Bizi Takip Edin

Dünya Basını

‘İsrail-Hamas savaşından sonra dünya eskisi gibi olmayacak’

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İsrail-Hamas savaşının küresel jeopolitik sonuçlarına odaklanıyor. ABD’li uluslararası ilişkiler Profesörü Stephan Walt’un kaleme aldığı analizde savaş daha geniş bir alana yayılmasa ve kısa sürede sonuçlansa bile savaşın jeopolitik dengeleri etkileyeceği hatta etkilemeye başladığı görüşünde:

***

İsrail-Hamas Savaşından Sonra Dünya Eskisi Gibi Olmayacak

Orta Doğu’daki son savaşın geniş çaplı jeopolitik etkileri olacak.

 Stephen M. Walt

Gazze’deki son savaşın geniş kapsamlı yansımaları olacak mı? Kural olarak, olumsuz jeopolitik gelişmelerin genellikle çeşitli türden dengeleyici güçler tarafından dengelendiğini ve dünyanın küçük bir bölgesindeki olayların başka yerlerde büyük dalga etkisi yaratma eğiliminde olmadığını düşünüyorum. Krizler ve savaşlar meydana gelebilir, ancak genellikle soğukkanlılık galip gelir ve bunların sonuçlarını sınırlar.

Ancak her zaman değil ve Gazze’deki mevcut savaş da bu istisnalardan biri olabilir. Hayır, Üçüncü Dünya Savaşı’nın eşiğinde olduğumuzu düşünmüyorum; hatta mevcut çatışmalar daha büyük bir bölgesel çatışmaya yol açarsa şaşırırım. Bu olasılığı tamamen göz ardı etmiyorum, ancak şu ana kadar kenarda duran hiçbir devlet veya grup (Hizbullah, İran, Rusya, Türkiye, vb.) doğrudan dahil olmaya istekli görünmüyor ve ABD yetkilileri de çatışmayı bölgede tutmaya çalışıyor. Daha büyük bölgesel bir çatışma daha da maliyetli ve tehlikeli olacağı için hepimiz bu çabaların başarılı olmasını ummalıyız. Ancak savaş Gazze ile sınırlı kalsa ve kısa sürede sona erse bile dünya çapında önemli yansımaları olacak.

Bu geniş etkilerin neler olabileceğini görmek için, Hamas’ın 7 Ekim’deki sürpriz saldırısından hemen önce jeopolitiğin genel durumunu hatırlamak önemli. Hamas saldırmadan önce ABD ve NATO müttefikleri Ukrayna’da Rusya’ya karşı bir vekalet savaşı yürütüyordu. Amaçları Ukrayna’nın Rusya’yı Şubat 2022’den sonra ele geçirdiği topraklardan sürmesine yardımcı olmak ve Rusya’yı gelecekte benzer eylemlere girişemeyecek kadar zayıflatmaktı. Ancak savaş iyi gitmiyordu: Ukrayna’nın yaz aylarındaki karşı saldırısı durmuştu, askeri güç dengesi giderek Moskova’ya doğru kayıyor gibi görünüyordu ve Kiev’in kaybettiği toprakları silah ya da müzakereler yoluyla geri kazanabileceğine dair umutlar azalıyordu.

ABD ayrıca Pekin’in yarı iletken üretimi, yapay zekâ, kuantum hesaplama ve diğer yüksek teknoloji alanlarında hakimiyet kurmasını engellemek amacıyla Çin’e karşı fiili bir ekonomik savaş yürütüyordu. Washington Çin’i uzun vadede başlıca rakibi (Pentagon dilinde “yükselen tehdit”) olarak görüyordu ve Biden yönetimi bu meydan okumaya giderek daha fazla odaklanmayı amaçlıyordu. Yönetim yetkilileri ekonomik kısıtlamalara sıkıca odaklandıklarını söylediler (yani, “küçük bahçe ve yüksek çit”) ve Çin ile diğer işbirliği biçimleri için istekli olduklarında ısrar ettiler. Ancak, yüksek çitin Çin’in en azından bazı önemli teknoloji alanlarında zemin kazanmasını engelleyip engelleyemeyeceği konusunda artan şüphelere rağmen, küçük bahçe büyümeye devam etti.

Orta Doğu’da ise Biden yönetimi karmaşık bir diplomatik atak yapmaya çalışıyordu: Suudilerin İsrail ile ilişkilerini normalleştirmesi karşılığında Riyad’a bir tür resmi güvenlik garantisi ve belki de hassas nükleer teknolojiye erişimine izin vererek Suudi Arabistan’ı Çin’e yaklaşmaktan caydırmaya çalıştı. Ancak bu anlaşmanın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği belli değildi ve eleştirmenler Filistin meselesini görmezden gelmenin ve İsrail hükümetinin Filistin topraklarında giderek sertleşen eylemlerine göz yummanın nihai bir patlama riski taşıdığı konusunda uyarıda bulunmuştu.

Sonra 7 Ekim geldi. Bin 400’den fazla İsrailli vahşice öldürüldü ve şimdi Gazze’de 4 bini çocuk olmak üzere 10 on binden fazla insan İsrail bombardımanında hayatını kaybetti. İşte devam eden bu trajedinin jeopolitik ve ABD dış politikası için anlamı şudur:

Öncelikle, savaş ABD öncülüğündeki Suudi-İsrail normalleşme çabalarını sekteye uğrattı (ve bu gelişmeyi durdurmak neredeyse kesin olarak Hamas’ın hedeflerinden biriydi). Elbette bu sonsuza kadar engel olmayabilir çünkü anlaşmanın arkasındaki asıl teşvikler Gazze’deki çatışmalar sona erdiğinde de devam edecek. Yine de anlaşmanın önündeki engeller açıkça artmış durumda ve ölü sayısı arttıkça bu engeller de artmaya devam edecek.

İkinci olarak, savaş ABD’nin Orta Doğu’ya daha az zaman ve dikkat harcama ve dikkat ve çabasını Asya’nın daha doğusuna kaydırma girişimlerini engelleyecektir. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, Foreign Affairs’te yayınlanan (Hamas’ın saldırısından hemen önce basılan) ve artık olayların önüne geçtiği meşhur makalesinde, yönetimin Ortadoğu’ya yönelik “disiplinli” yaklaşımının “diğer küresel öncelikler için kaynakları serbest bırakacağını” ve “yeni Ortadoğu çatışmaları riskini azaltacağını” iddia etmişti. Geçen ayın da gösterdiği gibi, işler tam olarak böyle gelişmedi.

Bu bir kapasite meselesi: Bir günde sadece 24 saat ve bir haftada sadece yedi gün var ve Başkan Joe Biden, Dışişleri Bakanı Antony Blinken ve diğer üst düzey ABD yetkilileri birkaç günde bir İsrail’e ve diğer Orta Doğu ülkelerine uçup başka yerlere yeterli zaman ve ilgi ayıramazlar. Asya uzmanı Kurt Campbell’ın dışişleri bakan yardımcısı olarak atanması bu sorunu biraz hafifletebilir, ancak bu son Orta Doğu krizi yine de kısa ve orta vadede Asya için daha az diplomatik ve askeri kapasitenin olacağı anlamına geliyor. Orta düzey yetkililerin yönetimin çatışmaya yönelik tek taraflı tepkisinden rahatsız olduğu Dışişleri Bakanlığı’ndaki iç karışıklık da bu sorunu daha kolay hale getirmeyecek.

Kısacası, Orta Doğu’daki son savaş Tayvan, Japonya, Filipinler ya da Çin’in artan baskısıyla karşı karşıya olan diğer ülkeler için iyi bir haber değil. Pekin’in ekonomik sıkıntıları, Tayvan’a karşı ya da Güney Çin Denizi’ndeki iddialı eylemlerini durdurmadı; buna bir Çin önleme uçağının devriye gezen bir ABD B-52 bombardıman uçağının 10 fit yakınından uçtuğu bildirilen son olay da dahil. İki uçak gemisinin Doğu Akdeniz’de konuşlanmış olması ve Washington’daki dikkatlerin buraya çevrilmiş olması, Asya’da işlerin kötüye gitmesi halinde etkili bir şekilde karşılık verme kabiliyetini kaçınılmaz olarak zayıflatıyor.

Ve unutmayın, Gazze’deki savaşın Lübnan ya da İran’ı da içine alacak şekilde genişlemediğini varsayıyorum ki bu olasılık ABD ve diğerlerini yeni ve daha ölümcül bir durumun içine iter ve daha fazla zaman, dikkat ve kaynak gerektirir.

Üçüncüsü, Gazze’deki çatışma Ukrayna için bir felaket. Gazze savaşı basının gündemini meşgul ediyor ve yeni bir ABD yardım paketi için destek toplanmasını zorlaştırıyor. Temsilciler Meclisi’ndeki Cumhuriyetçiler şimdiden karşı çıkmaya başladı ve Gallup’un 4-16 Ekim tarihleri arasında yaptığı bir ankete göre Amerikalıların yüzde 41’i ABD’nin Ukrayna’ya çok fazla destek verdiğine inanıyor; bu oran haziran ayında yüzde 29’du.

Ancak sorun bundan daha da büyük. Ukrayna’daki çatışma bir yıpratma savaşına dönüştü ve bu da topçuların savaş alanında merkezi bir rol oynadığı anlamına geliyor. Ancak ABD ve müttefikleri Ukrayna’nın ihtiyaçlarını karşılayacak kadar mühimmat üretemediği için Washington, Kiev’i savaşta tutmak için Güney Kore ve İsrail’deki stoklara yönelmek zorunda kaldı. Şimdi İsrail savaşta olduğuna göre, Ukrayna’ya gidecek olan topçu mermilerinin veya diğer silahların bir kısmını alacak. Peki Ukrayna daha fazla toprak kaybetmeye başlarsa ya da Tanrı korusun ordusu çökmeye başlarsa Biden ne yapacak? Sonuç olarak, Gazze’de olanlar Kiev için iyi haber değil.

Avrupa Birliği için de kötü haber. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali bazı küçük sürtüşmelere rağmen Avrupa’nın birliğini artırmıştı ve son Polonya seçimlerinde otokratik ve yıkıcı Hukuk ve Adalet partisinin devrilmesi de cesaret verici bir işaretti. Ancak Gazze’deki savaş Avrupa’daki bölünmeleri yeniden alevlendirdi; bazı ülkeler İsrail’i kayıtsız şartsız desteklerken, diğerleri Filistinlilere (Hamas’a olmasa da) daha fazla sempati duyuyor. Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ile AB’nin en üst düzey diplomatı Josep Borrell arasında da ciddi bir çatlak ortaya çıktı. 800 kadar AB çalışanının von der Leyen’i fazla İsrail yanlısı olmakla eleştiren bir mektup imzaladığı bildirildi. Savaş ne kadar uzun sürerse bu ayrılıklar da o kadar büyüyecek. Bu bölünmeler aynı zamanda Avrupa’nın diplomatik zayıflığının, hatta ilgisizliğinin altını çiziyor ve dünya demokrasilerini güçlü ve etkili bir koalisyonda bir araya getirme hedefini baltalıyor.

Tüm bunların Rusya ve Çin için çok iyi haberler olduğunu söylemeye gerek yok. Onların bakış açısına göre, ABD’nin dikkatini Ukrayna ya da Doğu Asya’dan uzaklaştıracak her şey arzu edilir, özellikle de kenarda oturup hasarın birikmesini izleyebilecekleri zaman. Daha önceki bir köşe yazımda da belirttiğim gibi, savaş aynı zamanda Moskova ve Pekin’e ABD liderliğindeki bir sistem yerine uzun zamandır savundukları çok kutuplu dünya düzeni için kolay bir argüman daha veriyor. Tek yapmaları gereken başkalarına ABD’nin son 30 yıldır Ortadoğu’yu yöneten başlıca büyük güç olduğunu ve bunun sonuçlarının Irak’ta feci bir savaş, İran’ın gizli nükleer kapasitesi, İslam Devleti’nin ortaya çıkışı, Yemen’de insani bir felaket, Libya’da anarşi ve Oslo barış sürecinin başarısızlığı olduğunu göstermek. Bu açıdan bakıldığında, Hamas’ın 7 Ekim’deki vahşi saldırısı Washington’un en yakın dostlarını bile korkunç olaylardan koruyamadığını gösteriyor. Bu suçlamalardan herhangi birine itiraz edilebilir, ancak pek çok yerde sempati duyan bir kitle bulacaklar. Şaşırtıcı olmayan şekilde, Rus ve Çin medyası bu çatışmayı, kendini “vazgeçilmez ulus” olarak tanımlayan Amerika’ya karşı puan toplamak için kullanmaya başladı bile.

İleriye baktığımızda, savaş ve Amerika’nın buna verdiği yanıt, bir süre daha Amerikalı diplomatların sırtında yük olacak. ABD ve Batı’nın Ukrayna krizi konusundaki görüşleri ile küresel güneydeki birçok liderin tutumları arasında zaten önemli bir uçurum vardı. Bu liderler, Rusya’nın işgalini tam olarak desteklemiyorlardı, ancak Batı elitlerinin çifte standart ve seçici ilgisinden rahatsızlık duyuyorlardı. İsrail’in Hamas’ın saldırılarına verdiği ezici karşılık, bu uçurumu daha da derinleştiriyor. Bunun bir kısmı, dünyanın geri kalanında Filistinlilerin genel durumuna daha fazla duyarlılık olmasından kaynaklanıyor; bu duyarlılık, Amerika Birleşik Devletleri veya Avrupa’da bulunan duyarlılıktan daha fazla.

Bu sempati savaş uzadıkça ve daha fazla Filistinli sivil öldürüldükçe artacaktır, özellikle de ABD hükümeti ve bazı önde gelen Avrupalı politikacılar bir tarafa bu kadar ağırlık verirken. Üst düzey bir G-7 diplomatının geçen ay Financial Times’a söylediği gibi: “Küresel güneydeki savaşı kesinlikle kaybettik. Küresel güneyle [Ukrayna konusunda] yaptığımız tüm çalışmalar boşa gitti. … Kuralları unutun, dünya düzenini unutun. Bizi bir daha asla dinlemeyecekler.” Bu görüş abartılı olabilir ama yanlış değil.

Dahası, Atlantik ötesi toplumun rahat sınırları dışında kalan insanlar Batı’nın seçici ilgisinden rahatsız. Ortadoğu’da yeni bir savaş patlak veriyor ve Batı medyası tamamen bu savaşa odaklanmış durumda; üst düzey gazeteler haber ve yorumlara sayısız sayfa ayırıyor ve haber kanalları bu olaylara saatlerce yer veriyor. Politikacılar ne yapılması gerektiğine dair görüşlerini sunmak için birbirleriyle yarışıyor. Ancak bu son savaşın patlak verdiği hafta Birleşmiş Milletler, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde çoğu oradaki şiddetin bir sonucu olarak yaklaşık 7 milyon insanın yerinden edildiğini bildirdi. Söz konusu insan sayısı İsrail ya da Gazze’deki kurbanların sayısını gölgede bıraksa da bu haber neredeyse hiç yankı uyandırmadı.

Bu etki de abartılmamalı: Küresel güneydeki devletler Batı’nın ikiyüzlülüğüne duydukları öfke ve kızgınlığa rağmen kendi çıkarlarının peşinden gitmeye ve ABD ve diğerleriyle iş yapmaya devam edecekler. Ancak bu durum onlarla başa çıkmayı kolaylaştırmayacak ve normlar, kurallar ve insan hakları konusundaki gevezeliklerimize pek aldırış etmelerini bekleyemeyiz. Daha fazla devlet Çin’i Washington’a karşı faydalı bir denge unsuru olarak görmeye başlarsa şaşırmayın.

Son olarak, bu talihsiz olay Amerika’nın dış politikada yetkinlik konusundaki itibarını parlatmayacak. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun İsrail’i korumadaki başarısızlığı itibarını sonsuza dek lekeleyebilir, ancak ABD dış politika kurumu da bu katliamın geleceğini göremedi ve bugüne kadarki tepkisi de yardımcı olmadı. Bu son başarısızlığa Ukrayna’da talihsiz bir sonuç eşlik ederse, diğer devletler Amerikan güvenilirliğini değil, Amerikan muhakemesini sorgulayacaktır. Çünkü diğer devletler, ABD liderlerinin neler olup bittiğini net bir şekilde anladıklarını, nasıl karşılık vereceklerini bildiklerini ve en azından savundukları değerlere biraz dikkat ettiklerini düşünürlerse Washington’un tavsiyelerine kulak verme ve liderliğini takip etme olasılıkları daha yüksektir. Eğer durum böyle değilse, neden herhangi bir konuda Amerikan tavsiyelerini dinlesinler ki?

Dünya Basını

ABD ve İsrail, UAEA’yı nasıl ele geçirdi?

Yayınlanma

Editörün notu: Medea Benjamin ve Nicolas J.S. Davies, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi’nin, ABD ve İsrail ile işbirliği yaparak, ajansın İran’ın aktif bir nükleer silah programı olmadığı yönündeki kendi bulgularına rağmen İran’a karşı bir savaş bahanesi yaratmak için kurumu manipüle ettiğini anımsatıyor. Bu durum, İsrail’in askeri saldırılar için hazırlandığı bir dönemde, eski ve potansiyel olarak uydurma İsrail istihbaratına dayanan tartışmalı bir UAEA kararının zayıf bir çoğunlukla geçirilmesiyle sağlandı. Yazarlar, Grossi’nin eylemlerini, benzer baskılara direnen selefi Muhammed el-Baradey’in dürüstlüğüyle karşılaştırıyor ve Grossi’nin bu tutumunun onu hem mevcut görevi hem de gelecekteki BM Genel Sekreterliği gibi pozisyonlar için uygunsuz kıldığına işaret ediyor.


ABD ve İsrail, UAEA’yı ele geçirip İran’a savaş başlatmak için Rafael Grossi’yi nasıl kullandı?

Medea Benjamin, Nicolas J.S. Davies
Common Dreams
23 Haziran 2025

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi, kendi kurumunun İran’ın nükleer silah programı olmadığı yönündeki sonucuna rağmen, ajansının ABD ve UAEA kurallarını uzun süredir ihlal eden ve nükleer silah sahibi olduğunu beyan etmemiş bir devlet olan İsrail tarafından İran’a karşı savaş bahanesi üretmek için kullanılmasına izin verdi.

12 Haziran’da, Grossi’nin hazırladığı ezici rapora dayanarak, UAEA Yönetim Kurulu’nun zayıf bir çoğunluğu, İran’ın bir UAEA üyesi olarak yükümlülüklerine uymadığı yönünde bir karar aldı. 35 ülkeden oluşan Kurul’da sadece 19 ülke karar lehine oy kullanırken, 3 ülke karşı oy kullandı, 11’i çekimser kaldı ve 2’si oylamaya katılmadı.

Amerika Birleşik Devletleri, 10 Haziran’da sekiz yönetim kurulu üyesi hükümetle temasa geçerek onları ya karar lehine oy kullanmaya ya da oylamaya katılmamaya ikna etti. İsrailli yetkililer, ABD’nin UAEA kararı için yaptığı baskıyı, İsrail’in savaş planlarına yönelik önemli bir ABD desteği sinyali olarak gördüklerini söyledi. Bu durum, İsrail’in savaş için diplomatik bir kılıf olarak UAEA kararına ne kadar değer verdiğini ortaya koyuyordu.

UAEA yönetim kurulu toplantısı, Başkan Trump’ın İran’a yeni bir nükleer anlaşma müzakere etmesi için verdiği 60 günlük ültimatomun son gününe denk getirildi. UAEA kurulu oy kullanırken bile İsrail, İran’a yapılacak uzun uçuş için savaş uçaklarına silah, yakıt ve ilave yakıt tankları yüklüyor ve pilotlarına hedefleri hakkında brifing veriyordu. İlk İsrail hava saldırıları o gece saat 03.00’te İran’ı vurdu.

İran, 20 Haziran’da Genel Direktör Grossi’yi, hem kamuoyuna yaptığı açıklamalarda İsrail’in İran’a yönelik tehditlerinin ve güç kullanımının yasa dışı olduğuna değinmeyerek hem de sadece İran’ın sözde ihlallerine odaklanarak kurumunun tarafsızlığını zedelediği gerekçesiyle BM Genel Sekreteri ve BM Güvenlik Konseyi’ne resmi şikâyette bulundu.

Bu karara yol açan UAEA soruşturmasının kaynağı, İsrail’in 2018’de ajanlarının İran’da daha önce açıklanmamış ve 2003’ten önce uranyum zenginleştirme faaliyeti yürüttüğü üç tesisi tespit ettiğini iddia ettiği bir istihbarat raporuydu. Grossi 2019’da bir soruşturma başlattı ve UAEA sonunda bu tesislere erişim sağlayarak zenginleştirilmiş uranyum izleri tespit etti.

Eylemlerinin vahim sonuçlarına rağmen Grossi, İranlı yetkililerin öne sürdüğü gibi, İsrail’in Mossad istihbarat teşkilatının veya Halkın Mücahitleri Örgütü (HMÖ) gibi İranlı işbirlikçilerinin bu zenginleştirilmiş uranyumu o tesislere kendilerinin yerleştirmediğinden UAEA’nın nasıl emin olabildiğini kamuoyuna hiçbir zaman açıklamadı.

Bu savaşı tetikleyen UAEA kararı yalnızca İran’ın 2003 öncesi zenginleştirme faaliyetleriyle ilgili olsa da, ABD’li ve İsrailli siyasetçiler hızla İran’ın nükleer silah yapmanın eşiğinde olduğuna dair asılsız iddialara yöneldi. ABD istihbarat teşkilatları daha önce, İsrail ve ABD’nin İran’ın mevcut sivil nükleer tesislerini bombalamaya ve tahrip etmeye başlamasından önce bile, böylesine karmaşık bir sürecin üç yıla kadar süreceğini bildirmişti.

UAEA’nın İran’daki bildirilmemiş nükleer faaliyetlere ilişkin önceki soruşturmaları, Aralık 2015’te UAEA Genel Direktörü Yukiya Amano’nun İran’ın Nükleer Programına İlişkin Geçmişteki ve Günümüzdeki Çözümlenmemiş Konular Hakkında Nihai Değerlendirme başlıklı raporunu yayımlamasıyla resmen tamamlanmıştı.

UAEA, İran’ın geçmişteki bazı faaliyetlerinin nükleer silahlarla ilgili olabileceğini, ancak bunların “fizibilite ve bilimsel çalışmaların, belirli ilgili teknik yetkinliklerin ve kabiliyetlerin edinilmesinin ötesine geçmediğini” değerlendirdi. UAEA, “İran’ın nükleer programının olası askeri boyutlarıyla bağlantılı olarak nükleer materyalin başka amaçla kullanıldığına dair hiçbir güvenilir belirti bulamamıştır,” sonucuna vardı.

Yukiya Amano’nun 2019’da görev süresi dolmadan hayatını kaybetmesi üzerine Arjantinli diplomat Rafael Grossi, UAEA Genel Direktörlüğü’ne atandı. Grossi, Amano döneminde Genel Direktör Yardımcısı ve ondan önce de Genel Direktör Muhammed el-Baradey döneminde Özel Kalem Müdürü olarak görev yapmıştı.

İsraillilerin, İran’ın nükleer faaliyetleri hakkında sahte deliller uydurma konusunda uzun bir geçmişi var. Tıpkı 2004’te HMÖ tarafından CIA’e verilen ve Mossad tarafından yaratıldığına inanılan kötü şöhretli “dizüstü bilgisayar belgeleri” gibi. 2009’da Senato Dış İlişkiler Komisyonu için İran’ın nükleer programı hakkında bir rapor yazan Douglas Frantz, Mossad’ın 2003’te “İran içinden ve başka yerlerden gelen belgeleri” kullanarak İran’ın nükleer programı hakkında gizli brifingler vermek üzere özel bir birim kurduğunu ortaya çıkardı.

Yine de Grossi, İsrail’in son iddialarını takip etmek için onlarla işbirliği yaptı. İsrail’de birkaç yıl süren toplantılar, İran’da ise müzakereler ve denetimlerin ardından UAEA Yönetim Kurulu’na raporunu yazdı ve kurul toplantısını İsrail’in savaşı için planlanan başlangıç tarihine denk gelecek şekilde planladı.

İsrail, son savaş hazırlıklarını, kararı hazırlayan ve lehte oy kullanan Batılı ülkelerin uydularının ve istihbarat teşkilatlarının gözü önünde yaptı. 13 ülkenin çekimser kalması veya oy kullanmaması şaşırtıcı değil, ancak daha fazla tarafsız ülkenin bu sinsi karara karşı oy kullanacak bilgeliği ve cesareti bulamaması trajik.

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) resmi amacı, “nükleer teknolojilerin güvenli, emniyetli ve barışçıl kullanımını teşvik etmek.” 1965’ten bu yana 180 üye ülkenin tamamı, nükleer programlarının “herhangi bir askeri amacı ilerletecek şekilde kullanılmamasını” sağlamak için UAEA’nın güvenlik denetimlerine tabi.

UAEA’nın çalışmaları, halihazırda nükleer silahlara sahip ülkelerle uğraşırken bariz bir şekilde tehlikeye giriyor. Kuzey Kore 1994’te UAEA’dan, 2009’da ise tüm güvenlik denetimlerinden çekildi. Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Birleşik Krallık, Fransa ve Çin’in UAEA ile olan güvenlik denetimi anlaşmaları, yalnızca “seçilmiş” askeri olmayan tesisler için yapılan “gönüllü tekliflere” dayanıyor. Hindistan’ın askeri ve sivil nükleer programlarını ayrı tutmasını gerektiren 2009 tarihli bir güvenlik denetimi anlaşması bulunurken, Pakistan’ın ise yalnızca sivil nükleer projeler için 10 ayrı güvenlik denetimi anlaşması var; bunlardan sonuncusu, Çin yapımı iki elektrik santralini kapsamak üzere 2017’de yapıldı.

Ancak İsrail’in, ABD ile 1955’te imzaladığı sivil nükleer işbirliği anlaşması için yalnızca 1975 tarihli sınırlı bir güvenlik denetimi anlaşması bulunuyor. 1977’de yapılan bir ek, kapsadığı ABD ile işbirliği anlaşması dört gün sonra sona ermesine rağmen, UAEA güvenlik denetimi anlaşmasını süresiz olarak uzattı. Dolayısıyla, ABD ve UAEA’nın yarım asırdır göz yumduğu bu uyum parodisi sayesinde İsrail, tıpkı Kuzey Kore gibi UAEA güvenlik denetimlerinden etkili bir şekilde kaçtı.

İsrail, 1950’lerde Fransa, İngiltere ve Arjantin dahil Batılı ülkelerden aldığı önemli yardımlarla nükleer silah üzerinde çalışmaya başladı ve ilk silahlarını 1966 veya 1967’de üretti. İran’ın 2015’te Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) nükleer anlaşmasını imzaladığı sırada, eski Dışişleri Bakanı Colin Powell sızdırılan bir e-postada, “İsrail’in hepsi Tahran’a hedeflenmiş 200 nükleer silahı olduğu için” bir nükleer silahın İran için işe yaramaz olacağını yazmıştı. Powell, eski İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın, “Nükleer silahla ne yapardık ki? Cilalar mıydık?” diye sorduğunu aktarmıştı.

2003’te Powell, BM Güvenlik Konseyi’nde Irak’a savaş açmak için bir gerekçe sunmaya çalışıp başarısız olurken, Başkan Bush, İran, Irak ve Kuzey Kore’yi “kitle imha silahları” peşinde oldukları iddiasına dayanarak “şer ekseni” olarak karaladı. Mısırlı UAEA Direktörü Muhammed el-Baradey, Güvenlik Konseyi’ne defalarca UAEA’nın Irak’ın nükleer silah geliştirdiğine dair hiçbir kanıt bulamadığını temin etti.

CIA, tıpkı İsrail’in 1960’larda Arjantin’den gizlice ithal ettiği gibi, Irak’ın Nijer’den sarı kek uranyum ithal ettiğini gösteren bir belge ortaya çıkardığında, UAEA’nın belgenin sahte olduğunu anlaması sadece birkaç saat sürdü ve el-Baradey bunu derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirdi.

Bush, Nijer’den gelen sarı kek yalanını ve Irak hakkındaki diğer bariz yalanları tekrarlamaya devam etti ve ABD, onun yalanlarına dayanarak Irak’ı işgal edip yok etti. Bu, tarihi boyutlarda bir savaş suçuydu. Dünyanın çoğu, el-Baradey ve UAEA’nın başından beri haklı olduğunu biliyordu ve 2005’te, Bush’un yalanlarını ortaya çıkardıkları, güç odaklarına karşı gerçeği söyledikleri ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesini güçlendirdikleri için Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüler.

2007’de, 16 ABD istihbarat teşkilatının tamamı tarafından hazırlanan bir Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi (NIE), UAEA’nın, Irak gibi İran’ın da nükleer silah programı olmadığı yönündeki bulgusunu teyit etti. Bush’un anılarında yazdığı üzere, “… NIE’den sonra, istihbarat camiasının aktif bir nükleer silah programı olmadığını söylediği bir ülkenin nükleer tesislerini yok etmek için orduyu kullanmayı nasıl açıklayabilirdim ki?” Bush bile aynı yalanları geri dönüştürerek İran’ı da Irak gibi yok etmekten sıyrılabileceğine inanamıyordu ve Trump şimdi bunu yaparak ateşle oynuyor.

El-Baradey, kendi anı kitabı Aldatma Çağı: Hain Zamanlarda Nükleer Diplomasi‘de, eğer İran nükleer silahlar üzerine bir ön araştırma yaptıysa, bunun muhtemelen 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı sırasında, ABD ve müttefiklerinin Irak’a 100 bin kadar İranlıyı öldüren kimyasal silahlar üretmesine yardım ettikten sonra başladığını yazdı.

ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dış politikasına hâkim olan yeni muhafazakârlar (neocon’lar), Nobel ödüllü el-Baradey’i dünya çapındaki rejim değişikliği emellerine bir engel olarak gördüler ve 2009’da görev süresi dolduğunda daha uysal yeni bir UAEA Genel Direktörü bulmak için gizli bir kampanya yürüttüler.

Japon diplomat Yukiya Amano yeni Genel Direktör olarak atandıktan sonra, Wikileaks tarafından yayımlanan ABD diplomatik yazışmaları, onun ABD’li diplomatlar tarafından kapsamlı bir şekilde incelendiğinin ayrıntılarını ortaya çıkardı. Diplomatlar Washington’a, Amano’nun “üst düzey personel atamalarından İran’ın iddia edilen nükleer silah programının ele alınışına kadar her kilit stratejik kararda kesin olarak ABD’nin tarafında olduğunu” bildirmişlerdi.

Rafael Grossi, 2019’da UAEA Genel Direktörü olduktan sonra, sadece UAEA’nın ABD ve Batı çıkarlarına boyun eğmesini ve İsrail’in nükleer silahlarını görmezden gelme pratiğini sürdürmekle kalmadı, aynı zamanda UAEA’nın İsrail’in İran’a karşı savaş yürüyüşünde kritik bir rol oynamasını sağladı.

Grossi, kamuoyunda İran’ın nükleer silah programı olmadığını ve Batı’nın İran hakkındaki endişelerini çözmenin tek yolunun diplomasi olduğunu kabul ederken bile, UAEA’nın İran’ın geçmiş faaliyetlerine ilişkin soruşturmasını yeniden açarak İsrail’in savaş sahnesini hazırlamasına yardım etti. Ardından, tam da İsrail savaş uçaklarına İran’ı bombalamak için silahların yüklendiği gün, UAEA Yönetim Kurulu’nun İsrail ve ABD’ye istedikleri savaş bahanesini verecek bir kararı geçirmesini sağladı.

UAEA Direktörü olarak son yılında Muhammed el-Baradey, Grossi’nin 2019’dan beri karşılaştığına benzer bir ikilemle yüzleşmişti. 2008’de, ABD ve İsrail istihbarat teşkilatları, UAEA’ya İran’ın dört farklı türde nükleer silah araştırması yürüttüğünü gösteren belgelerin kopyalarını vermişti.

2003’te Bush’un Nijer’den gelen sarı pasta belgesi açıkça sahteyken, UAEA İsrail belgelerinin gerçek olup olmadığını tespit edemedi. Bu yüzden el-Baradey, önemli siyasi baskılara rağmen bu belgeler üzerinde işlem yapmayı veya bunları kamuoyuna açıklamayı reddetti. Zira Aldatma Çağı‘nda yazdığı gibi, ABD ve İsrail’in “İran’ın yakın bir tehdit oluşturduğu izlenimini yaratmak, belki de güç kullanımına zemin hazırlamak istediklerini” biliyordu. El-Baradey 2009’da emekli oldu ve bu iddialar, 2015’te Yukiya Amano tarafından çözülmek üzere geride bıraktığı “çözümlenmemiş konular” arasındaydı.

Eğer Rafael Grossi, Muhammed el-Baradey’in 2009’da gösterdiği aynı ihtiyat, tarafsızlık ve bilgeliği göstermiş olsaydı, bugün ABD ve İsrail’in İran’la savaşta olmaması kuvvetle muhtemeldi.

Muhammed el-Baradey, 17 Haziran 2025’te attığı bir tweette şöyle yazdı: “Müzakerelere değil de güce güvenmek, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı (NPT) ve nükleer silahların yayılmasını önleme rejimini (kusurlu da olsa) yok etmenin kesin bir yoludur ve pek çok ülkeye ‘nihai güvenliklerinin’ nükleer silah geliştirmek olduğu yönünde net bir mesaj gönderir!!!”

Grossi’nin UAEA Genel Direktörü olarak ABD-İsrail savaş planlarındaki rolüne rağmen, ya da belki de bu rolü yüzünden, 2026’da Antonio Guterres’in yerine BM Genel Sekreteri olacak Batı destekli bir aday olarak lanse edildi. Bu, dünya için bir felaket olurdu. Neyse ki, dünyayı Rafael Grossi’nin ABD ve İsrail’in içine sürüklemesine yardım ettiği krizden çıkaracak çok daha nitelikli adaylar var.

Rafael Grossi, nükleer silahların yayılmasının önlenmesini daha fazla baltalamadan ve dünyayı nükleer savaşa daha da yaklaştırmadan önce UAEA Direktörlüğü’nden istifa etmeli. Ayrıca BM Genel Sekreterliği adaylığından da adını çekmeli.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız, Steven D. Grumbine tarafından kaleme alınan metin, teknik terimlerin ve nötralize edilmiş kavramların egemenliğindeki iktisat yazınında, paranın sınıfsal doğasını ve politik işlevini görünür kılarak iktisadı “yeniden” siyasileştirme çağrısı yapıyor. Grumbine bu kısa makalesiyle, Modern Para Teorisi’nin devletin sınıfsal karakterinden soyutlanarak araçsallaştırılmasına karşı, parasal egemenliğin ancak ve ancak sınıf mücadeleleri içinden devrimci bir imkâna dönüşebileceğini anımsatarak, teknik iktisat jargonu ardına gizlenmiş sınıf savaşımını teşhir ediyor. Kemer sıkma politikalarının, işsizliğin ve enflasyon korkularının nesnel değil, ideolojik ve sınıfsal tercihlerle inşa edildiğini göstermesi bakımından, akademik nötralitenin ötesine geçen ve hâkim iktisat anlayışlarına doğrudan meydan okuyan bir nitelik taşıyor.


Sınıf Mücadelesinden Yoksun Modern Para Teorisi, Muhasebeden İbarettir

Steven D. Grumbine
Real Progressives
11 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal

Solun iktisat eğitimi uzun süredir iki ölümcül eksiklikten mustarip: Anaakım iktisadın kemer sıkma mitleri ile ortodoks Marksizmin meta-para fetişizmi. Pavlina Tcherneva’nın The Case for a Job Guarantee [İş Garantisi Savunusu] (2020) adlı çalışmasında gösterdiği üzere, hâkim sınıflar işsizliği, işçi gücünü ve ücretleri baskılamak amacıyla bir disiplin aracı olarak kasıtlı biçimde sürdürür, ki bu da, “kıtlığın” iktisadi bir zorunluluktan ziyade siyasal bir inşa olduğunun somut kanıtıdır. Öte yandan, Marx’ın siyasal iktisat eleştirisi (Kapital, Cilt 1, 1867) temel metin olmayı sürdürdüğü için, birçok sosyalist onun emek-değer kuramını yanlış biçimde uygulayarak parayı meta değişimiyle özdeşleştirmekte ve devlet tarafından yaratılan itibari paranın modern gerçekliğini göz ardı etmektedir. Bu kuramsal kargaşa, devrimci potansiyeli felce uğratmıştır.

Kapitalist devletin parasal egemenliği, Stephanie Kelton tarafından Deficit Myth [Bütçe Açığı Efsanesi] (2020) eserinde etraflıca açıklandığı gibi, kemer sıkma politikalarının sınıf savaşımından başka bir şey olmadığını ortaya koyar. Nitekim para basma yetkisine sahip hükümetler, mali değil, fiziksel kaynak kısıtlarıyla karşı karşıyadır (Mitchell, Wray & Watts, Makroekonomi, 2019). Wynne Godley’nin sektörel denge yaklaşımının (Seven Unsustainable Processes, 1999) matematiksel olarak kanıtladığı üzere, politikacılar trilyon dolarlık askeri bütçeleri onaylarken “evrensel sağlık hizmetini karşılayamayız” dediklerinde, muhasebe hatası yapmıyor, sınıf önceliklerini dayatıyorlar. “Ulusal borç” denilen şey ise, gerçekte egemen sınıfa aktarılan reel kaynakların finansal yansımasından ibaret.

Ne var ki, seçim illüzyonlarını doğru şekilde reddeden Marksistler arasında dahi tehlikeli iktisadi yanılgılar varlığını sürdürüyor. Soldaki enflasyon fobisi, sıklıkla Godley’nin temel öngörüsünü, yani fiyat istikrarının soyut para arzından değil, reel üretim ile talep arasındaki dengeden kaynaklandığı gerçeğini, göz ardı eder. Şili oligarşisi Allende’yi devirmek için kasıtlı olarak kıtlık yarattığında, Marx’ın veciz sözünü (“Modern devletin yürütme organı, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir”, Komünist Manifesto, 1848) teyit etmiş oldu. Randy Wray’ın Modern Money Theory [Modern Para Teorisi] (2015, 2024) eseri, itibari paranın değerini herhangi bir metaya bağlı olmaktan değil, devletin vergi toplama ve dayatma otoritesinden aldığını ortaya koyar, yine de bazı sosyalistler hâlâ altın standardını veya emek bonolarını savunmakta, mevcut parasal sistemi ele geçirmek yerine ütopyacılığa sığınmaktalar.

Tcherneva ile Mitchell & Muysken (Full Employment Abandoned, [Tam İstihdamın Terk Edilişi] 2008) tarafından geliştirilen İş Garantisi (JG) önerileri, kapitalizm altındaki reformun diyalektik doğasını açığa çıkarır: Mevcut sistem içinde uygulandığında, JG, basitçe ücret disiplinini dayatmanın bir aracına dönüşebilir [çünkü] ancak işçilerin denetimi altında, işsizler ordusu tamamen ortadan kaldırılabilir. Bu çelişki, MMT’nin tüm içgörülerinin belirleyici özelliğidir – yani bu içgörüler, yalnız ve yalnız sermayenin yapısal gücünü kıracak denli güçlü hareketlerin elinde devrimci bir niteliğe kavuşabilirler. Gramsci’nin kültürel hegemonya kuramı (Hapishane Defterleri, 1935), burjuvazinin kapitalist ilişkileri doğal ve kaçınılmaz göstermek yoluyla denetimi nasıl kurduğunu ve sürdürdüğünü açıklar.

Tarihin dersi açıktır. Wray’in belgelediği gibi, 1930’ların işyeri grevleri, politika belgeleriyle değil, Ulusal Çalışma İlişkileri Yasası imzalanana kadar fabrikaların fiziksel işgali yoluyla kazanılmıştır. Mitchell’in savaş sonrası tam istihdam üzerine yaptığı çalışmalar, tam istihdamın yalnızca militan ve mücadeleci sendikaların grev kapasitesini koruduğu sürece var olabileceğini kanıtlamıştır. Gramsci’nin kültürel hegemonya anlayışını ve Godley’nin sektörel denge analizini içselleştirmiş günümüzün finansallaşmış oligarşisi, artık çok daha rafine baskı biçimlerine başvuruyor: Algoritmik ücret gaspı, finans piyasasına endekslenmiş konut hakkı ve her yere sirayet eden borç köleliği. Kelton haklı, tüm toplumsal ihtiyaçlara yetecek para mevcut; Tcherneva ispatladı, işler derhal yaratılabilir; ve Marx haklıydı, sermaye ayrıcalığını asla gönüllü olarak terk etmeyecek.

Dolayısıyla görevimiz “MMT politikalarını uygulamak” değil, ürettiğimiz artık değeri denetleyebilecek işçi sınıfı gücünü inşa etmektir. Mitchell’in JG modelleri, ancak kendiliğinden grevlerle birleştiği bir durumda devrimci nitelik kazanır. Wray’ın parasal analizi yalnızca kredinin spekülasyondan toplumsal ihtiyaçlara yönlendirilmesi söz konusu olduğunda önem arz eder. Gramsci’nin öğrettiği gibi, hem anlık mücadelelerin “siperlerinde” (kira grevleri, borçların reddi) hem de ideolojinin “katedralinde” (paranın sınıfsal bir silah olarak teşhiri) eş zamanlı savaşmalıyız. Kelton’un bütçe açığı gerçekleri ile Marx’ın artık-değer kuramı tek bir talepte kesişiyor: Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek. Seçimlerle falan değil- 1917, 1936 ve 1968’de olduğu gibi sermayeyi tir tir titreten örgütlü bir güçle.

Para, işçilere karşı oynanan hileli bir oyunda burjuvazinin skor tablosudur. Tcherneva’nın JG planları, Godley’nin sektörel denge analizleri ve Wray’ın vergi temelli para teorisi, başka bir dünyanın teknik olarak mümkün olduğunu gösteriyor. Fakat Marx’ın dediği gibi, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa asıl mesele onu değiştirmektir.” Değiştireceğiz: Grev hatlarımız onların polislerini sayıca aştığında, direnişlerimiz onların rezervlerini tükettiğinde ve dayanışmamız yeni bir kültürel hegemonya haline geldiğinde. Fabrikalar âtıl halde, işçiler hazır bekliyor; bizi engelleyen tek şey sermayenin şiddet tehdidi. O şiddeti tarihin çöplüğüne yollayalım.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Yayınlanma

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.

James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025

Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.

Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.

Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.

İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.

İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.

Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?

Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.

Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.

Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.

Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.

Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.

Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.

Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English