DÜNYA BASINI
İsveç’in NATO üyeliği ve Arktik jeopolitiği
Yayınlanma
Yazar
Emre Köse
Çevirmenin notu: Arktik ve Kuzey Deniz Rotası, Ukrayna’da 2014’te düşük şiddette başlayan, Minsk müzakereleriyle kısa süreliğine sükunete eren ve 2022’nin şubat ayında tırmanan savaş devam ederken Batı ile Rusya arasındaki ilişkilerde ciddi önem arz eden, fakat pek ilgiye mazhar olmayan konular arasındaydı. Buradaki rekabetin akıbeti henüz muğlak, ancak biraz yakından bakıldığında bölgede askeri tahkimatın yoğunlaştığı bariz biçimde görülebilir.
İsveç NATO’da: NATO üyeliği Stockholm’ün stratejik duruşunu nasıl değiştirebilir?
Nima Khorrami
31 Ekim 2023
İsveç hükümetinin 17 Mayıs 2022 tarihinde Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’ne katılma niyetini açıklamasından bu yana ülkenin NATO üyeliğinin ittifakın Arktik stratejisini nasıl etkileyebileceği konusunda çok şey yazıldı. Bununla birlikte, NATO üyeliğinin İsveç’in genel olarak ve özellikle de Yüksek Kuzey’deki stratejik duruşu üzerindeki potansiyel etkileri hakkında çok daha az şey yazıldı. İsveç’in NATO’da yer almasının faydaları kapsamlı bir şekilde analiz edilmiş ve tartışılmış olsa da farklı bir şekilde ifade etmek gerekirse ülkenin Kuzey Kutbu’ndaki savunma kabiliyetlerini geliştirmek için NATO üyeliğinden nasıl istifade edebileceği büyük ölçüde fark edilmedi. Bölgenin İsveç’in en stratejik iki endüstrisine, madencilik ve uzaya ev sahipliği yaptığı göz önüne alındığında, ülkenin ittifaka üyeliği ışığında Kuzey Kutbu’ndaki duruşunun değişebileceği potansiyel yolları araştırmak önemli.
İsveç’in Arktik’teki öncelikleri
Bölgedeki muadillerine benzer şekilde İsveç de Kuzey Kutbu’nu bölgesel ve küresel meselelerde daha da fazla önem kazanma yolunda hızla ilerleyen stratejik bir bölge olarak görüyor. Bu durumun her zaman böyle olmadığını belirtmek gerekir. Bölgeye ilişkin iki ulusal strateji dosyası karşılaştırıldığında, ülkenin Kuzey Kutbu’na ilişkin algısında açık bir rota değişikliği tespit edilebilir; başlangıçta yumuşak güvenlik konularına odaklanan bir yaklaşımdan, büyük güç rekabeti ve bölgesel rekabet beklentisine dayanan bir yaklaşıma geçildi. Bu dönüşüm en çok hükümetin Kuzey Kutbu’ndaki iklim değişikliği ve çevresel güvenliğin önemine ilişkin görüşlerinde göze çarpıyor; zira bu tür kaygılar artık sürdürülebilir kalkınma ve yerel toplulukların refahı kavramlarıyla sınırlı değil. Daha ziyade hem bölgenin kaynaklarına hem de daha geniş anlamda bu kaynaklara erişime yönelik artan ilgi ve rekabet için katalizör olarak vurgulanıyor.
Rusya’nın yayılmacı eğilimlerinden, Çin’in yakın çevresi dışındaki bölgelerde artan gücü ve varlığından ve hızla yoğunlaşan Çin-Amerikan rekabetinden endişe duyan Stockholm, bu gelişmelerin Arktik üzerindeki potansiyel etkileri konusunda önemli çekincelere sahip; öyle ki artık Arktik ve Baltık Denizi bölgesine aynı düzeyde stratejik önem atfediyor. Bu bağlamda, İskandinav ülkelerinin Kuzey Kutbu’ndaki stratejik önceliklerinin bölgesel ve bölge dışı aktörler arasında siyasi uzlaşı oluşturma etrafında dönmeye devam edeceğini, fakat bu uzlaşı oluşturma çabalarının odağının benzer düşünen uluslar arasında yumuşak güvenlikten reelpolitiğe kayacağını düşünmek doğru olur. Bu yeniden yönlendirme, bölgesel ilişkilerin iyi tanımlanmış bir liberal düzen (Arktik ve Arktik dışındaki ülkeler arasında işbirliği ve ortaklığı memnuniyetle karşılayan ancak bölgesel ilişkilerde herhangi bir revizyonizm kavramını reddeden bir düzen) bağlamında düzenlenmesini sağlama arzusundan kaynaklanıyor gibi görünüyor.
NATO üyeliğinin İsveç’e faydaları
NATO üyeliği İsveç’e, Kuzey Kutbu’ndaki varlığını ve caydırıcılık kabiliyetini artırmasını sağlayacak ortak kabiliyet gelişimlerini keşfetme ve bunlardan yararlanma fırsatı sunuyor. Sınırlı kaynakları göz önüne alındığında Stockholm’ün kabiliyet geliştirme çabalarına ustaca yaklaşması gerekiyor. Başka bir deyişle, sadece savunma sanayiindeki genişlemenin maliyet etkinliğini sağlamakla kalmamalı, gelecekteki silah cephaneliğinin son teknoloji ürünü olmasını ve geniş bir uygulama yelpazesine sahip olmasını da sağlamalı. NATO’da yer almak hem kurumsal hem de teknik açıdan bu tür girişimlere olanak sağlayacaktır. Örneğin İsveç, NATO’daki ortaklarıyla birlikte çalışarak Arktik kabiliyetlerini değiştirebilir ve/veya mevcut varlıklarını ittifakın bölgedeki stratejik öncelikleriyle uyumlu yeni kullanımlara uyarlayabilir.
NATO üyeliği, kurumsal ve hukuki engelleri ortadan kaldırarak İsveç’in ortak caydırıcılık ve savunma kabiliyetlerini geliştirmek ve yükseltmek için ittifak üyeleriyle devam eden girişimlerini ve anlaşmalarını güçlendirmesine de olanak sağlayacaktır. Potansiyel bir örnek olarak, bugüne kadar tam entegre bir savunma ve lojistik ekosistemi vizyonunu tam olarak gerçekleştirememiş olan NORDEFCO devletleri arasında işbirliğinin geliştirilmesi ihtimali gösterilebilir. İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya katılmasıyla birlikte “operasyonel askeri planlama, karşılıklı bilgi paylaşımı ve müşterek kuvvetlerin önündeki engeller kalkacak” ve böylece dört İskandinav komşusu, diğer hususların yanı sıra askeri varlıkların hareket ve depolanmasında asgari kısıtlamalar ve tüm alanlarda kişisel ve koordineli bölgesel ve durumsal farkındalık gibi NOORDEFCO Vizyon 2025 hedeflerini gerçekleştirme konusunda daha güçlü bir konumda olacaklardır.
Ancak hepsinden önemlisi, Kuzey Kutbu ile ilgili kabiliyetlerin Ar-Ge, üretim ve tedarikinin yanı sıra ittifak genelinde hibrit ya da enformatif savaşa dönük ortak yaklaşımlar konusunda kamu-özel sektör işbirliğinin artırılmasını kolaylaştırmak amacıyla NATO düzeyinde bir Kuzey Kutbu Güvenlik Girişimi kurulması yönündeki gerçek beklenti. Böyle bir çabanın altında yatan motivasyon, müttefik üyelerin kolektif gücünden yararlanarak yanlış ve dezenformasyona karşı sağlam bir psikolojik savunma bariyeri oluşturmak ve Yüksek Kuzey’de ve daha geniş anlamda Kuzey Avrupa’da güçlü bir caydırıcılık duruşu sergilemektir.
Yukarıdakilerle yakından ilişkili olarak, ABD’nin Avrupa güvenliğine uzun vadeli bağlılığı konusunda süregelen bir soru işareti bulunuyor. ABD’nin Avrupa’daki stratejisinin iç siyasi gelişmelere açık olmasından endişe duyan İsveç, NATO üyeliğinin ayrılmaz bir parçası olan kolektif güvenlik garantilerinden büyük fayda sağlayacaktır. Buna bir de kaynak sorunu ekleniyor; yani ABD Avrupalı müttefiklerinin güvenliğine bağlı kalsa bile, Stockholm’ün bir düşmanın düşmanca eylemlerinin doğrudan ya da dolaylı hedefi haline gelmesi durumunda yardımına koşacak araçlara sahip olacağının garantisi yok. Washington, kaynaklarını Pekin ile ilişkilerini yönetmeye yönlendirmeye çalıştıkça, Amerika’nın ittifak ve ortaklık konusundaki görüşünün, etkili müttefiklerin ya Washington’un Çin’e karşı mücadelesine katkıda bulunabilecek ya da ABD’den fazla yardım almadan liberal düzeni sürdürebilecek müttefikler olarak görüldüğü önemli bir değişime uğraması muhtemel. İsveç NATO’da yer alarak ikincisini sağlayabilir ve stratejik kaynaklarını ve konumunu birincisinin hizmetinde daha iyi kullanabilir.
Son olarak NATO üyeliği, İsveç’in Kuzey Kutbu’ndaki kendi çıkarlarını daha iyi güvence altına almasını sağlıyor. Giderek artan sayıda veri merkezine, Avrupa’nın en büyük demir cevheri madenine ve AB’nin amiral gemisi uzay merkezine ev sahipliği yapan İsveç’in Arktik bölgesi halihazırda stratejik bir sıcak nokta ve dolayısıyla yabancı saldırılar için potansiyel bir ana hedef. Bu nedenle, Stockholm’ün en kuzey bölgelerine sürekli yabancı yatırım çekebilmesi ve sürdürülebilir ve iktisadi açıdan istikrarlı bir Arktik vizyonunu gerçekleştirebilmesi için Arktik bölgesinde istikrar ve güvenliğin sağlanması bir ön koşul. Bu da herhangi bir potansiyel saldırı eylemini hem erken tespit edecek hem de caydıracak kabiliyet ve varlıkların geliştirilmesini gerektirir. Başka bir deyişle, İsveç’in Arktik bölgesinde sosyopolitik istikrarı ve ekonomik büyümeyi tesis edebilmesi için “krizleri, tehditleri ve silahlı saldırı eşiğinin altındaki düşmanca eylemleri ele alma kabiliyetini geliştirmesi” gerekiyor. NATO’da yer almak tüm bu endişelerin giderilmesinde sihirli bir değnek olmasa da en azından İsveç’e dönük herhangi bir saldırgan eylemi veya düşmanca niyeti caydırmak için uzun bir yol kat edecektir.
NATO üyeliği İsveç’i nasıl değiştirebilir?
Türkiye parlamentosu, ekim ayında onay sürecini başlatırken, İsveç’in NATO’su son aşamalardan geçerken ve NATO, Stockholm’ü en son üyesi olarak resmen karşılamaya hazırlanırken İsveç bir kararsız devlet örneği olmaya hazırlanıyor. Gelişmiş ekonomisi, canlı teknoloji sektörü, hızla büyüyen uzay endüstrisi, stratejik konumu ve maden kaynakları göz önüne alındığında İsveç, stratejik açıdan çok önemli ülkeler kategorisine giriyor. Daha açık bir ifadeyle İsveç’in altyapısı ülkeyi Finlandiya, Norveç ve Baltık ülkelerine asker ve malzeme göndermek için mükemmel bir hazırlık sahasına dönüştürürken, topraklarının genişliği de hem Finlandiya hem de Norveç’e stratejik derinlik sağlıyor; yani bu ikilinin kendi cephelerindeki olası kayıpları İsveç topraklarına çekilerek telafi etmelerini mümkün kılıyor. Bu açıdan bakıldığında, NATO üyeliği İsveç’in stratejik erişimini ve topyekûn savunma politikasını uygulama kabiliyetini artırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Ayrıca, İskandinav yarımadasındaki lider ülke konumunu daha da pekiştirmesini sağlayacaktır.
Daha geniş anlamda, Rusya ve Çin’e karşı daha kararlı ve/veya uzlaşmaz bir tavrın yanı sıra AB ve NATO’nun İsveç’in stratejik müzakerelerinde daha belirgin bir rol oynamasını beklemek yerinde olacaktır. AB üyeliğinden faydalanan ve NATO üyeliğinden cesaret alan Stockholm’ün hem içeride hem de dışarıda Çin ve Rusya politikalarına ilişkin görüşlerini daha açık bir şekilde dile getirmesi muhtemel. Özellikle de Pekin ve Moskova’nın, ticari ve kültürel girişimleri de dahil İsveç’in komşuluk bölgesinde ve etrafındaki faaliyetlerinin daha keskin bir şekilde sertleşmesi ve daha sıkı bir şekilde incelenmesi beklenebilir. Örneğin, Çin’in ikili kullanılan teknolojileri satın almak için mali gücünü kullanma konusundaki artan gücünden endişe duyan Stockholm, sadece kendi topraklarındaki Çin mali faaliyetlerini sınırlamakla kalmayacak, komşularına da bu konuda yardımcı olacaktır. Benzer şekilde, Rusya’nın Arktik bölgesine askeri yığınak yapmasına, Kuzey Denizi Rotası boyunca deniz seyrüseferini kısıtlamaya çalışmasına ve Arktik’teki maden çıkarma endüstrileri faaliyetlerine karşı gevşek tutumuna karşı açıkça çağrıda bulunarak bu tür faaliyetlerin potansiyel çevresel etkilerini küçümsemesi muhtemel.
Son olarak, İsveç’in savunma ve dış politikasını yürütürken artık dengeli bir duruş sergileyemeyeceği kesin gibi görünüyor. NATO’nun kolektif güvenlik anlaşmalarına bağlı olan Stockholm, stratejik öncelikleriyle çelişebilecek ya da Kuzey Kutbu’ndaki ve NATO çekirdeğinin çok ötesindeki bölgelerdeki ticari çıkarlarını olumsuz etkileyebilecek bir dizi konuda rahatsız edici kararlar almak zorunda kalacaktır. Daha açık bir ifadeyle İsveç, gelecekte ABD’nin potansiyel olarak tartışmalı herhangi bir politikasıyla arasına mesafe koyamayacaktır. Öte yandan NATO’da olmanın basit erdemi sayesinde kritik olduğunu düşündüğü bir dizi stratejik konuda ABD’nin yaklaşımını şekillendirme konusunda daha iyi bir konumda olacaktır. İsveç’in Kuzey Kutbu’nda çevresel güvenliğe güçlü bir vurgu yapılmasında kilit bir rol oynadığı AB’deki faaliyetlerinden yola çıkarak, Stockholm’ün NATO’da bu rolü tekrarlamasını ve Kuzey Kutbu’nun değişen stratejik manzarasında kilit bir faktör olarak iklim değişikliğinin önemi konusunda fikir birliği oluşturmasını beklemek mantıklı.
İlginizi Çekebilir
-
Çin Panama limanlarının satışını incelerken CK Hutchison hisseleri dalgalı seyrediyor
-
ABD, 200’ün üzerinde Venezuelalıyı para karşılığı El Salvador’da hapse gönderdi
-
Seul’den Güney Kore’nin ABD’nin ‘hassas ülkeler’ listesine eklenmesiyle ilgili açıklama
-
BAE’de Rusça konuşan personeli olan otel sayısı Türkiye’yi geçti
-
Beyaz Saray, TikTok’u yönetmesi için Oracle ile görüşüyor
-
İngiltere, Ukrayna’ya binlerce asker göndermeye hazırlanıyor
DÜNYA BASINI
Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?
Yayınlanma
14 saat önce17/03/2025

Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, İsrail’in en çok okunan sol eğilimli gazetelerinden Haaretz’de yayınlandı. Makale Netanyahu’nun Şin-Bet Direktörü Ronen Bar’ı neden görevden almak istediğine dair yetkililerden gelen açıklamaların dışında başka bir kritik noktaya dikkat çekiyor.
***
Netanyahu’nun Şin-Bet direktörünü çirkin ve sarsıcı şekilde görevden almasının perde arkası
Netanyahu, İsrail’in kırılgan demokrasisinin az sayıdaki kalan bekçilerinden birini Trump tarzı bir yaklaşımla sadakati her şeyin üstüne koyarak saf dışı bırakmaya çalışıyor. Ancak, şu anda bu kararı almasının başka bir sebebi daha var.
Yossi Melman
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ı görevden alma kararı eşi benzeri görülmemiş bir gelişme. İsrail’in 77 yıllık tarihinde, ülkenin iç istihbarat teşkilatının hiçbir başkanı daha önce görevden alınmadı.
Bugüne kadar yalnızca iki Şin-Bet direktörü, güvenlik krizleri nedeniyle başbakan ile yaşadıkları gerginlikler sonucu istifa etti: İlki 1963 yılında, İsser Harel’in Başbakan David Ben-Gurion’a istifasını sunmasıyla, ikincisi ise 1986 yılında, Avraham Shalom’un Başbakan Şimon Peres döneminde istifasıyla gerçekleşti.
Netanyahu, pazar akşamı yaptığı açıklamada Bar’ı görevden alma kararını güvenini kaybettiği için aldığını söyledi. Bu karar bekleniyordu; Netanyahu bunu aylar önce yapmak istiyordu, ancak yine de haber muhalefette ve politikalarına karşı çıkan halk arasında büyük bir şok ve öfke ile karşılandı.
Netanyahu, Bar’a karşı her zamanki yöntemlerini kullanarak harekete geçti: sızıntılar, çirkin imalar ve ona bağlı medya organları aracılığıyla karalama kampanyaları. Netanyahu ve ekibi, üç buçuk yıldır görevde olan Bar’ı, “zayıf bir yetkili” olmakla suçladı ve İsrail’in Hamas ile müzakere ekibinin bir parçası olmasına rağmen “gerçek anlamda müzakere yapmayı bilmemekle” itham etti. Son olarak, Bar’ın Netanyahu’ya “şantaj yaparak tam kapsamlı bir tehdit ve baskı kampanyası yürüttüğü” yönünde asılsız bir iddia ortaya atıldı.
Ancak, Başbakan’ın ani kararının ardında daha derin bir sebep yatıyor gibi. Bu sebep, Netanyahu’nun üzerindeki ağır baskıyı ve bunun karar alma sürecini nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor.
Birkaç hafta önce Bar, İsrail polisi ile birlikte Netanyahu’nun iki sözcüsü ve eski bir stratejik danışmanı hakkında soruşturma başlatma kararı aldı. Bu isimlerin, Hamas gibi “terör örgütlerini” destekleyen Katar ile savaş sırasında dahi şüpheli mali işlemler gerçekleştirdiği iddia ediliyordu. “Qatargate” adı verilen bu skandalın, vatana ihanet sınırına varan suçlamalarla sonuçlanabilecek bir potansiyeli var.
Netanyahu’nun, iç istihbarat teşkilatının kendisine yakın isimleri soruşturduğu bir dönemde Bar’ı görevden almaya kalkması, açıkça bir çıkar çatışması yaratıyor. Bu durum, görevden almanın asıl amacının soruşturmayı engellemek olabileceği yönünde şüpheleri artırıyor.
Şin-Bet, Mossad ve Askeri İstihbarat ile birlikte İsrail’in üç istihbarat teşkilatından biri ve öncelikli görevi terörle mücadele etmek, casusluk ve ihanet eylemlerini ortaya çıkarmak. Ancak Şin-Bet’in Batı demokrasileri içinde benzersiz bir misyonu daha var: Yasalar gereği, ülkenin demokratik kurumlarını korumaktan da sorumlu.
Netanyahu ve hükümetinin şimdi “yargı darbesi” adı verilen rejim değişikliği planlarını yeniden devreye soktuğu bir dönemde İsrail demokrasisini korumakla da sorumlu olan Şin-Bet başkanının görevden alınması otoriter bir yönetimin ya da denge ve denetleme mekanizmalarından yoksun zayıflamış bir demokrasinin önünü açabilir.
Netanyahu görevden alma işlemini gerçekleştirme konusunda parlamento, kamuoyu ve yasal engellerle karşı karşıya. Ancak Bar’ın yakın zamanda görevden ayrılması halinde asıl kritik soru, onun yerine kimin atanacağı.
Eğer Netanyahu itidalli davranır ve Bar’ın iki yardımcısından birini seçerse ki Şin-Bet yetkililerinin tam isimleri kamuya açıklanamadığı için sadece “M” olarak bilinen yardımcısı önde gelen adaylardan biri, bu durumda Netanyahu bu atamayı en az zararla atlatabilir.
Şin-Bet’te istihbarat subayı olarak başlayan kariyerinde, Şin-Bet’in başkan yardımcılığına terfi etmeden önce Kudüs ve Batı Şeria bölümünün başına kadar yükselmiş, Arapça bilen deneyimli bir operasyon görevlisi. Profesyonelliğiyle tanınıyor ve Netanyahu’ya değil, devlete ve yasaya sadık biri olarak görülüyor.
Ancak, Netanyahu dışarıdan, kendisine sadakatiyle bilinen eski bir Şin-Bet yetkilisini atarsa, bu, Netanyahu’nun İsrail’in kırılgan demokrasisinin bir bekçisini daha ortadan kaldırmayı başardığını ve aynı şekilde kişisel sadakati her şeyin üstünde tutan ABD Başkanı Donald Trump’ın izinden gittiğini gösterecektir.
7 Ekim’de Hamas’ın düzenlediği saldırıdan bu yana, Netanyahu Savunma Bakanı’nı görevden aldı, İsrail Genelkurmay Başkanı, Askeri İstihbarat Şefi ve kıdemli IDF komutanları istifa etti. Ancak hâlâ sorumluluğu kabul etmeyen ve hesap vermeyi reddeden tek kişi Başbakan Netanyahu.
DÜNYA BASINI
Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?
Yayınlanma
1 hafta önce10/03/2025
Yazar
Harici.com.tr
Lyon Üniversitesinde öğretim üyesi ve Washington Institute for Near East Policy’de uzman olarak çalışan coğrafyacı Fabrice Balanche, aşağıda yayınladığımız makalesinde Suriye’de HTŞ bağlantılı grupların Lazkiye, Tartus ve Humus’ta çoğunlukla Alevi sivillere yönelik gerçekleştirdiği katliamların izini sürüyor ve HTŞ’ye karşı silahlı isyanın, Alevi kasabalarına yönelik rastgele ve ölümle sonuçlanan mezhepçi müdahalelerin hemen ardından başladığına işaret ediyor. Balanche, yaşananların sorumlusunun Ebu Muhammed el-Colani lakaplı Ahmed eş-Şara olduğunu yazıyor. Fransız uzman, 7 Mart’ta yazdığı bir başka yazıda, katliamlar doruk noktasındayken, şöyle diyordu: “[Aleviler] Geçtiğimiz üç ay boyunca aşağılanma ve kötü muameleye maruz kaldılar. Cinayetler hâlâ çözülemedi ve devlet memurları ve askerler işlerini kaybetti. Kıyı kentlerinde, Humus’ta ve Şam’da bu topluluğa yönelik hakaret ve provokasyonlar olağan hale geldi.”
Şam’daki İslamcı rejimin resmi açıklamalarını tekrarlayan France Inter de dahil olmak üzere birçok medya kuruluşuna göre şiddet olaylarından “eski rejim destekçileri” sorumludur:
Askerlerin eski Esad rejiminin destekçileri tarafından saldırıya uğramasının ardından, Esad’ın kalesi olan Alevi bölgesinde 1.300’den fazla kişinin ölümüne yol açan bir şiddet dalgası yaşandı (Les massacres en région alaouite menacent la transition syrienne | France Inter), France Inter – 10 Mart 2025 Pazartesi, saat 8.17.
Gerçekte her şey 4 Mart’ta Lazkiye’de başladı. Önceki gece Lazkiye’nin işçi sınıfından bir Alevi bölgesi olan Datur yakınlarında Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) üyeleri öldürüldü. Bunun üzerine HTŞ bölgeyi kuşattı ve sabahın erken saatlerinde ağır silahlarla saldırdı. Lazkiye’de ve bu bölgede yaşayan tanıdıklarım haberi duyar duymaz beni aradı. Alevilere yönelik şiddetin çoktan başladığını kanıtlayan görüntüler ve videolar gördüm. Tepeden tırnağa silahlı İslamcılarla dolu kamyonetler bölgeyi boydan boya kat ediyor, binalara rastgele ateş açıyor ve bölge sakinlerine domuz diyorlardı. Birkaç minibüs cesetlerle dolu olarak bölgeden ayrıldı. 5 Mart Çarşamba günü helikopterler Banyas’ın doğusundaki Alevi köyü Daliye’ye bomba yağdırdı. Burası yüz kadar türbeye ev sahipliği yapan ve saygın şeyhlerin dini eğitim verdiği ünlü bir Alevi hac yeridir; Esad rejimine askeri kadro sağlayan bir köy değil. HTŞ’nin saldırısı Alevi toplumunu hedef aldı.
6 Mart Perşembe günü HTŞ ve müttefiklerine ait pikap kortejleri sahil bölgesine akın etti ve dağı ele geçirmeye çalıştı. İşte o zaman bazıları pusuya düşürüldü. Önceki rejimin eski askerleri ve istihbarat ajanları bu tehdit karşısında pasif kalmaya hazır değildi. Mahir Esad’ın dördüncü tümenindeki üst düzey subaylardan biri olan Tuğgeneral Giyas el-Dali liderliğinde Suriye sahilinde “Askeri Konsey” kurulduğunun açıklanması, bu geniş çaplı askeri operasyon için bir bahane oldu. Çünkü bu “Alevi ayaklanması” sahil bölgesini kontrol altına almaktan acizdir.
Sonuç olarak, dağlarda sivillerin öldürülmesi arttı, aynı zamanda Alevi mahallesi El-Kussur’un gerçek bir katliama sahne olduğu Banyas kasabasında da. Yüzlerce kişi öldürüldü. Bugün, 10 Mart’ta, geçici başkanın yatıştırıcı güvencelerine rağmen, önceki günlerde olduğu gibi aynı yöntem kullanılarak Kadmus çevresinde şiddet devam ediyor. 200 araçlık bir kortej belirli bir bölgeye doğru ilerliyor ve 20 ila 30 araçlık gruplara ayrılarak bir köyü işgal ediyor. Bütün aileler katlediliyor ve önlerine çıkan herkes öldürülüyor. Evler elbette tamamen soyuluyor. Bu gerçekten de HTŞ ve müttefikleri tarafından gerçekleştirilen bir dizi baskındı. Yeni rejimin güvenlik güçleri doğrudan sorumlu tutulmamak için doğrudan müdahil olmaktan kaçınıyor. Diğer cihatçı ve İslamcı grupların harekete geçmesine izin veriyorlar.
Eş-Şara ve HTŞ’nin suçluluğunu küçümsemeyi bırakmanın zamanı geldi. Bu operasyon dikkatlice Şam’dan planlanmıştır. Geçtiğimiz üç ay boyunca Aleviler faili meçhul cinayetlerin hedefi oldular ve ülkenin tüm kötülüklerinden sorumlu tutuldular. Suriye’de Sünni bir İslam Cumhuriyeti kurulmuştur; bu da halk için Esad rejimi kadar korkunç olacaktır. Fransa ve Avrupa, eski bir El Kaide yöneticisi olan Ebu Muhammed el-Colani olarak da bilinen eş-Şara’yı mutlak güç arayışında desteklememelidir.

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz değerlendirme yazısı, Birleşik Krallık’ın küresel güvenlik stratejileri üzerine çalışan ve Batı sermayesini merkeze alan analizler üreten düşünce kuruluşu RUSI’den. Yazı, ABD’nin Ukrayna’nın maden kaynaklarını Batı tedarik zincirine entegre etme girişiminde karşılaştığı düşük emtia fiyatları, yatırım riskleri ve Çin’in piyasa hâkimiyeti gibi stratejik engellere odaklanıyor. Ancak ABD’nin Ukrayna’da madencilik sektörünü yönlendirme ve buradan jeopolitik kazanç sağlama hamlesi, yalnızca Çin’in bölgedeki etkisini kırmaya yönelik değil; aynı zamanda Amerikan sermayesinin jeopolitik çıkarlarını pekiştirmek ve krizleri fırsata çevirerek bölge ekonomisini küresel tekellerin denetimine açmak gibi daha derin bir dönüşümün parçası. Bu da Ukrayna’yı bir kez daha küresel güç mücadelesinde kendi kaderini tayin etme yetisini yitirerek, emperyal hesapların taşeron aktörlerinden biri olma rolüne mahkûm ediyor.
Ukrayna’nın maden zenginliğini ortaya çıkarmak, bir Trump anlaşmasından daha fazlasını gerektiriyor
Henry Sanderson
RUSI
28 Şubat 2025
Çev. Leman Meral Ünal
ABD, Çin etkisini sınırlandırmak amacıyla Ukrayna’nın maden gelirlerinden pay almaya hazırlanıyor; ancak piyasa koşulları, yatırım ve uygulama süreçlerini zora sokacağa benziyor.
İki ülke arasında yakın zamanda imzalanması beklenen anlaşma ile ABD, Ukrayna’nın maden kaynaklarından elde edilecek gelirlerden pay almayı garantilemiş görünüyor.
Bu hafta yayımlanan anlaşma metnine göre, nihai detaylar kesinleştikten sonra Ukrayna, doğal kaynaklarından elde edilecek olası gelirlerin yüzde 50’sini ABD-Ukrayna ortak yönetimli bir fona aktarabilecek.
Muhtemel ki her iki taraf da bu anlaşmadan stratejik faydalar sağlayacaktır. Ukrayna, madencilik endüstrisini geliştirme şansı elde ederken ABD, Çin’in, olası bir Rusya-Ukrayna barış anlaşması sonrası cevher kazancı elde etmesini engelleyecektir. Öte yandan, Çin yerine Batı tedarik zincirlerine entegre edilmiş bir Ukrayna’nın, Batılı karar alıcılar için önemli stratejik hedeflerden biri olduğunu söylemeye gerek yok herhalde.
Nitekim, Trump’ın ilk döneminde görev yapmış olan Cumhuriyetçi bir isim, ABD yönetiminin, kaynakları geliştirme amacından bağımsız olarak, yalnızca Çin’in bunları ele geçirmesini önlemek için bile böyle bir strateji izleyebileceğini belirtiyor. Anlaşmaya dair müzakereler ise, belirsiz yetkilerle donatılmış birden fazla ekibin kimi zaman aşırı taleplerde bulundukları, kimi zamansa agresif taktikler uyguladıkları haberlerinin gölgesinde geçiyor.
Çin’in pazar hakimiyetine karşı koymak
Ukrayna için bu sürecin başarılı olabilmesi, özel sektör yatırımlarını ülkeye ne denli çekebileceğine bağlı. Bu da Ukrayna’nın güvenliğinin ve diğer finansal desteklerin sağlanmasını gerektiriyor. Ancak maden projeleri her durumda, halihazırda fiyatların çok düşük olduğu Çin pazarlarıyla rekabet etmek durumunda kalacaktır. Tam da bu nedenle, Trump’ın öne sürdüğü gibi milyarlarca dolarlık gelir elde edilmesi pek de olası görünmüyor.
Ukrayna Jeoloji Araştırmaları Kurumu (USGS) eski başkanı Roman Opimakh’a göre Ukrayna, titanyum, grafit, lityum ve bazı başka nadir toprak cevherlerinin yanı sıra potansiyel olarak germanyumda da dünya pazarıyla rekabet edebilir bir pozisyonda.
Ancak bu cevherler, mevcut piyasa zorlukları düşünüldüğünde, önemli yatırımları gerektiriyor.
Elektrikli araba akülerinde kullanılan lityumu ele alalım. Ukrayna, ikisi cephe hattından uzakta olmak üzere üç potansiyel sert kaya lityum yatağına sahip: Dobra ve Polohivske yatakları.
Polohivske, Ukrayna’nın orta kesiminde, Kiev’in 200 mil [320 km] güneydoğusunda yer alıyor. Ruhsat sahibi ULM şirketi, 2028 yılında petalit cevherinden lityum konsantresi üretmeyi planlıyor. Ancak bataryada kullanılabilmesi için bu cevherin önce lityum karbonata, ardından ise batarya kalitesinde bir malzemeye dönüştürülmesi gerekecek.
Ukrayna aynı zamanda lityum-iyon bataryalar için gerekli olan grafit yataklarına da sahip. Avustralyalı Volt Resources şirketi, ülkede 1934’ten bu yana işletildiği belirtilen Zavalievsky madeninden grafit üretiyor. Ancak bu materyalin bataryalarda kullanılabilmesi için daha fazla işlenmesi gerekiyor. Şirket, bunu yapmak için ABD’de bir tesis kurmayı düşündüğünü, ancak bunun için ek sermaye gerektiğini kaydediyor.
Opimakh’ın tahminlerine göre sadece halihazırda keşfedilmiş lityum ve grafit yataklarını geliştirmek için dahi yaklaşık 1 milyar dolarlık yatırım gerekiyor.
Ancak lityum fiyatları 2022’den bu yana yüzde 80 oranında düştü; yatırımcılar bugün Avustralya gibi güvenli bölgelerde dahi yeni lityum arzına duyulan ihtiyacı sorguluyorlar. Bu durumda Ukrayna’ya yatırım yapmayı cazip kılacak ne gibi teşvikler sunulacak?
Trump’ın elektrikli araçlara karşı sabırsız tutumu
Politika yapıcıların, tasarılarını hayata geçirmeden önce önemli bir hazırlık süreci geçirmek zorunda oldukları görülüyor. ABD ve Avrupa, bu cevherlerin herhangi bir jeopolitik fayda sağlamasından önce, onları satın alacak sanayileri inşa etmeli; aksi takdirde bu kaynakların Çin’e yönelmesi riski ortaya çıkacak.
Fakat ABD’nin yenilenebilir enerji konusundaki mevcut yönelimi bu durumu biraz sekteye uğratıyor. Trump, Biden’ın elektrikli araçlara ve temiz enerjiye yönelik sübvansiyonlarını kaldırma taahhüdünde bulunmuştu; oysa bu sübvansiyonlar, Batı’da batarya fabrikaları ve temiz enerji tedarik zincirlerini oluşturmak için gerekli olan talep desteğini sağlıyordu.
Sonuç olarak Çin, arz ve talep üzerindeki hakimiyeti sayesinde bu madenlerin birçoğunun fiyatlarını hala etkin bir şekilde kontrol edebiliyor. En büyük maden tüketicisi olarak, Çin’in iç politikaları fiyatları doğrudan etkileyebilir. Ayrıca işlenmiş cevherlerin büyük bir tedarikçisi olarak piyasaları arz fazlası ile doldurma kapasitesine de sahip.
Elbette Pekin’in arkasına yaslanıp Batı dünyasını sessizce izlemesi beklenemez; zira yüksek teknoloji ürünleri üretiminde dünyaya liderlik etmek, Çin’in temel küresel stratejilerinden biri.
Trump’ın madenlere yönelik yaklaşımı, Çin’in uzun süredir dünyayı nasıl gördüğünü de yansıtıyor: Pekin, 2000’lerin başından ortalarına kadar, kaynak karşılığında kredi anlaşmaları yapma stratejisini öncülüğünü yaparak dirençli tedarik zincirleri oluşturmayı hedeflemişti.
Ancak ortada duran en büyük soru, ABD’nin jeopolitik hedeflerine ulaşmada özel sermayeyi nasıl dahil edeceğidir: Ukrayna’ya yatırım yapmaları için özel şirketlerin çok daha fazla desteklenmesi gerekecek.
Mevcut anlaşmada yer alan ve ABD’nin “istikrarlı ve ekonomik olarak müreffeh bir Ukrayna’nın geliştirilmesine yönelik uzun vadeli mali taahhüdü”nü sürdürdüğüne dair ifadeler yeterli olmayacaktır.
Örneğin, ABD Uluslararası Kalkınma Finans Kurumu’nun bahsi geçen projelere yatırım desteği sağlaması gerekecektir.
Avrupa da madencilik projelerinin finansmanına katkıda bulunmalıdır. Temmuz 2021’de Ukrayna ve AB, Hammaddelerde Stratejik Ortaklık Memorandumu’nu imzaladı. Fakat Avrupa, ABD’nin bu hafta imzaladığı anlaşmaya dahil edilmedi.
Ancak, Ukrayna’nın gelecekteki cevher gelirlerinden pay almak için bir anlaşma imzalamak, ABD’yi veya şirketlerini bu cevherlerin küresel piyasalardaki dalgalanmalarından korumaz ve yine Çin ile rekabet konusunda zafer garantisi vermez.
Trump’ın şekillendirdiği bu yeni dönemde, ABD’nin, bu hafta imzalanacak anlaşmanın mürekkebi kurumadan, stratejisini kararlılıkla hayata geçirebilecek direnç ve sürekliliği sağlaması gerekiyor.

Çin Panama limanlarının satışını incelerken CK Hutchison hisseleri dalgalı seyrediyor

ABD, 200’ün üzerinde Venezuelalıyı para karşılığı El Salvador’da hapse gönderdi

Seul’den Güney Kore’nin ABD’nin ‘hassas ülkeler’ listesine eklenmesiyle ilgili açıklama

Almanya’nın savunma harcamaları Avrupa’yı nasıl etkileyecek?

Saakaşvili’nin hapis cezası 12,5 yıla çıkarıldı
Çok Okunanlar
-
AVRUPA6 gün önce
Volkswagen’e ‘sosisli’ müjdesi: Şirketin en popüler ürünü oldu
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
ABD-Rusya ilişkilerindeki büyük tersine dönüş ve Çin’in diplomatik seçimi
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
AB’de silahlanma çılgınlığı
-
GÖRÜŞ2 gün önce
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 1
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Trump yoktan para yaratabilir mi?
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Trump gümrük vergilerini uygulayamıyor
-
ASYA1 hafta önce
Çinli yatırımcılar Elon Musk’ın şirketlerinden özel olarak hisse alıyor