edildiğini unutmamak gerekir.

Stephen Walt, 10 maddede ABD seçimlerini yazdı: Winter is coming!

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Trump’ın zaferinden sonra: Ukrayna’da savaş sona mı eriyor?

Yayınlanma

Yazar

Eski Alman Şansölyesi Angela Merkel’in askeri danışmanı Erich Vad, Trump’ın Ukrayna’daki savaşı hızla sona erdirebileceğine dair iddialara ihtiyatla yaklaşırken, bu vekalet savaşının Avrupa’nın sorumluluğuna geçebileceği ve Kuzey Kore askerlerinin bölgeye dahil olması gibi gelişmelerin savaşı daha karmaşık hale getirebileceğine dikkat çekiyor. Ayrıca, Almanya ve Avrupa’nın ABD’nin politikalarını sorgusuz kabul etmesi halinde iktisadi sorunlarla karşı karşıya kalabileceğini vurgulayan Vad, Almanya’nın çıkarlarını korumak için daha dengeli bir dış politika izlemesi gerektiğini öneriyor.


Trump’ın zaferinden sonra: Ukrayna’da savaş sona mı eriyor, sayın Vad?

Simon Zeise, Berliner Zeitung

7 Kasım 2024

Erich Vad, eski Almanya Başbakanı Angela Merkel’in askeri danışmanıydı. O dönemde Almanya hükümeti, NATO’yu “Trump’a karşı güvenceye almak” istemişti. Vad, mülakatında, ülkenin şu anda karşı karşıya olduğu zorlukları anlatıyor.

Donald Trump’ın ilk başkanlık dönemi, Almanya ile sert bir çekişme içerisinde geçmişti. Almanya hükümetinin ülkenin savunmasına daha fazla harcama yapması, Alman ekonomisinin Rusya’nın ucuz doğalgazından istifade etmemesi ve Çin’e karşı uygulanan gümrük vergileri katılması gerektiği, Trump yönetiminin temel talepleriydi. O zamandan bu yana Avrupa ve Almanya’nın dış politikası büyük ölçüde değişti. Ukrayna savaşı, Kuzey Akım-2’nin patlatılması ve Almanya’nın zeitenwende [dönüşüm] politikası, kıtayı ve ABD ile olan ilişkileri dönüştürdü. Angela Merkel’in eski askeri danışmanı Erich Vad, Berliner Zeitung’a verdiği bu mülakatta, Berlin’in yeni Trump yönetimi karşısında hangi zorluklarla karşılaşabileceğini değerlendiriyor.

Sayın Vad, Donald Trump ABD başkanlık seçiminden galip çıktı. Kendisi, Ukrayna’daki savaşı 24 saat içinde sonlandırabileceğini açıklamıştı. Yarın Avrupa’da barış olacak mı?

Bu kadar hızlı olacağını sanmıyorum. Trump, ocak ayında göreve başlayacak. Belki ABD açısından savaşı sona erdirmek isteyebilir. Washington, örneğin, ABD ile Rusya arasında Ukrayna üzerinden yürütülen bu vekalet savaşının Avrupa ülkeleri tarafından devralınmasını sağlayabilir. Fakat Ukrayna savaşı “donmuş bir çatışma” [frozen conflict] hâline de gelebilir. Gerçekten bir ateşkes ve barış görüşmeleri olur mu, bunu bekleyip görmek lazım.

Ama şu anki durumda Avrupa için asıl endişe verici olan şey, savaşın giderek Avrupa’nın sorumluluğuna geçmesi ve eşzamanlı olarak daha da fazla tırmanması. Artık bölgede Kuzey Koreli askerler var. Ayrıca Batılı siyasetçiler, Kiev’e Rusya’nın iç bölgelerine kadar ulaşabilecek uzun menzilli silahlar tedarik edilmesini talep ediyor. Bu durumda Avrupalılar dikkatli olmalı: Kendi çıkarlarımızı çok daha fazla göz önüne almalıyız ve bu çıkarlar, ABD’ninkilerle her zaman örtüşmeyebilir.

Biden ve Scholz, NATO’yu “Trump’a karşı güvenceye almak” için Almanya’ya orta menzilli füzeler konuşlandırmak istiyorlardı. Bu politika devam edecek mi?

Trump’ın NATO’yu pek de önemli görmeyip esas odak noktasını Çin’e yöneltme eğilimi muhtemelen devam edecek. Avrupa ülkelerinden de daha fazla katkı talep edecektir, bunun karşılığında da Amerika’nın NATO’da kalmasını sağlayacaktır.

Avrupa açısından, Rusya ile uzun vadeli bir çatışmanın sürmesinden yana olmamız mümkün değil. ABD açısından ise, bu savaş –her ne kadar bir vekalet savaşı da olsa– farklı bir gözle değerlendiriliyor: Amerika, Ukrayna’daki Avrupa savaş sahasından 8000 kilometre uzakta.

Trump, Putin ile iyi ilişkiler kurmasıyla övülüyor. Bir yandan Rusya ile yakın ilişkiler kurmak, diğer yandan Ukrayna’daki vekalet savaşını körüklemek bir çelişki değil mi?

Uluslararası ilişkiler çelişkilerle doludur. Dünyayı iyi demokrasiler ile kötü otokrasiler olarak ayırmak, kötü bir çocuk kitabı seviyesinde kalır. Biz Avrupalılar, tek taraflı Ukrayna politikamızla Rusları adeta Çin’in kucağına itmiş olduk. Bu, makro stratejik açıdan son derece sakıncalı bir durumdu. Trump, gittikçe güçlenen Rusya-Çin ittifakını zayıflatmaya çalışacaktır. Eğer bunu başarabilirse, akıllıca bir hamle yapmış olur. Almanya hükümeti, uluslararası ilişkilerdeki bu çelişkileri dikkate almalı. Türkiye ve Hindistan bu türden bir yaklaşımın iyi örnekleri: Türkiye, NATO’nun önemli bir ortağı olmasına rağmen aynı zamanda BRICS ülkeleriyle de güçlü bağlar kurmuş durumda. Erdoğan’ın Putin’le yakın ilişkisi var, Rusya’dan silah ithal ediyor ve aynı zamanda Ukrayna’ya Türk silahları ihraç ediyor. Hindistan Başbakanı Modi, yazın Kiev’i ziyaret etti ve bundan dört hafta önce de Moskova’daydı. Ruslarla sıkı bir savunma işbirliği var; aynı işbirliğini Ukraynalılarla da kurmuş durumda. Rusya’dan doğalgaz ve petrol alıp bunları Almanya’ya satıyor, bir yandan da hem Çin ile hem de ABD ile yakın ilişki kurmaya çalışıyor. Biz Avrupalıların da dünya siyasetine daha nüanslı ve kendi çıkarlarımızı merkeze alarak bakmamız gerekiyor. Özellikle Trump ile yaşanacak anlaşmazlıklarda aksi halde kolayca oyuna getirilebiliriz.

Washington, Çin’i baş düşmanı ilan etti. Trump, Çin mallarına yeni gümrük vergileri getireceğini şimdiden açıkladı. Bizi neler bekliyor?

Avrupalıları zor günler bekliyor diyebiliriz. Trump, güvenlik alanında bizden daha fazla bağımsızlık talep edecek; bu da özellikle savunma harcamalarının artırılmasını gerektiriyor. Bu, ABD açısından da kazançlı bir anlaşma, zira Avrupa’da ithal edilen savunma sanayii ürünlerinin yüzde 60’tan fazlası ABD’den geliyor. Almanya için bu oran daha da yüksek. Trump için bu epey kârlı bir durum. Almanya’nın bir yandan güvenliğini ABD’den ithal edip, diğer yandan ABD’nin rakipleri olan Rusya ve Çin’le milyar dolarlık ticaret yapmasını kabul etmiyor. Almanya’nın bu yaklaşımı, zeitenwende politikasıyla birlikte tarihe karıştı. Bu durum Almanya açısından ciddi riskler taşıyor: Eğer Trump’ın yolunu sorgusuz sualsiz izlersek, ekonomimizi büyük bir çıkmaza sürükleriz. Almanya, AB’nin Çinli elektrikli araç üreticilerine yönelik gümrük vergilerine karşı oy kullandı. Bu, Trump’ın gözünden kaçmadı. ABD, Almanya’dan yapılan ithalata da gümrük vergileri getirecek. Almanya burada çıkar odaklı bir politika izlemeli ve “Çin kartını” da devreye sokmalı. Aksi takdirde arada eziliriz. Maalesef şu anda zayıf bir hükümetimiz var. Fakat bu durumdan hükümetin kendisi de bir ölçüde sorumlu, zira son yıllarda Trump cephesiyle sağlam ilişkiler kurma konusunda yetersiz kaldı. Bunu son derece kısa vadeli bir yaklaşım olarak görüyorum.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Kazan Deklarasyonu’nun kritiği

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: BRICS’in Kazan Zirvesi, ABD ve diğer emperyalist güçlerin hegemonyasına karşı küresel bir direnişin sinyallerini verirken, Rusya öncülüğünde doların egemenliğini sonlandırma ve uluslararası finans sisteminde reform önerileriyle dikkat çekti. Marksist iktisatçı Prabhat Patnaik’e göre zirvede alınan kararlar küresel Güney’in ihtiyaçlarına dair yüzeysel kalıyor. BRICS’in mevcut sistemin daha kapsayıcı hale getirilmesi fikrine dayanarak sorunları çözmeyi hedeflemesi, derin yapısal reformların önüne geçebilir. Örneğin, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) işleyişinde ve serbest ticaret anlayışında köklü bir değişim olmadan, Küresel Güney ülkeleri arasında rekabet yerine işbirliğini teşvik edecek bir yapı kurulması güçleşecektir. Patnaik, Kazan Deklarasyonu’nun doların yerine yeni bir hegemon para birimi yaratma riski taşıdığını, bu nedenle finansal sistemdeki dengesizliklerin yalnızca açık veren ülkeler üzerinde değil, fazla veren ülkeler üzerinde de düzeltilmesi gerektiğini ifade ediyor. Ayrıca Patnaik, finansmanın yalnızca daha kolay hale getirilmesi yeterli görmüyor; Küresel Güney’in asıl bağımsızlığı finansman ihtiyacının ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Bu nedenle Patnaik, BRICS’in, mevcut kapitalist sistemin sınırları içinden çıkarak, Küresel Güney’in gerçek iktisadi bağımsızlığını hedefleyen alternatif modeller geliştirmesi gerektiğini vurguluyor.


BRICS’in Kazan zirvesi

Prabhat Patnaik, Peoples Democracy

10 Kasım 2024

BRICS ülkelerinin Kazan zirvesi, birkaç açıdan tarihi bir önem taşıyordu: İlk olarak, tam üyelik yolunda bir adım olarak “ortak ülkeler” adında yeni bir kategori oluşturdu ve bu statüde Küba ve Bolivya gibi 13 ülkeyi kabul etti. İkinci olarak, ABD öncülüğündeki emperyalist güçlerin, kendi hegemonyalarına meydan okuyan ülkelere karşı uyguladığı tek taraflı ekonomik yaptırımlara karşı durdu. Üçüncü olarak da Uluslararası Para ve Finans Sisteminde reform yapılmasını önerdi.

Kazan Deklarasyonu, doların hegemonyasını aşmak için atılması gereken adımlara dair genel bir çerçeve çizerken, bu ihtiyacın altını çizmekle yetindi; fakat Rusya hükümetine ait bazı belgeler bu konuda daha ayrıntılı bilgiler sundu.

Bu gelişmeler, memnuniyetle karşılanması gereken adımlar; ancak BRICS’in küresel Güney’in sorunlarına yaklaşımında temel sınırlamaların farkında olmamak mümkün değil.

Bu yaklaşımın özü, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve Bretton Woods ikizleri gibi mevcut kurumları daha kapsayıcı hale getirmekte yatıyor; oysa küresel Güney’in sorunları çok daha derin.

Elbette, BRICS heterojen bir ittifak ve radikal bir ajanda benimsemesi beklenemez; ancak burada bahsettiğim mesele, böyle bir ajandanın uygulanabilir olup olmamasından ziyade, “radikal ajandanın” ne olduğu sorunudur.

BRICS deklarasyonu, mevcut uluslararası kurumların sorunlu olduğunu, zira emperyalist ülkeler tarafından domine edildiğini ve yeterince temsil edici olmadığını varsayıyor; oysa sorun, bu kurumların kim tarafından yönetildiğinden bağımsız olarak, yapısal olarak sorunlu olmaları.

Bir benzetme yapmak gerekirse, BRICS’in tutumu, mevcut sistemde işçilerin sömürülmesinin sebebinin karteller ve tekeller olduğunu, bu tekellerin yerine serbest rekabetin gelmesi durumunda sömürünün ortadan kalkacağını öne sürme yönünde.

Örneğin DTÖ’yü ele alalım. Kazan Deklarasyonu, gelişmiş ülkelerin DTÖ’nün ruhuna aykırı olarak korumacılık uyguladığını, bunun küresel güney için ayrımcılık yarattığını ve yalnızca güneyin DTÖ yönetiminde daha iyi temsil edilmesiyle giderilebileceğini savunuyor. Oysa, DTÖ’nün dayandığı serbest ticaret anlayışının kendisi hatalı.

Bu anlayış, hiçbir zaman toplam talep yetersizliği olmayacağını ve bu nedenle pazarlar için mücadele yaşanmayacağını öngören Say Yasası’nın geçerliliğini varsayıyor. Bu yaklaşıma göre, ticaret öncesi ve sonrası her ülkenin tüm kaynakları tam istihdam edilmiştir; tek fark, ticaret sonrası kaynakların farklı ürün grupları üretmek üzere farklı şekilde tahsis edilmiş olmasıdır (Daha fazla bilgi için, bkz. People’s Democracy, 30 Ekim).

Bu yaklaşımla ilgili temel sorun, küresel Güney’in iktisadi bağımsızlık mücadelesinde asıl gerekli olanın, mevcut sistemin özüyle hesaplaşmak olduğunu ıskalamasıdır.

Kazan Zirvesi’nin, doların küresel sistemdeki egemen konumuna karşı adımlar atma yönündeki genel niyetleri önemli ama mevcut küresel düzenin yapısal sorunlarını derinlemesine ele almadan yalnızca yüzeysel değişikliklerle sınırlı kalmak, uzun vadede sürdürülebilir bir çözüm sunmayacaktır.

Bu iddia, kapitalizmin gerçekliğinden tamamen kopuk, son derece saçma bir iddiadır; zira küresel Güney ülkelerini serbest ticarete ya da hatta liberal ticarete zorlamak, onları birbiriyle “Darwinci” bir rekabete itmek anlamına gelir; bu da herhangi bir işbirliği biçimini baltalamak demektir. DTÖ’nün felsefesi, pratikte, küresel Güney ülkeleri arasında dahi işbirliğini değil, tam tersine amansız bir rekabeti garanti eder.

Benzer şekilde, bir ülkenin çiftçilere verdiği fiyat desteğinin, o ürünün toplam değerinin yüzde 10’unu aşmaması gerektiği yönündeki DTÖ kuralı —bu kuralı Hindistan’ın ihlal edip etmediği bir yana— temelde son derece hatalıdır. Bu kuralın dayandığı “piyasa bozan” ve “piyasa bozmayan” sübvansiyon ayrımı, piyasanın verimliliğini varsayar; bu, Keynes öncesi ekonomiye geri dönmek gibi bir yaklaşımdır ve DTÖ’nün hayali varsayımları dışında hiçbir geçerliliği yoktur.

BRICS Deklarasyonu’nun bir diğer önemli vurgusu ise, Amerikan dolarının hegemonyasını sona erdirmek ve sabit döviz kurlarıyla birbirine bağlı ulusal para birimlerinde daha fazla uluslararası ticaret yapılmasını teşvik etmek. Doların egemenliğini ortadan kaldırmak elbette ki kıymetli bir hedef ama bu tek başına yeterli değil. Aynı zamanda finansın egemenliğinin de sona erdirilmesi gerekir.

Bunun için en az üç şartın yerine getirilmesi gerekir: Birincisi, cari açık dengesizliklerinin düzeltilmesi sorumluluğu, cari fazla veren ülkelerin üzerinde olmalıdır, cari açık veren ülkelerin değil. İkincisi, bu dengesizlikler giderilene kadar, fazla veren ülkeler, açık veren ülkelerden gelen tüm borç senetlerini tutmaya razı olmalıdır. Üçüncüsü ise, mevcut borçların ödenmesi için servet transferlerine (“millileştirmeden çıkarma” ya da “özelleştirme”) başvurulmamalıdır.

Dengelemeyi açık veren ülkelerin değil de fazla veren ülkelerin yapması, yalnızca hâkimiyetin ortadan kaldırılması için değil, dünya çapında üretim ve istihdam açısından da önemlidir; dolayısıyla bu, dünya işçilerinin refahı için de elzemdir. Eğer fazla veren ülke uyum sağlamak zorunda kalırsa, bu durumda kendi iç tüketimini artıracaktır. Kendi üretimi halihazırda kapasite sınırına yakın olduğundan, bu iç tüketim artışı ihracatını azaltacaktır.

Açık veren ülke ise iç tüketimini aynı seviyede korusa bile, ithalatı düştüğü için daha fazla üretim ve istihdam sağlayacaktır. Böylece her iki ülke birlikte ele alındığında toplam talep artacak ve bu da daha fazla üretim ve istihdama yol açacaktır. Aynı zamanda, fazla veren ülkenin iç tüketim artışı, çalışan kesiminin daha fazla tüketimi şeklinde gerçekleşirse, iki ülkedeki işçilerin refahı —fazla veren ülkede artan tüketimle, açık veren ülkede ise artan istihdam yoluyla— daha da artacaktır.

Buna karşılık, cari açığı olan ülkenin uyum sağlaması gerektiğinde —ki mevcut uygulama bu yöndedir— iç tüketimini azaltmak zorunda kalacaktır. Bu da söz konusu ülkede bir durgunluk yaratacaktır. Dünyadaki toplam talep seviyesi düşecek ve bu da özellikle açık veren ülkedeki çalışan kesimler için bir maliyet yaratacaktır. Cari dengesizlikleri, açık veren ülkelerin uyum sağlaması yoluyla gidermek, fazla veren ülkelerin uyum sağlaması kadar etkili bir yöntem değildir ama itiraf etmek gerekir ki, fazla veren ülkeleri bu uyuma zorlamak daha zordur.

Ayrıca, fazla veren ülkelerin uyum sağlamasını gerektiren bir düzenleme olmadan doların hegemonyasının sona erdirilmesi, yalnızca başka bir para biriminin hegemonya kazanmasına yol açacak; hegemonyayı tamamen ortadan kaldırmayacaktır. Örneğin, BRICS ülkelerinin yalnızca kendi aralarında ve sabit döviz kurlarıyla ulusal para birimlerinde ticaret yaptığını varsayalım (aksi takdirde, yaygın kur spekülasyonu her türlü ticaret düzenini sürdürülemez hale getirecektir).

Eğer bir ülkenin diğerine karşı sürekli bir cari açığı varsa, ya mevcut uygulamada olduğu gibi bu açığı kapatmak için iç tüketimini azaltır ya da fazla veren ülkeye sürekli olarak borç senedi sunmaya devam eder; fakat bu durumda, kendi para birimi üzerinde baskı oluşur ve sabit döviz kuru sürdürülemez hale gelir. Bu ikinci senaryoda, fazla veren ülkelerin para birimleri diğerlerine göre hegemonya kazanacaktır; doların yerini almak elbette arzu edilen bir şey, ancak bu sadece bir başka para biriminin egemenlik kazanmasıyla sonuçlanacaktır; para birimi hegemonyası ortadan kalkmayacaktır.

Kazan Deklarasyonu, Bretton Woods ikizlerinin yönetim biçimini daha kapsayıcı hale getirerek değiştirmeyi ve böylece küresel Güney ülkelerine daha düşük maliyetli ve daha az “koşullu” finansman sağlamayı amaçlıyor; BRICS bankasının da bu amaca katkı sağlaması bekleniyor. Ancak tüm bunlar, olumlu adımlar olmakla birlikte, küresel Güney ülkelerinin sorunlarını çözmeyecektir. Finansmanın daha kolay ve daha ucuz hale gelmesi, bu ülkelere yalnızca “kendi iplerini uzatır” ama bu, “asılma” kaderini ortadan kaldırmaz. Asılma tehlikesi ancak finansmana duyulan ihtiyacın tamamen ortadan kalkmasıyla sona erdirilebilir.

Finansmana ihtiyaç duymayan iktisadi düzenin varlığı, asla ütopik bir fikir değildir. Sovyetler Birliği döneminde, Hindistan da dahil olmak üzere pek çok ülke, sabit döviz kurları üzerinden Sovyetler ile ikili ticaret anlaşmaları yapmıştı. Bu anlaşmalar çerçevesinde ticaret fazlaları ve açıkları bir dönemden diğerine devrediliyor ve karşılıklı olarak kararlaştırılan mal ve hizmet değişimiyle kapatılıyordu.

Bu tür bir düzende, “finansmana” duyulan özel ihtiyaç, herhangi bir hegemonya dayatması ya da açık veren ülkeye “kemer sıkma” yoluyla faaliyet seviyesini azaltma gerekliliği söz konusu değildi. Elbette, Sovyetler Birliği planlı bir ekonomiydi ve böyle bir düzenlemeyi sürdürebiliyordu. Fakat BRICS, Bolivya Devlet Başkanı’nın zirvede dile getirdiği gibi, küresel Güney için emperyalist hegemonyadan gerçek bir çıkış yolu sunmak istiyorsa, baskıcı olmayan bu tür düzenlemelere benzer çözümler üretmelidir.

Her halükârda, mevcut uluslararası kurumları yalnızca daha kapsayıcı hale getirip desteklemekle yetinmenin tehlikeleri göz ardı edilmemelidir. Bu kurumlar dünya kapitalizmi tarafından tasarlanmıştır ve bir miktar daha “temsilci” hale getirilmiş olsalar bile, kapitalist sistemin temel çıkarlarına hizmet etmeye devam edeceklerdir. BRICS, gerçekten küresel Güney’in çıkarlarını savunmak istiyorsa, mevcut yapılar içinde küçük değişikliklerle yetinmek yerine, köklü alternatif modeller geliştirmelidir.

BRICS Zirvesi’nde çok taraflılık vurgusu

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English