Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Heidegger aldatmacası üzerine

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, ‘Heidegger uzmanı’ olarak nitelendirebileceğimiz Richard Wolin imzasıyla yayınlandı. Wolin 90’lı yılların başından beri yalnızca Heidegger felsefesi ve günümüzdeki etkileri üzerine çalışmakla kalmıyor; aynı zamanda batıdaki yaygın ‘Heidegger alimliği’ hakkında da derinlemesine incelemeler yapıyor. Son kitabı Heidegger in Ruins: Between Philosophy and Ideology (Yıkık Dökük Heidegger: Felsefe ile İdeoloji Arasında), Heidegger’in Toplu Eserler’indeki açık faşist göndermelerin nasıl hasıraltı edildiğini, bunun hem Heidegger’in eserlerinin vasileri ve editörleri tarafından, hem de Heidegger’e toz kondurmak istemeyen batı akademisi tarafından nasıl yapıldığını inandırıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Açık nazi göndermeleri söz konusu olduğunda başvurulan stratejilerden biri ise filozofun ideolojik pozisyonu ile felsefi görüşleri arasında birebir örtüşme olmadığıdır. Wolin’in vardığı sonuç ise tam tersidir: Martin Heidegger’in ‘Varlık’ kavrayışı ile bunun siyasi sonuçları arasında belirgin bir ilişki vardır. Nazizm öncesi Alman emperyalizmi, savaş sonrasında Alman istisnacılığına yol açmış; geleneksel Ortaçağcı Hıristiyan anti-Judaizmi, modern anti-semitizme dönüşmüş; hepsi, ‘kitle toplumu’nun zirvesi ‘Yahudi-Bolşevik komplosu’nda bir araya gelmiştir. Heidegger bunların hepsini bir araya getirmiş, Aydınlanma’ya ve evrensel insanlığa karşı Alman biricikliğini ve partikülarizmini savunan Zivilisationkritik geleneğinin zirvesini oluşturmuştur. Dolayısıyla, Wolin’in de dikkat çektiği ve Avrupa ve ABD’de kimi Yeni Sağcı düşünür ve hareketlerce beinmsenen çağdaş Heidegger’cilik şaşırtıcı değildir: Modern kitle toplumuna yönelik tiksinti; batının modern ‘maddeciliğine’ karşı tarihteki sözümona ‘ruhani’ yönüne yönelik büyülenme; tekno-bilimsel dönüşümlere yönelik muhafazakâr bir şüphecilik. Bütün bunların toplamı elbette nazizme eşit değildir; bununla birlikte nazi savaş makinesinin parçalandığı ve bir tür ‘denazifikasyon’un yapıldığı İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyada hâlâ nazizmin kendisine nasıl yer bulabildiğine ilişkin bazı ipuçları sunmaktadır.


Ustanın Külliyatını Aklamak: Heidegger Aldatmacası Üzerine

Richard Wolin
Los Angeles Review of Books
18 Haziran 2023

Filozof Martin Heidegger’in etkisi muazzam olmuştur. Richard Rorty bir keresinde haklı olarak, Heidegger’in devasa etkisini kabul etmeden 20. yüzyılın entelektüel tarihini yazmanın imkansız olacağını iddia etmişti. Ancak Heidegger’in muazzam başarılarına yönelik bu övgüler çok önemli bir açıdan soru işaretleri barındırıyor: Heidegger’i okuduğumuzda aslında ne okuduğumuzu göz ardı ediyorlar.

Heidegger’in metinlerinin yayın tarihi daha yakından incelendiğinde, felsefi mirasının onlarca yıl boyunca iyi niyetli bir ahbaplar ve müritler zümresi tarafından kasıtlı ve sistematik bir şekilde manipüle edildiği ortaya çıkmaktadır. Hayatının sonlarına doğru Heidegger, el yazmalarının denetimi ve yayınlanması için editörlük sorumluluğunu deneyimli akademisyenlere değil, bunun yerine, kural olarak sınırlı mesleki yeterliliğe sahip olan yardımcılarına ve akrabalarına emanet etti öncelikli kaygıları, miras alınan editörlük normlarına saygı duymaktan ziyade ‘Usta’nın itibarını korumak olan kişiler.

Birbirine sıkı sıkıya bağlı bu grup içinde aile üyeleri orantısız bir rol oynadı ve oynamaya devam ediyor. Böylece, Heidegger’in 1976’daki ölümünün ardından, filozofun oğlu Hermann, babasının el yazmalarının gözetimi ve yayınlanması için birincil sorumluluğu üstlendi, buna Frankfurt yayıncısı Vittorio Klostermann’ın künyesi altında 102 ciltlik devasa Gesamtausgabe veya Toplu Eserler baskısı da dahildi.

Hermann Heidegger’in, babasının edebi vasiliğine getirilmeden önceki kariyer çizgisi dikkat çekecek kadar parlak değildi. Sürekli eğitim eğitmenliği gibi sıradan bir görevin ardından, 1955 yılında Bonn’daki Alman Savunma Bakanlığı’nda göreve başladı ve burada Information for the Troops [Birlikler için Enformasyon] adlı bir askeri bültenin yayınlanmasını denetledi.

Hermann Heidegger’in babasının edebi mirasının yöneticisi olarak oynadığı önemli rol ışığında, siyasi açıdan şüpheli, aşırı sağcı siyasi çevrelerle bağlarını sürekli olarak koruduğunu belirtmek gerekir. Örneğin 2014 yılında, Kara Defterler’in yayınlanmasının ardından filozofun antisemitizmi üzerine hararetli bir tartışma patlak verdiğinde, Hermann suları sakinleştirmek için bir Neue Rechte (Yeni Sağ) yayını olan Sezession’a röportaj verdi. Bu dergi, Alman Kimlikçi Hareketi (IBD) ve Almanya için Alternatif (AfD) partisinin aşırılık yanlısı fraksiyonu Der Flügel (Kanat) gibi çeşitli etnik milliyetçi ve göçmen karşıtı gruplarla olan önemli bağlantıları nedeniyle, 2019 yılında Anayasayı Koruma Dairesi (BfV) tarafından Almanya’nın ‘temel demokratik düzenine’ tehdit oluşturduğu gerekçesiyle resmi olarak gözetim altına alındı. Sezession‘un yayıncısı Saksonya-Anhalt merkezli Institut für Staatspolitik de federal gözetim altında ve AfD’nin gayri resmi düşünce kuruluşu olarak işlev görüyor. Enstitü altı ayda bir ‘yaz akademileri’ düzenliyor ve bu akademiler çeşitli militan aşırı sağcı gençlik grupları için toplanma yeri olarak kullanılıyor.

Nihayetinde, Hermann Heidegger’in babasının adını temize çıkarma çabası oldukça yetersiz kaldı. Sezession ile yaptığı söyleşinin bir noktasında belirttiği gibi, “Babam antisemit olmadan ‘dünya Yahudiliği’ni eleştiriyordu. Auschwitz’den sonra bu ayrımı yapmak imkansız hale geldi ama 1930’larda hayatta olan herkes bunun ne anlama geldiğini kolayca anlayabilir.” Hermann’ın dikkatinden kaçmış gibi görünen şey, ‘Yahudi dünya komplosu’ imgesini çağrıştıran ‘dünya Yahudiliği’ (Weltjudentum) ifadesinin bizzat Nazi ırk düşüncesinin dayanak noktalarından biri olduğudur. Hitler’in kendisi de Kavgam’da ve diğer yazılarında sık sık bu ifadeye başvurmuştur. Auschwitz’in, çeşitli zararlı etkilerinin yanı sıra, Heideggerler gibi iyi niyetli ‘dünya Yahudiliği’ eleştirmenleri için işleri temelden mahvetmesi gerçekten utanç verici!

***

Heidegger’in Nachlass’ının ya da edebi mirasının idaresini defalarca tehlikeye atan profesyonel standartların eksikliği, Toplu Eserler baskısının aslında bir ‘aile şirketi’ gibi yönetildiği suçlamalarına neden oldu. Heidegger uzmanı Theodore Kisiel, çok okunan bir makalesinde Gesamtausgabe’yi (GA) ‘uluslararası bir bilim skandalı’ olarak nitelendirmiş ve editoryal prosedürlerin kabul görmüş bilimsel standartlardan önemli ölçüde saptığını belirtmiştir. GA 44’ün editörlüğünü yapan Siegen Üniversitesi’nden filozof Marion Heinz, mesleki kuralların kasıtlı olarak ihmal edilmesinin editoryal bir kargaşaya yol açtığından yakınmıştır ‘hiç kimsenin hangi pasajların atlandığını ya da [orijinal el yazmalarının] transkripsiyonları veya kopyaları söz konusu olduğunda eklemeler yapılıp yapılmadığını bilmediği’ bir durum. “Özetle,” diye bitiriyor Heinz, “Heidegger’in felsefesini araştırmak ve değerlendirmek için elimizde güvenilir bir temel yok.” Heinz tarafından tarif edilen editoryal kaosun sonucu, Heidegger’in çalışmalarının alımlanmasının, filozofun metinlerinin el yazması versiyonları ile yayınlanmış versiyonları arasındaki lanet olası tutarsızlıkların giderek daha fazla ortaya çıkmasıyla, bir dizi utanç verici editoryal gafla defalarca gölgelenmesidir.

Toplu Eserler baskısına karşı kamuoyunda oluşan güvensizlik, Ocak 2014’te, Kara Defterler’in yayınlanmasından sadece iki ay önce meydana gelen tuhaf bir olayla daha da arttı. Daha önce Heidegger’in edebi vasileri, bu defterlerin 1942-48 yıllarını kapsayan dördüncü bölümü Anmerkungen I-V’nin (Açıklamalar) açıklanamaz bir şekilde kaybolduğunu duyurmuştu. Fakat aniden ve beklenmedik bir şekilde, el yazması mucizevi bir şekilde yeniden ortaya çıktı. Görünen o ki, kaybolan cilt başından beri geniş bir ‘aile üyesinin’ elindeydi: Hildesheim Üniversitesi’nde Almanca profesörü olan Silvio Vietta. Vietta, elyazmasının tuhaf kayboluşunu açıklamak için sıkıştırıldığında, altmış yıl önce Heidegger’in onu annesi Dorothea’ya, ikisi ateşli bir aşk ilişkisi yaşarken ‘hediye’ olarak verdiğini açıkladı.

Çok geçmeden, hatalı ‘Vietta defteri’ destanının yüksek bahisli bir edebi-felsefi ‘fort/da’ oyunu buzdağının sadece görünen kısmı olduğu ortaya çıktı: Kara Defterler’i etkileyen sayısız editoryal düzensizlikten biri. Ayrıca Winke und Überlegungen (İpuçları ve Düşünceler) başlıklı I. cilt de açıklanamaz bir şekilde kayıptı. Bu yazı yazıldığı sırada, esrarengiz kayboluşuyla ilgili olarak kamuoyuna henüz tatmin edici bir açıklama yapılmamıştır. Kara Defterler’in editörü Peter Trawny, Anmerkungen I-V’e yazdığı sonsözde, okuyucuları tarafsız bir şekilde ve takdire şayan bir özle ‘cildin nerede olduğunun bilinmediği’ konusunda bilgilendirdi: Heidegger yayıncılığının çalkantılı dünyasında bu tür muammaların beklenebileceğine dair zımni bir itiraf; dolayısıyla, okuyucular beklentilerini buna göre düşürerek basitçe ‘uyum sağlamalıdır.’

Bu trajikomik editoryal destanın bir başka dip noktası da 2015 yılında Gesamtausgabe’nin yayıncısı Vittorio Klostermann’ın, basımın dürüstlüğüne yönelik azalan kamu güvenini artırmak için umutsuz bir kumar oynayarak, daha fazla utançtan kaçınmak için ek metinsel düzensizliklerden haberdar olan editörlerin öne çıkmasını talep eden bir memorandum dağıtmak zorunda hissetmesiyle ortaya çıktı. Klostermann’ın açıkladığı gibi, basın ‘Martin Heidegger’in Yahudi düşmanlığının [Judenfeindschaft] neden daha önceki Gesamtausgabe ciltlerinde ortaya çıkmadığına dair çok sayıda soru’ almıştı. Geri dönüşü olmayan bir noktaya ulaşıldığından korkan Klostermann, ‘üçüncü şahısların işaret edebileceği her ek tutarsızlığın yayıncıyı […] savunmaya itme riski taşıdığı ve Gesamtausgabe’nin bir bütün olarak itibarına zarar verebileceği’ uyarısında bulunarak metastaz yapan editoryal fiyaskonun ciddiyetinin altını çizdi. Klostermann sözlerini, Nazi dönemi ciltlerinden sorumlu editörleri hedef alan bir çağrıyla bitirdi ve ‘Heidegger’in el yazmalarının onaylı kopyalarından şüpheli sapmalar, eksiklikler ya da transkripsiyon hataları’ hakkında sahip olabilecekleri her türlü bilgiyle öne çıkmalarını talep etti.

Klostermann, 2022 yılında, çeşitli eksiklik ve tahrifatları düzeltmek için iki Gesamtausgabe cildinin tümüyle ‘hamur haline getirilmesinin’ ve yeni baskılarla değiştirilmesinin gerekli olduğunu açıkladı. Ayrıca, basının web sitesinde en az 26 cilt için düzeltmeler yayınladığını da kabul etti.

***

Heidegger’in çalışmasının yayınlanmasına musallat olan tartışmalar, yalnızca ara sıra ve anlaşılabilir editoryal hatalarla ilgili olmadıkları, bunun yerine önceden planlanmış bir editoryal temizlik politikasına işaret ettikleri ölçüde önemlidir: Amacı Heidegger’in Nazi yanlısı duygularını ve kanaatlerini sistematik ve kasıtlı olarak ayıklamak olan bir strateji. Heidegger uzmanı Otto Pöggeler’in yerinde gözleminde olduğu gibi, “Heidegger, izlerini kuyruğuyla süpüren bir tilki gibidir.”

Sorunlar, Almanya ve Avrupa’nın ‘Alman felaketi’nin yıkıntıları altından çıkmaya çalıştığı 1930’larda Heidegger’in verdiği derslerin savaş sonrasında yayınlanmasıyla başladı. Metafiziğe Giriş’te (1953) Heidegger, ‘Nasyonal Sosyalizmin içsel hakikati ve büyüklüğü’ne dair rahatsız edici övgüsünü tahrif etmiş ve ‘gezegensel teknoloji ile modern insan arasındaki karşılaşma’ya atıfta bulunan parantez içi bir açıklama eklemişti. Söz konusu pasajın gerçekliği sorgulandığında, Heidegger başlangıçtaki ikiyüzlülüğünü ikiye katlayarak, parantez içi açıklamaların orijinal el yazmasında olduğunu ancak ders 1935’te ilk kez sunulduğunda bunları atladığını iddia etti. Daha sonra akademisyenler orijinal el yazmasına başvurarak Heidegger’in iddiasının doğruluğunu tespit etmeye çalıştıklarında, söz konusu sayfanın açıklanamaz bir şekilde kaybolduğunu görerek şaşırmışlardır.

Heidegger’in 1936’da sunulan ve 1971’de yayınlanan Schelling’in İnsan Özgürlüğünün Özü Üzerine İnceleme olarak İngilizceye çevrilen derslerinde, editörler muhtemelen filozofun da onayıyla Avrupa’nın kaslı faşist diktatörlüklerine sadakatlerini açıkça ifade etmişlerdir. İhtilaf konusu pasajda Heidegger, Hitler ve Mussolini’yi ‘[Avrupa] nihilizmine karşı bir hareket getirdikleri’ ’teknoloji,’ ‘medeniyet,’ das Man, vs. için övüyor ve böylece faşizmin tek başına Batı’yı Oswald Spengler, Carl Schmitt ve Ernst Jünger gibi muhafazakâr devrimci Zivilisationskritiker’lerin kehanet ettiği ‘düşüş’ (Untergang) kaderinden kurtarma kapasitesine sahip olduğuna dair ‘metapolitik’ beklentisini teyit ediyordu.

Benzer şekilde, 1961 yılında Heidegger’in büyük saygı gören Nietzsche dersleri Neske Verlag tarafından yayınlandığında, filozof orijinal el yazmasında yer alan sert bir demokrasi eleştirisini gizlice çıkarmıştır. Heidegger, demokrasinin ‘nihilizmin bir ifadesinden’ biraz daha fazlası olduğunda ısrar ediyordu. Nietzsche ve diğer ‘kitle toplumu’ eleştirmenlerini kendisine yönlendirerek, demokratik yönetimi ‘en yüksek değerlerin […] yapıcı güçler olmaktan çıktıkları noktaya kadar değersizleştirilmesi’ olarak yeriyordu. Dolayısıyla, ‘ayaktakımının yükselişi’, ‘eşit insanlar’ın ‘toplumsal karmaşası.’” Kuşkusuz Heidegger, bu pasajları dışarıda bırakarak, tatsız siyasi geçmişiyle ilgili bir başka kamusal tartışmanın önüne geçebileceğini umuyordu.

Bu görüşler göz önüne alındığında, Heidegger’in düşüncesinin son yıllarda Atlantik ötesi ‘Yeni Sağ’ taraftarları arasında bu kadar taraftar bulması şaşırtıcı değildir: Rus Aleksandr Dugin, Fransız Alain de Benoist, AfD’den Björn Höcke ve Trump’ın eski danışmanı Steve Bannon gibi şüpheli müritler. Der Spiegel’de 2018 yılında Christoph Scheuermann tarafından kaleme alınan bir profilde Bannon, “filozof Martin Heidegger’in biyografisini okurken görülüyor. ‘İşte benim adamım’ diyor Bannon. Heidegger’in kendisini büyüleyen varlık konusunda bazı iyi fikirleri olduğunu söylüyor.” Scheuermann’a göre Bannon, “beş saniye içinde siyasetin derinliklerinden felsefenin doruklarına, bataklıktan Heidegger’e atlıyor. Bannon soruyor: Bizi hayvanlardan ya da kayalardan ayıran nedir? İnsan olmak ne anlama geliyor? Dijital ilerleme ne kadar ileri gitmeli?”

***

Heidegger’in yukarıda bahsedilen vakalardaki ikiyüzlülüğü iki yönlüdür. Birincisi, Nazi dönemindeki derslerinin ve incelemelerinin önemli müdahaleler ya da değişiklikler olmaksızın kelimesi kelimesine yayımlandığı konusunda defalarca ısrar etmesine rağmen, önceki örnekler, kural olarak, bu politikaya uyulmasından ziyade ihlal edildiğine işaret etmektedir. İkincisi, Heidegger’in söylemi ‘Aydınlanma’, ‘liberalizm’ ve ‘modernite’ye yönelik polemikçi suçlamalarla noktalanmıştı, ama konu Nazizm’in soykırımcı aşırılıklarına geldiğinde, karakteristik olmayan bir şekilde sessiz kaldı savaştan sonra, Üçüncü Reich’ın ‘imhacı’ özünü inkar etmek imkansız hale geldiğinde bile. Bunun yerine, İkinci Dünya Savaşı’nın fiyaskosunu modern teknolojinin kötülüklerine bağlayarak, Nasyonal Sosyalizmin zararlı Batı ve Yahudi etkilerine yenik düşmemiş olsaydı ‘başarılı’ olacağını ima etti.

Böylece, Heidegger, ‘Yahudi Sorunu’na ‘Nihai Çözüm’ü tartışmaya tenezzül ettiği birkaç durumdan birinde, Holokost’u alaycı bir şekilde ‘Yahudilerin kendi kendilerini yok etme’ eylemi olarak nitelendirmiştir. Bu suçlamayı yaparak Heidegger, yaygın bir antisemitik önyargıya uygun olarak, Yahudilerin modern teknolojinin önde gelen ‘taşıyıcıları’ oldukları için Auschwitz’de ve diğer sanayileşmiş toplu katliam yerlerinde fiilen kendi elleriyle öldüklerini ima etmiştir. Heidegger, ‘parçalayıcı’ Yahudi etkisine yönelik bu duygusuz ithamını, Kara Defterler’de, “[d]ünya Yahudiliğinin dünyasızlığını tesis eden hesaplama, vurgunculuk ve iç içe geçmenin hızlı tempolu zekâsı, Gigantizm’in [das Riesige] en sinsi biçimlerinden biri ve belki de en eskisidir,” diyerek desteklemiştir.

Heidegger’in ‘dünya Yahudiliği’ ile modern ‘teknik’ arasındaki ontolojik-tarihsel bağı sürekli kınaması, ‘Teknolojiye İlişkin Soru’ ve ilgili denemelerinde detaylandırdığı şekliyle ünlü Teknik-eleştirisinin, ‘Yahudi materyalizmine’ karşı derinlerde yatan, ideolojik olarak güdülenmiş bir nefretten Heidegger’in bir zamanlar ifade ettiği gibi ‘boş rasyonalite ve hesaplanabilirliğin’ savunucuları olarak ‘dünya Yahudiliğinin’ yıpratıcı kültürel sonuçlarına ilişkin ırksal olarak güdülenmiş korkulardan kaynaklandığını kuvvetle düşündürmektedir. Heidegger’in antisemitik husumeti, 1920’de karısı Elfride’e yazdığı ve kendisini açıkça ‘ruhani bir antisemit’ olarak nitelendirdiği bir mektupla ortaya çıkmıştır.

Heidegger’in hayatının ilerleyen dönemlerinde bu önyargıların üstesinden gelip gelmediği son derece şüphelidir. Savaştan sonra Kara Defterler’de ‘dünya gazeteciliği’ (Weltjournalismus) tarafından Almanya’yı Batılı Müttefiklere karşı bir sadakat durumunda tutmak için başlatıldığı iddia edilen bir ‘komplo’dan yakındı. 1986 yılında, Heidegger’in yıldız öğrencisi Hans-Georg Gadamer’e akıl hocasının savaş sonrası ideolojik eğilimleri sorulduğunda, ‘Heidegger’in savaştan sonra dünya kamuoyunun tamamen Yahudiler tarafından domine edildiğine ikna olacak kadar Nazi kaldığını’ söylemiştir.

***

2015 yılında, utanç verici ve siyasi açıdan şüpheli bir başka metin gizleme örneği daha ortaya çıktı. Heidegger’in Hölderlin’in ‘Germanien’ ve ‘Der Rhein’ İlahileri (1934-35) dersinin editörü, filozofun Nationalsozialismus kısaltmasını –’N. soz.’ ‘doğa bilimi’ olarak yanlış bir şekilde transkribe etmişti, oysa Almanca ‘doğa bilimi’ (Naturwissenschaften) kelimesini söz konusu kısaltmadan türetmek inandırıcılığı zorluyordu. Burada da hatalı transkripsiyonun kasıtlı olduğunu varsaymak mantıklı olacaktır: Üstadın itibarını eleştirel incelemeden korumak için bir başka garip girişim. Bu hipotezin akla yatkınlığı, Klostermann’ın 2022 yılında Heidegger’in 1934-35 ders kitabının mevcut kopyalarını toplatıp yerine tamamen yeni bir baskı yapmayı tercih etmesiyle daha da artmıştır.

Ne var ki bu noktada, Heidegger’in külliyatını sterilize etmeye yönelik tekrarlanan girişimler olağanüstü bir şekilde geri tepti ve Hölderlin derslerinin editoryal manipülasyonunun, filozofun şüpheli siyasi geçmişini aklamaya yönelik uzun süredir devam eden bir kampanyanın parçası olduğuna dair şüpheler ortaya çıktı. Alman haber dergisi Die Zeit’ta yazan Adam Soboczynski, giderek artan editoryal eksiklikler ve tahrifatlar listesinin çok daha büyük bir kampanyanın işaretleri olup olmadığını sesli bir şekilde merak etti Heidegger’in edebi vasileri tarafından onun olağanüstü Nasyonal Sosyalist sempatilerini aklamak için sistematik bir çabanın parçası. Soboczynski’nin dediği gibi,

Heidegger baskısıyla ilgili yaygın bir şüphe ortaya çıkmıştır: Heidegger’in felsefesinin Nasyonal Sosyalist doktrine yapılan göndermelerden arındırılmış bir versiyonu mu sunulmaya çalışılmıştır? Sözde ‘son el baskısı’ [Ausgabe der letzten Hand] […] ile ilgili olarak ortaya çıkan hatalar buzdağının sadece görünen kısmı mıdır?

***

2014 yılında kamuoyu, 16 yıl önce Peter Trawny ve Hermann Heidegger’in, Heidegger’in The History of Beyng’de(*) (1938-40) yer alan ‘dünya Yahudiliğinin evrensel suçluluğa yatkınlığını araştırmanın faydalı olacağı’ yönündeki beyanını bastırmak için bir araya geldiklerini gecikmeli olarak öğrendi. Trawny ve Heidegger’in oğlu bunu yaparak ‘son el baskısı’ kurallarını kasten ihlal etmişlerdir, zira Trawny’nin de daha sonra kabul ettiği gibi, bu iddia orijinal el yazmasında yer almasına rağmen, editör ikilisi yine de bunu çıkarmaya karar vermiştir.

Kristallnacht’ın Yahudi karşıtı pogromlarından kısa bir süre sonra ve Hitler’in 30 Ocak 1939’da yeni bir dünya savaşının patlak vermesi halinde sonucun ‘dünya Yahudilerinin yok edilmesi’ olacağına dair meşhur kehanetini takiben, 1939 dolaylarında ‘dünya Yahudiliğini’ ‘evrensel suçlulukla’ suçlamak, en saf haliyle ‘eliminasyonist’ antisemitizmle eşdeğerdir. Bu, Heidegger’in tüm Yahudileri erkekleri, kadınları ve çocukları belirli eylemleri veya fiilleri nedeniyle değil, sadece ve sadece Yahudi olarak ‘ırksal karakterleri’ nedeniyle suçladığı ölçüde doğrudur.

History of Beyng ilk olarak 1998 yılında GA 69 olarak yayımlanmıştır. Bugüne kadar okuyuculara, Trawny ve Hermann Heidegger’in neden ortaklaşa olarak söz konusu dikteyi çıkarmaya karar verdiklerine dair tatmin edici bir açıklama sunulmamıştır. Klostermann ve arkadaşlarının, üçüncü baskının nihayet yayınlandığı 2022 yılında olduğu gibi, pasajı eski haline getirmek için neden 24 yıl bekledikleri konusunda da kamuoyu bilgilendirilmemiştir. (İkinci baskı 2012’de çıkmıştı.) Burada, Gesamtausgabe’nin bir ‘aile şirketi’ olarak yönetilmesine izin vermenin tehlikeleri ve tuzakları açık ve inkar edilemez bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu çıkarma işlemini açıklamak için, Soboczynski’nin Heidegger’in edebi vasilerinin ‘[onun] felsefesinin Nasyonal Sosyalist doktrine göndermelerden arındırılmış bir versiyonunu sunmayı’ amaçladıkları yönündeki makul varsayımına geri dönmeliyiz.

Okuyucular, Heidegger’in ‘dünya Yahudiliğinin evrensel suçluluğa yatkınlığı’ ile ilgili rahatsız edici sözlerinin elyazmasındaki kesin konumu hakkında ancak 2022’de History of Beyng’in üçüncü baskısının yayınlanmasıyla bilgi sahibi oldular. Bu ifade, Heidegger’in sözde ‘önde gelen evrensel suçluların’ (planetarische Hauptverbrecher) maskesini düşürmeye ve onları kınamaya çalıştığı ‘Güç ve Suçluluk’ (‘Macht und Verbrechertum’) başlıklı bölümde yer alıyordu.

2014 tarihli Heidegger and the Myth of a Jewish World Conspiracy adlı kitabında Trawny, Heidegger’in sözünün antisemitik imalarını etkisiz hale getirmeye çalışarak, filozofun aklındaki ‘evrensel suçluların’ Yahudiler değil, ‘totaliter devletlerin yöneticileri […] Hitler ve Stalin’ olduğunu öne sürmüştür. Bu argümanla ilgili tek sorun, Hitler ve Stalin’den metnin hiçbir yerinde bahsedilmemesidir. Dahası, Trawny, Heidegger’in metinlerinin ‘Bolşevizm’ ve ‘Amerikancılık’ suçlamalarıyla dolu olmasına karşın, konu Nasyonal Sosyalizmin soykırıma varan ihlallerine geldiğinde, onun karakteristik olmayan bir şekilde suskun kaldığını gözden kaçırmıştır. Nihayetinde, Trawny’nin Heidegger’i ‘totalitarizmin’ ileri görüşlü bir eleştirmeni olarak gösterme çabası bir saptırma veya sis perdesinden başka bir şey değildi.

History of Beyng’in son bölümünde (‘Koinon: Beyng’in Tarihinden’) Heidegger, ‘komünizmi’ ‘makineleşmenin’ ve ‘Beyng’in unutulmasının’ doruk noktası ya da zirvesi olarak şiddetle mahkum etmiştir. “İktidarın, makineleşmenin kayıtsız şartsız yönüne ve bu yönün dışına doğru güçlenmesi, ‘komünizm’in özüdür. Bu adla anılan şey […] daha ziyade varlıkların bir bütün olarak düzenlenmesi ve tarihsel çağa tüm metafiziğin tamamlanması […] olarak damgasını vuran şey olarak düşünülür.”

Az önce alıntılanan ifadelerde Heidegger’in teknolojik ‘yıkımın’ ne plus ultra’sı [son noktası] olarak ‘komünizmi’ yermesinin antisemitizmiyle tamamen tutarlı olduğunu belirtmek önemlidir. Bu, Heidegger’in, ‘Yahudi Bolşevizmini’ eleştiren diğer Nazi eleştirmenleriyle birlikte, komünizmi ‘evrensel hakimiyet’ elde etmek için bir Yahudi ‘komplosunun’ parçası olarak gördüğü ölçüde doğrudur. Heidegger’in 1930’ların başında filozof arkadaşı Karl Jaspers’e söylediği gibi, “Gerçekten de Yahudilerin bir dünya komplosu var.”

Heidegger’in ‘Yahudi Bolşevizmi’ karşısındaki ‘kızgınlığı’, Haziran 1941’de, Hitler-Stalin anlaşması çözülürken, “Bolşevik siyasetinin ‘el altından yürütülmesi’ Yahudi [Maxim] Litvinov’un yeniden ortaya çıkmasıyla gün ışığına çıktı” şeklindeki iddiasında yankı buldu; bu, kısa süre önce ABD’ye büyükelçi olarak atanan eski Sovyet dışişleri bakanına bir göndermeydi. Heidegger’in Bolşevik ‘el altından iş çevirme’ iması, Yahudilerin Sovyet siyasetini perde arkasından yöneten ‘Drahtzieher’ ya da ‘kukla oynatıcılar’ olduğu görüşünü aktarıyordu. Heidegger and the Myth of a Jewish World Conspiracy’de Trawny’nin kendisi de ‘Yahudi Bolşevizminin’ 1930’larda Heidegger’in dünya görüşünde oynadığı önemli rolü kabul etmiştir. Trawny’nin de teyit ettiği gibi, Heidegger “‘dünya Yahudiliği’nin Bolşevikler arasında kilit pozisyonları işgal ettiğini düşünmektedir.”

Böylece, History of Beyng’de Heidegger’in ‘dünya Yahudiliğinin evrensel suçluluğa yatkınlığı’ hakkındaki sorgulaması, temsilcilerini ‘önde gelen evrensel suçlular’ olarak gördüğü ‘Yahudi Bolşevizminin’ bir tezahürü olarak ‘komünizmi’ suçlamasıyla sonuçlandı. Bununla birlikte, Heidegger’in rahatsız edici iddiası filozofun edebi vasileri tarafından bastırıldığından, antisemitik inançlarının gerçek boyutu yakın zamana kadar kamuoyundan gizlendi.

***

Heidegger’in metinlerinin editoryal manipülasyonu, eleştirel dikkati onun eserlerindeki ‘Varlığın Tarihi’ (Seinsgeschichte) ile ‘Varlığın Politikası’ (Seinspolitik) arasındaki tehlikeli bağlantıdan saptırmayı amaçlıyordu. Sonuç olarak, kamuoyuna onlarca yıldır Heidegger’in Denken’inin [Heidegger’in Düşüncesi] yanıltıcı, siyasi olarak sterilize edilmiş bir imajı, faşizm yanlısı siyasi bağlılıklarının izlerinin kapsamlı bir şekilde temizlendiği çarpık bir versiyonu sunuldu.

Heidegger’in eserlerinin çok sayıdaki yabancı dildeki baskıları söz konusu olduğunda, yayıncılık açısından bakıldığında, gerekli düzeltmeleri ve düzeltmeleri yapmak için esasen çok geç çok zahmetli ve çok pahalı kalınmıştır. Sonuç olarak, öngörülebilir bir gelecekte, Heidegger’in çalışmalarıyla ilk kez karşılaşan öğrenci nesilleri, onun düşüncesinin editoryal olarak tahrif edilmiş, siyasi olarak temizlenmiş versiyonlarına maruz kalacaktır. Bu önemli ölçüde kusurlu baskılar, acımasızca, fiili standart baskılar haline gelmiştir.

Heidegger’in çalışmaları üzerine giderek hacimlenen ikincil literatürde, tanımladığım editoryal aldatma ağından nadiren bahsedilmesi de aynı derecede sahtekârlıktır. Çünkü bu durum kabul edilseydi, Heidegger’in rahatsız edici ideolojik bağlılıklarını kamufle ederek, eserinin entelektüel ve ahlaki bütünlüğüne ilişkin temel soruları bastırmaya çalışan uyumlu ve kasıtlı bir metin manipülasyonu politikasını açığa çıkarma riski olurdu.

Son haberler, Hermann Heidegger’in 2019’daki ölümünün ardından, Toplu Eserler baskısının bir Heidegger ‘aile şirketi’ olarak mirasının devam edeceğini doğruladı. Sonuç olarak, yerleşik bir geleneğe uygun olarak, Hermann Heidegger’in en küçük oğlu Arnulf, filozofun edebi mirasının yeni yürütücüsü olarak seçildi.

Heidegger’in kalan makalelerini bir ‘ek baskı’ (Ergänzungsausgabe) şeklinde yayınlama planlarını açıklayan Arnulf Heidegger, büyük babasının mirasından gelen el yazmalarının, mevcut telif hakkının sona ereceği 2046 yılına kadar kamuya açık olmaktan men edileceğinin bilinmesine izin verdi. Arnulf bu duyuruyu yaparken, ‘siyasi açıdan zor pasajlar’ (politisch heikle Stellen) olarak adlandırdığı bölümlerin varlığını doğruladı. Ancak ‘siyasi açıdan zor’ ifadesinin ne anlama geldiğini ya da neleri içerdiğini belirtmekten kaçındı ki bu da ‘ek baskının’ filozofun siyasi açıdan zehirli görüşlerinin bir alt kümesi için bir depo ya da ‘kötü banka’ işlevi göreceği spekülasyonlarına yol açtı.


(*) Beyng (Alm. Seyn): Heidegger lügatında Varlık’ın (Being, Sein) arkaik söylenişi. Cambridge’in Heidegger Sözlüğü’nde şöyle tanımlanıyor: “BEYNG, varlıkların ortaya çıkarılabileceği ve istikrarlı, kalıcı bir varlık kazanabileceği bir arka plandır. Bu arka plan dinamiktir ve değişime tabidir. Farklı tarihsel çağlarda, her biri varlıkların nasıl oluşturulduğunu görünmez bir şekilde şekillendiren farklı tarzlara sahiptir. ‘Bir köken’ ya da varlıkların kaynağı olarak Heidegger şöyle açıklar: “Beyng, uzaklaşan bir YARIK, içinde varlıkların bir ‘DURUŞ’a gelebileceği bir yarık gibidir.’” Heidegger felsefesindeki en kritik kavram olan Dasein, kelime anlamı itibariyle ‘orada olmak’ anlamına gelir. Dasein, kartezyen özne-nesne ayrımı ve ‘düşünen özne’ kavrayışından farklı olarak, ‘dünya-içinde-olmak’ ile tanımlanır: Varlık bir kiptir, moddur, atmosferdir. Dasein, bireyin kendisinin yanı sıra diğer varlıkları da ‘ifşa ettiğini’ öne sürer. Varlık, Dasein’da ‘kendini gösterir.’ (ç.n.)

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English