Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Dugin: İsrail, Batı hegemonyasının aracından başka bir şey değil

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale İsrail-Hamas savaşını, tek kutupluluk-çok kutupluluk mücadelesi bağlamında ele alıyor. Makalenin yazarı Rus stratejist Aleksandr Dugin, Türkiye’de de tanınan bir isim. Rus Jeopolitik Okulu ve Avrasya Hareketi’nin kurucusu olan Dugin, Avrasya önerisinin en büyük savunucularından biri. Jeopolitiğin Temelleri, Dördüncü Siyasi Teori, Çok Kutuplu Dünya Teorisi ve 24 ciltlik Noomakhia dahil altmıştan fazla kitabı var. Kimi zaman tartışmalı fikirlere imza atsa da bu düşüncelerin ilham verici ve orijinal olduğu herkes tarafından kabul ediliyor.

***

Aleksandr Dugin: Yeni dünya düzeni ve Gazze savaşı için vizyonum

Çok kutuplu bir dünyada İsrail ve Ukrayna, Batı hegemonyasının temsilcileridir.

Aleksandr Dugin

Mevcut küresel düzen bir geçiş sürecinde gibi görünüyor. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Sovyet bloğunun dağılmasının ardından ortaya çıkan tek kutuplu dünyadan çok kutuplu dünyaya doğru bir kaymaya tanık oluyoruz.

Bu çok kutuplu dünyanın temelleri, Rusya, Çin, İslam dünyası, Hindistan ve potansiyel olarak Afrika ve Latin Amerika’yı içeren kilit oyuncularla giderek daha belirgin hale geliyor. Bu oluşumlar, birçoğu BRICS grubu içinde birleşmiş olan farklı medeniyetleri temsil etmektedir.

Özellikle 2023 Johannesburg zirvesinden sonra bu grup, Suudi Arabistan Krallığı, İran ve Mısır gibi İslam dünyasından önemli ülkelerin yanı sıra Afrika perspektifini güçlendiren Etiyopya ve Güney Amerika ülkelerinin varlığını daha da sağlamlaştıran Arjantin’i de içerecek şekilde genişledi.

Bu genişleme, çok kutuplu dünya düzeninin artan etkisinin altını çizerken Batı hegemonyasının zayıfladığına işaret ediyor.

ABD ve Batı’nın tek taraflı hakimiyetini koruma kararlılığı

Amerika Birleşik Devletleri ve Batılı güçler tek taraflılık kavramına kararlılıkla sarılıyor. Küresel liderliğin ön saflarında yer alan ABD, özellikle askeri, siyasi, ekonomik, kültürel ve ideolojik alanlarda hakimiyetini sürdürmeye kararlı. Süregelen bu tek kutupluluk arayışı, tek kutupluluk ile çok kutupluluk arasında yoğunlaşan mücadelenin damgasını vurduğu çağımızın temel çelişkisi olarak duruyor.

Bu bağlamda, küresel siyasetteki temel çatışmaları ve gelişmeleri, özellikle de egemenliğini ve bağımsız bir kutup olarak varlığını yeniden ortaya koyan Rusya’yı zayıflatma çabalarını incelemek elzem. Bu dinamik, Ukrayna’da süregelen çatışmanın aydınlatılmasına yardımcı olur.

Batı dünyasının Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski’ye verdiği destek, büyük ölçüde Rusya’nın özerk bir küresel aktör olarak yeniden ortaya çıkmasını engelleme arzusundan kaynaklanıyor ki bu da Devlet Başkanı Vladimir Putin’in görev süresi boyunca savunduğu bir hedef.

Putin, Rusya Federasyonu’nun siyasi egemenliğini güçlendirdi ve Rusya’nın sadece Batı hegemonyasına karşı çıkmakla kalmayıp aynı zamanda onun değer sistemini de reddeden bağımsız bir medeniyet olarak statüsünü giderek daha fazla vurguladı.

Rusya, geleneksel değerlere olan bağlılığını açık bir şekilde teyit ederken, eşcinsel hakları gündemini ve Rusya’nın sapma ve sapkınlık olarak algıladığı diğer Batılı ideolojik standartları desteklemesi de dahil Batı liberalizmini kesin bir şekilde reddetti.

Buna karşılık Batı, Kiev’deki 2014 darbesini aktif olarak destekledi, Ukrayna’ya kapsamlı askeri yardım sağladı, ülke içinde neo-Nazi ideolojisinin yayılmasını teşvik etti ve Rusya’yı olağanüstü bir askeri operasyon başlatması için kışkırttı.

Putin’in müdahalesi olmasaydı, Kiev muhtemelen bağımsız olarak benzer adımlar atacak ve Ukrayna’da çok kutupluluk ile tek kutupluluk arasındaki şiddetli mücadelede ilk cephenin açılmasına yol açacaktı.

Aynı zamanda Putin liderliğindeki Rusya, Sovyetler Birliği döneminde olduğu gibi dünyanın iki kutbundan biri olamayacağının bilincindedir.

Çin, İslam, Hint, Afrika ve Latin Amerika gibi yeni medeniyetler yükselişte. Rusya onları gerçek ve adil bir çok kutuplu düzende potansiyel müttefikler ve ortaklar olarak görüyor ki bu perspektif henüz dünyanın geri kalanı tarafından yaygın olarak kabul görmüyor.

Bununla birlikte, özellikle Pasifik bölgesinde tek kutupluluk ve çok kutupluluk arasındaki çatışmada bir sonraki parlama noktası olmaktan kurtulan Tayvan’la ilgili durumun da gösterdiği gibi, çok kutupluluk kavramına ilişkin giderek güçlenen bir farkındalık söz konusu.

Dugin, ‘Aksa Tufanı’nı yazdı: Ortadoğu infilak mı etti?

İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşı daha geniş bir çatışmaya işaret ediyor

İsrail ve Gazze Şeridi’nde yaşanan olaylar bu konuyla yakından bağlantılı. İki trajik olay hızlı bir şekilde art arda meydana geldi. İlk olarak Hamas’ın İsrail’e saldırması sonucu çok sayıda sivil hayatını kaybetti ve rehin alınanlar oldu.

Daha sonra İsrail, Gazze Şeridi’ne, özellikle kadınlar ve çocuklar arasında önemli sayıda sivilin ölümüne yol açan, yüksek düzeyde vahşet olarak karakterize edilen misilleme saldırıları başlattı. Bu eylemler tartışmasız bir şekilde insan hakları ihlali ve insanlığa karşı suç teşkil ediyor ve herhangi bir haklı gerekçeden yoksun.

Ancak aynı zamanda, İsrail’in “lex talionis” ilkelerini (Babil hukukunun başlangıcında geliştirilen ve verilen cezanın, göze göz, dişe diş gibi, derece ve tür açısından suçlunun suçuna uygun olması gerektiğini öngören bir ilke) uygulaması, yaygın olarak soykırım olarak tanımlanan Gazzeliler için acımasız yaşam koşullarıyla sonuçlandı.

Hem Hamas’ın saldırısı hem de İsrail’in tepkisi, siyasi çatışmaları çözmek için kabul edilen insani yöntemlerin çerçevesi dışında eylemler olarak nitelendiriliyor.

Daha sonra jeopolitik manzara devreye giriyor ve İsrail’in eylemlerinin büyüklüğü önemli ölçüde daha büyük olsa da Gazze Şeridi’ndeki durumun değerlendirilmesi yalnızca buna bağlı değil; daha ziyade, altta yatan jeopolitik eğilimlere bağlı.

Hamas’ın saldırısı ve İsrail’in buna verdiği karşılık Batı ile İslam dünyası arasında daha geniş çaplı bir çatışmaya yol açtı. Bu çatışma, Gazze’deki sivil halka karşı işlenen suçların açık niteliğine rağmen İsrail’e verilen koşulsuz ve tek taraflı destekten kaynaklanıyor.

Yoksul ve izole bölgelerde yaşamak üzere topraklarından sürülen Filistinlilerin karşılaştığı adaletsizliklere dikkat çeken İslam dünyası İsrail’in Gazze ve daha geniş Filistin topraklarındaki eylemleri karşısında ayrı bir kutup olarak tasvir ediliyor.

Filistin meselesinin Sünnileri, Şiileri, Türkleri ve İranlıları, ayrıca Yemen, Suriye, Irak ve Libya’daki iç çatışmalara karışan grupları bir araya getiren birleştirici bir güç işlevi görmesiyle İslam dünyasının birliği yadsınamaz hale geldi.

Bu konu Pakistan, Endonezya, Malezya ve Bangladeş gibi ülkeleri de doğrudan ilgilendiriyor.

Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa, Rusya ve Afrika’da yaşayan Müslümanlar da bu duruma kayıtsız kalamazlar. Özellikle, aralarındaki siyasi farklılıklara rağmen Gazze, Batı Şeria ve Ürdün Nehri bölgesindeki Filistinliler onurlarını korumak için ortak bir çaba içerisinde.

Filistin davası ve Amerika Birleşik Devletleri

Son yıllarda ABD, Müslümanların Filistin meselesi etrafında birleşmesini engelleme ve onları İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeye teşvik etmede başarılı oldu.

Ancak bu tür girişimler artık başarılı olamıyor. İsrail’e verilen açık destek devam ederken tüm bu çabalar son haftalarda boşa çıktı. İsrail’in Gazze’de tüm dünya kamuoyunun şahit olduğu kitlesel sivil katliamı, İslam dünyasını kendi içindeki farklılıkları bir kenara bırakıp Batı ile doğrudan karşı karşıya gelmeyi düşünmeye zorluyor.

İsrail, tıpkı Ukrayna gibi, zorba ve acımasız Batı hegemonyasının bir aracından başka bir şey değil. Suç işlemekten ya da ırkçı söylem ve eylemlerden çekinmiyor.

Ancak sorunun kökeni İsrail’in kendisinde değil, tek kutuplu dünya çerçevesinde jeopolitik bir araç olarak oynadığı rolde yatıyor. Bu, Başkan Vladimir Putin’in kısa süre önce “böl ve yönet” ilkesine dayalı sömürgeci taktikler uygulayan küreselciler için bir metafor olan “örümcekler” tarafından örülen düşmanlık ve çatışmalar ağına atıfta bulunurken ifade ettiği şeyle tam olarak örtüşüyor.

Tek kutuplu dünyayı ve Batı egemenliğini korumak için umutsuzca çabalayanlara etkili bir şekilde karşı koymak için, stratejilerinin özünü anlamak çok önemli. Bu anlayışla donanmış olarak, bu gündeme karşı bilinçli olarak alternatif bir model inşa edebilir, güvenle ilerleyebilir ve çok kutuplu bir dünya kurma yolunda birleşebiliriz.

Gazze Şeridi’nde ve bir bütün olarak Filistin’de devam eden çatışma, yalnızca belirli gruplara ve hatta genel olarak Araplara değil, tüm İslam dünyasına ve İslam medeniyetine doğrudan bir meydan okuma. Batı’nın bizzat İslam’la karşı karşıya olduğu giderek daha açık hale geliyor; bu artık birçok kişi tarafından kabul edilen bir gerçek.

Ortak zorunluluk Müslüman ulusları kötü muameleden korumak

Suudi Arabistan, Türkiye, İran ve Pakistan gibi ülkelerden Tunus’a ve Bahreyn’e Şiiler ve Sünniler arasındaki bölünmenin yanı sıra, selefiler, Sünniler ve Sufilerin yaşadığı Filistin, Suriye, Libya, Lübnan’daki çeşitli siyasi grupları kapsayan bölgelere kadar İslam medeniyetinin onurunu savunmak için ortak bir zorunluluk var. Bu medeniyet kendisini her türlü kötü muameleyi reddeden egemen ve bağımsız bir medeniyet olarak tanımlıyor.

Erdoğan’ın çatışmaya yanıt olarak cihattan bahsetmesi tarihi Haçlı Seferlerini hatırlatsa da bu benzetme mevcut durumun özünü tam olarak yansıtmıyor. Modern Batı küreselleşmesi; materyalizm, ateizm ve bireycilik lehine Hıristiyan kültürüyle olan pek çok bağını kopararak Hıristiyan medeniyetinden önemli ölçüde uzaklaştı.

Hıristiyanlığın maddi bilimlerle ya da temelde kâr amacı güden sosyo-ekonomik sistemle pek ilgisi yok ve kesinlikle sapmaların yasallaştırılmasını ya da norm olarak benimsenmesini veya İsrailli post-hümanist filozof Yuval Harari tarafından coşkuyla desteklenen insanüstü varoluşa yönelme kavramını onaylamaz.

Batı, çağdaş haliyle, Hıristiyanlık değerleriyle ya da Hıristiyan haçının kucaklanmasıyla herhangi bir bağlantısı olmayan, Hıristiyanlık karşıtı bir olguyu temsil ediyor. İslam dünyası Batı ile çatıştığında, İsa’nın uygarlığı ile değil, Deccal’in uygarlığı olarak adlandırılabilecek Hıristiyanlık karşıtı bir uygarlıkla çatışmaya girdiğini kabul etmek önemli.

Önemli bir küresel oyuncu olan Rusya, Ukrayna topraklarında Batı ile aktif bir savaş içinde.

Ne yazık ki, Batı propagandasının etkisiyle, birçok İslam ülkesi bu çatışmanın altında yatan nedenleri, hedefleri ve doğasını tam olarak kavrayamadı ve çoğunlukla bunu sadece bölgesel bir anlaşmazlık olarak algıladı. Ancak küreselleşme dünya genelindeki Müslümanları doğrudan etkilediği için Rusya’nın Ukrayna’daki özel askeri operasyonu çok daha farklı bir anlam kazanıyor.

Nihayetinde bu savaş, çok kutuplu bir dünya ile tek kutuplu bir dünya arasındaki çatışmayı ifade ediyor; yani bu savaş sadece küresel bir kutup olarak Rusya’nın değil, dolaylı ve hatta doğrudan tüm bu kutupların çıkarlarına hizmet ediyor. Çin bunu kavrayabilecek donanıma sahip ve İslam dünyası içinde İran da bu perspektifi kavrayabilenler arasında.

Özellikle Suudi Arabistan Krallığı, Mısır, Türkiye, Pakistan ve Endonezya gibi diğer İslam toplumlarında da jeopolitik farkındalık hızla artıyor. Bu durum Suudi Arabistan ve İran arasındaki uzlaşma ve Türkiye’nin egemen politika izlemesi gibi girişimlere yol açtı.

Rus güdüleri ve Üçüncü Dünya Savaşı hayaleti

İslam dünyası giderek kendisini önemli bir kutup ve birleşik bir medeniyet olarak tanıdıkça, Rusya’nın eylemlerinin arkasındaki nedenler daha belirgin ve anlaşılır hale geliyor.

Devlet Başkanı Vladimir Putin halihazırda uluslararası bir ünü ve dünya çapında, özellikle de Batılı olmayan ülkelerde önemli bir popülaritesi var. Bu popülarite onun stratejik kararlarına kesin bir anlam ve net bir gerekçe kazandırıyor.

Rusya özünde tek kutuplulukla şiddetle mücadele ediyor ki bu da küreselleşmeye ve Batı’nın hegemonik etkisine karşı daha geniş bir mücadele anlamına geliyor. Bugün Batı’nın, genellikle vekili İsrail aracılığıyla İslam dünyasını hedef aldığına ve Filistinlileri soykırıma tabi tuttuğuna tanık oluyoruz.

Bu da Müslümanlar ile Batı hegemonyası arasında her an patlak verebilecek bu savaşın ortasında İslam’ın zamanının geldiği anlamına geliyor. İsrailliler hakkındaki bilgilerime dayanarak, Filistinlileri ortadan kaldırana kadar durmayacaklarına hiç şüphe yok.

“Savaş şu anda gerçekten de kapsamlı görünüyor.” Bu durumda, her şeyden önce İslam dünyasının Rusya ve Tayvan sorununu yakında çözecek olan Çin gibi nesnel müttefikleri var. Muhtemelen zaman içinde başka cepheler de ortaya çıkacaktır.

Burada ortaya çıkan soru, bunun üçüncü bir dünya savaşının patlak vermesine yol açıp açmayacağıdır. Bu son derece olası görünüyor ve bir anlamda zaten başlamış durumda.

Savaşın küresel olarak tırmanması için, askeri çözüm gerektiren çözülmemiş çelişkilerin kritik seviyeye ulaşması şart. Bu koşul yerine getirildi. Batılı güçler hakimiyetlerinden gönüllü olarak vazgeçme eğiliminde değiller ve yeni kutuplar, ortaya çıkan bağımsız medeniyetler ve geniş bölgeler artık bu hakimiyeti kabul etmek ve buna tahammül etmek istemiyor.

Dahası, ABD’nin ve daha geniş anlamda Batı’nın, yeni çatışmaları ve savaşları kışkırtan ve körükleyen politikaları terk etmeden insanlığın liderleri olamayacağı kanıtlandı.

Kaçınılmaz savaş kazanılmalı.

Trump Biden’a karşı

Nihayetinde, eski ABD Başkanı Donald Trump, İslam ve Batı arasında tırmanan çatışmalarda nasıl bir rol oynuyor? Başkan Joe Biden kararlı bir şekilde küreselleşmeyi savunuyor, Rusya’ya karşı çıkıyor ve tek kutupluluğu hararetle destekliyor.

Bu durum, Kiev’deki yeni Nazi rejimini tereddütsüz desteklemesini ve İsrail’i doğrudan soykırım da dahil eylemlerinden tamamen muaf tutmasını tam olarak açıklıyor.

Ancak Trump’ın pozisyonu farklı. Klasik milliyetçi bakış açısına sahip olan Trump, ABD’nin bir ulus olarak çıkarlarını, küresel hakimiyet için aceleci planların önüne koyuyor.

Trump, daha çok ticaret ve Çin ile ekonomik rekabet konularına odaklanarak Rusya ile ilişkiler konusunda kayıtsız bir tutum sergiliyor. Bununla birlikte Trump aynı zamanda ABD içindeki güçlü Siyonist lobiye tabi ve onun etkisi altında.

Bu nedenle, Batı ile İslam arasında yaklaşmakta olan savaş, yalnızca Batı perspektifinden değil, aynı zamanda genel olarak Cumhuriyetçiler tarafından da kayıtsızlıkla karşılanmamalı.

Bu bağlamda, Trump’ın yeniden başkanlık koltuğuna oturması halinde, Rusya için çok önemli bir endişe kaynağı olan Ukrayna’ya yönelik desteğin azalması söz konusu olabilir. Bununla birlikte, Müslümanlara ve Filistinlilere karşı daha da katı bir yaklaşım benimseyebilir ve muhtemelen Biden’ın politikalarının şiddetini aşabilir.

Gerçekçilik zorunludur ve ufukta beliren zorlu, ciddi ve uzun süreli bir çatışmaya hazırlıklı olmalıyız.

Bunun dini bir çatışma değil, daha ziyade materyalist, ateist bir sahtekârın tüm geleneksel dinlere karşı savaşı olduğunun farkına varmak önemli. Bu da nihai savaş anının yaklaşmış olabileceği anlamına geliyor.

Nükleer savaş hayaleti ve tek kutuplu sistemin ölümü

Yaklaşan çatışma bir nükleer savaşa doğru mu ilerliyor? Özellikle taktik nükleer silahların potansiyel kullanımı düşünüldüğünde bu ihtimal göz ardı edilemez.

İnsanlık açısından yıkıcı sonuçları göz önüne alındığında, Rusya ve NATO ülkeleri gibi stratejik nükleer yeteneklere sahip ulusların bunları kullanmaya başvurması pek olası değil.

Ancak İsrail, Pakistan ve muhtemelen İran’ın nükleer silahlara sahip olduğu düşünüldüğünde, bu silahların yerel bağlamlarda kullanılması ihtimal dahilinde.

Yaklaşan bu çatışma sırasında dünya düzeni nasıl şekillenecek?

Böyle bir sorunun hazır bir cevabı yok. Ancak kesin olarak imkânsız bir şey var ki o da küreselleşme taraftarlarının hararetle savunduğu sağlam, istikrarlı ve tek kutuplu bir küresel sistemin kurulmasıdır.

Özel koşullar ne olursa olsun, tek kutuplu bir dünya imkânsız. Dünya ya çok kutuplu olacak ya da hiç var olmayacak. Batı’nın hakimiyetini sürdürme kararlılığı ne kadar güçlü olursa, bunu takip eden savaşın da o kadar şiddetli olması ve potansiyel olarak üçüncü bir dünya savaşına dönüşmesi muhtemel.

Çok kutupluluk kendiliğinden ortaya çıkmayacak. Şu anda İslam dünyasında çok önemli bir yeniden birleşme süreci yaşanıyor. Eğer Müslümanlar ortak ve zorlu bir düşmana karşı birleşebilirlerse, İslami güç kutbunun yükselişi mümkün hale gelecek.

Bana göre Bağdat’ın eski haline dönmesi ve Irak’taki önemli rolü ideal bir çözüm sunabilir. Irak, Araplar, Sünniler, Şiiler, Sufiler, Selefiler, Hint-Avrupalılar, Kürtler ve Türkler de dahil İslam medeniyetinin çeşitli ana akımlarının buluşma noktası. Özellikle Bağdat, tarihsel olarak bilimlerin, dini eğitimin, felsefenin ve ruhani hareketlerin geliştiği bir merkezdir.

Yine de bu önerme spekülatif olmaya devam ediyor. Bununla birlikte, İslam dünyasının birleştirici bir temele veya ortak bir zemine ihtiyaç duyacağı açık.

Bağdat potansiyel olarak bu platform ya da denge noktası olarak hizmet edebilir. Ancak bu vizyonun gerçekleşmesi için öncelikle Irak’ın Amerikan güçlerinin varlığından kurtarılması gerekiyor.

Görünen o ki her bir güç kutbu var olma hakkını çatışma yoluyla kazanmak zorunda. Rusya, Ukrayna’da zafer kazandıktan sonra tam egemen bir kutup haline gelecek. Benzer şekilde, Tayvan meselesi çözüldüğünde, Çin kendisini önemli bir kutup olarak kabul ettirecek.

İslam dünyası ise Filistin sorununa adil bir çözüm bulunmasında ısrar ediyor.

Gelişmeler bununla sınırlı kalmayacak; nihayetinde, şu anda yeni sömürgeci güçlerle giderek daha fazla karşı karşıya kalan Hindistan, Afrika ve Latin Amerika’nın rolleri de önemli hale gelecek.

Sonuç olarak, çok kutuplu dünyadaki tüm kutuplar kendilerine özgü zorlukları ve sınamaları aşmak zorunda kalacaklar.

Çok kutupluluk olası

Sonrasında Batı Avrupa’nın yanı sıra çeşitli imparatorlukların bir arada yaşadığı Kristof Kolomb öncesindeki küresel düzene kısmi bir dönüşe tanık olabiliriz. Bu imparatorluklar arasında Çin, Hint, Rus, Osmanlı ve Pers imparatorluklarının yanı sıra Güney Asya, Afrika, Latin Amerika ve hatta Okyanusya’daki güçlü bağımsız devletler de vardı. Bu oluşumların her birinin, Avrupalıların daha sonra barbarlık ve vahşet ile eş tuttuğu kendine özgü siyasi ve sosyal sistemleri vardı.

Sonuç olarak, modern çağda Batılı küresel emperyal politikaların ortaya çıkmasından önce insanlık için geçerli olan çok kutupluluk tamamen makul bir seçenek.

Bu, küresel barışın hemen tesis edileceği anlamına gelmez; ancak böyle çok kutuplu bir dünya sistemi doğası gereği daha adil ve dengeli olacaktır.

Tüm çatışmalara adil ve kolektif bir duruşla yaklaşılacak, insanlık Nazi Almanya’sında, günümüz İsrail’inde ya da küresel Batı’nın saldırgan hakimiyetinde görülenlere benzer ırksal adaletsizliklerden korunacaktır.

*Rusçadan çeviri ve koordinasyon Ramia Yahia tarafından yapılmıştır.

DÜNYA BASINI

FT: İsrail birlikleri Lübnan’ın derinliklerine doğru ilerleyecek

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız haber, İsrail’in Hizbullah bahanesiyle sınırlı olduğunu iddia ettiği Lübnan işgalinin daha da derinleşebileceğinin sinyallerine yer veriliyor. Haber, çoğu İsrailli uzman ve Batılı yetkililerin görüşleriyle destekleniyor.

***

İsrail’in Lübnan’da artan saldırıları uzun süreli savaş korkularını körüklüyor

Tahliye emirlerinin boyutu ve değişen söylemler, komşu ülkeye daha derin bir müdahaleye işaret ediyor.

James Shotter, Neri Zilber, Andrew England 

İsrail’in 98. tümenine bağlı askerler yaklaşık yirmi yıl sonra Lübnan’a ilk kez girdiklerinde İsrailli yetkililer operasyonu “sınırlı, yerel ve hedefe yönelik” olarak nitelendirmişti.

Ancak geçen hafta içinde İsrail’in Hizbullah’a yönelik kara saldırısının boyutu hızla büyüdü. 98. tümen, üç diğer tümenle desteklendi ve binlerce İsrailli asker, batıdaki Rosh Hanikra’dan doğudaki Misgav Am’a kadar çeşitli noktalardan Lübnan’a ilerledi.

Aynı zamanda İsrailli liderler de kendilerini neyin beklediği konusunda söylemlerini sertleştirdiler. Başbakan Binyamin Netanyahu salı günü Lübnanlıları Hizbullah’a karşı ayaklanmaya çağırdı ve bunun alternatifinin “Gazze’de gördüğümüz gibi yıkım ve acıya yol açacak uzun bir savaş” olduğu uyarısında bulundu.

İsrail’in siyasi liderliğinden gelen değişen söylemler ve ordunun tahliye emirlerinin boyutu -Financial Times’ın hesaplamalarına göre, Lübnan’da sınır köylerinden 60 km kuzeydeki kıyı bölgelerine kadar 110’dan fazla alanı kapsıyor- bölgedeki ve batılı başkentlerdeki yetkililer, saldırının yakında sona ereceğine dair umutlarını yitirmiş durumda.

Batılı bir yetkili “İki hafta önce İsrailliler birkaç haftalık sınırlı bir kara harekâtından söz ediyorlardı ama bu iki hafta her geçen gün uzuyor gibi görünüyor. İsrail’in [5 Kasım’daki] ABD seçimlerinden önce duracağına dair umut yok gibi.”

İsrail ordusunun Lübnan’ın güneyindeki işgali ve yıkımı belgelendi

İsrailli askeri yetkililer şimdilik kara harekatının tam niteliği ve ölçeği konusunda ketum davranıyor ve ayrıntıların çoğunu savaşın sisi ve askeri sansürün gölgesinde gizleniyor. Ancak operasyonların hedefe yönelik olduğunda ısrar ediyorlar ve İsrail güçleri, Akdeniz kıyısından İsrail birliklerinin işgali başlattığı Metula çevresindeki tepelik araziye kadar yılan gibi kıvrılan ve iki ülkeyi ayıran BM tarafından belirlenmiş “Mavi Hat”tın nispeten yakınında kalmaya devam ediyor.

İsrail’in ilerleyişini gösteren yüksek çözünürlüklü uydu görüntüleri 100 km’lik sınırın tamamı için mevcut değil. Ancak Marun er-Ras bölgesinden alınan görüntülerde İsrail tankları ve diğer araçların Lübnan içinde kısa bir mesafede ilerlediğini gösteriyor. Yaklaşık 27 araçlık bir grup sınırın 250 metre içinde, başka bir daha küçük grup ise sınırın bir km kadar içine girmiş durumda. Diğer görüntüler, İsrail güçlerinin Avivim ve Yiron köyleri yakınında sınırı ihlal ettikleri noktaları gösteriyor.

İsrailli yetkililere göre bu saldırının amacı, Hizbullah’ın sınır ötesi saldırı tehdidini ortadan kaldırmak ve İsrail topluluklarına yönelik tanksavar füzeleri gibi silahların doğrudan ateş hattını temizlemek, böylece çatışmalar nedeniyle yerinden edilen İsraillilerin evlerine dönmesini sağlamak.

Birçok Lübnanlı, ABD’nin İsrail’in Hizbullah’a karşı artan saldırılarına yeşil ışık yaktığından endişe ediyor. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Matthew Miller bu hafta Washington’ın “Hizbullah’ın kapasitesini azaltma çabalarında İsrail’i desteklediğini” belirtti. Ancak Miller, “nihayetinde bu çatışmaya diplomatik bir çözüm bulmak istediklerini” de ekledi.

WSJ: ABD, İsrail’in Lübnan işgalini fırsata çevirmeye çalışıyor

Hizbullah geçen yıl Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısından sonraki günlerde İsrail’e ateş açmaya başlamış, 50’den fazla kişinin ölümüne yol açmış ve 60 bin İsrailliyi kuzeydeki evlerini terk etmek zorunda bırakmıştı. O tarihten bu yana geçen bir yıl içinde İsrail’in Lübnan’a düzenlediği saldırılarda iki bin 100’den fazla kişi öldü ve çoğu son birkaç hafta içinde olmak üzere bir milyon 200 binden fazla kişi yerinden oldu. Bombardıman aynı zamanda büyük bir yıkıma yol açarak sınıra yakın köy ve kasabaları yerle bir etti.

Washington Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü’nden Ehud Yaari, İsrail’in saldırısını, Mavi Hat’tın kuzey tarafında, kara birlikleri ile iki km derinliğindeki bir şeritte hava saldırılarından daha kolay tespit edilen hedeflere yöneltilen bir “öğütücü” olarak nitelendirdi.

İsrailli yetkililer çatışmaların ilk haftasında 500 Hizbullah savaşçısının ve dokuz İsrail askerinin öldürüldüğünü iddia ediyor.

Yaari şöyle dedi: “Hizbullah’ın sınır bölgesinde kurduğu sistemleri yerle bir ediyorlar. Güçler tek bir şeye odaklanmış durumda: Hizbullah’ın bu bölgedeki tüneller, sığınaklar, silah ve mühimmat depoları gibi şaşırtıcı büyüklükteki askeri altyapısını yok etmek.”

“Bu sistemlerin bazıları köylerin içinde, ancak diğerleri bu sistemleri gizlemek için kullanılan sık çalılık ve çalılıklarla dolu kırsal alanlarda bulunuyor” diye ekledi.

Sınır boyunca yürütülen operasyonlara İsrail ordusunun İran’ın Hizbullah güçlerine ikmal yapma girişimlerini engelleme çabaları da eşlik ediyor. İsrail geçen ay saldırılarını genişlettiğinden beri jetleri Lübnan ile Suriye arasındaki sınır kapılarını ve Suriye’nin güneyindeki diğer hedefleri defalarca bombaladı. Ayrıca örgütün güçlü olduğu Bekaa Vadisi’ndeki Hizbullah hedeflerini de vurdular.

İsrail’e BM askerini vurmak bile serbest

Cuma günü İsrail jetleri Suriye ile Lübnan arasında 3,5 km uzunluğunda bir tüneli imha etti. İsrailli yetkililer tünelin Hizbullah’ın silah sevkiyatı yapmakla görevli 4400 numaralı birimi tarafından kullanıldığını söyledi. Geçen hafta başında İsrail Beyrut’ta düzenlediği bir hava saldırısında birimin komutanı Muhammed Cafer Kasır’ı öldürmüştü.

Eski bir İsrail Savunma Kuvvetleri istihbarat yetkilisi olan ve şu anda Meir Amit İstihbarat ve Terörizm Bilgi Merkezi’nin başında bulunan Shlomo Mofaz, “Suriye’den Lübnan’a ve Irak’tan Suriye’ye giden tedarik zincirini kesiyoruz” dedi.

İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal ederek ülkenin güneyinde 18 yıl süren bir işgale dönüşmesi de dahil daha sonra genişleyen operasyonlar başlatma geçmişi ve kuvvetlerinin sınırlı kayıplar verdiği göz önüne alındığında, batılı yetkililer İsrail birliklerinin eninde sonunda Lübnan’ın derinliklerine doğru ilerleyeceğini düşünüyor.

Salı günü sosyal medyada yayınlanan görüntülerde İsrail askerlerinin Marun er-Ras’ta ülke bayrağını göndere çektiği görülüyordu.

İsrailli yetkililer, 2006’daki son savaşın sonunda kabul edilen ancak iki tarafın da uygulamadığı 1701 sayılı BM kararında öngörüldüğü üzere, nihai hedeflerinden birinin Hizbullah’ı Mavi Hat’tın 30 km kuzeyine kadar uzanan Litani nehrinin gerisine itmek olduğunda defalarca ısrar ettiler.

Ancak bunun nasıl yapılacağı konusunda muğlak kaldılar.

Batılı bir yetkili şunları söyledi: “Bence İsrailliler Hizbullah’a mümkün olduğunca çok zarar vermek ve sınır ile Litani nehri arasında mümkün olduğunca çok alanı temizlemek istiyor. Ancak bundan sonrası net değil.”

“Şimdi durmalarını ve zaten büyük ölçüde üzerinde anlaşılmış olan siyasi bir planı kabul etmelerini istiyoruz. Ancak öyle görünüyor ki askeri başarıları onları devam etmeye teşvik ediyor.”

Hizbullah: Bizim için tek çözüm direnmek

Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı ve Washington’daki Amerika Ulusal Güvenlik Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Yaakov Amidror kara harekâtının nasıl gelişeceğinin siyasi ve askeri bir mesele olduğunu söyledi.

Ancak operasyonun askeri “mantığının” Hizbullah’ın Litani’nin güneyindeki varlığını kuşatmak ve yok etmek, ardından da geri dönmesini engellemek olduğunu söyledi.

Amidror şunları söyledi: “Başka cephelerde başka sorunlarımız varken, mevcut koşullarda bunu yapabilir miyiz? Daha uzun bir savaşa İsrail’in tepkisi ne olur? İsrail’in en azından güneyde Hizbullah’ı ezme planına devam ettiği açıkken dünyanın tepkisi ne olur? [Ama] askerî açıdan bakıldığında kara kuvvetleriyle yapılacak bir işgali haklı çıkarabilecek tek mantık bu.”

Mofaz, İsrail’in saldırısının hala Hizbullah’ı yok etmekten ziyade zayıflatmayı ve ardından ABD ve Fransa gibi uluslararası oyuncuların desteğiyle Hizbullah’ın Güney Lübnan’a dönmesini engelleyecek bir siyasi anlaşmaya ulaşmayı amaçladığına inandığını söyledi.

Ancak İsrail’in önceki operasyonlarının bunun değişebileceğini gösterdiğini de sözlerine ekledi: “Şimdilik bu sınırlı bir operasyon. Ancak Lübnan’da nerede ve ne zaman başlayacağınızı bilirsiniz. Ama ne zaman ve nerede bitireceğinizi asla bilemezsiniz.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Savaşın yayılması ABD’nin gizli gündemi mi?

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD’nin savaşı sürdürme ve genişletmeye çalışan İsrail’i dizginlemeye çalıştığı iddialarının gerçeği yansıtmadığını savunuyor. Veriler ve uzman görüşleri ile desteklenen makale Demokratlar içindeki neo-muhafazakâr gündeme ve isimlere dikkat çekiyor:

***

Biden yönetimi gerilimi azaltmaya mı çalışıyor yoksa Orta Doğu’yu savaşa mı sürüklüyor?

Washington bölgesel ateşkes çağrısı yaparken İsrail’e siyasi ve askeri destek sağlamaya devam ediyor. Genişleyen savaş başarısız bir diplomasi mi yoksa ABD’nin gerçekten istediği şey mi?

Ali Harb

ABD Başkanı Joe Biden şubat ayında elinde bir dondurma külahıyla Gazze’de ateşkesin birkaç gün içinde gerçekleşebilecek kadar “yakın” olduğunu ilan etti.

Aradan yedi aydan fazla bir süre geçmesine rağmen İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşı devam etmekle kalmadı Ortadoğu’da tırmanan gerilim ve şiddet İsrail askerlerinin Lübnan’ı işgal etmesi ve bombalamasıyla genişledi.

Biden yönetimi sözlü olarak gerilimi azaltma çağrısı yapmaya devam ederken İsrail’e siyasi destek ve savaşlarını sürdürmesi için sürekli bomba tedariki sağladı.

Washington, İsrail’in bu yıl attığı neredeyse her tırmandırıcı adımı memnuniyetle karşıladı: Beyrut ve Tahran’da Hamas liderlerinin öldürülmesi, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah suikastı ve Lübnan’ın güneyinin işgali.

Gazze’de savaşın başlamasının üzerinden bir yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen İsrail, kuşatma altındaki Filistin topraklarında yaklaşık 42 bin kişinin ölümüne neden olan yıkıcı saldırılarını sürdürürken Beyrut’u her gün bombalıyor ve İran’a karşı bir saldırıya hazırlanıyor.

Gazze’deki çatışma şiddetlenip bölgeye yayıldıkça, ABD’nin söylemi ile politikası arasındaki uçurum da büyüyor.

Peki, birçok liberal yorumcunun öne sürdüğü gibi Biden yönetimi İsrail’i dizginlemekte başarısız mı oluyor? Yoksa aslında kaosu; İran, Hamas ve Hizbullah’a karşı şahin bir gündemi ilerletmek için mi kullanıyor?

Kısa yanıt: Analistlere göre İsrail’e askeri ve diplomatik desteğini sürdüren ABD, itidal açıklamalarına ve ateşkes çağrılarına rağmen bölgedeki şiddetin temel itici gücü olmaya devam ediyor. Yönetimin güdüleri ya da gerçek niyetleri hakkında spekülasyon yapmak zor olsa da Biden yönetiminin İsrail ile aynı safta yer aldığını, sadece meydan okunan pasif bir müttefik olmadığını gösteren kanıtlar giderek artıyor.

ABD şimdiye kadar ne söyledi ve ne yaptı?

Gazze’de ateşkes için aylarca süren kamuoyu baskısının ardından ABD, İsrail’in Lübnan’daki saldırısını desteklemeye odaklandı.

ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin geçen hafta İsrail’in Lübnan’ın güneyinde başlattığı ve ülkeyi tamamen işgal etme riski taşıyan kara harekâtını destekledi.

İsrailli mevkidaşı Yoav Gallant ile yaptığı görüşmenin ardından 30 Eylül’de bir açıklama yapan Austin, “ABD’nin İsrail’in kendini savunma hakkını desteklediğini açıkça ifade ettim” dedi.

Filistinli grup Hamas’ın İsrail’in güneyine düzenlediği ve en az bin 139 kişinin öldüğü saldırıya atıfta bulunan Austin, “Lübnan Hizbullahı’nın İsrail’in kuzeyindeki topluluklara 7 Ekim tarzı saldırılar düzenleyememesini sağlamak için sınır boyunca saldırı altyapısının yok edilmesi gerektiği konusunda mutabık kaldık” dedi.

Lübnanlı grup, Hamas saldırısının ardından Gazze’ye karşı başlattığı savaşı sona erdirmesi için İsrail hükümetine baskı yapmak amacıyla geçen yıl Ekim ayında İsrail askeri mevzilerine saldırmaya başlamıştı.

Aylar boyunca neredeyse her gün yaşanan çatışmalar büyük ölçüde sınır bölgesiyle sınırlı kaldı. Şiddet, sınırın her iki tarafından on binlerce insanı kaçmaya itti. Hizbullah, İsrail’in kuzeyinde yaşayanların ancak ülkenin Gazze’ye yönelik savaşı sona erdiğinde geri dönebileceklerini savundu.

Hizbullah’ın üst düzey askeri yetkililerine yönelik suikast saldırılarının ardından İsrail 23 Eylül’de Lübnan genelinde büyük bir bombardıman başlattı ve yüzlerce köy ve kasabada sivillere ait evleri yerle bir etti.

O tarihten bu yana İsrail şiddeti Lübnan’da 1 milyondan fazla insanı yerinden etti.

İsrail’in bu adımlarından önce Beyaz Saray aylardır Lübnan-İsrail sınırındaki krize diplomatik bir çözüm bulunması için çalıştığını söylüyordu. ABD elçisi Amos Hochstein, görünüşte gerilimin tırmanmasına karşı uyarıda bulunmak üzere bölgeye defalarca ziyarette bulundu.

Lübnan’daki düşük düzeyli çatışmaların hızla topyekûn bir savaşa dönüşmesi üzerine Biden yönetimi Arap ve Avrupa ülkelerini bir araya getirerek 25 Eylül’de çatışmaların durdurulması için 21 günlük “acil” bir ateşkes önerdi.

Ancak iki gün sonra İsrail, Beyrut’taki birçok konutu yerle bir eden ve yakın bir ateşkes ihtimalini fiilen ortadan kaldıran büyük bir bombalı saldırıda Nasrallah ‘ı öldürdüğünde Beyaz Saray bu saldırıyı “adaletin bir ölçüsü” olarak övdü. Nasrallah’ın öldürülmesi emrini İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılmak üzere bulunduğu ABD topraklarından verdi.

Syracuse Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Osamah Khalil, Biden’ın diplomatik çabalarının samimiyetini sorguladı ve Hochstein’ın İsrail’e itidal çağrısında bulunduğuna dair basında çıkan haberlere şüpheyle yaklaştı.

Halil, ABD’nin İsrail’in Gazze ve bölgenin geri kalanındaki eylemlerinin doğrudan bir katılımcısı ve destekçisi olduğunu ancak Biden yönetiminin ateşkes görüşmelerini kendisini ülke içindeki eleştirilerden korumak için bir “iç politika” manevrası olarak kullandığını vurguladı.

Halil geçen ay El Cezire’ye verdiği demeçte, “Tüm bunlar, özellikle de savaş karşıtlığı popüler hale geldikçe, müzakereler ediyormuş gibi görünmek için yapılan müzakerelerdi” dedi.

‘Orta Doğu’yu yeniden şekillendirmek’

ABD medyasında yakın zamanda çıkan iki haber Halil’in iddiasını doğrular nitelikte.
Politico’nun 30 Eylül’de kimliği açıklanmayan kaynaklara dayandırdığı haberine göre Hochstein ve Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Ortadoğu koordinatörü Brett McGurk’ün de aralarında bulunduğu üst düzey ABD’li yetkililer İsrail’in Hizbullah’a yönelik askerî harekâtını özel olarak destekliyor.

ABD’li yayın organının haberine göre “Hochstein, McGurk ve diğer üst düzey ABD ulusal güvenlik yetkilileri perde arkasında İsrail’in Lübnan operasyonlarını önümüzdeki yıllarda Orta Doğu’yu daha iyi bir şekilde yeniden şekillendirecek tarihi bir an olarak tanımlıyorlar.”

Axios’un geçen haftaki haberine göre ABD, İsrail’in Hizbullah’a vurduğu darbelerden faydalanarak Washington’un desteklediği bir ismin Lübnan cumhurbaşkanı seçilmesi için bastırıyor.

Lübnan’da cumhurbaşkanlığı makamı yaklaşık iki yıldır boş ve parlamento yeni bir lider seçmek için uzlaşma sağlayamıyor.

Salı günü ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller Lübnan’daki savaşı ülkeyi siyasi olarak değiştirmek için bir “fırsat” olarak nitelendirdi. Miller, Washington’un Lübnan halkının “yeni bir cumhurbaşkanı seçme [ve] Hizbullah’ın ülkedeki çıkmazını kırma yeteneğine” sahip olmasını istediğini söyledi.

Hizbullah ve müttefikleri, ülkedeki serbest seçimler sonucunda Lübnan parlamentosunda onlarca sandalyeyi kontrol ediyor.

Bölgeyi yeniden şekillendirmek, ABD’nin neo-muhafazakâr hareketi için her zaman bir hedef oldu: İsrail’e destek veren ve ABD dostu hükümetleri, şahin dış politika ve askeri müdahaleler yoluyla iktidara getirme. Bu yaklaşım en açık şekilde eski ABD Başkanı George W. Bush döneminde görülmüştü.

Hatta 18 yıl önce Bush döneminde, İsrail Hizbullah ile son büyük savaşını yaşadığında, dönemin Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice “yeni bir Ortadoğu’nun doğum sancılarından” söz etmişti.

Halil, Bush döneminin birçok yeni muhafazakârının şu anda Demokrat Parti’ye üye olduğunu ve Kasım seçimlerinde başkanlık için Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i desteklediğini belirtti.

Harris, sözde “teröre karşı savaşın” ve 2003 yılında ABD öncülüğünde Irak’ın işgalinin baş mimarlarından olan eski Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin desteğini memnuniyetle karşıladı.

Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı olarak Biden’ın kendisi de Irak’taki savaşı desteklemişti. O dönemde komitede Demokrat personel direktörü olarak görev yapan Dışişleri Bakanı Antony Blinken da öyle. McGurk Bush’un Beyaz Saray’daki danışmanlarından biriydi ve ABD’nin Irak’ı işgalinde kilit rol oynamıştı; Hochstein ise daha önce İsrail ordusunda görev yapmıştı.

Khalil, “Demokrat yönetimin içinde neo-muhafazakâr bir gündem var” dedi.

Gazze başarısızlıkları

Lübnan’da savaş sürerken ve dünya İran ile İsrail arasında olası bir gerilimi izlerken, birçok analist bölgeyi bu noktaya getiren şeyin Biden’ın Gazze’deki savaşı sona erdirememesi olduğunu söylüyor.

Arab Center Washington DC Direktörü Halil Cahşan da Biden yönetiminin Netanyahu hükümetine verdiği koşulsuz desteğin tüm bölgeyi “bilinmeze” götürdüğünü söyledi.

El Cezire’ye konuşan Cahşan, Gazze savaşının başlamasından bu yana geçen bir yılda ABD’nin sadece İsrail politikalarına değil, aynı zamanda “İsrail’in aşırılıklarına” da tam olarak “körü körüne destek” verdiğini söyledi. “Bu, çatışmanın başından beri herhangi bir rasyonalite unsurunu kabul etmeyi reddeden tek taraflı bir politikanın sonucudur” dedi.

Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e düzenlediği saldırının hemen ardından Biden ABD’nin müttefikine tavizsiz destek verdi.

İsrail’in Hamas’a karşı “hızlı, kararlı ve ezici” bir yanıt vermesini destekledi. Beyaz Saray ayrıca savaşın finansmanına yardımcı olmak üzere İsrail’e askeri yardım için Kongre’den ek fon talep etmekte acele etti.

Washington aylardır büyüyen insani krize rağmen ateşkes çağrılarına direniyor ve İsrail’in Hamas’ın peşinden gitmeye “hakkı” olduğunu savunuyordu.

ProPublica ve Reuters haber ajansının son haberleri, Biden yönetiminin İsrail’in Gazze’de işlediği olası savaş suçlarıyla ilgili iç uyarıları aldığını ve bunları görmezden gelerek İsrail’e silah transferlerini sürdürdüğünü gösterdi.

İsrail’in Gazze’nin büyük bölümünü yerle bir etmesi, 2,3 milyon Filistinlinin neredeyse tamamını yerinden etmesi ve açlık sınırına getirmesinin ardından iç ve uluslararası hoşnutsuzluk arttıkça Biden üslubunu yumuşatmaya başladı.

Geçen aylarda ABD, Gazze’deki çatışmaların sona ermesini ve kuşatma altındaki bölgede Filistinli grupların elindeki İsrailli esirlerin serbest bırakılmasını sağlayacak bir anlaşma çağrısında bulunmak için “ateşkes” terimini benimsedi.

Ancak Netanyahu’ya bir anlaşmayı kabul etmesi için pek baskı yapmadı.

Biden ve yardımcıları gerçekten bir ateşkes istemiş ve bunu başaramamış da olsa diplomatik çabayı dikkatleri İsrail’in ABD destekli savaşının dehşetinden uzaklaştırmak için kullanmış da olsa sonuç aynı: Savaş yayılıyor ve on binlerce masum insan öldürülüyor.

Tahran ile ABD diplomasisini destekleyen ABD merkezli National Iranian American Council’de (NIAC) politika direktörü olan Ryan Costello, “Kanıtlar, bir ateşkesi desteklediklerini söylemenin, ancak bunu sağlamak için hiçbir şey yapmamanın onlar için siyasi olarak avantajlı olduğunu gösteriyor” dedi.

Cahşan ayrıca Biden yönetiminin İsrail’i silahlandırmaya devam ederken adil ateşkes önerileri sunmadığını söyledi, “Ateşkesi önerenler, taraflardan birine savaş araçları sunmaya devam ederse ateşkesin ne değeri kalır ki. Bu bir ateşkes değil; savaşa devam etmek için bir davet” dedi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Küresel ticarette tehlike çanları: Lloyd’s’tan 14 trilyon dolarlık kayıp uyarısı

Yayınlanma

İngiltere merkezli sigorta devi Lloyd’s of London, olası bir jeopolitik çatışmanın önümüzdeki beş yılda küresel ekonomiye 14,5 trilyon dolarlık zarar verebileceğini ve dünya ticaretini altüst edebileceğini öngören bir rapor yayımladı.

Lloyd’s of London, olası bir jeopolitik çatışmanın küresel ekonomiyi derinden sarsabileceği konusunda uyarıda bulundu. Sigorta devi, böyle bir senaryonun önümüzdeki beş yıl içinde 14,5 trilyon dolarlık (yaklaşık 11,89 trilyon sterlin) zarara yol açabileceğini ve küresel ticareti altüst edebileceğini öngörüyor.

Reuters ajansının aktardığına göre söz konusu tahmin, Lloyd’s’un sistemik risk serisi kapsamında hazırladığı yeni bir senaryonun parçası. Bu seri, hükümetlere, sigortacılara ve risk yöneticilerine en acil küresel tehditler hakkında kritik bilgiler sunmayı amaçlıyor.

Söz konusu senaryo, büyük çaplı bir jeopolitik çatışmanın küresel ticaret düzenini bozması halinde ortaya çıkabilecek ciddi ekonomik sonuçlara odaklanıyor.

Dünya ithalat ve ihracatının yüzde 80’inden fazlasını oluşturan yaklaşık 11 milyar ton malın her an okyanuslar üzerinde hareket halinde olduğu düşünüldüğünde, hayati ticaret yollarının kapanmasının ekonomileri felce uğratabileceği açıkça görülüyor.

Rapor, olası zararın iki yönlü -bir yandan çatışma bölgelerindeki altyapının tahrip olması, diğer yandan yaptırımlar ve tehlikeye giren nakliye hatları nedeniyle küresel ticaret ağlarının yeniden düzenlenmek zorunda kalması- olacağını vurguluyor.

Etkinin boyutu, ülkelerin çatışmaya dahil olma durumuna ve uluslararası ticarete olan bağımlılık derecesine göre farklılık gösterecek. Örneğin, otomobil ve elektronik üretiminde kullanılan yarı iletkenler gibi kritik mallarda büyük ölçüde dış tedarikçilere bağımlı olan Avrupa’nın 3,4 trilyon dolara varan kayıplarla karşı karşıya kalabileceği belirtiliyor.

Lloyd’s, bu senaryonun önemini vurgulamak için yakın geçmişten bir örnek veriyor. 2021 yılında, Doğu ve Batı’yı birbirine bağlayan hayati ticaret yolu Süveyş Kanalı’nda yaşanan tıkanıklığın günde 9,6 milyar dolarlık mala, yani saatte 400 milyon dolara mal olduğu tahmin edilmişti.

Lloyd’s kurumsal ilişkiler direktörü Rebekah Clement, son senaryoyla ilgili şu açıklamayı yaptı: “Sigortanın değeri, jeopolitik çatışmanın ikincil etkilerini de kapsıyor. Bu etkiler arasında, etkilenen ticaret ortakları ve tedarikçilerden kaynaklanan aşağı yönlü gecikmeler ve kesintiler de yer alıyor.”

Clement sözlerine şöyle devam etti: “İşletmelerin kendilerini bu etkilere karşı korumalarına yardımcı olabilecek sigorta teminatlarına örnek olarak siyasi risk sigortası ve şarta bağlı iş kesintisi sigortasının yanı sıra özel savaş riski sigortası verilebilir.”

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English