Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Heidegger aldatmacası üzerine

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, ‘Heidegger uzmanı’ olarak nitelendirebileceğimiz Richard Wolin imzasıyla yayınlandı. Wolin 90’lı yılların başından beri yalnızca Heidegger felsefesi ve günümüzdeki etkileri üzerine çalışmakla kalmıyor; aynı zamanda batıdaki yaygın ‘Heidegger alimliği’ hakkında da derinlemesine incelemeler yapıyor. Son kitabı Heidegger in Ruins: Between Philosophy and Ideology (Yıkık Dökük Heidegger: Felsefe ile İdeoloji Arasında), Heidegger’in Toplu Eserler’indeki açık faşist göndermelerin nasıl hasıraltı edildiğini, bunun hem Heidegger’in eserlerinin vasileri ve editörleri tarafından, hem de Heidegger’e toz kondurmak istemeyen batı akademisi tarafından nasıl yapıldığını inandırıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Açık nazi göndermeleri söz konusu olduğunda başvurulan stratejilerden biri ise filozofun ideolojik pozisyonu ile felsefi görüşleri arasında birebir örtüşme olmadığıdır. Wolin’in vardığı sonuç ise tam tersidir: Martin Heidegger’in ‘Varlık’ kavrayışı ile bunun siyasi sonuçları arasında belirgin bir ilişki vardır. Nazizm öncesi Alman emperyalizmi, savaş sonrasında Alman istisnacılığına yol açmış; geleneksel Ortaçağcı Hıristiyan anti-Judaizmi, modern anti-semitizme dönüşmüş; hepsi, ‘kitle toplumu’nun zirvesi ‘Yahudi-Bolşevik komplosu’nda bir araya gelmiştir. Heidegger bunların hepsini bir araya getirmiş, Aydınlanma’ya ve evrensel insanlığa karşı Alman biricikliğini ve partikülarizmini savunan Zivilisationkritik geleneğinin zirvesini oluşturmuştur. Dolayısıyla, Wolin’in de dikkat çektiği ve Avrupa ve ABD’de kimi Yeni Sağcı düşünür ve hareketlerce beinmsenen çağdaş Heidegger’cilik şaşırtıcı değildir: Modern kitle toplumuna yönelik tiksinti; batının modern ‘maddeciliğine’ karşı tarihteki sözümona ‘ruhani’ yönüne yönelik büyülenme; tekno-bilimsel dönüşümlere yönelik muhafazakâr bir şüphecilik. Bütün bunların toplamı elbette nazizme eşit değildir; bununla birlikte nazi savaş makinesinin parçalandığı ve bir tür ‘denazifikasyon’un yapıldığı İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyada hâlâ nazizmin kendisine nasıl yer bulabildiğine ilişkin bazı ipuçları sunmaktadır.


Ustanın Külliyatını Aklamak: Heidegger Aldatmacası Üzerine

Richard Wolin
Los Angeles Review of Books
18 Haziran 2023

Filozof Martin Heidegger’in etkisi muazzam olmuştur. Richard Rorty bir keresinde haklı olarak, Heidegger’in devasa etkisini kabul etmeden 20. yüzyılın entelektüel tarihini yazmanın imkansız olacağını iddia etmişti. Ancak Heidegger’in muazzam başarılarına yönelik bu övgüler çok önemli bir açıdan soru işaretleri barındırıyor: Heidegger’i okuduğumuzda aslında ne okuduğumuzu göz ardı ediyorlar.

Heidegger’in metinlerinin yayın tarihi daha yakından incelendiğinde, felsefi mirasının onlarca yıl boyunca iyi niyetli bir ahbaplar ve müritler zümresi tarafından kasıtlı ve sistematik bir şekilde manipüle edildiği ortaya çıkmaktadır. Hayatının sonlarına doğru Heidegger, el yazmalarının denetimi ve yayınlanması için editörlük sorumluluğunu deneyimli akademisyenlere değil, bunun yerine, kural olarak sınırlı mesleki yeterliliğe sahip olan yardımcılarına ve akrabalarına emanet etti öncelikli kaygıları, miras alınan editörlük normlarına saygı duymaktan ziyade ‘Usta’nın itibarını korumak olan kişiler.

Birbirine sıkı sıkıya bağlı bu grup içinde aile üyeleri orantısız bir rol oynadı ve oynamaya devam ediyor. Böylece, Heidegger’in 1976’daki ölümünün ardından, filozofun oğlu Hermann, babasının el yazmalarının gözetimi ve yayınlanması için birincil sorumluluğu üstlendi, buna Frankfurt yayıncısı Vittorio Klostermann’ın künyesi altında 102 ciltlik devasa Gesamtausgabe veya Toplu Eserler baskısı da dahildi.

Hermann Heidegger’in, babasının edebi vasiliğine getirilmeden önceki kariyer çizgisi dikkat çekecek kadar parlak değildi. Sürekli eğitim eğitmenliği gibi sıradan bir görevin ardından, 1955 yılında Bonn’daki Alman Savunma Bakanlığı’nda göreve başladı ve burada Information for the Troops [Birlikler için Enformasyon] adlı bir askeri bültenin yayınlanmasını denetledi.

Hermann Heidegger’in babasının edebi mirasının yöneticisi olarak oynadığı önemli rol ışığında, siyasi açıdan şüpheli, aşırı sağcı siyasi çevrelerle bağlarını sürekli olarak koruduğunu belirtmek gerekir. Örneğin 2014 yılında, Kara Defterler’in yayınlanmasının ardından filozofun antisemitizmi üzerine hararetli bir tartışma patlak verdiğinde, Hermann suları sakinleştirmek için bir Neue Rechte (Yeni Sağ) yayını olan Sezession’a röportaj verdi. Bu dergi, Alman Kimlikçi Hareketi (IBD) ve Almanya için Alternatif (AfD) partisinin aşırılık yanlısı fraksiyonu Der Flügel (Kanat) gibi çeşitli etnik milliyetçi ve göçmen karşıtı gruplarla olan önemli bağlantıları nedeniyle, 2019 yılında Anayasayı Koruma Dairesi (BfV) tarafından Almanya’nın ‘temel demokratik düzenine’ tehdit oluşturduğu gerekçesiyle resmi olarak gözetim altına alındı. Sezession‘un yayıncısı Saksonya-Anhalt merkezli Institut für Staatspolitik de federal gözetim altında ve AfD’nin gayri resmi düşünce kuruluşu olarak işlev görüyor. Enstitü altı ayda bir ‘yaz akademileri’ düzenliyor ve bu akademiler çeşitli militan aşırı sağcı gençlik grupları için toplanma yeri olarak kullanılıyor.

Nihayetinde, Hermann Heidegger’in babasının adını temize çıkarma çabası oldukça yetersiz kaldı. Sezession ile yaptığı söyleşinin bir noktasında belirttiği gibi, “Babam antisemit olmadan ‘dünya Yahudiliği’ni eleştiriyordu. Auschwitz’den sonra bu ayrımı yapmak imkansız hale geldi ama 1930’larda hayatta olan herkes bunun ne anlama geldiğini kolayca anlayabilir.” Hermann’ın dikkatinden kaçmış gibi görünen şey, ‘Yahudi dünya komplosu’ imgesini çağrıştıran ‘dünya Yahudiliği’ (Weltjudentum) ifadesinin bizzat Nazi ırk düşüncesinin dayanak noktalarından biri olduğudur. Hitler’in kendisi de Kavgam’da ve diğer yazılarında sık sık bu ifadeye başvurmuştur. Auschwitz’in, çeşitli zararlı etkilerinin yanı sıra, Heideggerler gibi iyi niyetli ‘dünya Yahudiliği’ eleştirmenleri için işleri temelden mahvetmesi gerçekten utanç verici!

***

Heidegger’in Nachlass’ının ya da edebi mirasının idaresini defalarca tehlikeye atan profesyonel standartların eksikliği, Toplu Eserler baskısının aslında bir ‘aile şirketi’ gibi yönetildiği suçlamalarına neden oldu. Heidegger uzmanı Theodore Kisiel, çok okunan bir makalesinde Gesamtausgabe’yi (GA) ‘uluslararası bir bilim skandalı’ olarak nitelendirmiş ve editoryal prosedürlerin kabul görmüş bilimsel standartlardan önemli ölçüde saptığını belirtmiştir. GA 44’ün editörlüğünü yapan Siegen Üniversitesi’nden filozof Marion Heinz, mesleki kuralların kasıtlı olarak ihmal edilmesinin editoryal bir kargaşaya yol açtığından yakınmıştır ‘hiç kimsenin hangi pasajların atlandığını ya da [orijinal el yazmalarının] transkripsiyonları veya kopyaları söz konusu olduğunda eklemeler yapılıp yapılmadığını bilmediği’ bir durum. “Özetle,” diye bitiriyor Heinz, “Heidegger’in felsefesini araştırmak ve değerlendirmek için elimizde güvenilir bir temel yok.” Heinz tarafından tarif edilen editoryal kaosun sonucu, Heidegger’in çalışmalarının alımlanmasının, filozofun metinlerinin el yazması versiyonları ile yayınlanmış versiyonları arasındaki lanet olası tutarsızlıkların giderek daha fazla ortaya çıkmasıyla, bir dizi utanç verici editoryal gafla defalarca gölgelenmesidir.

Toplu Eserler baskısına karşı kamuoyunda oluşan güvensizlik, Ocak 2014’te, Kara Defterler’in yayınlanmasından sadece iki ay önce meydana gelen tuhaf bir olayla daha da arttı. Daha önce Heidegger’in edebi vasileri, bu defterlerin 1942-48 yıllarını kapsayan dördüncü bölümü Anmerkungen I-V’nin (Açıklamalar) açıklanamaz bir şekilde kaybolduğunu duyurmuştu. Fakat aniden ve beklenmedik bir şekilde, el yazması mucizevi bir şekilde yeniden ortaya çıktı. Görünen o ki, kaybolan cilt başından beri geniş bir ‘aile üyesinin’ elindeydi: Hildesheim Üniversitesi’nde Almanca profesörü olan Silvio Vietta. Vietta, elyazmasının tuhaf kayboluşunu açıklamak için sıkıştırıldığında, altmış yıl önce Heidegger’in onu annesi Dorothea’ya, ikisi ateşli bir aşk ilişkisi yaşarken ‘hediye’ olarak verdiğini açıkladı.

Çok geçmeden, hatalı ‘Vietta defteri’ destanının yüksek bahisli bir edebi-felsefi ‘fort/da’ oyunu buzdağının sadece görünen kısmı olduğu ortaya çıktı: Kara Defterler’i etkileyen sayısız editoryal düzensizlikten biri. Ayrıca Winke und Überlegungen (İpuçları ve Düşünceler) başlıklı I. cilt de açıklanamaz bir şekilde kayıptı. Bu yazı yazıldığı sırada, esrarengiz kayboluşuyla ilgili olarak kamuoyuna henüz tatmin edici bir açıklama yapılmamıştır. Kara Defterler’in editörü Peter Trawny, Anmerkungen I-V’e yazdığı sonsözde, okuyucuları tarafsız bir şekilde ve takdire şayan bir özle ‘cildin nerede olduğunun bilinmediği’ konusunda bilgilendirdi: Heidegger yayıncılığının çalkantılı dünyasında bu tür muammaların beklenebileceğine dair zımni bir itiraf; dolayısıyla, okuyucular beklentilerini buna göre düşürerek basitçe ‘uyum sağlamalıdır.’

Bu trajikomik editoryal destanın bir başka dip noktası da 2015 yılında Gesamtausgabe’nin yayıncısı Vittorio Klostermann’ın, basımın dürüstlüğüne yönelik azalan kamu güvenini artırmak için umutsuz bir kumar oynayarak, daha fazla utançtan kaçınmak için ek metinsel düzensizliklerden haberdar olan editörlerin öne çıkmasını talep eden bir memorandum dağıtmak zorunda hissetmesiyle ortaya çıktı. Klostermann’ın açıkladığı gibi, basın ‘Martin Heidegger’in Yahudi düşmanlığının [Judenfeindschaft] neden daha önceki Gesamtausgabe ciltlerinde ortaya çıkmadığına dair çok sayıda soru’ almıştı. Geri dönüşü olmayan bir noktaya ulaşıldığından korkan Klostermann, ‘üçüncü şahısların işaret edebileceği her ek tutarsızlığın yayıncıyı […] savunmaya itme riski taşıdığı ve Gesamtausgabe’nin bir bütün olarak itibarına zarar verebileceği’ uyarısında bulunarak metastaz yapan editoryal fiyaskonun ciddiyetinin altını çizdi. Klostermann sözlerini, Nazi dönemi ciltlerinden sorumlu editörleri hedef alan bir çağrıyla bitirdi ve ‘Heidegger’in el yazmalarının onaylı kopyalarından şüpheli sapmalar, eksiklikler ya da transkripsiyon hataları’ hakkında sahip olabilecekleri her türlü bilgiyle öne çıkmalarını talep etti.

Klostermann, 2022 yılında, çeşitli eksiklik ve tahrifatları düzeltmek için iki Gesamtausgabe cildinin tümüyle ‘hamur haline getirilmesinin’ ve yeni baskılarla değiştirilmesinin gerekli olduğunu açıkladı. Ayrıca, basının web sitesinde en az 26 cilt için düzeltmeler yayınladığını da kabul etti.

***

Heidegger’in çalışmasının yayınlanmasına musallat olan tartışmalar, yalnızca ara sıra ve anlaşılabilir editoryal hatalarla ilgili olmadıkları, bunun yerine önceden planlanmış bir editoryal temizlik politikasına işaret ettikleri ölçüde önemlidir: Amacı Heidegger’in Nazi yanlısı duygularını ve kanaatlerini sistematik ve kasıtlı olarak ayıklamak olan bir strateji. Heidegger uzmanı Otto Pöggeler’in yerinde gözleminde olduğu gibi, “Heidegger, izlerini kuyruğuyla süpüren bir tilki gibidir.”

Sorunlar, Almanya ve Avrupa’nın ‘Alman felaketi’nin yıkıntıları altından çıkmaya çalıştığı 1930’larda Heidegger’in verdiği derslerin savaş sonrasında yayınlanmasıyla başladı. Metafiziğe Giriş’te (1953) Heidegger, ‘Nasyonal Sosyalizmin içsel hakikati ve büyüklüğü’ne dair rahatsız edici övgüsünü tahrif etmiş ve ‘gezegensel teknoloji ile modern insan arasındaki karşılaşma’ya atıfta bulunan parantez içi bir açıklama eklemişti. Söz konusu pasajın gerçekliği sorgulandığında, Heidegger başlangıçtaki ikiyüzlülüğünü ikiye katlayarak, parantez içi açıklamaların orijinal el yazmasında olduğunu ancak ders 1935’te ilk kez sunulduğunda bunları atladığını iddia etti. Daha sonra akademisyenler orijinal el yazmasına başvurarak Heidegger’in iddiasının doğruluğunu tespit etmeye çalıştıklarında, söz konusu sayfanın açıklanamaz bir şekilde kaybolduğunu görerek şaşırmışlardır.

Heidegger’in 1936’da sunulan ve 1971’de yayınlanan Schelling’in İnsan Özgürlüğünün Özü Üzerine İnceleme olarak İngilizceye çevrilen derslerinde, editörler muhtemelen filozofun da onayıyla Avrupa’nın kaslı faşist diktatörlüklerine sadakatlerini açıkça ifade etmişlerdir. İhtilaf konusu pasajda Heidegger, Hitler ve Mussolini’yi ‘[Avrupa] nihilizmine karşı bir hareket getirdikleri’ ’teknoloji,’ ‘medeniyet,’ das Man, vs. için övüyor ve böylece faşizmin tek başına Batı’yı Oswald Spengler, Carl Schmitt ve Ernst Jünger gibi muhafazakâr devrimci Zivilisationskritiker’lerin kehanet ettiği ‘düşüş’ (Untergang) kaderinden kurtarma kapasitesine sahip olduğuna dair ‘metapolitik’ beklentisini teyit ediyordu.

Benzer şekilde, 1961 yılında Heidegger’in büyük saygı gören Nietzsche dersleri Neske Verlag tarafından yayınlandığında, filozof orijinal el yazmasında yer alan sert bir demokrasi eleştirisini gizlice çıkarmıştır. Heidegger, demokrasinin ‘nihilizmin bir ifadesinden’ biraz daha fazlası olduğunda ısrar ediyordu. Nietzsche ve diğer ‘kitle toplumu’ eleştirmenlerini kendisine yönlendirerek, demokratik yönetimi ‘en yüksek değerlerin […] yapıcı güçler olmaktan çıktıkları noktaya kadar değersizleştirilmesi’ olarak yeriyordu. Dolayısıyla, ‘ayaktakımının yükselişi’, ‘eşit insanlar’ın ‘toplumsal karmaşası.’” Kuşkusuz Heidegger, bu pasajları dışarıda bırakarak, tatsız siyasi geçmişiyle ilgili bir başka kamusal tartışmanın önüne geçebileceğini umuyordu.

Bu görüşler göz önüne alındığında, Heidegger’in düşüncesinin son yıllarda Atlantik ötesi ‘Yeni Sağ’ taraftarları arasında bu kadar taraftar bulması şaşırtıcı değildir: Rus Aleksandr Dugin, Fransız Alain de Benoist, AfD’den Björn Höcke ve Trump’ın eski danışmanı Steve Bannon gibi şüpheli müritler. Der Spiegel’de 2018 yılında Christoph Scheuermann tarafından kaleme alınan bir profilde Bannon, “filozof Martin Heidegger’in biyografisini okurken görülüyor. ‘İşte benim adamım’ diyor Bannon. Heidegger’in kendisini büyüleyen varlık konusunda bazı iyi fikirleri olduğunu söylüyor.” Scheuermann’a göre Bannon, “beş saniye içinde siyasetin derinliklerinden felsefenin doruklarına, bataklıktan Heidegger’e atlıyor. Bannon soruyor: Bizi hayvanlardan ya da kayalardan ayıran nedir? İnsan olmak ne anlama geliyor? Dijital ilerleme ne kadar ileri gitmeli?”

***

Heidegger’in yukarıda bahsedilen vakalardaki ikiyüzlülüğü iki yönlüdür. Birincisi, Nazi dönemindeki derslerinin ve incelemelerinin önemli müdahaleler ya da değişiklikler olmaksızın kelimesi kelimesine yayımlandığı konusunda defalarca ısrar etmesine rağmen, önceki örnekler, kural olarak, bu politikaya uyulmasından ziyade ihlal edildiğine işaret etmektedir. İkincisi, Heidegger’in söylemi ‘Aydınlanma’, ‘liberalizm’ ve ‘modernite’ye yönelik polemikçi suçlamalarla noktalanmıştı, ama konu Nazizm’in soykırımcı aşırılıklarına geldiğinde, karakteristik olmayan bir şekilde sessiz kaldı savaştan sonra, Üçüncü Reich’ın ‘imhacı’ özünü inkar etmek imkansız hale geldiğinde bile. Bunun yerine, İkinci Dünya Savaşı’nın fiyaskosunu modern teknolojinin kötülüklerine bağlayarak, Nasyonal Sosyalizmin zararlı Batı ve Yahudi etkilerine yenik düşmemiş olsaydı ‘başarılı’ olacağını ima etti.

Böylece, Heidegger, ‘Yahudi Sorunu’na ‘Nihai Çözüm’ü tartışmaya tenezzül ettiği birkaç durumdan birinde, Holokost’u alaycı bir şekilde ‘Yahudilerin kendi kendilerini yok etme’ eylemi olarak nitelendirmiştir. Bu suçlamayı yaparak Heidegger, yaygın bir antisemitik önyargıya uygun olarak, Yahudilerin modern teknolojinin önde gelen ‘taşıyıcıları’ oldukları için Auschwitz’de ve diğer sanayileşmiş toplu katliam yerlerinde fiilen kendi elleriyle öldüklerini ima etmiştir. Heidegger, ‘parçalayıcı’ Yahudi etkisine yönelik bu duygusuz ithamını, Kara Defterler’de, “[d]ünya Yahudiliğinin dünyasızlığını tesis eden hesaplama, vurgunculuk ve iç içe geçmenin hızlı tempolu zekâsı, Gigantizm’in [das Riesige] en sinsi biçimlerinden biri ve belki de en eskisidir,” diyerek desteklemiştir.

Heidegger’in ‘dünya Yahudiliği’ ile modern ‘teknik’ arasındaki ontolojik-tarihsel bağı sürekli kınaması, ‘Teknolojiye İlişkin Soru’ ve ilgili denemelerinde detaylandırdığı şekliyle ünlü Teknik-eleştirisinin, ‘Yahudi materyalizmine’ karşı derinlerde yatan, ideolojik olarak güdülenmiş bir nefretten Heidegger’in bir zamanlar ifade ettiği gibi ‘boş rasyonalite ve hesaplanabilirliğin’ savunucuları olarak ‘dünya Yahudiliğinin’ yıpratıcı kültürel sonuçlarına ilişkin ırksal olarak güdülenmiş korkulardan kaynaklandığını kuvvetle düşündürmektedir. Heidegger’in antisemitik husumeti, 1920’de karısı Elfride’e yazdığı ve kendisini açıkça ‘ruhani bir antisemit’ olarak nitelendirdiği bir mektupla ortaya çıkmıştır.

Heidegger’in hayatının ilerleyen dönemlerinde bu önyargıların üstesinden gelip gelmediği son derece şüphelidir. Savaştan sonra Kara Defterler’de ‘dünya gazeteciliği’ (Weltjournalismus) tarafından Almanya’yı Batılı Müttefiklere karşı bir sadakat durumunda tutmak için başlatıldığı iddia edilen bir ‘komplo’dan yakındı. 1986 yılında, Heidegger’in yıldız öğrencisi Hans-Georg Gadamer’e akıl hocasının savaş sonrası ideolojik eğilimleri sorulduğunda, ‘Heidegger’in savaştan sonra dünya kamuoyunun tamamen Yahudiler tarafından domine edildiğine ikna olacak kadar Nazi kaldığını’ söylemiştir.

***

2015 yılında, utanç verici ve siyasi açıdan şüpheli bir başka metin gizleme örneği daha ortaya çıktı. Heidegger’in Hölderlin’in ‘Germanien’ ve ‘Der Rhein’ İlahileri (1934-35) dersinin editörü, filozofun Nationalsozialismus kısaltmasını –’N. soz.’ ‘doğa bilimi’ olarak yanlış bir şekilde transkribe etmişti, oysa Almanca ‘doğa bilimi’ (Naturwissenschaften) kelimesini söz konusu kısaltmadan türetmek inandırıcılığı zorluyordu. Burada da hatalı transkripsiyonun kasıtlı olduğunu varsaymak mantıklı olacaktır: Üstadın itibarını eleştirel incelemeden korumak için bir başka garip girişim. Bu hipotezin akla yatkınlığı, Klostermann’ın 2022 yılında Heidegger’in 1934-35 ders kitabının mevcut kopyalarını toplatıp yerine tamamen yeni bir baskı yapmayı tercih etmesiyle daha da artmıştır.

Ne var ki bu noktada, Heidegger’in külliyatını sterilize etmeye yönelik tekrarlanan girişimler olağanüstü bir şekilde geri tepti ve Hölderlin derslerinin editoryal manipülasyonunun, filozofun şüpheli siyasi geçmişini aklamaya yönelik uzun süredir devam eden bir kampanyanın parçası olduğuna dair şüpheler ortaya çıktı. Alman haber dergisi Die Zeit’ta yazan Adam Soboczynski, giderek artan editoryal eksiklikler ve tahrifatlar listesinin çok daha büyük bir kampanyanın işaretleri olup olmadığını sesli bir şekilde merak etti Heidegger’in edebi vasileri tarafından onun olağanüstü Nasyonal Sosyalist sempatilerini aklamak için sistematik bir çabanın parçası. Soboczynski’nin dediği gibi,

Heidegger baskısıyla ilgili yaygın bir şüphe ortaya çıkmıştır: Heidegger’in felsefesinin Nasyonal Sosyalist doktrine yapılan göndermelerden arındırılmış bir versiyonu mu sunulmaya çalışılmıştır? Sözde ‘son el baskısı’ [Ausgabe der letzten Hand] […] ile ilgili olarak ortaya çıkan hatalar buzdağının sadece görünen kısmı mıdır?

***

2014 yılında kamuoyu, 16 yıl önce Peter Trawny ve Hermann Heidegger’in, Heidegger’in The History of Beyng’de(*) (1938-40) yer alan ‘dünya Yahudiliğinin evrensel suçluluğa yatkınlığını araştırmanın faydalı olacağı’ yönündeki beyanını bastırmak için bir araya geldiklerini gecikmeli olarak öğrendi. Trawny ve Heidegger’in oğlu bunu yaparak ‘son el baskısı’ kurallarını kasten ihlal etmişlerdir, zira Trawny’nin de daha sonra kabul ettiği gibi, bu iddia orijinal el yazmasında yer almasına rağmen, editör ikilisi yine de bunu çıkarmaya karar vermiştir.

Kristallnacht’ın Yahudi karşıtı pogromlarından kısa bir süre sonra ve Hitler’in 30 Ocak 1939’da yeni bir dünya savaşının patlak vermesi halinde sonucun ‘dünya Yahudilerinin yok edilmesi’ olacağına dair meşhur kehanetini takiben, 1939 dolaylarında ‘dünya Yahudiliğini’ ‘evrensel suçlulukla’ suçlamak, en saf haliyle ‘eliminasyonist’ antisemitizmle eşdeğerdir. Bu, Heidegger’in tüm Yahudileri erkekleri, kadınları ve çocukları belirli eylemleri veya fiilleri nedeniyle değil, sadece ve sadece Yahudi olarak ‘ırksal karakterleri’ nedeniyle suçladığı ölçüde doğrudur.

History of Beyng ilk olarak 1998 yılında GA 69 olarak yayımlanmıştır. Bugüne kadar okuyuculara, Trawny ve Hermann Heidegger’in neden ortaklaşa olarak söz konusu dikteyi çıkarmaya karar verdiklerine dair tatmin edici bir açıklama sunulmamıştır. Klostermann ve arkadaşlarının, üçüncü baskının nihayet yayınlandığı 2022 yılında olduğu gibi, pasajı eski haline getirmek için neden 24 yıl bekledikleri konusunda da kamuoyu bilgilendirilmemiştir. (İkinci baskı 2012’de çıkmıştı.) Burada, Gesamtausgabe’nin bir ‘aile şirketi’ olarak yönetilmesine izin vermenin tehlikeleri ve tuzakları açık ve inkar edilemez bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu çıkarma işlemini açıklamak için, Soboczynski’nin Heidegger’in edebi vasilerinin ‘[onun] felsefesinin Nasyonal Sosyalist doktrine göndermelerden arındırılmış bir versiyonunu sunmayı’ amaçladıkları yönündeki makul varsayımına geri dönmeliyiz.

Okuyucular, Heidegger’in ‘dünya Yahudiliğinin evrensel suçluluğa yatkınlığı’ ile ilgili rahatsız edici sözlerinin elyazmasındaki kesin konumu hakkında ancak 2022’de History of Beyng’in üçüncü baskısının yayınlanmasıyla bilgi sahibi oldular. Bu ifade, Heidegger’in sözde ‘önde gelen evrensel suçluların’ (planetarische Hauptverbrecher) maskesini düşürmeye ve onları kınamaya çalıştığı ‘Güç ve Suçluluk’ (‘Macht und Verbrechertum’) başlıklı bölümde yer alıyordu.

2014 tarihli Heidegger and the Myth of a Jewish World Conspiracy adlı kitabında Trawny, Heidegger’in sözünün antisemitik imalarını etkisiz hale getirmeye çalışarak, filozofun aklındaki ‘evrensel suçluların’ Yahudiler değil, ‘totaliter devletlerin yöneticileri […] Hitler ve Stalin’ olduğunu öne sürmüştür. Bu argümanla ilgili tek sorun, Hitler ve Stalin’den metnin hiçbir yerinde bahsedilmemesidir. Dahası, Trawny, Heidegger’in metinlerinin ‘Bolşevizm’ ve ‘Amerikancılık’ suçlamalarıyla dolu olmasına karşın, konu Nasyonal Sosyalizmin soykırıma varan ihlallerine geldiğinde, onun karakteristik olmayan bir şekilde suskun kaldığını gözden kaçırmıştır. Nihayetinde, Trawny’nin Heidegger’i ‘totalitarizmin’ ileri görüşlü bir eleştirmeni olarak gösterme çabası bir saptırma veya sis perdesinden başka bir şey değildi.

History of Beyng’in son bölümünde (‘Koinon: Beyng’in Tarihinden’) Heidegger, ‘komünizmi’ ‘makineleşmenin’ ve ‘Beyng’in unutulmasının’ doruk noktası ya da zirvesi olarak şiddetle mahkum etmiştir. “İktidarın, makineleşmenin kayıtsız şartsız yönüne ve bu yönün dışına doğru güçlenmesi, ‘komünizm’in özüdür. Bu adla anılan şey […] daha ziyade varlıkların bir bütün olarak düzenlenmesi ve tarihsel çağa tüm metafiziğin tamamlanması […] olarak damgasını vuran şey olarak düşünülür.”

Az önce alıntılanan ifadelerde Heidegger’in teknolojik ‘yıkımın’ ne plus ultra’sı [son noktası] olarak ‘komünizmi’ yermesinin antisemitizmiyle tamamen tutarlı olduğunu belirtmek önemlidir. Bu, Heidegger’in, ‘Yahudi Bolşevizmini’ eleştiren diğer Nazi eleştirmenleriyle birlikte, komünizmi ‘evrensel hakimiyet’ elde etmek için bir Yahudi ‘komplosunun’ parçası olarak gördüğü ölçüde doğrudur. Heidegger’in 1930’ların başında filozof arkadaşı Karl Jaspers’e söylediği gibi, “Gerçekten de Yahudilerin bir dünya komplosu var.”

Heidegger’in ‘Yahudi Bolşevizmi’ karşısındaki ‘kızgınlığı’, Haziran 1941’de, Hitler-Stalin anlaşması çözülürken, “Bolşevik siyasetinin ‘el altından yürütülmesi’ Yahudi [Maxim] Litvinov’un yeniden ortaya çıkmasıyla gün ışığına çıktı” şeklindeki iddiasında yankı buldu; bu, kısa süre önce ABD’ye büyükelçi olarak atanan eski Sovyet dışişleri bakanına bir göndermeydi. Heidegger’in Bolşevik ‘el altından iş çevirme’ iması, Yahudilerin Sovyet siyasetini perde arkasından yöneten ‘Drahtzieher’ ya da ‘kukla oynatıcılar’ olduğu görüşünü aktarıyordu. Heidegger and the Myth of a Jewish World Conspiracy’de Trawny’nin kendisi de ‘Yahudi Bolşevizminin’ 1930’larda Heidegger’in dünya görüşünde oynadığı önemli rolü kabul etmiştir. Trawny’nin de teyit ettiği gibi, Heidegger “‘dünya Yahudiliği’nin Bolşevikler arasında kilit pozisyonları işgal ettiğini düşünmektedir.”

Böylece, History of Beyng’de Heidegger’in ‘dünya Yahudiliğinin evrensel suçluluğa yatkınlığı’ hakkındaki sorgulaması, temsilcilerini ‘önde gelen evrensel suçlular’ olarak gördüğü ‘Yahudi Bolşevizminin’ bir tezahürü olarak ‘komünizmi’ suçlamasıyla sonuçlandı. Bununla birlikte, Heidegger’in rahatsız edici iddiası filozofun edebi vasileri tarafından bastırıldığından, antisemitik inançlarının gerçek boyutu yakın zamana kadar kamuoyundan gizlendi.

***

Heidegger’in metinlerinin editoryal manipülasyonu, eleştirel dikkati onun eserlerindeki ‘Varlığın Tarihi’ (Seinsgeschichte) ile ‘Varlığın Politikası’ (Seinspolitik) arasındaki tehlikeli bağlantıdan saptırmayı amaçlıyordu. Sonuç olarak, kamuoyuna onlarca yıldır Heidegger’in Denken’inin [Heidegger’in Düşüncesi] yanıltıcı, siyasi olarak sterilize edilmiş bir imajı, faşizm yanlısı siyasi bağlılıklarının izlerinin kapsamlı bir şekilde temizlendiği çarpık bir versiyonu sunuldu.

Heidegger’in eserlerinin çok sayıdaki yabancı dildeki baskıları söz konusu olduğunda, yayıncılık açısından bakıldığında, gerekli düzeltmeleri ve düzeltmeleri yapmak için esasen çok geç çok zahmetli ve çok pahalı kalınmıştır. Sonuç olarak, öngörülebilir bir gelecekte, Heidegger’in çalışmalarıyla ilk kez karşılaşan öğrenci nesilleri, onun düşüncesinin editoryal olarak tahrif edilmiş, siyasi olarak temizlenmiş versiyonlarına maruz kalacaktır. Bu önemli ölçüde kusurlu baskılar, acımasızca, fiili standart baskılar haline gelmiştir.

Heidegger’in çalışmaları üzerine giderek hacimlenen ikincil literatürde, tanımladığım editoryal aldatma ağından nadiren bahsedilmesi de aynı derecede sahtekârlıktır. Çünkü bu durum kabul edilseydi, Heidegger’in rahatsız edici ideolojik bağlılıklarını kamufle ederek, eserinin entelektüel ve ahlaki bütünlüğüne ilişkin temel soruları bastırmaya çalışan uyumlu ve kasıtlı bir metin manipülasyonu politikasını açığa çıkarma riski olurdu.

Son haberler, Hermann Heidegger’in 2019’daki ölümünün ardından, Toplu Eserler baskısının bir Heidegger ‘aile şirketi’ olarak mirasının devam edeceğini doğruladı. Sonuç olarak, yerleşik bir geleneğe uygun olarak, Hermann Heidegger’in en küçük oğlu Arnulf, filozofun edebi mirasının yeni yürütücüsü olarak seçildi.

Heidegger’in kalan makalelerini bir ‘ek baskı’ (Ergänzungsausgabe) şeklinde yayınlama planlarını açıklayan Arnulf Heidegger, büyük babasının mirasından gelen el yazmalarının, mevcut telif hakkının sona ereceği 2046 yılına kadar kamuya açık olmaktan men edileceğinin bilinmesine izin verdi. Arnulf bu duyuruyu yaparken, ‘siyasi açıdan zor pasajlar’ (politisch heikle Stellen) olarak adlandırdığı bölümlerin varlığını doğruladı. Ancak ‘siyasi açıdan zor’ ifadesinin ne anlama geldiğini ya da neleri içerdiğini belirtmekten kaçındı ki bu da ‘ek baskının’ filozofun siyasi açıdan zehirli görüşlerinin bir alt kümesi için bir depo ya da ‘kötü banka’ işlevi göreceği spekülasyonlarına yol açtı.


(*) Beyng (Alm. Seyn): Heidegger lügatında Varlık’ın (Being, Sein) arkaik söylenişi. Cambridge’in Heidegger Sözlüğü’nde şöyle tanımlanıyor: “BEYNG, varlıkların ortaya çıkarılabileceği ve istikrarlı, kalıcı bir varlık kazanabileceği bir arka plandır. Bu arka plan dinamiktir ve değişime tabidir. Farklı tarihsel çağlarda, her biri varlıkların nasıl oluşturulduğunu görünmez bir şekilde şekillendiren farklı tarzlara sahiptir. ‘Bir köken’ ya da varlıkların kaynağı olarak Heidegger şöyle açıklar: “Beyng, uzaklaşan bir YARIK, içinde varlıkların bir ‘DURUŞ’a gelebileceği bir yarık gibidir.’” Heidegger felsefesindeki en kritik kavram olan Dasein, kelime anlamı itibariyle ‘orada olmak’ anlamına gelir. Dasein, kartezyen özne-nesne ayrımı ve ‘düşünen özne’ kavrayışından farklı olarak, ‘dünya-içinde-olmak’ ile tanımlanır: Varlık bir kiptir, moddur, atmosferdir. Dasein, bireyin kendisinin yanı sıra diğer varlıkları da ‘ifşa ettiğini’ öne sürer. Varlık, Dasein’da ‘kendini gösterir.’ (ç.n.)

DÜNYA BASINI

FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir

Yayınlanma

Trump-selman

Financial Times’tan Andrew England’ın kaleme aldığı bu makale, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemine dair bölgesel beklentileri ve endişeleri ele alıyor. Trump’ın İsrail yanlısı politikalarını dengelemede Suudi Arabistan’ın kilit rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Makaleye göre Trump’la yakın ilişkisi ile bilinen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın diplomatik manevraları, Filistin meselesinin çözümünde merkezi rol oynayabilir. Riyad, Filistin devletine giden bir plan olmadan İsrail ile normalleşmenin mümkün olmayacağını açıkça deklare etmesine rağmen İsrail’in bu çözüme giden yolu kapamış olması ise Trump’ın önündeki en büyük engel…

***

Orta Doğu, Trump’ı dizginlemesi için Suudi Arabistan’a güveniyor

Andrew England

Trump’ın aşırı İsrail yanlısı bir gündem izleyeceğinden korkan Arap ülkeleri, Donald Trump ile ilişkisini ve bölgedeki siyasi ağırlığını kullanarak Suudi Arabistan’ın, Trump’ın Ortadoğu politikalarını dengelemesini umuyor.

Trump’ın kilit pozisyonlara bir dizi ateşli İsrail yanlısı ve İran karşıtı şahin aday atamasının ardından Arap yetkililer yeni yönetimin İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etme, Gazze’yi işgal etme ya da Tahran’la gerilimi tırmandırma hamlelerini onaylayabileceğinden endişe ediyor.

Ancak yetkililer, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Trump ile olan ilişkisini, başkanın finansal anlaşmalara olan ilgisini ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açacak “büyük pazarlık” yapma arzusunu kullanarak, yeni yönetimin bölgedeki politikalarını yumuşatabileceğini umuyor.

Bir Arap diplomat, “Bölgedeki kilit aktör, Trump’la bilinen ilişkileri nedeniyle Suudi Arabistan, dolayısıyla ABD’nin yapmaya karar verebileceği herhangi bir bölgesel eylemin kilit noktası olacak” dedi.

Bir başka Arap yetkili de Prens Muhammed’in Trump’ın İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye yönelik politikalarını ve daha geniş anlamda Filistin meselesini etkilemede “kilit” rol oynayacağını ve İsrail’le normalleşme potansiyelini bir koz olarak kullanacağını söyledi.

Yetkili, “Suudi Arabistan, Trump’ın Gazze ve Filistin’le nasıl başa çıkacağını büyük ölçüde etkileyebilir. Bölgedeki pek çok ülke bundan sonra ne olacağı konusunda endişeli” dedi.

Trump’ın ilk başkanlık döneminde, Suudi Arabistan onun “alışveriş odaklı” yönetim tarzını ve bölgesel rakibi İran’a karşı yürüttüğü “maksimum baskı” kampanyasını destekledi. Suudi ajanların 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesinin ardından diğer Batılı liderler Krallığın fiili liderine soğuk davranırken Trump, Prens Muhammed’in yanında durdu.

Trump, İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için “nihai anlaşmayı” yapacağını da iddia etmişti. Ancak damadı Jared Kushner tarafından yürütülen bu planlar başarısız oldu. Filistinliler ve Arap devletleri, önerilerin İsrail lehine fazlasıyla taraflı olduğunu düşündü. Trump ayrıca Filistin’e yardımı kesti, Washington’daki diplomatik misyonlarını kapattı, ABD Büyükelçiliği’ni statüsü tartışmalı olan Kudüs’e taşıdı ve işgal altındaki Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıdı. Öte yandan, Trump, BAE ve üç Arap ülkesinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği “İbrahim Anlaşmaları”na da aracılık etti.

Trump geçen ay bir Suudi televizyon kanalı olan El Arabiya’ya verdiği demeçte başkanlığı döneminde ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin büyük harflerle “MÜKEMMEL” olduğunu söyledi.

“Kral’a büyük saygı duyuyorum, Muhammed’e de büyük saygı duyuyorum; gerçekten harika bir iş çıkarıyor, o tam bir vizyoner” dedi.

ABD Başkanı Joe Biden göreve geldikten sonra Riyad, Trump ile bağlarını sürdürdü. Veliaht Prens Muhammed’in başkanlık ettiği Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu (PIF), Kushner’in kurduğu özel sermaye fonuna 2 milyar dolar yatırım yaptı.

PIF’in yöneticisi Yasir al-Rumayyan, hafta sonu New York’ta düzenlenen bir UFC dövüşünde Trump ile ön sırada oturdu. Ayrıca, Trump’a ait golf sahaları, PIF’in en dikkat çeken spor girişimlerinden biri olan LIV Golf etkinliklerine ev sahipliği yaptı.

Ancak Prens Muhammed, Biden’ın göreve gelmesinden bu yana Suudi Arabistan’ın bölgesel politikalarını yeniden ayarladı. Riyad, 2023 yılında İran ile diplomatik ilişkileri yeniden kurdu özellikle Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının bölgede bir dizi çatışmayı tetiklemesinin ardından sürdürdüğü yumuşama politikası izlemeye devam etti.

Biden yönetiminin, Suudi Arabistan ile ABD arasında bir savunma anlaşmasını içeren üçlü bir anlaşma kapsamında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini hedefleyen planı, savaş nedeniyle sekteye uğrasa da ABD, Suudi Arabistan’ı krize yönelik herhangi bir bölgesel çözümde kritik bir aktör olarak görmeye devam ediyor.

Ancak Riyad, Filistinlilerin ölü sayısı arttıkça İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümetine yönelik eleştirilerini sertleştirdi.

Ekim ayında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Riyad’da düzenlenen bir basın toplantısında, İsrail ile normalleşmenin, “Filistin devletine dair bir çözüm bulunana kadar gündemde olmadığını” söyledi.

Prens Muhammed de geçen hafta Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam zirvesinde İsrail’i Gazze’de “soykırım” yapmakla suçlarken, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşı ve İran’a yönelik saldırılarını kınadı.

Diplomatlar ve analistler, Veliaht Prens Muhammed’in konuşmasını, Müslüman dünyasının İsrail’in askeri saldırılarını kınamada ve bir Filistin devleti kurulmasına destek verme konusunda birleştiği mesajı olarak yorumladı. Salı günü Riyad, “İsrail’in Batı Şeria üzerinde egemenlik kurmaya yönelik aşırılık yanlısı açıklamalarını” da kınadı.

Trump seçim kampanyası sırasında Orta Doğu’ya barış getirme ve savaşı sona erdirme sözü vermişti. Ancak İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee ve Orta Doğu temsilcisi olarak atadığı emlak kralı Steven Witkoff da dahil adaylarının çoğu ateşli birer İsrail yanlısı.

Trump, buna rağmen İbrahim Anlaşmaları’nı genişletmek istediğini belirterek Al-Arabiya’ya şunları söyledi: “Çerçeve zaten hazır, tek yapılması gereken bunu yeniden devreye sokmak ve bu çok hızlı gerçekleşebilir. Eğer kazanırsam bu kesinlikle bir öncelik olacak… sadece Ortadoğu’da barışı sağlamak… Bu olacak” dedi.

İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinde Suudi Arabistan kilit bir rol oynayabilir. Ancak Arap yetkililer, Trump’ın bunu ancak Netanyahu’ya, Filistin devleti kurulmasına yönelik tavizler vermesi için baskı yaparak başarabileceğine inanıyor. Bu, İsrail Başbakanı’nın şiddetle karşı çıktığı bir mesele.

Bir diğer Arap diplomat ise, “Trump’ın şu anda Ortadoğu’da Suudi Arabistan’dan daha çok ihtiyaç duyduğu başka bir aktör yok. Trump, kendisine sunulmuş hazır anlaşmalardan kredi almayı seven biri. Eğer Muhammed bin Selman ona bir anlaşma sunarsa, bu bir olasılık olabilir, hatta tek olasılık olabilir” yorumunda bulundu.

Arap yetkililer de Gazze’deki yıkımın neden olduğu öfkenin, Filistin davasını yeniden bölgesel gündemin en üst sırasına taşıması nedeniyle Trump’ın Filistinlileri göz ardı etmesinin daha zor olacağını umuyor. Liderler çatışmanın kendi halklarının bazı kesimlerini, özellikle de Prens Muhammed’in ana seçmen kitlesi olan gençleri radikalleştirmesinden endişe ediyor.

İlk Arap diplomat “Trump’ın Gazze’deki savaşı sona erdirmesi gerekecek ve bunu yapmak için de ertesi günü ele alması gerekiyor” dedi: “Filistin meselesine odaklanmadan bölgesel çözüm işe yaramaz. Suudi Arabistan açıkça belirtti ki, bir Filistin devleti kurulmadıkça normalleşme bir seçenek değil.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat: Rusya’dan hangi karşılık beklenebilir?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya topraklarına yönelik uzun menzilli füzelerin kullanılmasına izin verme kararı, Rusya’nın olası tepkilerini gündeme taşıdı. İsviçre Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli yarbay ve siyasi ve askeri strateji analisti Ralph Bosshard, Rusya’nın tepkisinin genelde ihtiyatlı ve kademeli olacağını, ancak uluslararası sulardaki veya üçüncü ülkelerdeki İngiliz ve Fransız hedeflerinin vurulabileceğini belirtiyor. Buna karşın, NATO’nun 5. Maddesi’ni devreye sokacak bir saldırının pek olası olmadığı ifade eden Bosshard, Ukrayna’nın Batı’dan aldığı silahlarla elde edebileceği askeri başarıların sınırlı kalacağını, çünkü Rusya’nın buna yönelik hazırlık yaptığını söylüyor. Ayrıca, Rusya’nın komuta merkezlerini sık sık yer değiştirdiğini ve geniş lojistik ağını koruma kapasitesine sahip olduğunu vurgulayan uzman, Batı’nın uzun menzilli silahlarının, savaşın seyrini kökten değiştirme potansiyelinin olmadığını, asıl belirleyicinin Rusya ve Çin liderlerinin kararları olduğunu ifade ediyor. Bosshard’a göre, Biden’ın bu kararını görev süresinin sonunda alması, Trump yönetimini zora sokma ve kendi dönemini daha güçlü bir şekilde kapatma çabası olarak yorumlanabilir. Moskova’nın şu ana kadar temkinli hareket ettiğini belirten Bosshard, Kremlin’in Batı’ya temkinli mesajlar verdiğini ve bu gerilimin medya üzerinden yönetildiğini dile getiriyor.


Rusya’dan nasıl bir askeri karşılık bekleyebiliriz? İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat

Éva Péli, NachDenkSeiten

Görev süresi sona ermekte olan ABD Başkanı Joe Biden, ABD’nin uzun menzilli füzelerinin Rusya topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasına izin verdi. Bu kapsamda, daha önce uygulanan kısıtlamalar kaldırıldı ve Beyaz Saray da bunu resmî olarak teyit etti. İsviçreli askerî uzman Ralph Bosshard, bu kararın muhtemel sonuçlarını NachDenkSeiten’a değerlendirdi.

Éva Péli: Joe Biden’ın bu açıklaması askerî açıdan nasıl değerlendirilmeli? Rusya’dan beklenen askerî tepki nedir ve bu tepki kimlere (ABD, İngiltere, Fransa ya da Ukrayna) yönelebilir?

Ralph Bosshard: Ruslar, Ukrayna topraklarındaki hedeflere dönük saldırıların yanı sıra, uluslararası sularda, denizaşırı varlıklarda ya da üçüncü ülkelerde bulunan İngiliz ve Fransız askerî hedeflerini vurma alternatifine de sahip. Fakat üçüncü ülkelerdeki operasyonlar büyük ihtimalle bazı kısıtlamalarla karşılaşacaktır. Şu ana kadar çatışan taraflar birbirlerinin uydularını hedef almaktan kaçındılar, zira bu durum Pandora’nın kutusunu açabilir. Uydu hedefleme şu an için bir tabu gibi görünüyor. Bu konuda silahlanma kontrolü müzakereleri için fırsatlar bile olduğunu düşünüyorum.

Batı tarafından Ukrayna’ya şu ana kadar sağlanan kısa ve orta menzilli silahlarla Ukrayna, mevcut en acil askerî sorunlarını çözmeyi deneyebilir.

Bu sorunlardan biri, Rusya’nın FAB adı verilen ağır uçak bombalarının, iyi inşa edilmiş saha tahkimatlarını imha etmek için kullanılması. 2014-2022 yılları arasında inşa edilen ve betonla güçlendirilmiş bu tahkimatlar artık Ruslar tarafından her yerde aşılmış durumda. Şimdi ise Ukrayna birlikleri, özellikle yerleşim yerlerinde bu tahkimatları savunarak pozisyonlarını korumaya çalışıyor. FAB bombaları yönlendirme modülleriyle donatılmış olup yaklaşık 70 kilometre uzaklıktan bırakılabiliyor. Ruslar bu bombaları artık oldukça hassas bir şekilde kullanıyor. Bu bombaların taşıyıcıları, taktik bombardıman uçaklarıdır ve bu uçaklar 170-200 kilometre derinlikteki hava üslerinden operasyon düzenler. Eğer bu hava üsleri, Batı menşeli uzun menzilli silahların menziline girerse, Ruslar daha gerideki üslerden operasyon yapmaya başlayacaktır. Moskova’daki Genelkurmay Akademisi’ndeki eğitimim sırasında Su-24 tipi cephe bombardıman uçaklarını hesaba katarak planlama yapıyorduk. Bugün kullanılan Su-34 uçaklarının menzilinin Su-24’lerden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Geriye çekilerek operasyon düzenlemek Ruslar açısından sorunsuz olacaktır.

Rusya’nın lojistik destek hatlarını ve cepheye asker taşınmasını kesintiye uğratmak, yalnızca belirli hedef kategorilerine karşı yoğun ve sistematik saldırılarla mümkün. Bunlar, mesela mühimmat veya yakıt depoları gibi tesisler ya da demir yolu ağı olabilir. Ruslar, lojistik tesislerini geniş bir alana yayabilir ve Donbass’taki sıkı demir yolu ağından faydalanabilir. Ayrıca bu ağ, ek demir yolu hatlarıyla daha da güçlendirilebilir. Bu görev, Rusya ordusunda bulunan demir yolu birliklerine ait. Ukraynalıların bu ağı kesintiye uğratması için ciddi bir çaba göstermesi ve çok sayıda füze kullanması gerekecektir. Fakat Ukrayna’nın savaş uçakları ve roketatarlarıyla cepheye ne kadar yaklaşabileceği belli değil.

Bununla beraber yer hedeflerine yönelik saldırılar da karmaşık bir hedefleme süreci gerektirir. Ruslar, geçerli operasyon prosedürlerine göre, komuta merkezlerini günlük olarak değiştirir. Son zamanlarda Rusya’nın komuta merkezlerinin imha edildiğine dair neredeyse hiç haber duymadım.

Temel olarak Rusya ordusunun operasyon prosedürleri, düşman tarafından kısa ve orta menzilli silahların kullanılmasını öngörüyor. Ruslar bu tür bir duruma hazırlanmış durumda ve eğitimlerini buna göre aldılar. Dolayısıyla, Batı tarafından tedarik edilen kısa ve orta menzilli silahlarla Rusya Silahlı Kuvvetlerine baskı uygulanması ancak geçici bir etki yaratacaktır.

İlave olarak, Ukraynalılar, askerlerin moralini artırmak amacıyla sembolik açıdan önemli hedeflere saldırabilirler. Ancak bu tür saldırıların kalıcı bir askerî etkisi olmayacaktır. Bunun aksine, yalnızca askerî hedeflere yönelik saldırıların Ukraynalıların moraline etkisi sınırlı kalacaktır.

Bütün bu süreçte hedeflerin kontrolü Batı’nın –özellikle de ABD’nin– elinde. Ukraynalılar, saldırıların gerçekleşmesi için gerekli olan seyrüsefer, iletişim ve istihbarat araçlarına doğrudan erişime sahip görünmüyor. Özellikle en yeni sistemler için üretici firmalardan teknik destek alınması gerektiği de anlaşılıyor. Bu araçların kullanımıyla Biden, Rusya’nın ilerleyişini yavaşlatabilir ve muhtemel bir çöküşü –en azından Trump’ın göreve başlamasına kadar– erteleyebilir. “Benim gözetimimde olmadı,” anlayışı burada geçerli gibi görünüyor.

Bu kararlar ışığında müzakereli çözüm şansı nasıl değerlendirilebilir?

Bu kararların müzakereli çözüm şansını ciddi ölçüde etkileyeceğini düşünmüyorum. Ukrayna’daki savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğini Batı’nın silah sevkiyatları belirlemeyecek. Batı’nın “mucize silahları” olarak lanse edilen sistemler, Şubat 2022’den bu yana savaşın gidişatında kayda değer bir değişiklik yaratamadı. Daha önce belirttiğim üzere ATACMS, Storm Shadows ve diğer benzeri sistemler de bu savaşın kaderini kökten değiştiremeyecek. Bu savaş, Şi Cinping ve Vladimir Putin’in “tamam yeter” dedikleri zaman sona erecek. Genel manada, Rusya veya Çin ile Batı adına bir savaşa girmeye hazır olan herkesin uyarıyı almış olması gerektiğini düşünüyorum.

Eylül ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Batı’nın uzun menzilli silahlarını Rusya’ya karşı kullanmasının, NATO ülkelerinin Ukrayna’daki çatışmaya doğrudan katılımı anlamına geleceğini söylemiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Eğer savaşı Ukrayna topraklarından Doğu’ya taşırlarsa, savaş orada sona ermeyecek; zira savaş Batı’yı da içine alacak.”

NATO’nun, Putin’in öngördüğü bu muhtemel tepkiye nasıl hazırlanacağı büyük bir soru işareti. Şu anda Fransızlar ve İngilizler açısından, Bab el-Mandeb Boğazı ya da İran kıyıları civarındaki sularda savaş gemilerini konuşlandırmaktan bir süreliğine kaçınmak daha uygun olabilir. Hatta diğer deniz bölgelerinden de uzak durmaları gerekebilir. Bunun yanı sıra, Batı Avrupa’daki deniz tabanında bulunan tesislere karşı dikkatli olunması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim.

Almanya’nın kendi topraklarına dönük bir saldırı beklentisi içinde olmadığını, sivil savunma alanında neredeyse hiçbir tedbir alınmamış olmasından anlayabiliriz. Halka, evlerinin bodrumlarını temizlemeleri ve kendilerine bol şans dilemeleri yönünde tavsiyeler dışında, Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un (SPD) elle tutulur bir hazırlık sunmadığı aşikâr. Oysa, bir ülkeye ve halkına zarar vermek için artık çok daha farklı araçlar mevcut.

Uzun zamandır Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un daha akıllı bir strateji izlediğini düşünüyorum. Kendisi, gereksiz yere ve erken bir dönemde risk alarak öne çıkmaktan kaçınıyor. Ancak ne yazık ki etrafında zayıf bir hükûmet ekibi var. Geçtiğimiz yıl Federal Meclis’te eleştirdiğim Ulusal Güvenlik Stratejisi, son derece zayıf bir metindi. Ama o zaman bile CDU/CSU muhalefetinin sunacak daha fazla aklı yoktu.

ABD Başkanı Joe Biden, daha önce bu tür füzelerin Rusya’daki hedeflere karşı kullanılmasına izin vermeyeceğini belirtmişti, zira bunun üçüncü dünya savaşına yol açabileceğinden endişe duyuyordu. Fakat görev süresinin sonlarına yaklaşırken, Biden’ın artık böyle bir senaryodan korkmadığı anlaşılıyor. Peki, bu süreçte ne değişti?

Biden’ın bu kararı, Trump ekibi ile Putin yönetimi arasında halihazırda yapılmış olması muhtemel anlaşmayı bozmayı amaçlıyor. Bu stratejiyle, Putin’in öyle bir tepki vermesi hedefleniyor ki, bu tepki Trump’a savaşın devam etmesinden başka bir seçenek bırakmasın. Şu anki durumda Ruslar, Amerikan tesislerine veya birliklerine saldırmaktan kaçınıyor; böyle bir adımın Trump yönetimiyle ilişkileri doğrudan etkileyebileceğini biliyorlar.

Fransa ve İngiltere’nin bu denkleme dahil edilmesi, savaşın Trump’ın göreve gelmesinden sonra da devam etmesini garanti altına alma stratejisinin bir parçası. Biden, bu noktada Fransa ve İngiltere’nin büyük güç olma heveslerini ustaca kullanıyor. Ancak hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hem de İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Rusya’nın muhtemel misilleme hamlelerinin, Trump’ın göreve başlamasından sonra özellikle onları hedef alacağının farkında. Bu nedenle, durum ciddileştiğinde İngiltere ve Fransa’nın, deyim yerindeyse, “görünmezlik moduna geçeceğini” düşünüyorum.

Rusya’nın mevcut stratejisinde NATO’nun 5. Madde’sini (bir üyeye yapılan saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış sayılmasını öngören madde) devreye sokacak bir durumdan kaçınması önemli. Bu nedenle Rusya, NATO topraklarında herhangi bir hedefe saldırmayacaktır. Bunun yerine, İngiltere ve Fransa’nın ana vatanı dışındaki tesislere saldırılar düzenleyerek, bu ülkelerin güçlerini koruyamayacaklarını göstermeye çalışabilir. Nitekim, Rusya’nın birkaç gün önce Ukrayna’daki hedeflere dönük kombine füze ve drone saldırılarını yeniden başlatması, Moskova’nın misilleme yeteneğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik bu saldırılar, iyi korunan hedeflere karşı dahi başarılı bir şekilde yapılabiliyor. Bu da Rusya’nın mevcut gelişmeleri önceden öngördüğünü ve buna hazırlıklı olduğunu gösteriyor.

Açık konuşmak gerekirse, ABD’nin Rusya’ya, belirli saldırılardan önce uygun kanallar aracılığıyla uyarılarda bulunması bile beni şaşırtmaz. Bu tür bir iletişim, savaşı daha büyük bir tırmanıştan koruma amaçlı bir tedbir olabilir.

Genel olarak Kremlin’in her zamanki gibi, temkinli ve ihtiyatlı bir şekilde tepki vereceğini düşünüyorum. Ancak Putin’in basında zaman zaman “nükleer tehdit” kartını oynaması, Biden’ı başarısız bir lider gibi gösterme stratejisinin bir parçası. Bu durum, Biden’ın sırf egosu uğruna, görev süresinin son anlarında bir nükleer savaşı riske atmış bir başkan olarak algılanmasına neden olabilir. Öte yandan Trump, bu retoriği kullanarak kendisini barışın ve gerilimi düşürmenin mimarı olarak sunabilir. Bu da Trump’ın söylemsel bir üstünlük elde etmesine yol açabilir. Lütfen, benden Biden’ın liderlik becerilerine övgüler dizmemi beklemeyin. Bu bağlamda, onun kararlarının stratejik etkisi tartışmaya aşikâr.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in, ABD Başkanı Joe Biden’ın uzun menzilli füzelerle ilgili kararını medyada duyurmasından rahatsız olduğu iddiaları basında geniş yankı buldu. Uzmanlar, bu açıklamayı ABD yönetiminin Rusya’yı saldırılardan önce bilgilendirerek bir tırmanışı önleme çabası olarak yorumluyor. Peki, bu durum nasıl değerlendirilmeli?

Burada Zelenskiy için “isteğe göre bir menü” hazırlanmadığını açıkça görebiliyoruz. Ukrayna’nın lideri, kendisine sunulan yardımı olduğu gibi kabul etmek zorunda. “Büyük aktörler” sahnede kararları alırken, Ukrayna ancak bu oyunun bir parçası olabilir. Biden, bir yandan gerilimi artıracak bir açıklama yaparken, diğer yandan tansiyonu düşürme çabası içinde görünüyor. Kararını kamuoyuna duyurarak, esasen Rusya’ya dolaylı bir uyarı göndermiş ve onları bir nebze rahatlatmış oldu. Biden, bu saldırıların Zelenskiy’in istediği gibi sürpriz bir şekilde gerçekleştirilmesine izin verebilirdi; fakat bu, şu anki stratejiyle uyuşmuyor.

Bu durum, günümüz savaşlarının “medya savaşı” karakterini bir kez daha gözler önüne seriyor. Batı, medya hakimiyetinin her savaşta üstünlük sağlayacağını varsayıyor. Bu anlayış büyük ölçüde, ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan kalma travmasına dayanıyor. Ancak bu medya savaşı içinde, Ukrayna lideri Zelenskiy’in stratejik kararlarının Rusya’nın lehine olabilecek etkiler doğurabileceği bir gerçek. Örneğin, Çernigov oblastına (Ukrayna ordusunun Kuzey Harekât Komutanlığı’nın önemli bir merkezi) asker kaydırılması, mevcut durumu Zelenskiy açısından daha da kötüleştirebilir.

Bu aşamada Ukrayna’nın, moral artırıcı bir başarıya ihtiyacı var. Bunun için Rusya’ya birkaç füze saldırısı gerçekleşebilir ve bu saldırılar daha sonra stratejik zaferler olarak lanse edilebilir. Ancak bu hamlelerin kalıcı bir askerî etkisi olup olmayacağı belli değil. Öte yandan, Trump ve Kuzey Kore güçleri hakkındaki spekülasyonlarla bir “ihanet hikayesi” hazırlığının şimdiden yapılmış olması dikkat çekici.

Biden’ın kararını basın yoluyla duyurması, aslında planın en kritik parçalarından biriydi. Bu ilan, Biden’ın başkanlık dönemi boyunca elde ettiği zayıf başarı karnesini toparlama çabasının bir parçası. Kabil’deki kaotik çekilme sonrası yaşanan utanç verici süreç, Biden’ın hanesine yazılmıştı. Buna rağmen, 2021’in aralık ayında Rusya’nın sunduğu güvenlik garantileri teklifini küçümseyip reddetme cesaretini göstermişti. Şubat 2022’den itibaren ise, ABD’nin Kiev’deki müttefikinin darbeler almasına seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi, kalan iki aylık görev süresinde, bu tabloyu tersine çevirmek ve daha iyi bir izlenim bırakmak için çabalıyor.

Fakat Biden’ın, dünyayı bir nükleer savaşa sürükleme gibi bir niyet taşımadığı bariz. Bu, Biden’ın planlarının bir parçası değil. Bilakis, mevcut hamleleri hem içeride hem de uluslararası arenada itibarını artırmaya yönelik bir girişim olarak okunmalı.

Biden’ın uluslararası sahnedeki zayıflığı, yakın zamanda Peru’daki zirvede daha da belirgin hale geldi. Aile fotoğrafında Biden’ın arka ve dış köşelere yerleştirilmesi, sembolik olarak onun düşen önemini gözler önüne serdi. Üstelik, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in, Trump ile iyi bir şekilde çalışabileceğini söylemesi, Biden’a dolaylı bir mesaj göndererek onunla artık çalışmak istemediğini ima etmişti. Bu durum, Biden’ın uluslararası alandaki pozisyonunu daha da zayıflattı.

Biden, görev süresinin kalan iki ayında daha fazla aşağılanmak istemiyorsa, şimdi hızlı ve etkili hamleler yapmak zorunda. Kendi döneminin, özellikle Jimmy Carter’ın başkanlığının son dönemine benzeyen bir şekilde sona ermesini istemediği belli.

Biden’ın ABD’nin uzun menzilli silahları için genişletilmiş hedeflerine ilişkin kararını hangi biçimde aldığına dair bilginiz var mı? Bu bir başkanlık kararnamesi, resmi bir hükümet kararı ya da yalnızca Kiev’e (ve kiminle) yapılan bir telefon görüşmesi şeklinde mi? Ve bugüne kadar silahların menzil sınırlaması nasıl sağlandı, yalnızca teknik bir yöntemle mi yoksa bir emirle mi?

Bu tür detayları elbette yalnızca doğrudan taraf olanlar bilir. Ancak kararın uygulanmasının üçlü bir işbirliğiyle gerçekleştirilmesi muhtemel. Amerikan, İngiliz ve Fransız askerleri saldırıları muhtemelen birlikte planlayacak. NATO kurumlarının bu süreçte pek bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Zira tecrübelere göre, büyük devletler stratejik varlıklarını paylaşmayı tercih etmez; bu, genelde herkesin kendi önceliğine göre hareket ettiği bir alan. Bu kapsamda özel harekât birlikleri, stratejik silahlar, uydu ve istihbarat bilgileri gibi yalnızca hükümet düzeyinde erişilebilen araçlar yer alır. Dolayısıyla, bu tür bir işbirliğinin halihazırda kurulmuş olması pek muhtemel değil. Belki bu süreç sıfırdan oluşturulmak zorunda kalabilir.

Şimdi bir hedefleme süreci başlatılması gerekiyor. Bu süreç, durum değerlendirmesinden hedef seçimine ve etkinlik analizine kadar uzanıyor. Bunun içinde istihbarat toplama, iletişim ve navigasyon uyduları yer alıyor. Bu uyduların bazıları muhtemelen doğru yörüngeye henüz yerleştirilmiş değil. Hazırlık çalışmalarına elektronik harp alanındaki tedbirler de dâhil. Geçtiğimiz ay Rusya’nın birkaç şehrinde bizzat şahit oldum ki, Ruslar GPS sinyallerini engelliyor ve hatta zaman zaman yanıltıcı sinyaller yayıyor. Yani, GPS cihazları yanlış konumlar tespit ediyor. Bu sapmaların 15 kilometreye kadar ulaştığını gözlemlemiştim.

Tüm bu süreç, devlet başkanlarının ya da başbakanların –Biden, Starmer ve Macron’un– silahlı kuvvetlerin başkomutanı sıfatıyla verdiği bir planlama talimatını gerektiriyor. Ön hazırlıkların, yani muhtemel planların ne kadar ilerlemiş olduğuna bağlı olarak, oldukça uzun sürebilecek bir planlama sürecinin başlatılması gerekebilir. Hangi hedeflere saldırılacağı konusunda Ukraynalılar belki önerilerde bulunabilir ama son söz büyük ihtimalle Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlara ait olacaktır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:

***

Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil

Gideon Levy

“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.

“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.

Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”

Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.

İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.

Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.

Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.

Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.

Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…

Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.

Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English