Bizi Takip Edin

Dünya Basını

‘İsrail-Hamas savaşından sonra dünya eskisi gibi olmayacak’

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İsrail-Hamas savaşının küresel jeopolitik sonuçlarına odaklanıyor. ABD’li uluslararası ilişkiler Profesörü Stephan Walt’un kaleme aldığı analizde savaş daha geniş bir alana yayılmasa ve kısa sürede sonuçlansa bile savaşın jeopolitik dengeleri etkileyeceği hatta etkilemeye başladığı görüşünde:

***

İsrail-Hamas Savaşından Sonra Dünya Eskisi Gibi Olmayacak

Orta Doğu’daki son savaşın geniş çaplı jeopolitik etkileri olacak.

 Stephen M. Walt

Gazze’deki son savaşın geniş kapsamlı yansımaları olacak mı? Kural olarak, olumsuz jeopolitik gelişmelerin genellikle çeşitli türden dengeleyici güçler tarafından dengelendiğini ve dünyanın küçük bir bölgesindeki olayların başka yerlerde büyük dalga etkisi yaratma eğiliminde olmadığını düşünüyorum. Krizler ve savaşlar meydana gelebilir, ancak genellikle soğukkanlılık galip gelir ve bunların sonuçlarını sınırlar.

Ancak her zaman değil ve Gazze’deki mevcut savaş da bu istisnalardan biri olabilir. Hayır, Üçüncü Dünya Savaşı’nın eşiğinde olduğumuzu düşünmüyorum; hatta mevcut çatışmalar daha büyük bir bölgesel çatışmaya yol açarsa şaşırırım. Bu olasılığı tamamen göz ardı etmiyorum, ancak şu ana kadar kenarda duran hiçbir devlet veya grup (Hizbullah, İran, Rusya, Türkiye, vb.) doğrudan dahil olmaya istekli görünmüyor ve ABD yetkilileri de çatışmayı bölgede tutmaya çalışıyor. Daha büyük bölgesel bir çatışma daha da maliyetli ve tehlikeli olacağı için hepimiz bu çabaların başarılı olmasını ummalıyız. Ancak savaş Gazze ile sınırlı kalsa ve kısa sürede sona erse bile dünya çapında önemli yansımaları olacak.

Bu geniş etkilerin neler olabileceğini görmek için, Hamas’ın 7 Ekim’deki sürpriz saldırısından hemen önce jeopolitiğin genel durumunu hatırlamak önemli. Hamas saldırmadan önce ABD ve NATO müttefikleri Ukrayna’da Rusya’ya karşı bir vekalet savaşı yürütüyordu. Amaçları Ukrayna’nın Rusya’yı Şubat 2022’den sonra ele geçirdiği topraklardan sürmesine yardımcı olmak ve Rusya’yı gelecekte benzer eylemlere girişemeyecek kadar zayıflatmaktı. Ancak savaş iyi gitmiyordu: Ukrayna’nın yaz aylarındaki karşı saldırısı durmuştu, askeri güç dengesi giderek Moskova’ya doğru kayıyor gibi görünüyordu ve Kiev’in kaybettiği toprakları silah ya da müzakereler yoluyla geri kazanabileceğine dair umutlar azalıyordu.

ABD ayrıca Pekin’in yarı iletken üretimi, yapay zekâ, kuantum hesaplama ve diğer yüksek teknoloji alanlarında hakimiyet kurmasını engellemek amacıyla Çin’e karşı fiili bir ekonomik savaş yürütüyordu. Washington Çin’i uzun vadede başlıca rakibi (Pentagon dilinde “yükselen tehdit”) olarak görüyordu ve Biden yönetimi bu meydan okumaya giderek daha fazla odaklanmayı amaçlıyordu. Yönetim yetkilileri ekonomik kısıtlamalara sıkıca odaklandıklarını söylediler (yani, “küçük bahçe ve yüksek çit”) ve Çin ile diğer işbirliği biçimleri için istekli olduklarında ısrar ettiler. Ancak, yüksek çitin Çin’in en azından bazı önemli teknoloji alanlarında zemin kazanmasını engelleyip engelleyemeyeceği konusunda artan şüphelere rağmen, küçük bahçe büyümeye devam etti.

Orta Doğu’da ise Biden yönetimi karmaşık bir diplomatik atak yapmaya çalışıyordu: Suudilerin İsrail ile ilişkilerini normalleştirmesi karşılığında Riyad’a bir tür resmi güvenlik garantisi ve belki de hassas nükleer teknolojiye erişimine izin vererek Suudi Arabistan’ı Çin’e yaklaşmaktan caydırmaya çalıştı. Ancak bu anlaşmanın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği belli değildi ve eleştirmenler Filistin meselesini görmezden gelmenin ve İsrail hükümetinin Filistin topraklarında giderek sertleşen eylemlerine göz yummanın nihai bir patlama riski taşıdığı konusunda uyarıda bulunmuştu.

Sonra 7 Ekim geldi. Bin 400’den fazla İsrailli vahşice öldürüldü ve şimdi Gazze’de 4 bini çocuk olmak üzere 10 on binden fazla insan İsrail bombardımanında hayatını kaybetti. İşte devam eden bu trajedinin jeopolitik ve ABD dış politikası için anlamı şudur:

Öncelikle, savaş ABD öncülüğündeki Suudi-İsrail normalleşme çabalarını sekteye uğrattı (ve bu gelişmeyi durdurmak neredeyse kesin olarak Hamas’ın hedeflerinden biriydi). Elbette bu sonsuza kadar engel olmayabilir çünkü anlaşmanın arkasındaki asıl teşvikler Gazze’deki çatışmalar sona erdiğinde de devam edecek. Yine de anlaşmanın önündeki engeller açıkça artmış durumda ve ölü sayısı arttıkça bu engeller de artmaya devam edecek.

İkinci olarak, savaş ABD’nin Orta Doğu’ya daha az zaman ve dikkat harcama ve dikkat ve çabasını Asya’nın daha doğusuna kaydırma girişimlerini engelleyecektir. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, Foreign Affairs’te yayınlanan (Hamas’ın saldırısından hemen önce basılan) ve artık olayların önüne geçtiği meşhur makalesinde, yönetimin Ortadoğu’ya yönelik “disiplinli” yaklaşımının “diğer küresel öncelikler için kaynakları serbest bırakacağını” ve “yeni Ortadoğu çatışmaları riskini azaltacağını” iddia etmişti. Geçen ayın da gösterdiği gibi, işler tam olarak böyle gelişmedi.

Bu bir kapasite meselesi: Bir günde sadece 24 saat ve bir haftada sadece yedi gün var ve Başkan Joe Biden, Dışişleri Bakanı Antony Blinken ve diğer üst düzey ABD yetkilileri birkaç günde bir İsrail’e ve diğer Orta Doğu ülkelerine uçup başka yerlere yeterli zaman ve ilgi ayıramazlar. Asya uzmanı Kurt Campbell’ın dışişleri bakan yardımcısı olarak atanması bu sorunu biraz hafifletebilir, ancak bu son Orta Doğu krizi yine de kısa ve orta vadede Asya için daha az diplomatik ve askeri kapasitenin olacağı anlamına geliyor. Orta düzey yetkililerin yönetimin çatışmaya yönelik tek taraflı tepkisinden rahatsız olduğu Dışişleri Bakanlığı’ndaki iç karışıklık da bu sorunu daha kolay hale getirmeyecek.

Kısacası, Orta Doğu’daki son savaş Tayvan, Japonya, Filipinler ya da Çin’in artan baskısıyla karşı karşıya olan diğer ülkeler için iyi bir haber değil. Pekin’in ekonomik sıkıntıları, Tayvan’a karşı ya da Güney Çin Denizi’ndeki iddialı eylemlerini durdurmadı; buna bir Çin önleme uçağının devriye gezen bir ABD B-52 bombardıman uçağının 10 fit yakınından uçtuğu bildirilen son olay da dahil. İki uçak gemisinin Doğu Akdeniz’de konuşlanmış olması ve Washington’daki dikkatlerin buraya çevrilmiş olması, Asya’da işlerin kötüye gitmesi halinde etkili bir şekilde karşılık verme kabiliyetini kaçınılmaz olarak zayıflatıyor.

Ve unutmayın, Gazze’deki savaşın Lübnan ya da İran’ı da içine alacak şekilde genişlemediğini varsayıyorum ki bu olasılık ABD ve diğerlerini yeni ve daha ölümcül bir durumun içine iter ve daha fazla zaman, dikkat ve kaynak gerektirir.

Üçüncüsü, Gazze’deki çatışma Ukrayna için bir felaket. Gazze savaşı basının gündemini meşgul ediyor ve yeni bir ABD yardım paketi için destek toplanmasını zorlaştırıyor. Temsilciler Meclisi’ndeki Cumhuriyetçiler şimdiden karşı çıkmaya başladı ve Gallup’un 4-16 Ekim tarihleri arasında yaptığı bir ankete göre Amerikalıların yüzde 41’i ABD’nin Ukrayna’ya çok fazla destek verdiğine inanıyor; bu oran haziran ayında yüzde 29’du.

Ancak sorun bundan daha da büyük. Ukrayna’daki çatışma bir yıpratma savaşına dönüştü ve bu da topçuların savaş alanında merkezi bir rol oynadığı anlamına geliyor. Ancak ABD ve müttefikleri Ukrayna’nın ihtiyaçlarını karşılayacak kadar mühimmat üretemediği için Washington, Kiev’i savaşta tutmak için Güney Kore ve İsrail’deki stoklara yönelmek zorunda kaldı. Şimdi İsrail savaşta olduğuna göre, Ukrayna’ya gidecek olan topçu mermilerinin veya diğer silahların bir kısmını alacak. Peki Ukrayna daha fazla toprak kaybetmeye başlarsa ya da Tanrı korusun ordusu çökmeye başlarsa Biden ne yapacak? Sonuç olarak, Gazze’de olanlar Kiev için iyi haber değil.

Avrupa Birliği için de kötü haber. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali bazı küçük sürtüşmelere rağmen Avrupa’nın birliğini artırmıştı ve son Polonya seçimlerinde otokratik ve yıkıcı Hukuk ve Adalet partisinin devrilmesi de cesaret verici bir işaretti. Ancak Gazze’deki savaş Avrupa’daki bölünmeleri yeniden alevlendirdi; bazı ülkeler İsrail’i kayıtsız şartsız desteklerken, diğerleri Filistinlilere (Hamas’a olmasa da) daha fazla sempati duyuyor. Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ile AB’nin en üst düzey diplomatı Josep Borrell arasında da ciddi bir çatlak ortaya çıktı. 800 kadar AB çalışanının von der Leyen’i fazla İsrail yanlısı olmakla eleştiren bir mektup imzaladığı bildirildi. Savaş ne kadar uzun sürerse bu ayrılıklar da o kadar büyüyecek. Bu bölünmeler aynı zamanda Avrupa’nın diplomatik zayıflığının, hatta ilgisizliğinin altını çiziyor ve dünya demokrasilerini güçlü ve etkili bir koalisyonda bir araya getirme hedefini baltalıyor.

Tüm bunların Rusya ve Çin için çok iyi haberler olduğunu söylemeye gerek yok. Onların bakış açısına göre, ABD’nin dikkatini Ukrayna ya da Doğu Asya’dan uzaklaştıracak her şey arzu edilir, özellikle de kenarda oturup hasarın birikmesini izleyebilecekleri zaman. Daha önceki bir köşe yazımda da belirttiğim gibi, savaş aynı zamanda Moskova ve Pekin’e ABD liderliğindeki bir sistem yerine uzun zamandır savundukları çok kutuplu dünya düzeni için kolay bir argüman daha veriyor. Tek yapmaları gereken başkalarına ABD’nin son 30 yıldır Ortadoğu’yu yöneten başlıca büyük güç olduğunu ve bunun sonuçlarının Irak’ta feci bir savaş, İran’ın gizli nükleer kapasitesi, İslam Devleti’nin ortaya çıkışı, Yemen’de insani bir felaket, Libya’da anarşi ve Oslo barış sürecinin başarısızlığı olduğunu göstermek. Bu açıdan bakıldığında, Hamas’ın 7 Ekim’deki vahşi saldırısı Washington’un en yakın dostlarını bile korkunç olaylardan koruyamadığını gösteriyor. Bu suçlamalardan herhangi birine itiraz edilebilir, ancak pek çok yerde sempati duyan bir kitle bulacaklar. Şaşırtıcı olmayan şekilde, Rus ve Çin medyası bu çatışmayı, kendini “vazgeçilmez ulus” olarak tanımlayan Amerika’ya karşı puan toplamak için kullanmaya başladı bile.

İleriye baktığımızda, savaş ve Amerika’nın buna verdiği yanıt, bir süre daha Amerikalı diplomatların sırtında yük olacak. ABD ve Batı’nın Ukrayna krizi konusundaki görüşleri ile küresel güneydeki birçok liderin tutumları arasında zaten önemli bir uçurum vardı. Bu liderler, Rusya’nın işgalini tam olarak desteklemiyorlardı, ancak Batı elitlerinin çifte standart ve seçici ilgisinden rahatsızlık duyuyorlardı. İsrail’in Hamas’ın saldırılarına verdiği ezici karşılık, bu uçurumu daha da derinleştiriyor. Bunun bir kısmı, dünyanın geri kalanında Filistinlilerin genel durumuna daha fazla duyarlılık olmasından kaynaklanıyor; bu duyarlılık, Amerika Birleşik Devletleri veya Avrupa’da bulunan duyarlılıktan daha fazla.

Bu sempati savaş uzadıkça ve daha fazla Filistinli sivil öldürüldükçe artacaktır, özellikle de ABD hükümeti ve bazı önde gelen Avrupalı politikacılar bir tarafa bu kadar ağırlık verirken. Üst düzey bir G-7 diplomatının geçen ay Financial Times’a söylediği gibi: “Küresel güneydeki savaşı kesinlikle kaybettik. Küresel güneyle [Ukrayna konusunda] yaptığımız tüm çalışmalar boşa gitti. … Kuralları unutun, dünya düzenini unutun. Bizi bir daha asla dinlemeyecekler.” Bu görüş abartılı olabilir ama yanlış değil.

Dahası, Atlantik ötesi toplumun rahat sınırları dışında kalan insanlar Batı’nın seçici ilgisinden rahatsız. Ortadoğu’da yeni bir savaş patlak veriyor ve Batı medyası tamamen bu savaşa odaklanmış durumda; üst düzey gazeteler haber ve yorumlara sayısız sayfa ayırıyor ve haber kanalları bu olaylara saatlerce yer veriyor. Politikacılar ne yapılması gerektiğine dair görüşlerini sunmak için birbirleriyle yarışıyor. Ancak bu son savaşın patlak verdiği hafta Birleşmiş Milletler, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde çoğu oradaki şiddetin bir sonucu olarak yaklaşık 7 milyon insanın yerinden edildiğini bildirdi. Söz konusu insan sayısı İsrail ya da Gazze’deki kurbanların sayısını gölgede bıraksa da bu haber neredeyse hiç yankı uyandırmadı.

Bu etki de abartılmamalı: Küresel güneydeki devletler Batı’nın ikiyüzlülüğüne duydukları öfke ve kızgınlığa rağmen kendi çıkarlarının peşinden gitmeye ve ABD ve diğerleriyle iş yapmaya devam edecekler. Ancak bu durum onlarla başa çıkmayı kolaylaştırmayacak ve normlar, kurallar ve insan hakları konusundaki gevezeliklerimize pek aldırış etmelerini bekleyemeyiz. Daha fazla devlet Çin’i Washington’a karşı faydalı bir denge unsuru olarak görmeye başlarsa şaşırmayın.

Son olarak, bu talihsiz olay Amerika’nın dış politikada yetkinlik konusundaki itibarını parlatmayacak. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun İsrail’i korumadaki başarısızlığı itibarını sonsuza dek lekeleyebilir, ancak ABD dış politika kurumu da bu katliamın geleceğini göremedi ve bugüne kadarki tepkisi de yardımcı olmadı. Bu son başarısızlığa Ukrayna’da talihsiz bir sonuç eşlik ederse, diğer devletler Amerikan güvenilirliğini değil, Amerikan muhakemesini sorgulayacaktır. Çünkü diğer devletler, ABD liderlerinin neler olup bittiğini net bir şekilde anladıklarını, nasıl karşılık vereceklerini bildiklerini ve en azından savundukları değerlere biraz dikkat ettiklerini düşünürlerse Washington’un tavsiyelerine kulak verme ve liderliğini takip etme olasılıkları daha yüksektir. Eğer durum böyle değilse, neden herhangi bir konuda Amerikan tavsiyelerini dinlesinler ki?

Dünya Basını

Şin-Bet Direktörü’nün yeminli beyanı ne anlama geliyor?

Yayınlanma

Yazar

Şin-Bet Direktörü Ronen Bar, Yüksek Mahkeme’ye sunduğu yeminli ifadede Başbakan Netanyahu’nun kendisinden yasalar yerine şahsen kendisine itaat etmesini talep ettiğini ve güvenlik kurumunu kişisel çıkarları için kullanmaya çalıştığını açıkladı.

Netanyahu ile ilgili bu iddialar çokça dile getirilmiş olsa da ilk kez hukuki bağlayıcılığı olan bir mahkeme önünde üstelik görevdeki bir isim tarafından belgeleriyle gündeme getiriliyor. Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz hem Bar’ın iddialarını hem de bu iddiaların İsrail açısından ne anlama geldiğini inceliyor:

***

Bu bir tatbikat değil: Ronen Bar’ın yeminli beyanı İsrail kritik bir uyarı niteliğinde

Şin Bet Direktörü, Yüksek Mahkeme’ye sunduğu resmi beyanda, Netanyahu’nun kendisine devlete ve yasalarına değil, şahsen kendisine sadakat göstermesini talep ettiğini açıkladı; yargıçların bu konudaki yanıtı, İsrail demokrasisinin ve güvenliğinin geleceğini şekillendirecek.

Yuval Yoaz / Times of Israel

Şin Bet Direktörü Ronen Bar’ın pazartesi günü İsrail Yüksek Mahkemesi’ne sunduğu yeminli beyan, İsrail halkı için kritik bir uyarı niteliğinde.

Ülkenin başlıca güvenlik kurumlarından birinin başkanı, mahkemeye resmî ve açık biçimde, Başbakan Binyamin Netanyahu’nun kendisinden şahsi sadakat talep ettiğini yani yasalara ya da mahkemelere değil, doğrudan başbakana itaat etmesini istediğini ve Netanyahu’nun Şin Bet’in geniş etki alanına sahip imkân ve yeteneklerini kişisel ve siyasi çıkarları için sistematik biçimde kullanmaya çalıştığını beyan etti.

FT: İsrail anayasal krizin eşiğinde

Tehlike çanları sadece çalmakla kalmıyor adeta sağır ediyor.

Mahkemenin Bar’a beyanını sunması için verdiği sürenin bitmesine dakikalar kala, yargıçların masasının üzerine iki belge ulaştı. Bunlardan yalnızca biri kamuya açık. Bar’ın sekiz sayfadan oluşan kamuya açık yeminli beyanı 4 Nisan’da yargıçlara gönderdiği mektubun içeriğini detaylandırıyor. Gizli yeminli beyanı ise 31 sayfa ve beş ek belge içeriyor.

Mahkemenin kararı gereği, kamuoyu bu detaylı beyana tam erişemeyecek. Ancak belge başbakana ve yakın çevresine de teslim edildiği düşünüldüğünde sızıntı ihtimal dışı değil. Ayrıca yargıçlar, görevden alma konusundaki kararlarında bu belgelerin özetini kullanabilirler. Söz konusu görevden alma kararı, geçen ay Netanyahu’nun yönlendirmesiyle kabine tarafından oybirliğiyle alınmış ve bu da mahkemenin şu anda değerlendirmekte olduğu itirazlara yol açmıştı.

Netanyahu’nun da mahkemeye perşembe günü sunması gereken yanıtında bu yeminli beyanın yankılarının yer alması bekleniyor tabi son anda geri adım atmazsa.

Bar’ın beyanının ardından, Netanyahu’nun ofisi hemen bir açıklama yayınlayarak “Ronen Bar, Yüksek Mahkeme’ye sahte bir yeminli beyan sundu, bu yakında detaylı şekilde çürütülecek” dedi. Ancak, bu çürütmenin Netanyahu’nun sunacağı yeminli beyanda yer alacağına dair bir taahhüt verilmedi.

Bar’ın 31 sayfalık gizli belgesini bir kenara bırakırsak, sadece kamuya açık yeminli ifadesi bile okuyucuları şaşkına çevirmeye yetiyor.

Yüksek Mahkeme, Şin-Bet kararına itirazları dinledi

Bar’ın Netanyahu hakkında dile getirdiği birçok iddia yıllardır kamuoyunda tartışılmış olsa da bu durum tamamen farklı. Çünkü hukuki bağlayıcılığı var. Suçlamalar artık bizzat Shin Bet şefi tarafından açık ve net bir şekilde dile getiriliyor ve mahkemeye yeminli ifade niteliği taşıyan imzalı bir beyanname ile sunuluyor.

Bar’ın sunduğu her önemli iddia, İsrail’i sarsacak nitelikte birer bomba:

  • Netanyahu, olası bir anayasal kriz durumunda Bar’dan, Yüksek Mahkeme’ye değil kendisine itaat etmesini istemiş. Bu tür bir talepte bulunulması bile soruşturulması gereken ciddi bir suç niteliğinde.
  • Netanyahu, Bar’a, devam eden ceza davasında mahkemede ifade vermesini engelleyecek bir güvenlik gerekçesi yayınlaması için defalarca baskı yapmış. Bu yönde Netanyahu’nun çevresinden biri tarafından hazırlanan bir taslak Bar’a imzalanması için iletilmiş, ancak Bar imzalamayı reddetmiş.
  • Netanyahu, Bar’dan Şin Bet’in gözetleme araçlarını İsrail vatandaşlarına karşı – özellikle de 2023’te hükümetin yargı reformuna karşı düzenlenen protesto hareketinin liderlerine karşı – kullanmasını istedi. Bu talebine gerekçe olarak sözde “yıkıcı faaliyet” iddialarını öne sürdü. Bu, Şin Bet’in siyasi faaliyetlerden uzak durma ilkesini ve ifade özgürlüğünü hiçe saymak anlamına geliyor.
  • Netanyahu bu talepleri, toplantıların sonunda, askeri sekreteri ve ses kayıt cihazını kullanan görevlileri odadan çıkardıktan sonra, yani kayda geçmesini önlemek amacıyla sözlü olarak iletmiş.
  • Bar, Başbakan Netanyahu ve Kabine Sekreteri Yossi Fuchs’a mektup göndererek, 7 Ekim’de Hamas tarafından gerçekleştirilen saldırı ve katliamla ilgili olayların soruşturulması için devlet düzeyinde bir komisyon kurulmasının ulusal güvenlik açısından taşıdığı önemi detaylı biçimde anlatmış. Bar, bunun yalnızca yönetişim açısından doğru bir adım olacağı için değil, aynı zamanda güvenlik kurumlarının gerekli sonuçları çıkarabilmesi ve doktrin ile kurumlarda köklü reformlar yapılabilmesi için de elzem olduğunu vurgulamış. Ancak Netanyahu, böyle bir soruşturma kurulmasına ısrarla karşı çıkmaya devam ediyor.

Bar’ın yeminli beyanından çıkan genel sonuç, asıl meselenin yalnızca görevden alınmasının profesyonel gerekçelerle mi, yoksa kişisel saiklerle mi yapıldığından ibaret olmadığını gösteriyor. Bu sorunun yanıtı fazlasıyla açık.

Netanyahu’dan yargı kararını tanımama sinyali

Asıl odak noktası artık, İsrail’in şu anda yönetiminin başında, en azından bir güvenlik kurumu lideri tarafından adı konularak ciddi şekilde suçlanan bir kişi tarafından yönetiliyor olması gerçeği.

Bar’ın beyanı iki temel anlam taşıyor:

Bunlardan ilki kanıt niteliğinde: Bar’ın bu iddiaları bir yeminli beyanla sunmuş olması, onlara hukuki ağırlık kazandırıyor. Yüksek Mahkeme, teknik olarak yeminli ifade veren kişilerin çapraz sorgulanmasına izin verebilir. Her ne kadar bu uygulama 1990’lardan bu yana kullanılmasa da mahkeme bu davada buna izin verebilir.

İkinci çıkarım ise Bar’ın tam ve gizli yeminli ifadesine eklediği belgelerle ilgili: Bar’ın gizli beyanına eklediği belgeler, iddialarını destekleyen nesnel kanıtlar sunmak için hazırlandı. Bu belgelerin kamuya açıklanmamış olması, toplantı tutanakları, karar özetleri veya iç yazışmalar gibi güvenirliğine itiraz edilmesi zor belgeler içerdiği ihtimalini artırıyor.

Bu da Netanyahu’nun kendi tezini yalnızca sözlü savunmayla değil, somut belgelerle desteklemek istemesi durumunda ciddi delil sıkıntısı yaşayabileceği anlamına geliyor.

Bar’ın yeminli beyanının kamuoyu, hukuk ve anayasa açısından etkileri derin. 7 Ekim saldırısının öngörülememesi nedeniyle görevden ayrılacağını açıklayan Bar, bu hukuki mücadeleyi şahsi çıkar için değil, devlet adına veriyor.

Bar meselesinin çözüm şekli sadece bir sonraki Şin Bet direktörünün bağımsızlığını etkilemeyecek. Bar’ın yeminli ifadesinin içindeki belgeler göz önüne alındığında çok büyük ölçüde, İsrail Devleti’nin güvenlik ve demokratik geleceğini şekillendirecek.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Chatham House: Dolar küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelebilir

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız değerlendirme yazısı, Kasım 2024’te, Donald Trump henüz resmen işbaşına gelmeden kaleme alınmış olsa da özellikle dolar ve küresel mali sistemdeki belirleyici rolü ve Trump’a özgü ekonomik yönelimler düşünüldüğünde, yazının temel argümanı, süregiden yapısal bir eğilime ışık tutuyor. Yazının merkezindeki temel iddia, Trump’ın politikalarının, ABD dolarını yalnızca ulusal çıkarlar doğrultusunda araçsallaştırmakla kalmayıp, onu küresel mali istikrarsızlığın yapısal bir kaynağına dönüştürdüğü. Doların aşırı değerlenmesi, “küresel Güney”de borç kırılganlıklarını derinleştirirken, Trump dönemiyle somutlaşan korumacı hamleler ve mali gevşeme stratejileri, ortak müdahale ve dengeleme mekanizmalarını geçersiz kılıyor. Bu bağlamda metin, sadece Trump’a özgü bir ekonomik-popülist yönelimi değil, aynı zamanda günümüz kapitalizminin merkezî finans mimarisine içkin çelişkilerin sürekliliğini de açığa vuruyor.


Donald Trump’ın politikaları, ABD dolarını küresel istikrarsızlığın bir kaynağı hâline getirme riski taşıyor

David Lubin
Chatham House
5 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Seçilmiş Başkan Donald Trump’ın bir dolar sorunu var. Son aylarda, ABD ihracatının rekabet gücünü desteklemek ve ticaret açığını azaltmaya yardımcı olmak amacıyla “daha zayıf bir döviz kuru” yönünde belirgin bir eğilim sergiledi. Ne var ki, piyasanın ABD seçimlerinden bu yana sezdiği üzere, Trump’ın politikalarının çok daha muhtemel sonucu, doların güçlenmesi olacağa benziyor. Burada risk şu ki, halihazırda değerli olan ABD dolarının aşırı değerlenmiş olduğu daha belirgin hale gelebilir ve bu durum küresel finansal istikrarsızlık riskini artırabilir.

Dolar, son birkaç on yılda inişli çıkışlı bir seyir izledi. Örneğin, BIS verilerine göre, 2002’den 2011’e kadar dolar, enflasyona göre ayarlandı ve ticaret ağırlıklı bazda yaklaşık yüzde 30 zayıfladı. Ancak 2011’den bu yana geçen yıllarda dolar güçlendi ve şu anda da 1985’ten bu yana görülmemiş ölçüde yüksek bir değer seviyesine ulaştı.

Bu inişli çıkışlı seyri belirleyen temel etken, genel hatlarıyla, küresel ekonomik canlılık dengesidir: ABD ekonomisi dünyanın geri kalanına kıyasla ivme kazandığında, dolar güçlenme eğilimi gösterir; bunun tersi de geçerlidir, yani ekonomi küçüldüğünde dolar da zayıflar.

Çin’in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) katılmasının ardından, ekonomik dinamizm dengesi ABD aleyhine, Çin ve diğer gelişmekte olan ekonomiler lehine kesin biçimde kaydı. Bu, emtia patlamasının yaşandığı on yıldı: En uzun ve en büyük barış dönemi olan yaklaşık 200 yılda emtia fiyat artışı yaşanmış ve Çin ekonomisindeki sürekli yükseliş, gelişmekte olan dünyada GSYİH artışını desteklemiştir. Sonuç, doların zayıflaması olacaktı.

Fakat 2011 sonrasında, Avro bölgesi krizi ve bunun artçı etkileriyle birlikte Çin ekonomisindeki durgunluk gibi bir dizi etken, ekonomik dinamizm dengesini yeniden ABD lehine çevirdi. Böylece dolar yeniden güç kazandı.

Ve Avrupa ile Çin ekonomileri halen oldukça kırılgan olduklarından, ekonomik dinamizm dengesinin ABD doları lehine işlemeye devam etmesi muhtemel duruyor.

Trump’ın ikinci başkanlık döneminde doların daha da güçleneceğine işaret eden iki önemli etken daha var.

Birincisi, Donald Trump’ın önerdiği ithalat tarifelerinin döviz kuru üzerindeki etkileri. ABD bir ticaret ortağına gümrük vergisi uyguladığında, döviz piyasası genellikle söz konusu ticaret ortağının para birimini satar; bu da, tarifenin yol açtığı dolar cinsinden fiyat artışını telafi etmek üzere o para biriminin değer kaybetmesine neden olur.  Bu manzara, Trump’ın 2018 Ocak’ında, Çin’e yönelik ticaret kısıtlamalarını uygulamaya başlamasından sonra, Çin Yuanı’nın yaklaşık yüzde 10 değer kaybetmesini açıklamaya yardımcı olacaktır.

Buradan şu sonuç çıkarılabilir: ABD’nin ticaret ortaklarına yönelik daha geniş ölçekli tarifeler uygulaması, doları genel anlamda daha da güçlendirecektir.

Daha güçlü bir dolar aynı zamanda Trump’ın muhtemelen uygulamaya koyacağı makroekonomik çerçevenin de bir sonucu olacak. Trump, 2017’de yürürlüğe giren ve 2025’te süresi dolacak olan vergi indirimlerini uzatmak isteyeceğinden, ABD maliye politikasının daha uzun süreli bir gevşeme sürecine girmesi olasıdır. ABD ekonomisini canlandırmanın enflasyonist baskı yaratacağı göz önüne alındığında, piyasa faiz oranlarının beklenenden daha yüksek seviyelere çıkması da ihtimaller dahilinde. Gevşek maliye politikası ile sıkı para politikasının bir arada uygulanması, genellikle para biriminin güçlenmesiyle sonuçlanır.

Doların yükselmeye devam etmesi için oldukça fazla alanı var, çünkü henüz açık biçimde aşırı değerlenmiş sayılmaz. ABD’nin bir ülkenin dış ticaret açığının en geniş ölçütü ve finansal kırılganlığın kaba ama verimli bir göstergesi sayılan cari açığı, geçtiğimiz yıl GSYİH’nin biraz üzerinde, yüzde 3 seviyesindeydi.

Bu oran, 2008 küresel finansal krizinden hemen önce, 2006’da ulaşılan düzeyin yaklaşık yarısı; bu da, aşırı değerlenmiş bir dolardan kaynaklanabilecek risklerin Trump’ın ikinci başkanlık döneminin ilerleyen safhalarına sarkabileceği anlamına geliyor.

Güçlenen bir dolar, dünya ekonomisinin geri kalanı için de pek iyi haber değil. Güçlü bir dolar, küresel ticaret büyümesini baskılayarak, gelişmekte olan ülkelerin uluslararası sermaye piyasalarına erişimini kısıtlayarak ve para birimleri değer kaybeden ülkelerin enflasyonu kontrol altında tutmasını zorlaştırarak olumsuz etki yaratır.

Doların sürdürülemez biçimde pahalı hale geldiği durumda ise, başka bir sorun ortaya çıkacaktır: Finansal istikrarı ciddi biçimde sarsmadan aşırı değerli bir para birimiyle nasıl başa çıkılacağı.

Bu sorun en son 1985 yılı başlarında, doların herkesçe dehşet derecede pahalı görüldüğünde yaşanmıştı. O zamanlar ABD, güvenlik şemsiyesine bağımlı olan ticaret ortaklarını -Birleşik Krallık, Almanya, Fransa ve Japonya- devreye sokarak, döviz piyasasında bir dizi koordineli müdahalenin doların kontrollü biçimde değer kaybetmesini sağladığı “Plaza Anlaşması”nı müzakere edebilmişti.

Bugün benzer bir anlaşmanın müzakere edilmesi neredeyse hayal dahi edilemez, bilhassa da Çinli politika yapıcılar “Plaza” sonrasında 1980’lerin sonunda Yen’in değer kazanmasının Japonya için bir ekonomik felakete yol açtığına inandıkları için. Pekin, muhtemel ki bu oyuna dahil olmayacaktır.

Doların kontrollü bir şekilde değer kaybetmesi için çok az alan olması nedeniyle daha kaotik alternatiflerin gündeme gelmesi olası görünüyor.

Bunlardan biri, piyasanın bir noktada pahalı dolar cinsinden varlıklara artık ilgi duymamaya karar vermemesi olabilir, ki bu da döviz piyasasında düzensiz bir ayarlamaya neden olacaktır.

Bir diğer muhtemel senaryo ise Trump’ın bizzat doları zayıflatmaya çalışmasıdır. Ancak bunu gerçekleştirmek için başvurabileceği hemen her yöntem -yabancıların ABD varlıklarını satın almasına sermaye kontrolleri getirmek ya da ABD Merkez Bankası’nın bağımsızlığına müdahale etmek gibi- ABD’nin finansal itibarını ciddi biçimde zedeleyecek bu da bir kez daha kaotik sonuçlara yol açacaktır.

Nihayetinde Trump, doların küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelmesini pek umursamayabilir. Nitekim seçilmiş Başkan Yardımcısı JD Vance geçtiğimiz yıl, doların küresel rezerv para birimi olma rolünün, Amerikalıların “çoğu gereksiz ithal ürünlere yönelik aşırı tüketimini” sübvanse ettiğini savunmuştu.

Bu türden bir bakış açısı, çöküş halindeki dolarda belli “faydalar” görebilir. Ancak dünyanın geri kalanı açısından, Trump’ın ikinci başkanlık döneminde doların kaderi kaybet-kaybet senaryosuna dönüşebilir: Ne güçlü bir dolar ne de onu zayıflatan karmaşık bir ayarlama süreci, küresel ekonomiye fazla bir fayda sağlayacaktır.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

FT: Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?

Yayınlanma

Gideon Rachman, Financial Times baş dış ilişkiler köşe yazarı
14 Nisan 2015

Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?

Beyaz Saray, Çin ile giriştiği gümrük vergisi savaşında güç dengesini yanlış hesapladı.

Şüpheye düştüğünüzde büyük harf kullanın. “HİÇ KİMSE ‘kurtulmuş’ değil,” dedi Donald Trump pazar günü — ABD’nin akıllı telefonlar ve tüketici elektroniği ürünlerini gümrük vergilerinden muaf tutacağını açıklamasına getirdiği kafa karışıklığının ardından.

Bu muafiyet, geçen hafta Çin’den gelen tüm ürünlere yüzde 145 “karşılıklı” vergi uygulanacağını duyuran politikanın bir değişikliğiydi — ki o da birkaç gün önce açıklanan oranlara dramatik bir artıştı. Takip edebiliyor musunuz?

Yalnızca yüzeysel bir gözlemci bile tüm bu ani gümrük vergisi değişimlerinin Beyaz Saray’daki bir kaosun göstergesi olduğunu düşünebilir. Trump destekçileri ise aynı fikirde değil. Finansçı Bill Ackman, önceki sert geri dönüşü “mükemmel bir icraat… anlaşma sanatı dersi…” olarak övdü.

Başkanın en sadık destekçileri hâlâ onun usta bir stratejist olduğunu savunuyor. Aksi yönde düşünenler ise “Trump Saplantı Sendromu” (TDS) ile suçlanmayı göze alıyor.

Ne yazık ki ben hâlâ bu sendromdan muzdaribim. (Aşısı yasaklandı.)

Ateşli zihnime göre, Trump Çin’le oynadığı bu gümrük vergisi pokerinde elinin sandığından çok daha zayıf olduğunu yeni fark ediyor. Bunu ne kadar geç kabullenirse — hem kendisi hem ABD o kadar çok kaybeder.

Trump ve ticaret savaşçıları, Çin’in gümrük vergisi çatışmasında otomatik olarak dezavantajlı olduğunu varsayıyor. ABD Hazine Bakanı Scott Bessent, Çin’in “elinde sadece iki ikili var… Biz onlara sattığımızın beşte birini onlardan alıyoruz, bu da onlar için kaybedilen bir el” diye savundu.

Ancak Trump ve Bessent’in bu mantığının zayıf noktalarını Adam Posen’in Foreign Affairs’deki son makalesi net biçimde açıklıyor. Posen’in işaret ettiği gibi, Çin’in ABD’ye çok daha fazla ihracat yapıyor olması aslında bir zayıflık değil, bir koz.

ABD Çin’den ürünleri hayır işi olsun diye almıyor. Amerikalılar Çin’in ürettiği şeyleri istiyor. Eğer bu ürünler çok daha pahalı hale gelirse — ya da raflardan tamamen kaybolursa — zarar görecek olan Amerikalılar olur.

Akıllı telefonlar konusundaki ikilemin önemi, Trump’ın sonunda sessizce kabul etmek zorunda kaldığı bir gerçeğe işaret ediyor: Gümrük vergilerini ihracatçılar değil, ithalatçılar öder.

Amerika’da satılan akıllı telefonların yarısından fazlası iPhone ve bu iPhone’ların yüzde 80’i Çin’de üretiliyor. Eğer fiyatları iki katına çıkarsa, Amerikalılar yüksek sesle şikâyet eder. “Özgürlük günü”, kimsenin akıllı telefonlarından kurtulacağı gün olmamalıydı.

Telefonlar ve bilgisayar ekipmanları, geri adım atılması muhtemel en belirgin kalemler. Ancak tek örnekler bunlar değil. Trump, yazın çok sıcak geçmemesini ummak zorunda; çünkü dünyadaki klima üretiminin yaklaşık %80’i Çin kaynaklı. ABD’nin ithal ettiği elektrikli fanların dörtte üçü de Çin’de üretiliyor. Beyaz Saray Noel’e kadar bu ticaret savaşının bitmesini isteyecektir; zira ithal ettiği oyuncak bebeklerin ve bisikletlerin %75’i de Çin’den geliyor.

Peki tüm bu şeyler ABD’de üretilebilir mi? Belki evet. Ama bunun için yeni fabrikaların kurulması gerekir ve nihai ürünler çok daha pahalı olur.

Trump kötü manşetlerden nefret eder ve bu manşetlerin ortadan kaybolmasını ister. Bu yüzden kıtlık ve enflasyonun acısını çekmek yerine, tarifelerden muaf ürünler listesine daha fazla madde eklemesi olası.

Bu koşullarda, Çin bekleyebilir. Ama eğer Pekin işin çirkinleşmesini isterse, kullanabileceği gerçekten güçlü kozlara sahip.

Amerikalıların bağımlı olduğu antibiyotiklerin neredeyse %50’sinde kullanılan bileşenler Çin’de üretiliyor. ABD Hava Kuvvetleri’nin bel kemiği olan F-35 savaş uçakları, Çin’den tedarik edilen nadir toprak elementlerine ihtiyaç duyuyor. Çin ayrıca ABD hazine tahvillerinin en büyük ikinci yabancı sahibidir — bu da piyasa baskı altındayken önemli hale gelebilir.

ABD yönetimi, Amerikalıların eksikliğini hissetmeyeceği bir ithalat kategorisi bulsa bile — Çin’e ciddi zarar verebilmesi pek mümkün görünmüyor.

Amerikan pazarı, Çin’in ihracatının yalnızca %14’ünü temsil ediyor. Pekin’deki Avrupa Ticaret Odası’nın eski başkanı Joerg Wuttke, Amerikan tarifelerinin “rahatsız edici olduğunu ama Çin ekonomisi için tehdit oluşturmadığını… Ekonomi 14-15 trilyon dolarlık ve ABD’ye yapılan ihracat sadece 550 milyar dolar” diyerek durumu özetliyor.

Beyaz Saray ısrarla, Başkan Xi Jinping’in telefonu kaldırıp aramasını istiyor. Ama Trump geri çekilirken, Çin liderinin konuşması için hiçbir teşvik yok — hele ki merhamet dilemesi için.

Çin Komünist Partisi tarafından sıkı kontrol edilen otoriter bir sistem, büyük ihtimalle siyasi ve ekonomik acılara ABD’den daha iyi dayanabilir. ABD’deki ekonomik çalkantılar ise hızla siyasi baskıya dönüşür.

Xi de elbette kendi büyük hatalarını yapabilir. Çin’in Covid-19 salgınını ele alışı bunun bir kanıtı. Ancak Çin, ABD ile bir ticaret hesaplaşmasına uzun süredir hazırlanıyor — ve seçeneklerini baştan sona düşünmüş durumda. Buna karşılık, Beyaz Saray ise her şeyi anlık kararlarla yürütüyor.

Trump, kaybedeceği bir el dağıtmış durumda. Er ya da geç, elini bırakmak zorunda kalacak.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English