Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Hindistan zayıf bir büyük güçten güçlü bir büyük güç olma yolunda

Yayınlanma

Bu yıl Hindistan’ın dünya politikasında parlaması için bir şans yılıydı. Ve kendi de bu konuda oldukça iddialıydı. Büyük güç politikalarının öğütüldüğü bir ortamda hem dünya ekonomik üretiminin yüzde 85’ini, dünya ticaretinin yüzde 75’ini ve dünya nüfusunun üçte ikisini temsil eden Yirmiler Grubu G20’nin (artık Yirmi Birler Grubu G21 demeliyiz) hem de dünya ekonomisinin üçte birini ve dünya nüfusunun yarısını temsil eden Şanghay İşbirliği Örgütü ŞİÖ’nün dönem başkanlığını üstlendi.

Rusya-Ukrayna savaşından kaynaklanan jeopolitik gerilimler, yıkıcı Kovid salgını ve Hindistan’ın da güçlü bir sesi olacağını iddia ettiği ve artan büyük güçler bölünmesi ile azalan tek kutupluluk ortamının jeopolitik bir gerçeği olan Küresel Güney’in yeniden canlanması nedeniyle dünya zaten oldukça kırılgan bir dönemden geçiyor. Tüm bunlar aslında Hindistan’ın kontrolü dışındaki faktörler. Dolayısıyla mantıklı olan beklentileri yumuşak tutmaktı. Ancak öyle olmadı. Hindistan’ın şu ana dek istikrarlı ilerleyen popülist Modi iktidarı ve olağanüstü bir hızda ekonomik büyüme ile artan özgüveni, onu sorunlu bir sömürge sonrası toplumdan ciddi bir jeopolitik oyuncuya geçişi göstermek idealine itti. Çok kutuplu dünya politikasında Hindistan kendini yakın geleceğin süper güçlerinden biri olarak görüyor ve tüm azimli çabası kendince haklı ve gecikmiş bu ideali gerçekleştirmekle güdümlü. Hindistan’ın dünya politikasında söz sahibi olabileceği senaryosu çok açık bir gerçek; ancak günümüzün yükselen büyük gücü, yani orta güçlerin en güçlü, büyük güçlerin ise en zayıf olanı. Ve süper güç olduğu bir senaryo imkânsız olmasa da çok uzun soluklu bir süreci gerektiriyor ya da öngörülebilir gelecekte imkânsız çünkü Çin’i aşmak kadar, ABD ile bir tür eşit hegemonya gücüne veya algısına ulaşmayı gerektirecektir.

Nisan ayında Hindistan, nüfusu 300 yıldan fazla bir süredir dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’in nüfusunu resmen aşarak, dünyanın en kalabalık ülkesi oldu. Çin’in küçülen ve hızla yaşlanan nüfusu karşısında ortalama yaşının 28 olması ile dünyanın en genç ülkelerinden biri olan Hindistan büyük bir demografik kazanç elde etmeye hazırlanıyor; ancak Hindistan’ın büyük bir dünya gücü olarak ortaya çıkmasının arkasındaki asıl itici güç, hızlı ekonomik büyümesidir. Hindistan ekonomisi 2021-22’de Birleşik Krallık’ı geride bırakarak, Almanya, Japonya, Çin ve ABD’nin ardından beşinci büyük ekonomi haline geldi ve sadece on yıl içinde ABD ve Çin’in ardından üçüncü büyük ekonomi olmaya hazırlanıyor; ancak yine de yaklaşık beş kat daha büyük olan Çin’den çok daha küçük. 23 Ağustos itibarıyla ABD, Çin ve eski Sovyetler Birliği’nin ardından Ay’da yürüyüşe çıkan dördüncü; Ay’ın zorlu güney kutbuna başarıyla uzay aracı indiren ilk ülke oldu. Ancak olağanüstü bir ekonomik büyüme elde etmiş, iddialı bir altyapı ve kalkınma başarısı göstermiş ve bilimsel ve teknolojik alanda ilerleme kaydetmiş olsa dahi yine de yüksek düzeyde yoksulluk söz konusu ve ekonomik büyümeyi destekleyecek bilim ve teknolojiyi geliştirme konusunda yetersiz kalıyor.

Bireysel olarak Hindistan dünya politikasında parlayan bir yıldız. Ancak dünya politikasının ortak paydadaki tablosu bambaşka bir konu. Hindistan artık dünyanın en kalabalık ülkesi ve hızla büyüyen büyük ekonomisidir ve son başarılı ay misyonuyla Hindistan’ın dünya sahnesindeki prestiji daha da arttı. Yeni Delhi, Avrasya savaşını ustalıkla yönetti ve ABD-Çin rekabetini ustalıkla kendi avantajına kullandı. Kapsayıcı yaklaşımı sayesinde çoğu ülke Hindistan liderliğindeki projelere katılma seçeneklerini araştırırken Hindistan her tarafta ortaklıktan keyif alıyor. Ancak çok yönlü ortaklık diplomasinin ustaca bileşimi karmaşık ve zorlayıcı soruları gündeme getiriyor. Örneğin, Güneydoğu Asya’da, komşu Kuzeydoğu devletlerinde güvenliğin artırılmasına yönelik pratik kaygılar nedeniyle Hindistan’ın Myanmar cuntasıyla ilişkisi, Güneydoğu Asya Uluslar Birliği ASEAN’ın bu ilişkiye girmeme veya rejimi herhangi bir biçimde normalleştirmeme yönündeki pozisyonunu baltalıyor. Batı Asya’da, Çin ve Rusya ile güvenlik anlaşmasının bir parçası olan İran ile samimi bir ortaklığı paylaşırken aynı zamanda ABD ve İsrail ile de yakın bağlarını güçlendiriyor. Ya da Ermenistan ve Yunanistan ile yakınlaşırken bölgenin tartışmasız anahtarı olan Türkiye’yi es geçiyormuş gibi davranıyor. Yeni Delhi’nin Batılı ortakları ve Rusya ile olan dostluğu ve Çin ve Pakistan ile gergin jeopolitik ilişkileri ile beraber, Çin-Rusya yakınlaşması ve her koşula uygun Çin-Pakistan dostluğunun denklemi, en hafif deyişle karmaşıktır.

Dolayısıyla sürekli olarak bir soru ortaya çıkıyor: Hindistan gerçekte nerede duruyor? Ve sürekli olarak dile getirilmeyen bir beklenti oluşuyor: Hindistan’ın, ABD ile müttefiklerinin yer aldığı cephe ile Çin ve Rusya’nın yer aldığı cephe arasında bir seçim yapması bekleniyor. Ancak Yeni Delhi’deki politika yapıcıların stratejik düşüncesinde yer alan anlayış: Bütün büyük güçler diğer güçlerle anlaşır ve kimseyle bağlarını koparmazlar. Yeni Delhi Çin faktörünü çoğunlukla ŞİÖ çatısı üzerinden Rusya’nın yardımıyla yönetmek istiyordu. Veya geniş çapta ABD’nin yardımıyla süper güç idealini gerçekleştirmeyi umuyor. Ancak bu aynı zamanda Washington’ın yörüngesine girme riskini de taşıyor. Neyse ki Yeni Delhi bunun farkında ve Batı ile resmi askeri ittifaklara girme senaryosu öngörülebilir gelecekte beklenen bir senaryo değil. Bana göre Hindistan, içinde bulunduğumuz konjonktürün en şanslı ülkesi. Ama bugün yaptığı şey ince buz üzerinde yürümek gibi.

Hindistan bir yanda ABD’nin başını çektiği Dörtlü Güvenlik Diyaloğu Quad’ın, diğer yanda çoğunlukla Çin (ve Rusya) ile ilgili olan ŞİÖ ve BRICS’in bir parçası. Yükselen büyük bir güç olarak Yeni Delhi’nin jeopolitik ve jeo-ekonomik çıkarlarını takip edebilmesi için çeşitli çok taraflı forumlara erişim hayati önem taşıyor. Hindistan için ŞİÖ’ye katılma kararı şu mantığa dayanıyordu: Avrasya politikalarında mümkün olduğu kadar erişim ve avantaj elde etmek; yani ŞİÖ’ye (ve BRICS’e) katılımı doğrudan çıkarların yakınlaşmasından değil, hesapladığı uzun soluklu başarı sürecinde küçük bir adım atmak düşüncesinden kaynaklanıyordu. İddialı ŞİÖ başkanlığında Hindistan 134 etkinliğe ev sahipliği yaptı ve temmuz ayının başlarında Hindistan’ın ev sahipliğiyle düzenlenen 23. ŞİÖ Zirvesi ile İran’a tam üye statüsü verilirken Yeni Delhi bir sonraki başkanlık dönemi için bayrağı Kazakistan’a devretti. Radikalleşmeye karşı koyma ve dijital dönüşüm konularındaki fikir birliği, bölünmüş bir forumda makul kazanımları yansıtıyor; ancak Hindistan daha kapsayıcı bir bölgesel büyüme için ŞİÖ’yü modernleştirme niyetinde başarısız oldu. Bunun yerine ŞİÖ daha çok Çin, Rusya ve Hindistan arasındaki hassas dengede duran iç içe geçmiş karmaşık denklem ile idare edilmeye devam edecek gibi görünüyor.

Hindistan için bir ilk olan ve bu hafta sonu gerçekleşen 18. G20 Zirvesi ile sezonun finalini yapan Başbakan Modi, dünyanın gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerinin liderlerini (en azından çoğunu) ağırlamak gibi hayati bir görevi üstlendi. Yeni Delhi, G20 başkanlığı sırasında 60’tan fazla destinasyonda 220 toplantı gerçekleştirdi ve hiçbir ülkenin G20 etkinliklerini Hindistan kadar ülkenin her bölgesine taşımadığını söylemek haksızlık olmaz. Şubat ayının sonlarında bir G20 toplantısında konuşan Dışişleri Bakanı Jaishankar şunları söylemişti: “Hindistan’ın G20 başkanlığı uluslararası ilişkilerde zor bir anda özel bir sorumluluktur…Hindistan’ın bu bir yılda yapabileceği ve muhtemelen yapacağı şey, dünya politikasında önemli bir fark yaratmak…Hindistan yerini yeniden kazanan bir uygarlık devletidir.” Hindistan’ın dünyanın en eski uygarlıklarından biri olduğunu ve zeki bir çabayla eski yerini yeniden kazanmaya başladığını söylemek yanlış olmaz. Ancak dünya politikasında önemli bir fark yaratmak Hindistan için henüz çok uzak bir ufuk.

Hindistan’ın iddialı birleştirici başkanlık teması dünyanın tek aile olduğu anlamına gelen “Vasudhaiva Kutumbakam” idi, ancak Rusya ve Çin Devlet Başkanları G20 Zirvesi’ni es geçti; Moskova’nın nedeni Ukrayna çatışması iken Pekin herhangi bir gerekçe dahi göstermedi. Ve bu, Hindistan’ı baltalama girişimi ve yükselen bir süper gücün Hindistan’a “yerini” göstermeye çalışması olarak algılandı. Bu aynı zamanda Yeni Delhi’nin ŞİÖ zirvesini neden sanal formatta tuttuğunu da açıklıyor. Ancak Hindistan başarılı bir G20 Zirvesi ev sahibi oldu. Zirvenin en önemli iki sonucundan biri olan ve Türkiye’nin Karadeniz tahıl anlaşmasına yönelik çabalarını da takdirle karşılayan Delhi Deklarasyonu, Ukrayna dilinin yumuşatılmasının ardından kabul edildi. Diğer taraftan Hindistan, Modi’nin “Afrika önceliklidir” sözleriyle yansıttığı G20 üyeliğinin Afrika Birliği’ni de kapsayacak şekilde genişletilmesi hedefine ulaştı. Bu, Hindistan için sembolik ve psikolojik bir zaferdir. Dolayısıyla artık G20 değil, G21 demeliyiz.

Yeni Delhi kendisini gelişmiş ve gelişmekte olan dünya arasında bir köprü olarak konumlandırıyor. Batı çıkarlarını Küresel Güney’in kalkınma gündemiyle uzlaştırmak, Yeni Delhi’nin kendisini hazırlamakta olduğu roldür. Bu nedenledir ki Jaishankar, Hindistan’ı “Güney Batılı” bir güç olarak tanımlıyor. Ancak Hindistan’ın öncelikli kaygısı Çin’in domine ettiği tek kutuplu Asya’dır. Giderek istikrarsızlaşan komşuluğu dikkate alındığında Hindistan’ın dünyanın üçüncü en büyük savunma bütçesine sahip olması sürpriz olmamalı. Şayet Washington’ın Çin-Hindistan sınır kavgası hakkında yorum dahi yapmaktan kaçınması Yeni Delhi’nin kendi savunmasından sorumlu olduğuna dair açık bir sinyal idiyse, Hindistan’ın ABD yörüngesine girme veya Batı ittifakı yapma konusundaki olağanüstü direnme çabası da sürpriz olmamalı. Çin faktörü Washington-Delhi ilişkileri için katalizör olsa da bu ikili ilişkinin temeli kendi özüne dayanır. Bir ülkenin gelecekteki büyümesi kendisini dış tehditlere karşı savunma becerisine bağlıdır. Modi döneminde Hindistan dünya sahnesinde parlayan bir yıldız gibi yeniden canlansa da geleceği aynı zamanda politik istikrarı ile hızlı ekonomik büyümeyi ve dış politikasını sürdürme becerisine bağlı. Ayrıca çok dile getirilmeyen iç dinamiklerine bağlı; iç ekonomik zorlukları, ticari korumacılığa doğru kayan ekonomi politikası ile nitelikli insan sermayesi açığı gibi sorunlarını yönetebilme ve büyüklüğünü ve iç çeşitliliklerini koordine edebilme yeteneğine bağlı. Hindistan’ın köklü kast sistemi, elit bürokrasisi, çok sayıda etnik ve dini grubu dikkate alındığında iç dinamiklerindeki çeşitlilik iki ucu keskin bir kılıçtır. Ekonomik düzlemde iç dinamikleri dikkate alındığında Hindistan’ın yalnızca çok kutuplu bir Asya’yı güvence altına almak amacıyla soruna dayalı dengeleme koalisyonları oluşturmak için değil; aynı zamanda yerel dönüşümü, yani düşük gelirli bir toplumdan kişi başına daha yüksek gelirin olabildiği bir ekonomiye geçiş için de Batı teknolojisi ve sermayesine büyük gereksinim duyuyor.

Hint felsefesinin dört temel kuralından biri şöyle der: Karşımıza çıkan kişiler her kimse doğru kişilerdir. Bunun anlamı şudur: Hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz. Etrafımızda olan herkesin bir nedeni vardır. Ya bizi bir yere götürürler ya da bize bir şey öğretirler. 1962 Çin savaşı Hindistan’a çok şey öğretti. 2000’lerden itibaren söz konusu olan ABD desteği ise Hindistan’ı süper güç olmasa da güçlü bir büyük güç olma yoluna götürüyor. Ve hiç kuşku yok ki Hindistan giderek artan bir biçimde dünyanın ilgisini çekiyor.

GÖRÜŞ

Suriye ile acil barış ve uzlaşma

Yayınlanma

Yazar

Siz belki okumaktan bıktınız; ama ben yazmaktan bıkmadım, çünkü mesele olağanüstü önemde. Suriye ile barış konusunda Harici’de yazdığım bir önceki yazı ‘Et Tekraru Ahsen, Velevkane Yüz Seksen’ başlığını taşıyordu. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye ile uzlaşma konusundaki açıklamaları beni tekrardan ümitlendirdi.

Erdoğan’ın açıklamalarından bu defa daha fazla umutlu olmama sebep önce Rusya’nın Suriye Özel Temsilcisi Lavrentyev ile görüşen Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat’ın Türkiye ile bir uzlaşma sürecine ülkesinin bütün toprakları üzerinde etkili egemenlik kurması çerçevesinde olumlu baktığını açıklamış olmasıydı. Erdoğan ise bu açıklamalara ilişkin bir soruya gayet olumlu ve yerinde cümlelerle karşılık cevap verince bu işin bu defa ilerleyeceğine dair ümidim arttı. En az bu açıklamalar kadar önemli olanı ise MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin artık Suriye ile uzlaşarak/anlaşarak teröre karşı ortak mücadele edilmesine vurgu yapan konuşmalarıydı. Kabul etmek gerekir ki, çoğu zaman Bahçeli’nin bu tarz konuşmaları hükümetin/devletin yeni politikalarının deklarasyonu gibi oluyor.

İÇERİK ÇOK UYGUN

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye Devlet Başkanı Esat’ın açıklamasına verdiği cevabın muhteva analizinde birkaç husus hemen fark edilebiliyor. Örneğin Erdoğan’ın sözlerinde zehirli hiçbir unsur bulunmaması ilk bakışta dikkati çekiyor. Örneğin rejim kelimesinin kullanılmamış olması tek başına çok önemli bir fark. Yakın zamana kadar Türk yetkililerin sürekli kullandığı bu ifadenin karşı tarafta çok büyük olumsuzluklar barındırdığını söylemeye bile gerek yok. Yıllar önce Yunanistan ile Gayriresmi Diplomasi toplantıları yaptığımızda onların Kıbrıs konusunda Türk işgali vb. sözlerine biz, Kıbrıs Barış Harekâtı sözlerine de onlar itiraz ederlerdi.

Rejim kelimesi ile başlayan açıklamalar da Suriye tarafı için uzlaşmamak adına yapılan yaralayıcı ve eleştiri sözleri ve bunu gerek Harici’de gerekse sosyal medya hesabımda (@hasanunal1920) sürekli dile getire geldim. Örneğin Erdoğan Suriye konusunda ilk defa 2022 yılının ağustos ayı başlarında Soçi’de Rusya Devlet Başkanı Putin ile yaptığı görüşmenin ardından, Putin’in kendisine PKK/PYD’ye karşı askeri operasyon konusunda hep Suriye ile ortak hareket etmeyi tavsiye ettiğini, kendisinin de artık aynı kanaatte olduğunu, devletler arasında sürekli husumet olmayacağını ve kendisinin Esat ile el sıkışabileceğini söylemesine ve benzeri açıklamaları sonraki günlerde sürdürmesine rağmen o zamanki bürokrasi ısrarla rejim vb. açıklamalar yaparak sürece ivme kazandırmak yerine adeta baltalamıştı.

Bu defa Erdoğan’ın konuşmasında bu türden hiçbir unsur olmadığı gibi, Esat’a ilişkin olarak Suriye Devlet Başkanı ifadesini tercih etmesi ayrıca ümit verici; çünkü 2022 yılı ağustos ayı başlarında Erdoğan’ın yaptığı açıklamalara rağmen o zamanki bürokrasi kullandığı ifadelerle hala Esat’ı ve hükümetini meşru görmediğimizi ima ediyordu. Bu defa Erdoğan’ın ısrarla Suriye Devlet Başkanı demesi sanırım ve ümit ederim ki, bütün soru işaretlerini ortadan kaldırıyordur.

Erdoğan’ın konuşmasında yer alan önemli vurgulardan birisi de Suriye’nin iç işlerine karışma niyetimizin olmadığının belirtilmesiydi. Erdoğan’ın Putin’le Soçi görüşmesi sonrası yaptığı açıklamanın ardından Türk yetkililer özellikle de o zamanki dışişleri bakanı rejim diye başlayan cümlelerle Suriye’ye yeni bir anayasa yapılması gerektiğinden söz ediyor ve ısrarla muhaliflerden bahsederek onların yönetime nasıl katılacaklarını sorguluyorlardı. Aslında yaptıkları şey Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Soçi’de ve sonraki günlerde yaptığı uzlaşma/anlaşma açıklamalarını görmezden gelmekle eş anlamlı gibiydi. Türkiye’nin 2013-2015 döneminde belirlediği ve ulusal çıkarlarımızla uzaktan yakında alakası olmayan bir politika söz konusuydu.

Özetle söylemek gerekirse, önce çatışmasızlık olacak, o arada yeni bir anayasa yazılarak Suriye’ye dayatılacak, Esat çekilerek yeni ve geçici bir hükümet kurulması sağlanacak ve bu hükümette muhalifler yer alacak (Esat’ın yer alıp almayacağı bile Türkiye açısından bir soru işaretiydi, Ankara bu konuda belki ifadesine daha yatkındı), sonra uluslararası gözlemcilerin sıkı denetimi altında seçimler yapılacak ve sonuçlarına göre de yeni yönetim oluşacaktı. Bu politikanın Türkiye’nin ulusal çıkarı ile uzaktan yakından bir alakası yoktu/olamazdı; çünkü Suriye gibi milli ve üniter yapıdaki bir devlete yeni anayasa dayatmak bu ülkeyi federasyona sürüklemek veya adı konulmamış bir federal yapıya zorlamak anlamına geliyordu. Böyle bir yapıda PKK/PYD’nin de federe ünitelerden birisi olacağı açıktı.

Oysa biz PKK/PYD’nin böyle bir kukla ünite/devletçik haline gelmemesi için mücadele ediyorduk; ancak bu örnekte olduğu gibi üzerinde tam olarak düşünülmemiş politikaların bir tarafında ulusal çıkarları korumak adına silahlı mücadele edersiniz öbür ayağında ise silahla karşı koyduğunuz yapının istediklerini elde etmesine dolaylı olarak yardımcı olursunuz. Böyle bir politikaya görevdeki bazı profesyonel diplomatların bu taleplerin BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararını gerekçe göstererek sahiplenmeleri ise oldukça garip bir durumdu; çünkü BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs meselesiyle ilgili bir dizi kararını biz de haklı olarak uygulamazken (İsrail’in BM kararlarını hiçe saydığını ayrıca not ederek) bu kararı tanrı buyruğu gibi değerlendirmek aslında Erdoğan’ın ‘Suriye ile uzlaşın’ talimatını sulandırmaktan başka bir şey değildi. Aslında o politikaya göre ülkemizde ve Suriye’de baktığımız yaklaşık on milyon Suriyeli ile PKK/PYD’nin Amerikan güçleri ile birlikte Fırat’ın doğusundaki nüfus ve İdlib bölgesinde yaşayanlarla birlikte Esat’tın seçilmesi engellenecekti; çünkü bu üç büyük nüfus grubu Suriye hükümetinin kontrolünde yaşayanlardan daha fazlaydı.

Erdoğan’ın Suriye’nin iç işlerine karışma niyetinde olmadığımızı söylemesi hem ulusal çıkarlarımıza uygun hem de yeni bir politika önerisine benziyor. Başka bir ifadeyle Suriye için yeni anayasa fantezisinden vazgeçmiş oluyoruz ki, aramızdaki en önemli engellerden birisi ortadan kalkmış oluyor. Bu, ayrıca Suriye’nin milli ve üniter anayasal yapısının korunmasının Türkiye’nin çıkarlarıyla ne kadar uyumlu olduğunun anlaşılması anlamına geliyor olsa gerektir; çünkü federal bir yapıya zorlanan ve içinde PKK/PYD’nin federe ünite olarak yer alacağı bir Suriye’nin parçalanma ve Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü tehdit etme riski hiç de azımsanamaz.

İLERİYE BAKMAK

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklaması kesin bir politika dönüşümü anlamına geliyorsa bunun bürokraside sulandırılmasına izin vermemek gerekir. Erdoğan ‘vaktiyle ailece de görüşüyorduk, yine görüşürüz’ dediğine göre, Suriye ile sıradan ve soğuk bir barıştan söz etmiyor olsa gerektir. İki devlet arasında önce barışın tesisi için sığınmacıların gönderilmesi ve terör örgütlerine karşı ortak mücadele konularında ayrı ayrı mutabakat imzalanması gerekecektir. Her iki alanda da çok kapsamlı sorunların olduğuna şüphe yok. Dolayısıyla mutabakat metinlerine ilaveten çalışma grupları hazırlanarak hızla ilerleme sağlamak lazım gelecektir.

Bu noktada en önemli sorun hükümete destek veren Siyasal İslamcılar, medya ile resmi sıfatlı veya gayriresmi Amerikancı gruplar olacaktır. Örneğin ‘Esat Suriye topraklarından çekilmemizi istiyor’ feveranını epeydir ediyorlar ve etmeye devam edeceklerdir. Oysa Şam hükümetinin kontrolümüzdeki toprakları boşaltmamızı istemesi gayet normal bir talep. Ne yani, Suriye hükümeti topraklarını bize bırakacak değildi herhalde?

Vaktiyle Suriye’ye fethe gidiliyormuş havası yaratılması, hükümetin kendi medyasının bu gerçek dışı havayı yıllarca pompalaması uzlaşmanın önündeki en büyük sorunlardan birisi gibi düşünülebilir. Fakat buradaki en büyük avantajımız Erdoğan’ın kararları ve tavırları karşısında bu grupların hızla pozisyon değiştirebilmeleri. Gerek kurumlar içerisindeki gerekse gayriresmi kişilikli Amerikancılar ise çok kutupluluk yerleştikçe etkilerini kaybediyorlar. Bu defaki yakınlaşmanın avantajlarından birisi de bu olsa gerek. Ayrıca yakınlaşma konusu bu defa bürokrasiye bırakılarak yavaşlatılma/sulandırılma riskine karşı doğrudan liderler diplomasisi yoluyla yönetilebilir ve uzlaşma/anlaşma bürokrasiye talimat olarak verilebilir.

PKK/PYD’NİN SONU

Türkiye-Suriye ilişkilerinin normalleşmesi PKK/PYD’nin sonu demektir. Amerika’nın bu terör örgütlerine açık destek veriyor olması bu gerçeği değiştirmez. Özellikle çok kutuplu dünyada Amerika’nın bu örgütler yoluyla Orta Doğu’da bir kukla devlet kurmaya çalışması, sınırları doğrudan veya dolaylı değiştirme girişimleri çok kutuplu bir dünyada sürdürülemez. Ankara-Şam uzlaşması Fırat’ın doğusunda hem de Amerikan birliklerinin desteği ile büyük çaplı etnik temizlik yaparak tutunmaya çalışan PKK/PYD ve Vaşington üzerinde psikolojik açıdan şok etkisi yaratacaktır; çünkü bugüne kadar bu kirli ikili Ankara’nın siyasal İslamcı politikalardan vaz geçmeyeceği dolayısıyla Esat dedikleri Suriye ile uzlaşmayacağı varsayımı üzerinden hareket etmekteydiler. Türkiye, Suriye ile uzlaştığı anda bu varsayım gecekondu temeli üzerine inşa edilmiş bir gökdelen gibi çatırdamaya başlayacak ve hızla göçecektir. Suriye ile uzlaşma bu terör örgütüne karşı yapılacak operasyonları ya Şam ile koordine etme veya hiç operasyon yapmadan karşı tarafın göçmesine sebep olacak bir stratejik sabır politikasıyla sonuç alınmasını sağlama fırsatlarını beraberinde getirecektir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Round 1: Galip Trump

Yayınlanma

2024 ABD seçimlerinin ilk münazarası geride kaldı. Dört yıl aradan sonra neredeyse hiç yaşlanmamış bir Trump ve çok yaşlanmış bir Biden izledik. Hem de çok yaşlanmış… 2020’de kendi sağlığıyla ilgili çekinceler sıkça gündeme gelmişti. Ancak münazarada nispeten daha diri kalmayı başarmış, Trump’ın saldırgan üslubuna karşı “ton ton Joe amca” imajını güzelce inşa etmişti. Aradan geçen dört yıl ise Joe amcaya iyi davranmadı… Oğlu Hunter’ın video arşivini görmüşçesine iğrenme dolu bakışları, kısık sesi ve münazaranın başında 7-8 saniyeyi bulan duraksaması Demokratların umutlarını tamamen söndürdü. Oysa devamı o kadar kötü değildi. Yine dediği birçok şey anlaşılmıyordu ama en azından benzer bir duraklama yaşanmamıştı. Hatta duraksamadığı anlarda normalden bile hızlı konuşuyordu, belki de ilaçların etkisiyle…

Hiçbir soruya cevap verme ve kazan

Trump’ın stratejisi ise biraz daha ilginç oldu. Münazara öncesi yazımda Trump’ın İsrail konusuna girmek istemeyeceğini söylemiştim. Trump, Biden’a tepkili solcuları tekrar ona itmekten çekinecekti. Tam da öyle oldu. Ama Trump, sadece İsrail sorusuna değil, hiçbir soruya yanıt vermedi. Moderatörler ve Trump arasındaki diyaloglardan şöyle bir örnek vereyim;

“6 ocak olaylarından ötürü Demokratik haklarının elinden alınacağından korkan vatandaşlara ne söylemek istersiniz?”

“Joe’nun ekonomi politikaları ABD’yi bitirdi. Kimse bize saygı duymuyor!”

Münazaranın büyük kısmı bu şekilde geçti. Trump, hem Biden’ı hem de moderatörleri kafasında sessize almış, kendi anlatacağı şeyleri anlatmaya çıkmış. Cumhuriyetçi lider, neredeyse hiçbir soruya yanıt vermeden münazarayı tamamladı. Tabii beklediğim üzere yeni münazara kuralları Trump’ın işine geldi. Biden konuşurken kendi mikrofonunun kapanması sayesinde rakibinin sözünü hiç kesemedi. Böylece 2020’nin aksine “söz kesmeyen beyefendi adam” izlenimi ortaya çıktı.

İçerik açısından şaşırtıcı bir tartışma yaşanmadı. Trump doğal olarak ekonomiden, Ukrayna’ya verilen devasa yardım paketlerinden, Biden altında yaşanan göçmen krizinden dem vurdu. Konu siyahlara geldiğinde “sınır öyle delik deşik oldu ki siyah ve latinolar hem güvenlik sorunu yaşıyor hem de işlerini göçmenlere kaybediyor” dedi. Dahası Trump, Biden’ın siyahlar için 90’larda sapkınlar grubu ifadesini kullandığını hatırlattı. Biden, bu sefer ırkçılık meselesinden uzak kalmayı tercih etti çünkü Trump son ankete göre ülkedeki tüm siyah oyların yüzde 30’unu alıyor. Bu, rakibi tarafından beyaz üstünlükçülükle suçlanan bir Cumhuriyetçi aday için inanılmaz bir sayı. Trump, anketlerin doğru çıkması halinde girdiği her seçimde azınlıklardaki oyunu arttırmış olacak.

Sonra bir Ukrayna meselesi açıldı ki evlere şenlik… Biden Trump’ın malum davalarına dem vurunca konu bir anda Ukrayna’ya geldi. Trump, “Sen de suçlusun. Bireysel işlerin için ABD’nin gücünü kullanarak Ukrayna’ya baskı yapmadın mı? Binlerce insanı hala öldürmeye devam ediyorsun. Bu arada söyleyeyim; Ukrayna’daki ölü sayıları doğru değil. Verilenleri ikiyle, hatta üçle çarpın. Ukrayna savaşı kaybedecek, insanları kalmadı” ifadelerini kullandı.

İsrail konusuna dönersek dediğim gibi Trump çok fazla konu hakkında konuşmak istemedi. Bunun da bir ilk olduğunu söylemek gerekir, İsrail desteğini yinelemek artık iki aday için de çok tercih edilen bir durum değil. Biden zaten bu yüzden oy kaybediyor. Ancak Evanjelist olmayan muhafazakârlar arasında İsrail’e koşulsuz destek iyice popülaritesini kaybetti. Bu nedenle Trump sadece tek bir cümle kurdu. “Joe sen kötü bir Filistinlisin, onlar bile seni sevmiyor” diyerek konuyu kapattı.

Şimdi ne olacak?

Münazaranın kalanı karşılıklı kişisel saldırılar ve Trump’ın 98 kere “Herkes bizimle dalga geçiyor” demesi ile geçti. Ancak asıl soru şu; şimdi ne olacak? Biden sahneden bile inmeden Demokratlarda benzeri görülmemiş bir tepki ortaya çıktı. Sadece Demokratların ağırlıkta olduğu sosyal medya gruplarında değil, aynı zamanda Demokrat fikir önderlerinde de bir “kral çıplak” anı yaşandı;

Biden bu şekilde seçime girerse kaybedecekti.

Peki ne yapılabilir? Önceden kısık sesle dile getirilen “Biden çekilsin” tartışması şimdi daha yüksek sesle konuşuluyor. Ancak bunun bürokratik temelleri işi epey zorlaştırıyor. Mevcut görevdeki başkanın karşısına aday olarak çıkmak geleneksel olarak sık karşılaşılan bir durum değildir. Bu yüzden, Hem yardımcısı Kamala Harris’in hem de Demokratların en popüler ismi olan California Valisi Gavin Newsom’ın adı çokça geçmesine rağmen aday olmaktan kaçındılar. Bunun için önemli bir son tarih Mart ayında yapılan, 15 eyaletin önseçimlerinin tamamlandığı “Süper Salı” idi. Şunu belirtmek gerekir, Biden 4000 kadar delegenin 3900’unu almayı başardı. Biden’ın isteğine karşı onu adaylıktan indirebilecek bir güç yok.

Ancak Biden çekilirse o zaman yeni aday tartışmaları başlar. Gavin Newsom, dünkü münazara sonrası “hiç bu kadar Biden’ın arkasında kenetlenmemiştik” dese de partisindeki aykırı görüşler giderek güçleniyor. Biden bugün çekilirse artık ön seçim söz konusu olamaz. Ancak delegeler yeni bir aday ve başkan yardımcısı adayı üzerinde anlaşabilir. Demokrat Parti’nin tüm uzmanları böylesi bir durumda parti içinde büyük kavgaların çıkacağını söylüyor. Biden, çekildiği takdirde kendisine destek veren delegelere kimi desteklediğini söyleyebilir ancak delegeler buna uymak zorunda değiller.  Tabii böyle bir niyet varsa seçime yaklaşılan her gün parti için daha güçlü bir bürokratik kargaşa anlamına gelir. Son ay içinde olması durumunda oy pusulalarının değiştirilmesi bile söz konusu olur.

Biden çekilirse ortaya çıkan iki potansiyel aday dediğim gibi Newsom ve Michigan valisi Gretchen Whitmer olur. Ancak bu isimler şu an için Biden’ın arkasındalar. Mevcut durumda, birçoklarının da söylediği gibi Trump’ın umutları epey yüksek. Ancak seçime kadar hala çok zaman var. Bu yüzden anketleri ve ezber yorumları bir kenara bırakmakta fayda var. Her şekilde, Demokrat Parti’yi epey sancılı bir seçim süreci bekliyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Savaş Lübnan’a yayılır mı? Olası senaryolar ve en muhtemel senaryo

Yayınlanma

Khaled Al-Yamani
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Lübnan yöneticisi

İsrail genelkurmay başkanına yakın askeri kaynaklar, işgal ordusunun kuzey cephesinde tırmanan meydan okumayla yüzleşmek için çok sayıda planı olduğunu doğruluyor. Kuzey cephesinde güvenlik durumunun tırmanmasına dair beklenen bir dizi senaryo şu şekilde:

Askeri tesisler ve silah depoları da dahil olmak üzere güney Lübnan ve banliyölerindeki Hizbullah hedeflerine ve belki de kadrolarına yönelik hedefli hava saldırılarını içeren sınırlı bir askeri operasyon seçeneği. En sonuncusu, partinin en önde gelen askeri lideri Talib Abdullah’a yönelik suikast idi.

Böyle bir seçenek İsrailli karar vericinin gözünde “mümkün” görünüyor, böylece Hizbullah’ın tepkileri tolere edilebilir ve işgalin ateş çemberini küresel bir savaşı içerecek şekilde genişletemeyeceğini biliyorlar. Aynı zamanda, işgal böyle bir seçeneği bölgedeki savaş cephelerini artırmak istemeyen Amerikalılara satabilir, son haftalarda İsrail hükümetine güven duymasalar bile, yalanlarından, gerçekleri çarpıtmasından ve ana müttefiklerini manipüle etme yeteneğinden oldukça eminler, bu da Washington’u böyle bir İsrail seçeneğine yeşil ışık yakma konusunda temkinli olmaya teşvik edecektir.

İsrail askeri terminolojisinde “Üçüncü Lübnan Savaşı” ya da “Birinci Kuzey Savaşı” olarak bilinen topyekün savaş, partinin kuzey cephesini ele geçirmesi, tarım alanlarında ateş yakmaya devam etmesi ve şiddetin tırmanması ışığında, muhalefetten ve kamuoyundan hükümete ve orduya yöneltilen başarısızlık suçlamaları, onları her iki taraf için ve belki de tüm bölge için maliyetli ve tehlikeli olan bu seçeneği tercih etmeye zorluyor.

Gerçek şu ki, işgalin “Neron ve Roma’nın yanması” senaryosuna yol açmasını engelleyebilecek birçok kısıtlama var: iç ve dış, öznel ve nesnel, siyasi, güvenlik, askeri ve ekonomik, bu da onun çok fazla bir tercihi olmamasını sağlıyor. Diğeri birçok İsraillinin gözünde intihar gibi görünen bir seçim ve işgal yönetiminin bunu seçmesini engelleyen çok sayıda husus ve faktör var.

Bununla birlikte, bu “intihar” seçeneğinin gerçekleşme şansı çok yüksek olmasa bile, birincil misyonunun tüm cephelerde ateş yakmak olduğunu düşünen, İsrail’in aşınan caydırıcılığını yeniden tesis etme ve işgal varlığını son yıllarda tüm alanlardaki rolü azaldıktan sonra “bölgenin polisi” olarak yeniden kurma iddiasında olan sağcı faşist bir hükümetin varlığı göz önüne alındığında tamamen dışlanmamalıdır.

Kuzey Cephesinde, Hizbullah ile İsrail arasındaki karşılıklı çatışma sürerken, arabulucular hala onlarla istişareler yürütüyorlar, ancak bu tartışmalar kamuoyuna açıklanmıyor. Büyük güçler Lübnan arenasında işlerin kontrolden çıkmasını engellemek istiyor ve her bir tarafın kendi hesapları ve çıkarları var. Ancak Gazze’ye yönelik saldırılar devam ettiği sürece bu arabulucuların başarıya ulaşması zor.

Gazze’deki savaşı durdurmak; İşte kuzey cephesinde devam eden tırmanışı durdurabilecek “sihirli” kelime, işgalin saldırganlığını sona erdirme konusundaki isteksizliği nedeniyle bu seçeneğin başarısız olmasına rağmen, şimdi bahsedilemeyen birçok nedenden dolayı, bu hedefe ulaşılırsa, Irak ile doğu tarafı ve Yemen ile güney tarafı da dahil olmak üzere tüm cepheler sakinleşecek, ancak bu, İsrail’in Gazze cephesinde sükuneti sağladıktan sonra Lübnan’a karşı bir savaş başlatma isteğini filizlendirebilir.

Hizbullah’ın böyle bir senaryonun işgal içinde var olduğunu ve güçlü bir şekilde var olduğunu bildiğine ve buna dikkat ettiğine şüphe yok, ancak gerçekleşme hipotezi en azından yakın gelecekte mümkün değil. Çünkü askeri, ekonomik ve toplumsal kurumlarıyla işgalci varlık, Gazze’deki savaş sona ererse şüphesiz nefes almaya ihtiyaç duyacak ve belki de Hizbullah ile bir tür çatışmanın patlak vereceği bir gün gelecek, ancak yakın gelecekte olması şart değil.

Lübnan, Suriye ve İran’da suikastların hızlandırılması, komuta ve kontrol merkezlerinin yanı sıra silah ve füze depolarının hedef alınması ise işgalci için bir diğer seçenek. Bu halen yürürlükte olan bir politikadır ve önümüzdeki dönemde artması beklenmektedir. Aynı zamanda, direniş tarafının işgale karşı kapsamlı bir savaş başlatmasını gerektirmediği için, her iki taraf da kontrollü bir tempo sürdürebilecektir.

Beklenen sonuçlar

İşgalin kuzey cephesinde yaşananlara tek ve hızlı bir çözüm bulma kararını henüz vermediği göz önüne alındığında, önümüzdeki birkaç gün yukarıdaki senaryolardan herhangi birinin gerçekleşmesine tanık olmayacağız. Ancak bu durumdan yola çıkarak karşılaşılabilecek bir dizi sonuç şu şekilde:

– Mevcut tırmanma hızı, Gazze’deki duruma bağlı olarak artarak ve azalarak devam edecektir.

– Kuzey cephesinin yarattığı tehdidin ortadan kaldırılması için İsrail’den gelen taleplerin artması beklenmektedir.

– Bu cephedeki gelişmelerin İsrail siyasetinde ve medyasında giderek daha fazla yer alması öngörülmektedir.

– Herhangi bir askeri tırmanışı engellemek için Lübnan ile işgal arasında Amerikan ve Avrupa arabuluculuğunun yoğunlaştırılması öngörülmektedir.

Sonuç 

Lübnan ve işgal altındaki Filistin arasındaki kuzey cephesinde meydana gelen olaylar, gerginliğin her iki tarafı da durumun nelere yol açabileceğini doğru bir şekilde değerlendiremeden devam ediyor. Bunun birden fazla nedeni var, belki de en önemlisi yerel, bölgesel ve belki de uluslararası tarafların çokluğu

İşgal ise, maliyetler ve riskler açısından çoğu zaman birbirine yaklaşsalar bile, bir “sigorta poliçesi” elde etmeksizin, iç ve dış çeşitli siyasi ve askeri faktörleri göz önünde bulundurarak, yukarıda belirtilen seçenekler arasındaki tahminlerini değerlendirmeye devam etmektedir. Lübnan’a karşı olası bir saldırı, şu anda Gazze’de sıkışmış göründüğü zor duruma benzer bir sonuç doğurabilir ve İsrail bunun farkında.

Genel olarak konuşmak gerekirse, denge hala savaş çemberini küresel bir boyut kazanabilecek bölgesel bir savaşa doğru genişletme eğilimine karşı ve Lübnan cephesi, İsrail ordusunun tükenme durumunun, Hizbullah ve müttefiklerinin gücünün ve hazırlığının boyutunun ve isteksizliğinin anlaşıldığı bir atmosferde, hesaplanmış tırmanma dereceleri yaşayabilir… Amerikalılar ve Batılı güçler çatışma çemberini genişleterek taahhüt tavanlarını kontrol etmeye çalışıyorlar. Buna İsrail’in sahada uygulanamayan güçlü tehditleri de eşlik ediyor. Ancak dengeler bu tehditlerin uygulanması için uygun görünmüyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English