DÜNYA BASINI
İsrail intihara adım adım böyle sürüklendi
Yayınlanma
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İsrail’in köklü gazetelerinden Haaretz’in Genel Yayın Yönetmeni Aluf Benn tarafından kaleme alındı. İsrail’in adım adım sağ politikalara ve sonucunda da intihara doğru nasıl süreklendiğinin tarihini yazan Benn, “7 Ekim bir dönüm noktası” diyor ve ekliyor: “Ancak bunun nasıl bir dönüm noktası olacağına İsrailliler karar verecek….Ülke bir araya gelerek barışa ve Filistinlilerle onurlu bir şekilde bir arada yaşamaya giden yolu çizebilir. Ancak şu ana kadarki göstergeler İsraillilerin bunun yerine kendi aralarında savaşmaya ve işgali süresiz olarak sürdürmeye devam edecekleri yönünde. Bu da 7 Ekim’i İsrail tarihinde karanlık bir çağın başlangıcı haline getirebilir.”
***
İsrail’in İntiharı
Netanyahu, Filistinliler ve İhmalin Bedeli
Aluf Benn
Nisan 1956’da parlak bir günde, İsrail Savunma Kuvvetleri’nin (IDF) tek gözlü genelkurmay başkanı Moşe Dayan arabayla güneye, Gazze Şeridi sınırı yakınlarında yeni kurulmuş bir kibutz olan Nahal Oz’a gitti. Dayan, önceki sabah at sırtında tarlalarda devriye gezerken Filistinliler tarafından öldürülen 21 yaşındaki Roi Rotberg’in cenazesine katılmak için gelmişti. Katiller Rotberg’in cesedini sınırın diğer tarafına sürüklemiş, ceset burada parçalanmış ve gözleri oyulmuş halde bulunmuştu. Sonuç, ülke çapında şok ve acı oldu.
Eğer Dayan günümüz İsrail’inde konuşmuş olsaydı, büyük olasılıkla konuşmasını Rotberg’in katillerinin korkunç zalimliğini büyük ölçüde eleştirmek için kullanırdı. Ancak 1950’lerdeki konuşması faillere karşı oldukça sempatikti. Dayan, “Katilleri suçlamayalım” dedi: “Onlar sekiz yıldır Gazze’deki mülteci kamplarında oturuyorlar ve biz onların gözleri önünde onların ve babalarının yaşadığı toprakları ve köyleri kendi mülkümüze dönüştürüyoruz.” Dayan, İsrail’in 1948 bağımsızlık savaşını kazanmasıyla Filistinli Arapların çoğunluğunun sürgüne gönderildiği, Arapça “felaket” anlamına gelen Nakba’yı kastediyordu. Aralarında sonradan sınır boyunca Yahudi kasabaları ve köyleri haline gelen toplulukların sakinleri de olmak üzere pek çok kişi zorla Gazze’ye yerleştirildi.
Dayan Filistin davasının pek de destekçisi değildi. Çatışmalar sona erdikten sonra 1950 yılında, şimdi İsrail’in Aşkelon kenti olan sınır kasabası Majdal’da kalan Filistinli topluluğun yerlerinden edilmesini organize etti. Yine de Dayan, birçok Yahudi İsraillinin kabul etmeyi reddettiği şeyi fark etti: Filistinliler Nekbe’yi asla unutmayacak ya da evlerine dönmeyi hayal etmekten vazgeçmeyecekti. Dayan cenazedeki konuşmasında, “Etrafımızda yaşayan yüz binlerce Arap’ın hayatlarını dolduran ve alevlendiren nefreti görmekten vazgeçmeyelim” dedi: “Bu, hayatımızın seçimi; kılıcımızın elimizden alınmasına ve hayatlarımızın sona erdirilmesine izin vermemek için hazır ve silahlı olmak, güçlü ve kararlı olmak zorundayız.”
7 Ekim 2023’te Dayan’ın asırlık uyarısı, mümkün olan en kanlı şekilde gerçekleşti. Mecdel’den sürülen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Hamas lideri Yahya Sinvar’ın planını uygulayan Filistinli militanlar, Gazze sınırı boyunca yaklaşık 30 noktadan İsrail’i işgal etti. Tam bir sürpriz yaparak İsrail’in zayıf savunmasını aştılar ve bir müzik festivaline, küçük kasabalara ve 20’den fazla kibbutza saldırmaya başladılar. Yaklaşık bin 200 sivil ve askeri öldürdüler ve 200’den fazlasını rehin aldılar. Tecavüz ettiler, yağmaladılar, yaktılar ve talan ettiler. Dayan’ın mülteci kampı sakinlerinin torunları -onun tarif ettiği aynı nefret ve tiksintiyle beslenen ama artık daha iyi silahlanmış, eğitilmiş ve örgütlenmiş olarak- intikam için geri dönmüşlerdi.
7 Ekim İsrail tarihindeki en büyük felaketti. Bu ülkede yaşayan ya da bu ülkeyle ilişkisi olan herkes için ulusal ve kişisel bir dönüm noktası oldu. Hamas’ın saldırısını durdurmayı başaramayan IDF, ezici bir güçle karşılık vererek binlerce Filistinliyi öldürdü ve Gazze’nin tüm mahallelerini yerle bir etti. Ancak pilotlar bombalar yağdırırken ve komandolar Hamas’ın tünellerini temizlerken bile İsrail hükümeti bu saldırının neden olduğu düşmanlığı ya da başka bir saldırıyı önleyebilecek politikaları hesaba katmadı. Bu sessizlik, savaş sonrası bir vizyon ya da düzen ortaya koymayı reddeden İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun emriyle gerçekleşiyor. Netanyahu “Hamas’ı yok etme” sözü verdi, ancak askeri gücün ötesinde, grubu ortadan kaldırmak için hiçbir stratejisi ve savaş sonrası Gazze’nin fiili hükümeti olarak onun yerini neyin alacağına dair net bir planı yok.
Strateji belirlemedeki başarısızlığı tesadüf değil. Sağcı koalisyonunu bir arada tutmak için tasarlanmış bir siyasi çıkar tasarısı da değil. Barış içinde yaşamak için İsrail’in Filistinlilerle nihayet anlaşmaya varması gerekecek ve bu Netanyahu’nun kariyeri boyunca karşı çıktığı bir şey. İsrail tarihindeki en uzun başbakanlık dönemini Filistin ulusal hareketinin altını oymaya ve bir kenara itmeye adadı. Halkına barış olmadan da refaha kavuşabilecekleri sözünü verdi. Ülkesini, Filistin topraklarını sonsuza kadar işgal etmeye devam edebileceği fikriyle aldattı. Ve şimdi bile, 7 Ekim’in ardından, bu mesajı değiştirmedi. Netanyahu’nun savaştan sonra İsrail’in yapacağını söylediği tek şey Gazze’nin etrafında bir “güvenlik çemberi” oluşturmak -ki bu sınır boyunca Filistinlilerin kıt topraklarının büyük bir bölümünü yutacak bir kordon da dahil üstü örtülü bir uzun süreli işgal demek.
Ancak İsrail artık bu kadar gözünü karartamaz. 7 Ekim saldırıları Netanyahu’nun verdiği sözlerin boş olduğunu kanıtladı. Ölü bir barış sürecine ve diğer ülkelerin azalan ilgisine rağmen Filistinliler davalarını canlı tuttu. Hamas tarafından 7 Ekim’de çekilen vücut kamerası görüntülerinde işgalcilerin bir kibbutza saldırmak üzere sınırı geçerken “Burası bizim toprağımız!” diye bağırdıkları duyuluyor. Sinvar operasyonu açıkça bir direniş eylemi olarak niteledi ve kişisel olarak en azından kısmen Nekbe tarafından motive edildi. Hamas lideri 22 yılını İsrail hapishanelerinde geçirdi ve hücre arkadaşlarına sürekli ailesinin köyüne dönebilmesi için İsrail’in yenilmesi gerektiğini söylediği belirtiliyor.
İsrailliler 7 Ekim travmasıyla bir kez daha Filistinlilerle olan çatışmanın ulusal kimliklerinin merkezinde yer aldığını ve refahları için bir tehdit oluşturduğunu fark etmek zorunda kaldı. Bu durum göz ardı edilemez ya da geçiştirilemez ve işgale devam etmek, Batı Şeria’daki İsrail yerleşimlerini genişletmek, Gazze’yi kuşatma altına almak ve herhangi bir toprak tavizi vermeyi (hatta Filistinlilerin haklarını tanımayı) reddetmek ülkeye kalıcı bir güvenlik getirmeyecek. Yine de bu savaştan çıkmak ve rotayı değiştirmek son derece zor olacak ve bunun tek sebebi Netanyahu’nun Filistin sorununu çözmek istememesi değil. Savaş İsrail’i belki de tarihinin en bölünmüş anında yakaladı. Saldırıdan önceki yıllarda ülke, Netanyahu’nun demokratik kurumların altını oyma ve ülkeyi teokratik, milliyetçi bir otokrasiye dönüştürme girişimleriyle parçalanmıştı. Onun yasa tasarıları ve reformları, savaştan önce ülkeyi parçalamakla tehdit eden ve çatışma sona erdiğinde de peşini bırakmayacak olan yaygın protestolara ve anlaşmazlıklara neden oldu. Aslında Netanyahu’nun siyasi hayatta kalma mücadelesi 7 Ekim öncesine göre daha da yoğunlaşacak ve ülkenin barışa ulaşmasını zorlaştıracak.
Ancak başbakana ne olursa olsun, İsrail’in Filistinlilerle uzlaşma konusunda ciddi bir görüşme yapması pek olası değil. İsrail kamuoyu bir bütün olarak sağa kaymış durumda. Amerika Birleşik Devletleri ise giderek daha fazla kritik başkanlık seçimiyle meşgul oluyor. Yakın gelecekte anlamlı bir barış sürecini yeniden canlandırmak için çok az enerji ya da motivasyon olacak.
7 Ekim hala bir dönüm noktası, ancak bunun nasıl bir dönüm noktası olacağına İsrailliler karar verecek. Dayan’ın uyarısına nihayet kulak verirlerse, ülke bir araya gelerek barışa ve Filistinlilerle onurlu bir şekilde bir arada yaşamaya giden yolu çizebilir. Ancak şu ana kadarki göstergeler İsraillilerin bunun yerine kendi aralarında savaşmaya ve işgali süresiz olarak sürdürmeye devam edecekleri yönünde. Bu da 7 Ekim’i İsrail tarihinde karanlık bir çağın başlangıcı haline getirebilir – daha fazla ve artan şiddetle karakterize edilen bir çağ. Saldırı tek seferlik bir olay değil, olacakların habercisi olacaktır.
Tutulmayan söz
1990’larda Netanyahu İsrail’in sağcı sahnesinde yükselen bir yıldızdı. 1984-1988 yılları arasında İsrail’in BM Büyükelçisi olarak adını duyurduktan sonra, 1993 yılında İsrail hükümeti ve Filistin Kurtuluş Örgütü tarafından imzalanan İsrail-Filistin uzlaşı planı olan Oslo anlaşmalarına karşı muhalefete liderlik ederek geniş çapta ün kazandı. Başbakan Yitzhak Rabin’in Kasım 1995’te aşırı sağcı bir İsrailli fanatik tarafından öldürülmesinin ve İsrail şehirlerinde Filistinlilerin gerçekleştirdiği terör saldırılarının ardından Netanyahu, Oslo barış anlaşmasının önemli mimarlarından Şimon Peres’i 1996’daki başbakanlık yarışında kıl payı farkla yenmeyi başardı. Göreve geldikten sonra barış sürecini yavaşlatma ve İsrail toplumunda reform yapma sözü veren Netanyahu, yumuşak ve Batılı liberalleri taklit etmeye eğilimli olarak gördüğü “elitlerin yerine dini ve sosyal muhafazakarlardan oluşan bir birlik getirme” sözü verdi.
Ancak Netanyahu’nun radikal hedefleri eski elitlerin ve Clinton yönetiminin ortak muhalefetiyle karşılaştı. O zamanlar genel olarak barış anlaşmasını destekleyen İsrail toplumu da başbakanın aşırı gündeminden hızla soğudu. Üç yıl sonra, Oslo sürecini devam ettirme ve Filistin sorununu bütünüyle çözme sözü veren liberal Ehud Barak tarafından devrildi.
Ancak Barak da halefleri gibi başarısız oldu. İsrail 2000 baharında güney Lübnan’dan tek taraflı çekilme işlemini tamamladığında sınır ötesi saldırılara maruz kaldı ve Hizbullah’ın devasa yığınağı tarafından tehdit edildi. Ardından Filistinlilerin o sonbaharda ikinci intifadayı başlatmasıyla barış süreci çöktü. Beş yıl sonra İsrail’in Gazze Şeridi’nden çekilmesi Hamas’ın burada yönetimi ele geçirmesinin yolunu açtı. Bir zamanlar barışa destek veren İsrail halkı, barışla birlikte gelen güvenlik riskleri nedeniyle iştahını kaybetti. “Onlara ayı ve yıldızları sunduk ve karşılığında intihar bombacıları ve roketler aldık” yaygın bir nakarat oldu. (İsrail’in çok az şey teklif ettiği ve sürdürülebilir bir Filistin devletini asla kabul etmeyeceği şeklindeki karşı argüman pek yankı bulmadı). 2009’da Netanyahu haklı çıktığını hissederek iktidara döndü. Ne de olsa İsrail’in komşularına toprak tavizi vermemesi yönündeki uyarıları doğru çıkmıştı.
Göreve geri dönen Netanyahu, İsraillilere artık gözden düşmüş olan “barış için toprak” formülüne karşı bir alternatif sundu. İsrail’in Filistinlileri bir kenara iterek Batı tarzı bir ülke olarak gelişebileceğini ve hatta Arap dünyasının geneline ulaşabileceğini savundu. Anahtar bölmek ve fethetmekti. Netanyahu Batı Şeria’da İsrail’in fiili polislik ve sosyal hizmetler taşeronu haline gelen Filistin Yönetimi ile güvenlik işbirliğini sürdürdü ve Katar’ı Gazze’deki Hamas hükümetini finanse etmeye teşvik etti. Netanyahu 2019’da partisinin parlamento grubunda yaptığı konuşmada “Filistin devletine karşı olan herkes Gazze’ye fon aktarılmasını desteklemelidir çünkü Batı Şeria’daki Filistin Yönetimi ile Gazze’deki Hamas arasındaki ayrımı sürdürmek bir Filistin devletinin kurulmasını engelleyecektir” dedi. Bu açıklama Netanyahu’nun başına bela oldu.
Netanyahu, deniz ve ekonomik abluka, yeni konuşlandırılan roket ve sınır savunma sistemleri ve grubun savaşçılarına ve altyapısına yönelik periyodik askeri baskınlar yoluyla Hamas’ın yeteneklerini kontrol altında tutabileceğine inanıyordu. “Çimleri biçmek” olarak adlandırılan bu son taktik, “çatışma yönetimi” ve statükonun korunması ile birlikte İsrail güvenlik doktrininin ayrılmaz bir parçası haline geldi. Netanyahu mevcut düzenin dayanıklı olduğuna inanıyordu. Ona göre bu düzen aynı zamanda elverişliydi: Çok düşük seviyeli bir çatışmayı sürdürmek siyasi açıdan bir barış anlaşmasından daha az riskli ve büyük bir savaştan daha az maliyetliydi.
On yılı aşkın bir süre boyunca Netanyahu’nun stratejisinin işe yaradığı görüldü. Orta Doğu ve Kuzey Afrika, Arap Baharı’nın devrimleri ve iç savaşlarına gömüldü ve Filistin davası çok daha az dikkat çekici hale geldi. Terörist saldırılar en düşük seviyeye indi ve Gazze’den periyodik olarak yapılan roket atışları genellikle engellendi. 2014’te Hamas’a karşı yapılan kısa bir savaş dışında, İsrailliler nadiren Filistinli militanlarla kafa kafaya çarpışmak zorunda kaldı. Çoğu insan için çatışma çoğu zaman gözden ve gönülden uzaktı.
İsrailliler Filistinliler hakkında endişelenmek yerine Batı’nın refah ve huzur rüyasını yaşamaya odaklanmaya başladı. Ocak 2010 ile Aralık 2022 arasında Tel Aviv’in silueti yüksek apartmanlar ve ofis kompleksleriyle dolarken İsrail’de emlak fiyatları iki kattan fazla arttı. Daha küçük kasabalar bu patlamaya uyum sağlamak için genişledi. Teknoloji girişimcilerinin başarılı işletmeler kurması ve enerji şirketlerinin İsrail sularında açık deniz doğal gaz yatakları bulmasıyla ülkenin GSYİH’si yüzde 60’tan fazla büyüdü. Diğer hükümetlerle yapılan açık deniz anlaşmaları, İsrail yaşam tarzının önemli bir yönü olan yabancı seyahatleri ucuz bir metaya dönüştürdü. Gelecek parlak görünüyordu. Görünüşe göre ülke, Filistinlileri geride bırakmış ve bunu bir barış anlaşması için hiçbir şeyi -toprak, kaynaklar, fonlar- feda etmeden yapmıştı. İsrailliler hem pasta yemiş hem de pastadan pay almışlardı.
Ülke uluslararası alanda da gelişiyordu. Netanyahu, ABD Başkanı Barack Obama’nın iki devletli çözümü yeniden canlandırma ve Batı Şeria’daki İsrail yerleşimlerini dondurma yönündeki baskılarına kısmen Cumhuriyetçilerle ittifak kurarak karşı koydu. Netanyahu, Obama’nın İran’la nükleer anlaşma imzalamasını engelleyememiş olsa da Donald Trump’ın başkanlığı kazanmasının ardından Washington anlaşmadan çekildi. Trump ayrıca İsrail’deki Amerikan Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıdı ve yönetimi İsrail’in Golan Tepelerini Suriye’den ilhak etmesini tanıdı. Trump döneminde ABD, İsrail’in Bahreyn, Fas, Sudan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile ilişkilerini normalleştiren İbrahim Anlaşmalarını imzalamasına yardımcı oldu ki bu bir zamanlar İsrail-Filistin barış anlaşması olmadan imkansız görünen bir ihtimaldi. Uçak dolusu İsrailli yetkili, askeri şef ve turist Körfez şeyhliklerinin lüks otellerini ve Marakeş çarşılarını sık sık ziyaret etmeye başladı.
Netanyahu Filistin meselesini bir kenara bırakırken İsrail’in iç toplumunu da yeniden şekillendirmeye çalıştı. Netanyahu 2015’te sürpriz bir şekilde yeniden seçildikten sonra sağcı bir koalisyon kurarak muhafazakâr bir devrimi ateşleme hayalini yeniden canlandırdı. Başbakan bir kez daha “elitlere” karşı söylenmeye başladı ve kendisine düşman ve destekçileri için fazla liberal olarak gördüğü eski düzene karşı bir kültür savaşı başlattı. 2018’de İsrail’i “Yahudi Halkının Ulus-Devleti” olarak tanımlayan ve Yahudilerin kendi topraklarında “kendi kaderini tayin etme” konusunda “eşsiz” bir hakka sahip olduğunu ilan eden büyük ve tartışmalı bir yasanın geçmesini sağladı. Bu yasa, ülkenin Yahudi çoğunluğuna öncelik tanıyor ve Yahudi olmayan halkını ikincilleştiriyordu.
Aynı yıl Netanyahu’nun koalisyonu çöktü. Ardından İsrail uzun bir siyasi krize sürüklendi ve ülke 2019 ile 2022 yılları arasında her biri Netanyahu’nun iktidarı için bir referandum niteliğinde olan beş seçime sürüklendi. Siyasi mücadelenin yoğunluğu, başbakana karşı açılan bir yolsuzluk davasıyla daha da arttı ve 2020’de ceza iddianamesi ve devam eden bir yargılamayla sonuçlandı. İsrail “Bibiciler” ve “Bibici olmayanlar” arasında bölündü. (“Bibi” Netanyahu’nun lakabıdır.) 2021’deki dördüncü seçimde Netanyahu’nun rakipleri nihayet onun yerine sağcı Naftali Bennett ve merkezci Yair Lapid liderliğinde bir “değişim hükümeti” kurmayı başardı. Koalisyonda ilk kez bir Arap partisi de yer aldı.
Buna rağmen Netanyahu’nun muhalefeti, iktidarının temel önermesine hiçbir zaman meydan okumadı: İsrail’in Filistin meselesini ele almadan başarılı olabileceği. İsrail için geleneksel olarak çok önemli bir siyasi konu olan barış ve savaş tartışması arka sayfa haberi haline geldi. Kariyerine Netanyahu’nun yardımcısı olarak başlayan Bennett, Filistin çatışmasını ülkenin yaşayabileceği ama ölmeyeceği “kalçadaki şarapnel parçasına” benzetti. O ve Lapid, Filistinliler karşısındaki statükoyu korumaya ve sadece Netanyahu’yu görevden uzak tutmaya odaklanmaya çalıştılar.
Elbette bu pazarlığın imkânsız olduğu ortaya çıktı. “Değişim hükümeti”, Batı Şeria yerleşimcilerinin İsrailli olmayan komşularından esirgenen medeni haklardan yararlanmasına izin veren belirsiz yasal hükümleri uzatmayı başaramayınca 2022 yılında çöktü. Bazı Arap koalisyonu üyeleri için bu apartheid hükümlerini imzalamak çok fazla taviz vermek anlamına geliyordu.
Halen yargılanmakta olan Netanyahu için hükümetin çöküşü tam da umduğu şeydi. Ülke yeni bir seçime giderken, sağcılardan, ultra Ortodoks Yahudilerden ve sosyal açıdan muhafazakâr Yahudilerden oluşan tabanını güçlendirdi. İktidarı geri kazanmak için özellikle İsrail-Filistin çatışmasını hala varlık nedeni olarak gören Batı Şeria yerleşimcilerine ulaştı. Bu dindar Siyonistler, işgal altındaki toprakları Yahudileştirme ve İsrail’in resmi bir parçası haline getirme hayallerine bağlı kaldılar. Fırsat verilirse, topraklardaki Filistinli nüfusu kovabileceklerini umuyorlardı. Ariel Şaron’un başbakan olduğu 2005 yılında Yahudi yerleşimcilerin Gazze’den tahliyesini engelleyememişlerdi, ancak o tarihten bu yana geçen yıllarda, laik müesses nizamın üyeleri özel sektörde para kazanmaya odaklanırken İsrail ordusu, kamu hizmeti ve medyasındaki kilit pozisyonları yavaş yavaş ele geçirdiler.
Radikallerin Netanyahu’dan iki temel talebi vardı. Birincisi ve en bariz olanı Yahudi yerleşimlerini daha da genişletmekti. İkincisi ise hem Yahudi Tapınağı’nın hem de Kudüs’ün Eski Şehri’ndeki Müslüman camisi Aksa’nın tarihi mekânı olan Tapınak Tepesi’nde daha güçlü bir Yahudi varlığı tesis etmekti. İsrail 1967’deki Altı Gün Savaşı’nda bölgenin kontrolünü ele geçirdiğinden beri, burayı Arap yönetiminden çıkarmanın dehşet verici bir dini çatışmayı körükleyeceği korkusuyla Filistinlilere bölgede yarı özerklik verdi. Ancak İsrail aşırı sağı uzun zamandır bunu değiştirmeye çalışıyor. Netanyahu 1996’da ilk kez seçildiğinde, İkinci Tapınak dönemine ait kalıntıları ortaya çıkarmak için Aksa’ya bitişik bir yeraltı tünelindeki arkeolojik alanda bir duvar açması Kudüs’teki Arap protestolarında şiddetli bir patlamaya yol açtı. 2000’deki ikinci Filistin intifadası da benzer şekilde, o dönemde Netanyahu’nun partisi Likud’un başkanı olarak muhalefet lideri olan Şaron’un Tapınak Tepesi’ne yaptığı bir ziyaretle tetiklendi.
Mayıs 2021’de şiddet yeniden patlak verdi. Bu kez baş provokatör, Yahudi teröristleri alenen kutlayan aşırı sağcı bir politikacı olan Itamar Ben-Gvir’di. Ben-Gvir, Doğu Kudüs’te Yahudi yerleşimcilerin eski tapuları kullanarak bazı sakinleri kovduğu bir Filistin mahallesinde “parlamento ofisi” açmış, Filistinliler de buna tepki olarak kitlesel protestolar düzenlemişti. Yüzlerce göstericinin Aksa’da toplanmasının ardından İsrail polisi cami yerleşkesine baskın düzenledi. Bunun sonucunda Araplar ve Yahudiler arasında çatışmalar patlak verdi ve hızla İsrail genelinde etnik olarak karışık kasabalara yayıldı. Hamas bu baskını bahane ederek Kudüs’ü roketlerle hedef aldı ve bu da İsrail’de daha fazla şiddete ve Gazze’de İsrail’in yeni bir misillemesine yol açtı.
Yine de İsrail ve Hamas’ın şaşırtıcı derecede hızlı bir şekilde ateşkese varmasıyla çatışmalar dağıldı. Katar ödemelerini sürdürdü ve İsrail, Gazze Şeridi’nin ekonomisini iyileştirmek ve halkın çatışma arzusunu azaltmak için bazı Gazzelilere çalışma izni verdi. Hamas, İsrail’in 2023 baharında müttefiki Filistin İslami Cihad milislerini vurmasına seyirci kaldı. Sınırdaki göreceli sessizlik IDF’nin güçlerini yeniden konuşlandırmasına ve muharip taburların çoğunu yerleşimcileri terörist saldırılardan koruyabilecekleri Batı Şeria’ya taşımasına olanak sağladı. 7 Ekim’de bu yeniden konuşlanmaların tam da Sinvar’ın istediği şey olduğu ortaya çıktı.
Bibi’nin darbesi
İsrail’de Kasım 2022’de yapılan seçimlerde Netanyahu iktidarı yeniden kazandı. Kurduğu koalisyon İsrail parlamentosundaki 120 sandalyenin 64’ünü alarak son zamanlardaki standartlara göre ezici bir üstünlük elde etti. Yeni hükümetin kilit isimleri, Batı Şeria yerleşimcilerini temsil eden milliyetçi bir dini partinin lideri olan Bezalel Smotrich ve Ben-Gvir’di. Ultra-Ortodoks partilerle birlikte çalışan Netanyahu, Smotrich ve Ben-Gvir otokratik ve teokratik bir İsrail için plan hazırladılar. Örneğin yeni kabinenin ilkeleri “Yahudi halkının tüm İsrail Toprakları üzerinde münhasır ve devredilemez bir hakka sahip olduğunu” ilan ediyor ve Filistinlilerin Gazze’de bile toprak taleplerini reddediyordu. Smotrich maliye bakanı olarak Yahudi yerleşimlerini genişletmek için büyük bir program başlattığı Batı Şeria’dan sorumlu oldu. Ben-Gvir, polis ve hapishaneleri kontrol etmek üzere ulusal güvenlik bakanı olarak atandı. Gücünü daha fazla Yahudi’nin Tapınak Tepesi’ni (Aksa) ziyaret etmesini teşvik etmek için kullandı. Ocak ve Ekim 2023 arasında, yaklaşık 50 bin Yahudi Tapınak Tepesi’ni ziyaret etti – kayıtlardaki diğer tüm eşdeğer dönemlerden daha fazla. (2022 yılında Tapınak Tepesi’nde 35 bin Yahudi ziyaretçi vardı).
Netanyahu’nun radikal yeni hükümeti İsrailli liberaller ve merkezciler arasında öfke uyandırdı. Ancak Filistinlileri aşağılamak gündemlerinin merkezinde olsa da, bu eleştirmenler kabineyi kınarken işgal altındaki toprakların ve Aksa’nın kaderini görmezden gelmeye devam etti. Bunun yerine büyük ölçüde Netanyahu’nun yargı reformlarına odaklandılar. Ocak 2023’te açıklanan bu yasa önerileri, resmi bir anayasası olmayan bir ülkede medeni ve insan haklarının koruyucusu olan İsrail Yüksek Mahkemesi’nin bağımsızlığını kısıtlayacak ve yürütme gücü üzerinde denge ve denetleme sağlayan yasal danışma sistemini ortadan kaldıracaktı. Tasarılar yasalaşmış olsalardı, Netanyahu ve ortaklarının otokrasi inşa etmesini çok daha kolaylaştıracak ve hatta onu yolsuzluk davasından bile kurtarabilecekti.
Yargı reformu tasarıları şüphesiz olağanüstü tehlikeliydi. Haklı olarak muazzam bir protesto dalgasına yol açtılar ve her hafta yüz binlerce İsrailli gösteri yaptı. Ancak Netanyahu’nun muhalifleri bu darbeye karşı çıkarken yine işgalle ilgisi olmayan bir meseleymiş gibi davrandılar. Her ne kadar yasalar kısmen İsrail Yüksek Mahkemesi’nin Filistinlilere sağlayacağı yasal korumayı zayıflatmak için hazırlanmış olsa da, göstericiler vatan haini damgası yemekten korktukları için işgalden ya da feshedilmiş barış sürecinden bahsetmekten kaçındılar. Aslında organizatörler, gösterilerde Filistin bayraklarının görünmesini engellemek için İsrail’in işgal karşıtı protestocularını bir kenara itmeye çalıştılar. Bu taktik başarılı oldu ve protesto hareketinin Filistin davası tarafından “lekelenmemesini” sağladı: Ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 20’sini oluşturan İsrailli Araplar gösterilere katılmaktan büyük ölçüde kaçındı. Ancak bu durum hareketin başarıya ulaşmasını zorlaştırdı. İsrail’in demografik yapısı göz önüne alındığında, merkez sol Yahudilerin bir hükümet kurmak istiyorlarsa ülkedeki Araplarla ortaklık kurmaları gerekiyor. Göstericiler İsrailli Arapların kaygılarını gayri meşrulaştırarak Netanyahu’nun stratejisine hizmet ettiler.
Arapların dışarıda kalmasıyla, yargı reformları konusundaki mücadele Yahudiler arası bir mesele olarak ilerledi. Göstericiler mavi ve beyaz Davut Yıldızı bayrağını benimsedi ve liderlerinin ve konuşmacılarının çoğu emekli üst düzey subaylardı. Protestocular askeri kimliklerini göstererek 1982’de Lübnan’ın işgalinden bu yana IDF’ye gölge düşüren prestij kaybını tersine çevirdi. Hava kuvvetlerinin hazırlığı ve savaş gücü için hayati önem taşıyan yedek pilotlar, yasaların kabul edilmesi halinde hizmetten çekilme tehdidinde bulundu. Kurumsal muhalefetin bir göstergesi olarak IDF liderleri, yedek pilotları disipline etmelerini talep eden Netanyahu’yu geri çevirdi.
IDF’nin başbakanla ters düşmesi şaşırtıcı değildi. Netanyahu uzun kariyeri boyunca ordu ile sık sık çatıştı ve en güçlü rakipleri Şaron, Rabin ve Barak gibi siyasetçi olan emekli generaller oldu- Netanyahu’nun acil savaş kabinesinin bir parçası yaptığı ancak sonunda ona meydan okuyup başbakanlığa geçebilecek Benny Gantz’dan bahsetmiyorum bile. Netanyahu uzun zamandır generallerin askeri açıdan güçlü ama diplomatik açıdan esnek İsrail vizyonunu reddediyor. Ayrıca çekingen, hayal gücünden yoksun ve hatta yıkıcı olarak gördüğü karakterleriyle de alay etti. Bu nedenle, Mart 2023’te canlı yayında İsrail’deki çatlakların ülkeyi savunmasız bıraktığı ve savaşın yakın olduğu uyarısında bulunmasının ardından kendi savunma bakanı emekli general Yoav Gallant’ı kovması şok etkisi yaratmadı.
Gallant’ın kovulması spontane sokak protestolarına yol açtı ve Netanyahu onu görevine iade etti. (Savaşı birlikte yönetiyor olsalar bile, iki azılı rakip olarak kaldılar) Ancak Netanyahu Gallant’ın uyarısını görmezden geldi. Temmuz ayında İsrail’in baş askeri istihbarat analisti tarafından düşmanların ülkeyi vurabileceğine dair yapılan daha detaylı bir uyarıyı da göz ardı etti. Görünüşe göre Netanyahu bu tür uyarıların siyasi amaçlı olduğuna ve Tel Aviv’deki IDF karargahındaki görevdeki askeri şefler ile caddenin karşısında protesto gösterisi yapan eski komutanlar arasında zımni bir ittifakı yansıttığına inanıyordu.
Netanyahu’nun aldığı uyarılar çoğunlukla Hamas’a değil İran’ın bölgesel müttefik ağına odaklanıyordu. Hamas’ın saldırı planı İsrail istihbaratı tarafından bilinmesine ve grup IDF gözlem noktalarının önünde manevralar yapmasına rağmen, üst düzey askeri ve istihbarat yetkilileri Gazze’deki düşmanlarının bunu gerçekten yapabileceğini hayal edemediler ve aksi yöndeki önerileri hasıraltı ettiler. 7 Ekim saldırısı kısmen İsrail bürokrasisinin bir başarısızlığıydı.
Yine de Netanyahu’nun aldığı istihbarat üzerine hiçbir ciddi görüşme yapmamış olması, siyasi muhalefetle ciddi bir uzlaşmaya varmayı ve ülkedeki çatlağı iyileştirmeyi reddetmesi gibi savunulamaz. Bunun yerine, ciddi uyarılara ve olası geri tepmelere aldırmadan yargı darbesine devam etmeye karar verdi. “İsrail birkaç Hava Kuvvetleri filosu olmadan da yapabilir” diye küstahça ilan etti: “Ama hükümetsiz asla.”
Temmuz 2023’te, Netanyahu ve aşırı sağcı koalisyonu için bir başka zirve noktası olan ilk yargı yasası İsrail parlamentosundan geçti. (Sonunda Ocak 2024’te Yüksek Mahkeme tarafından iptal edildi.) Başbakan, ABD-Suudi savunma anlaşmasını da içeren üçlü bir anlaşmanın parçası olarak en zengin ve en önemli Arap devleti olan Suudi Arabistan ile bir barış anlaşması imzalayarak yakında kendisini daha da yükselteceğine inanıyordu. Sonuç İsrail dış politikasının nihai zaferi olacaktı: İran ve bölgesel vekillerine karşı bir Amerikan-Arap-İsrail ittifakı. Netanyahu için bu, kendisini ana akıma sevdiren bir başarı olurdu.
Başbakan kendinden o kadar emindi ki 22 Eylül’de BM Genel Kurulu kürsüsüne çıkarak İsrail’i merkeze alan “yeni Ortadoğu” haritasını tanıttı. Bu, Oslo anlaşmalarını imzaladıktan sonra bu ifadeyi ortaya atan rakibi Peres’e kasıtlı bir göndermeydi. Netanyahu konuşmasında “Daha da heyecan verici bir atılımın eşiğinde olduğumuza inanıyorum: Suudi Arabistan ile tarihi bir barış” diyerek övündü. Netanyahu Filistinlilerin hem İsrail hem de bölge için sonradan düşünülen bir konu haline geldiğini açıkça ifade etti. “Filistinlilere yeni barış anlaşmaları üzerinde veto hakkı vermemeliyiz” dedi: “Filistinliler Arap dünyasının sadece yüzde ikisi.” İki hafta sonra Hamas saldırarak Netanyahu’nun planlarını alt üst etti.
Patlamadan sonra
Netanyahu ve destekçileri 7 Ekim’in sorumluluğunu üstlerinden atmaya çalıştılar. Onlara göre Başbakan, Gazze’de şüpheli bir şeyler olduğuna dair son dakika uyarıları konusunda kendisini bilgilendirmeyen güvenlik ve istihbarat şefleri tarafından yanlış yönlendirildi (ancak bu kırmızı bayraklar bile küçük bir saldırı belirtisi ya da sadece gürültü olarak yorumlandı). Netanyahu’nun ofisi saldırıdan birkaç hafta sonra Twitter’da “Başbakan Netanyahu hiçbir koşulda ve hiçbir aşamada Hamas’ın savaş niyetleri konusunda uyarılmadı” diye yazdı: “Aksine, askeri istihbarat başkanı ve Şin Bet başkanı da dahil tüm güvenlik kademesinin değerlendirmesi Hamas’ın caydırıldığı ve bir anlaşma arayışında olduğu yönündeydi.” (Daha sonra bu yazı için özür diledi.)
Ancak askeri ve istihbari yetersizlik, her ne kadar iç karartıcı olsa da, başbakanı sorumluluktan kurtaramaz ve bunun tek nedeni hükümetin başı olarak Netanyahu’nun İsrail’de olup bitenlerden nihai sorumluluk taşıması değil. Savaş öncesi İsraillileri bölmeye yönelik pervasız politikası ülkeyi savunmasız hale getirerek İran’ın müttefiklerini parçalanmış bir topluma saldırmaya teşvik etti. Netanyahu’nun Filistinlileri aşağılaması radikalizmin gelişmesine yardımcı oldu. Hamas’ın operasyonuna “Aksa Tufanı” adını vermesi ve saldırıları Aksa’yı Yahudilerin ele geçirmesinden korumanın bir yolu olarak göstermesi tesadüf değil. Müslümanların kutsal mekanını korumak, İsrail’e saldırmak ve IDF’nin karşı saldırısının kaçınılmaz korkunç sonuçlarıyla yüzleşmek için bir neden olarak görülüyordu.
İsrail kamuoyu Netanyahu’yu 7 Ekim’deki sorumluluğundan muaf tutmadı. Başbakan’ın partisi anketlerde dibe vurdu ve hükümet parlamentoda çoğunluğu elinde tutmasına rağmen onay oranı da düştü. Ülkenin değişim arzusu sadece kamuoyu araştırmalarıyla ifade edilmiyor. Militarizm her kesime geri döndü. Eski Netanyahu karşıtı organizatörler ülkenin güney ve kuzeyinden tahliye edilenlerle ilgilenme konusunda işlevsiz İsrail hükümetinin yerini alırken, Bibi karşıtı göstericiler protestolara rağmen yedek görevlerini yerine getirmek için acele etti. Birçok İsrailli, Ben-Gvir’in özel küçük silahların düzenlenmesini kolaylaştırma kampanyasının da yardımıyla tabanca ve saldırı tüfekleriyle silahlandı. On yıllar süren kademeli düşüşün ardından savunma bütçesinin yaklaşık yüzde 50 oranında artması bekleniyor.
Ancak bu değişiklikler, anlaşılabilir olsa da değişim değil hızlanmadır. İsrail hâlâ Netanyahu’nun yıllardır onu yönlendirdiği yolu takip ediyor. Kimliği artık daha az liberal ve eşitlikçi, daha çok etnik milliyetçi ve militarist. İsrail’deki her sokak köşesinde, halk otobüsünde ve televizyon kanalında görülen “Zafer için Birlik” sloganı, ülkenin Yahudi toplumunu birleştirmeyi amaçlıyor. Acil bir ateşkesi ve esir değişimini ezici bir çoğunlukla destekleyen Arap azınlığın protesto gösterileri düzenlemesi polis tarafından defalarca yasaklandı. Düzinelerce Arap vatandaşı, 7 Ekim saldırılarını desteklemese ya da onaylamasa bile, Gazze’deki Filistinlilerle dayanışmayı ifade eden sosyal medya paylaşımları nedeniyle yasal olarak suçlandı. Bu arada birçok liberal İsrailli Yahudi, kendilerine göre Hamas’ın yanında yer alan Batılı meslektaşları tarafından ihanete uğramış hissediyor. Netanyahu’nun dini otokrasisinden uzaklaşmak için savaş öncesi tehditlerini yeniden gözden geçiriyorlar ve İİsrail emlak şirketleri, yurt dışında yaşadıkları artan antisemitizmden kaçınmak isteyen yeni bir Yahudi göçmen dalgasını bekliyor.
Ve tıpkı savaş öncesi dönemde olduğu gibi, neredeyse hiçbir İsrailli Yahudi, Filistin sorununun barışçıl yollarla nasıl çözülebileceğini düşünmüyor. Geleneksel olarak barış arayışıyla ilgilenen İsrail solu artık neredeyse yok olmuş durumda. Netanyahu öncesi eski güzel İsrail’e nostalji duyan Gantz ve Lapid’in merkezci partileri, yeni militarist toplumda kendilerini evlerinde hissediyor gibi görünüyor ve barış için toprak müzakerelerini destekleyerek ana akım popülerliklerini riske atmak istemiyorlar. Sağ kesim ise Filistinlilere hiç olmadığı kadar düşmanca yaklaşıyor.
Netanyahu Filistin Yönetimi’ni Hamas’la bir tutuyor ve bu yazı yazıldığı sırada, böyle bir kararın iki devletli çözümü yeniden canlandıracağını bildiğinden, Filistin Yönetimi’nin savaş sonrası Gazze’yi yönetmesi yönündeki Amerikan önerilerini reddetti. Başbakanın aşırı sağcı dostları Gazze’yi insansızlaştırmak ve Filistinlileri başka ülkelere sürgün ederek ikinci bir Nakba yaratmak ve böylece toprakları yeni Yahudi yerleşimlerine açmak istiyor. Bu hayali gerçekleştirmek için Ben-Gvir ve Smotrich, Netanyahu’dan Gazze’yi Filistinlilerin yönetimine bırakacak bir savaş sonrası düzenleme tartışmasını reddetmesini ve hükümetin İsrailli rehinelerin daha fazla serbest bırakılması için müzakere etmeyi reddetmesini talep ettiler. Ayrıca İsrail’in Yahudi yerleşimcilerin Batı Şeria’daki Arap sakinlere yönelik yeni saldırılarını durdurmak için hiçbir şey yapmamasını sağladılar.
Eğer geçmiş emsal teşkil ediyorsa, ülke tamamen umutsuz değil. Tarih ilericiliğin geri gelebileceğini ve muhafazakarların etkisini kaybedebileceğini gösteriyor. Daha önceki büyük saldırılardan sonra İsrail kamuoyu başlangıçta sağa kaymış ancak daha sonra yön değiştirerek barış karşılığında toprak tavizlerini kabul etmişti. 1973’teki Yom Kippur Savaşı, sonunda Mısır ile barışa; 1987’de başlayan ilk intifada Oslo anlaşmalarına ve Ürdün ile barışa yol açtı ve 2000’de patlak veren ikinci intifada Gazze’den tek taraflı çekilmeyle sona erdi.
Ancak bu dinamiğin tekrarlanma ihtimali zayıf. İsrail’in 1973’ten sonra Mısır ve cumhurbaşkanı gibi kabul ettiği bir Filistinli grup ya da lider yok. Hamas İsrail’i yok etmeye kararlı ve Filistin Yönetimi zayıf. İsrail de zayıf: Savaş zamanındaki birliği şimdiden çatırdıyor ve çatışmalar azaldığında ülkenin daha da parçalanma ihtimali yüksek. Bibi karşıtları hayal kırıklığına uğramış Bibi destekçilerine ulaşmayı ve bu yıl erken seçime zorlamayı umuyor. Netanyahu da korkuları körükleyecek ve daha fazla bastıracak. Ocak ayında rehinelerin yakınları parlamento toplantısını basarak hükümetten aile üyelerinin serbest bırakılmasını sağlamasını talep etmiş, bu da İsrailliler arasında ülkenin önceliğinin Hamas’ı yenmek mi yoksa kalan esirleri kurtarmak için bir anlaşma yapmak mı olması gerektiği konusundaki tartışmanın bir parçası olmuştu. Belki de üzerinde birlik sağlanan tek fikir, barış için toprak anlaşmasına karşı çıkmak. Yahudi İsraillilerin çoğu 7 Ekim’den sonra daha fazla toprak kaybının militanlara bir sonraki katliam için fırlatma rampası sağlayacağı konusunda hemfikir.
Nihayetinde İsrail’in geleceği yakın tarihine çok benzeyebilir. Netanyahu olsun ya da olmasın, “çatışma yönetimi” ve “çim biçme” devlet politikası olmaya devam edecek; bu da daha fazla işgal, yerleşim ve yerinden etme anlamına geliyor. Bu strateji, en azından 7 Ekim’in dehşetiyle yaralanmış ve yeni barış önerilerine sağır İsrail halkı için en az riskli seçenek gibi görünebilir. Ancak bu sadece daha fazla felakete yol açacak. İsrailliler Filistinlileri görmezden gelmeye ve onların arzularını, hikayelerini ve hatta varlıklarını reddetmeye devam ederlerse istikrar bekleyemezler.
Dayan’ın asırlık uyarısından ülkenin çıkarması gereken ders budur. İsrail, yaşanabilir ve saygılı bir birlikte yaşam istiyorsa Filistinlilere ve birbirlerine ulaşmalı.
İlginizi Çekebilir
-
UCM’den Netanyahu’ya tutuklama emri
-
FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir
-
Meloni ile görüşen Milei’den “özgür uluslar ittifakı” önerisi: ABD ve İsrail’e davet
-
Hamas’tan Gazze’nin yönetimi için “komite” önerisine şartlı onay
-
İsrail Meclis kürsüsünden Netanyahu’ya “seri katil” dedi
-
Amsterdam Belediye Başkanı Halsema’nın “pogrom” pişmanlığı
DÜNYA BASINI
FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir
Yayınlanma
4 saat önce21/11/2024
Yazar
Harici.com.trFinancial Times’tan Andrew England’ın kaleme aldığı bu makale, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemine dair bölgesel beklentileri ve endişeleri ele alıyor. Trump’ın İsrail yanlısı politikalarını dengelemede Suudi Arabistan’ın kilit rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Makaleye göre Trump’la yakın ilişkisi ile bilinen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın diplomatik manevraları, Filistin meselesinin çözümünde merkezi rol oynayabilir. Riyad, Filistin devletine giden bir plan olmadan İsrail ile normalleşmenin mümkün olmayacağını açıkça deklare etmesine rağmen İsrail’in bu çözüme giden yolu kapamış olması ise Trump’ın önündeki en büyük engel…
***
Orta Doğu, Trump’ı dizginlemesi için Suudi Arabistan’a güveniyor
Andrew England
Trump’ın aşırı İsrail yanlısı bir gündem izleyeceğinden korkan Arap ülkeleri, Donald Trump ile ilişkisini ve bölgedeki siyasi ağırlığını kullanarak Suudi Arabistan’ın, Trump’ın Ortadoğu politikalarını dengelemesini umuyor.
Trump’ın kilit pozisyonlara bir dizi ateşli İsrail yanlısı ve İran karşıtı şahin aday atamasının ardından Arap yetkililer yeni yönetimin İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etme, Gazze’yi işgal etme ya da Tahran’la gerilimi tırmandırma hamlelerini onaylayabileceğinden endişe ediyor.
Ancak yetkililer, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Trump ile olan ilişkisini, başkanın finansal anlaşmalara olan ilgisini ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açacak “büyük pazarlık” yapma arzusunu kullanarak, yeni yönetimin bölgedeki politikalarını yumuşatabileceğini umuyor.
Bir Arap diplomat, “Bölgedeki kilit aktör, Trump’la bilinen ilişkileri nedeniyle Suudi Arabistan, dolayısıyla ABD’nin yapmaya karar verebileceği herhangi bir bölgesel eylemin kilit noktası olacak” dedi.
Bir başka Arap yetkili de Prens Muhammed’in Trump’ın İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye yönelik politikalarını ve daha geniş anlamda Filistin meselesini etkilemede “kilit” rol oynayacağını ve İsrail’le normalleşme potansiyelini bir koz olarak kullanacağını söyledi.
Yetkili, “Suudi Arabistan, Trump’ın Gazze ve Filistin’le nasıl başa çıkacağını büyük ölçüde etkileyebilir. Bölgedeki pek çok ülke bundan sonra ne olacağı konusunda endişeli” dedi.
Trump’ın ilk başkanlık döneminde, Suudi Arabistan onun “alışveriş odaklı” yönetim tarzını ve bölgesel rakibi İran’a karşı yürüttüğü “maksimum baskı” kampanyasını destekledi. Suudi ajanların 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesinin ardından diğer Batılı liderler Krallığın fiili liderine soğuk davranırken Trump, Prens Muhammed’in yanında durdu.
Trump, İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için “nihai anlaşmayı” yapacağını da iddia etmişti. Ancak damadı Jared Kushner tarafından yürütülen bu planlar başarısız oldu. Filistinliler ve Arap devletleri, önerilerin İsrail lehine fazlasıyla taraflı olduğunu düşündü. Trump ayrıca Filistin’e yardımı kesti, Washington’daki diplomatik misyonlarını kapattı, ABD Büyükelçiliği’ni statüsü tartışmalı olan Kudüs’e taşıdı ve işgal altındaki Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıdı. Öte yandan, Trump, BAE ve üç Arap ülkesinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği “İbrahim Anlaşmaları”na da aracılık etti.
Trump geçen ay bir Suudi televizyon kanalı olan El Arabiya’ya verdiği demeçte başkanlığı döneminde ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin büyük harflerle “MÜKEMMEL” olduğunu söyledi.
“Kral’a büyük saygı duyuyorum, Muhammed’e de büyük saygı duyuyorum; gerçekten harika bir iş çıkarıyor, o tam bir vizyoner” dedi.
ABD Başkanı Joe Biden göreve geldikten sonra Riyad, Trump ile bağlarını sürdürdü. Veliaht Prens Muhammed’in başkanlık ettiği Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu (PIF), Kushner’in kurduğu özel sermaye fonuna 2 milyar dolar yatırım yaptı.
PIF’in yöneticisi Yasir al-Rumayyan, hafta sonu New York’ta düzenlenen bir UFC dövüşünde Trump ile ön sırada oturdu. Ayrıca, Trump’a ait golf sahaları, PIF’in en dikkat çeken spor girişimlerinden biri olan LIV Golf etkinliklerine ev sahipliği yaptı.
Ancak Prens Muhammed, Biden’ın göreve gelmesinden bu yana Suudi Arabistan’ın bölgesel politikalarını yeniden ayarladı. Riyad, 2023 yılında İran ile diplomatik ilişkileri yeniden kurdu özellikle Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının bölgede bir dizi çatışmayı tetiklemesinin ardından sürdürdüğü yumuşama politikası izlemeye devam etti.
Biden yönetiminin, Suudi Arabistan ile ABD arasında bir savunma anlaşmasını içeren üçlü bir anlaşma kapsamında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini hedefleyen planı, savaş nedeniyle sekteye uğrasa da ABD, Suudi Arabistan’ı krize yönelik herhangi bir bölgesel çözümde kritik bir aktör olarak görmeye devam ediyor.
Ancak Riyad, Filistinlilerin ölü sayısı arttıkça İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümetine yönelik eleştirilerini sertleştirdi.
Ekim ayında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Riyad’da düzenlenen bir basın toplantısında, İsrail ile normalleşmenin, “Filistin devletine dair bir çözüm bulunana kadar gündemde olmadığını” söyledi.
Prens Muhammed de geçen hafta Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam zirvesinde İsrail’i Gazze’de “soykırım” yapmakla suçlarken, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşı ve İran’a yönelik saldırılarını kınadı.
Diplomatlar ve analistler, Veliaht Prens Muhammed’in konuşmasını, Müslüman dünyasının İsrail’in askeri saldırılarını kınamada ve bir Filistin devleti kurulmasına destek verme konusunda birleştiği mesajı olarak yorumladı. Salı günü Riyad, “İsrail’in Batı Şeria üzerinde egemenlik kurmaya yönelik aşırılık yanlısı açıklamalarını” da kınadı.
Trump seçim kampanyası sırasında Orta Doğu’ya barış getirme ve savaşı sona erdirme sözü vermişti. Ancak İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee ve Orta Doğu temsilcisi olarak atadığı emlak kralı Steven Witkoff da dahil adaylarının çoğu ateşli birer İsrail yanlısı.
Trump, buna rağmen İbrahim Anlaşmaları’nı genişletmek istediğini belirterek Al-Arabiya’ya şunları söyledi: “Çerçeve zaten hazır, tek yapılması gereken bunu yeniden devreye sokmak ve bu çok hızlı gerçekleşebilir. Eğer kazanırsam bu kesinlikle bir öncelik olacak… sadece Ortadoğu’da barışı sağlamak… Bu olacak” dedi.
İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinde Suudi Arabistan kilit bir rol oynayabilir. Ancak Arap yetkililer, Trump’ın bunu ancak Netanyahu’ya, Filistin devleti kurulmasına yönelik tavizler vermesi için baskı yaparak başarabileceğine inanıyor. Bu, İsrail Başbakanı’nın şiddetle karşı çıktığı bir mesele.
Bir diğer Arap diplomat ise, “Trump’ın şu anda Ortadoğu’da Suudi Arabistan’dan daha çok ihtiyaç duyduğu başka bir aktör yok. Trump, kendisine sunulmuş hazır anlaşmalardan kredi almayı seven biri. Eğer Muhammed bin Selman ona bir anlaşma sunarsa, bu bir olasılık olabilir, hatta tek olasılık olabilir” yorumunda bulundu.
Arap yetkililer de Gazze’deki yıkımın neden olduğu öfkenin, Filistin davasını yeniden bölgesel gündemin en üst sırasına taşıması nedeniyle Trump’ın Filistinlileri göz ardı etmesinin daha zor olacağını umuyor. Liderler çatışmanın kendi halklarının bazı kesimlerini, özellikle de Prens Muhammed’in ana seçmen kitlesi olan gençleri radikalleştirmesinden endişe ediyor.
İlk Arap diplomat “Trump’ın Gazze’deki savaşı sona erdirmesi gerekecek ve bunu yapmak için de ertesi günü ele alması gerekiyor” dedi: “Filistin meselesine odaklanmadan bölgesel çözüm işe yaramaz. Suudi Arabistan açıkça belirtti ki, bir Filistin devleti kurulmadıkça normalleşme bir seçenek değil.”
DÜNYA BASINI
İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat: Rusya’dan hangi karşılık beklenebilir?
Yayınlanma
1 gün önce20/11/2024
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya topraklarına yönelik uzun menzilli füzelerin kullanılmasına izin verme kararı, Rusya’nın olası tepkilerini gündeme taşıdı. İsviçre Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli yarbay ve siyasi ve askeri strateji analisti Ralph Bosshard, Rusya’nın tepkisinin genelde ihtiyatlı ve kademeli olacağını, ancak uluslararası sulardaki veya üçüncü ülkelerdeki İngiliz ve Fransız hedeflerinin vurulabileceğini belirtiyor. Buna karşın, NATO’nun 5. Maddesi’ni devreye sokacak bir saldırının pek olası olmadığı ifade eden Bosshard, Ukrayna’nın Batı’dan aldığı silahlarla elde edebileceği askeri başarıların sınırlı kalacağını, çünkü Rusya’nın buna yönelik hazırlık yaptığını söylüyor. Ayrıca, Rusya’nın komuta merkezlerini sık sık yer değiştirdiğini ve geniş lojistik ağını koruma kapasitesine sahip olduğunu vurgulayan uzman, Batı’nın uzun menzilli silahlarının, savaşın seyrini kökten değiştirme potansiyelinin olmadığını, asıl belirleyicinin Rusya ve Çin liderlerinin kararları olduğunu ifade ediyor. Bosshard’a göre, Biden’ın bu kararını görev süresinin sonunda alması, Trump yönetimini zora sokma ve kendi dönemini daha güçlü bir şekilde kapatma çabası olarak yorumlanabilir. Moskova’nın şu ana kadar temkinli hareket ettiğini belirten Bosshard, Kremlin’in Batı’ya temkinli mesajlar verdiğini ve bu gerilimin medya üzerinden yönetildiğini dile getiriyor.
Rusya’dan nasıl bir askeri karşılık bekleyebiliriz? İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat
Éva Péli, NachDenkSeiten
Görev süresi sona ermekte olan ABD Başkanı Joe Biden, ABD’nin uzun menzilli füzelerinin Rusya topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasına izin verdi. Bu kapsamda, daha önce uygulanan kısıtlamalar kaldırıldı ve Beyaz Saray da bunu resmî olarak teyit etti. İsviçreli askerî uzman Ralph Bosshard, bu kararın muhtemel sonuçlarını NachDenkSeiten’a değerlendirdi.
Éva Péli: Joe Biden’ın bu açıklaması askerî açıdan nasıl değerlendirilmeli? Rusya’dan beklenen askerî tepki nedir ve bu tepki kimlere (ABD, İngiltere, Fransa ya da Ukrayna) yönelebilir?
Ralph Bosshard: Ruslar, Ukrayna topraklarındaki hedeflere dönük saldırıların yanı sıra, uluslararası sularda, denizaşırı varlıklarda ya da üçüncü ülkelerde bulunan İngiliz ve Fransız askerî hedeflerini vurma alternatifine de sahip. Fakat üçüncü ülkelerdeki operasyonlar büyük ihtimalle bazı kısıtlamalarla karşılaşacaktır. Şu ana kadar çatışan taraflar birbirlerinin uydularını hedef almaktan kaçındılar, zira bu durum Pandora’nın kutusunu açabilir. Uydu hedefleme şu an için bir tabu gibi görünüyor. Bu konuda silahlanma kontrolü müzakereleri için fırsatlar bile olduğunu düşünüyorum.
Batı tarafından Ukrayna’ya şu ana kadar sağlanan kısa ve orta menzilli silahlarla Ukrayna, mevcut en acil askerî sorunlarını çözmeyi deneyebilir.
Bu sorunlardan biri, Rusya’nın FAB adı verilen ağır uçak bombalarının, iyi inşa edilmiş saha tahkimatlarını imha etmek için kullanılması. 2014-2022 yılları arasında inşa edilen ve betonla güçlendirilmiş bu tahkimatlar artık Ruslar tarafından her yerde aşılmış durumda. Şimdi ise Ukrayna birlikleri, özellikle yerleşim yerlerinde bu tahkimatları savunarak pozisyonlarını korumaya çalışıyor. FAB bombaları yönlendirme modülleriyle donatılmış olup yaklaşık 70 kilometre uzaklıktan bırakılabiliyor. Ruslar bu bombaları artık oldukça hassas bir şekilde kullanıyor. Bu bombaların taşıyıcıları, taktik bombardıman uçaklarıdır ve bu uçaklar 170-200 kilometre derinlikteki hava üslerinden operasyon düzenler. Eğer bu hava üsleri, Batı menşeli uzun menzilli silahların menziline girerse, Ruslar daha gerideki üslerden operasyon yapmaya başlayacaktır. Moskova’daki Genelkurmay Akademisi’ndeki eğitimim sırasında Su-24 tipi cephe bombardıman uçaklarını hesaba katarak planlama yapıyorduk. Bugün kullanılan Su-34 uçaklarının menzilinin Su-24’lerden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Geriye çekilerek operasyon düzenlemek Ruslar açısından sorunsuz olacaktır.
Rusya’nın lojistik destek hatlarını ve cepheye asker taşınmasını kesintiye uğratmak, yalnızca belirli hedef kategorilerine karşı yoğun ve sistematik saldırılarla mümkün. Bunlar, mesela mühimmat veya yakıt depoları gibi tesisler ya da demir yolu ağı olabilir. Ruslar, lojistik tesislerini geniş bir alana yayabilir ve Donbass’taki sıkı demir yolu ağından faydalanabilir. Ayrıca bu ağ, ek demir yolu hatlarıyla daha da güçlendirilebilir. Bu görev, Rusya ordusunda bulunan demir yolu birliklerine ait. Ukraynalıların bu ağı kesintiye uğratması için ciddi bir çaba göstermesi ve çok sayıda füze kullanması gerekecektir. Fakat Ukrayna’nın savaş uçakları ve roketatarlarıyla cepheye ne kadar yaklaşabileceği belli değil.
Bununla beraber yer hedeflerine yönelik saldırılar da karmaşık bir hedefleme süreci gerektirir. Ruslar, geçerli operasyon prosedürlerine göre, komuta merkezlerini günlük olarak değiştirir. Son zamanlarda Rusya’nın komuta merkezlerinin imha edildiğine dair neredeyse hiç haber duymadım.
Temel olarak Rusya ordusunun operasyon prosedürleri, düşman tarafından kısa ve orta menzilli silahların kullanılmasını öngörüyor. Ruslar bu tür bir duruma hazırlanmış durumda ve eğitimlerini buna göre aldılar. Dolayısıyla, Batı tarafından tedarik edilen kısa ve orta menzilli silahlarla Rusya Silahlı Kuvvetlerine baskı uygulanması ancak geçici bir etki yaratacaktır.
İlave olarak, Ukraynalılar, askerlerin moralini artırmak amacıyla sembolik açıdan önemli hedeflere saldırabilirler. Ancak bu tür saldırıların kalıcı bir askerî etkisi olmayacaktır. Bunun aksine, yalnızca askerî hedeflere yönelik saldırıların Ukraynalıların moraline etkisi sınırlı kalacaktır.
Bütün bu süreçte hedeflerin kontrolü Batı’nın –özellikle de ABD’nin– elinde. Ukraynalılar, saldırıların gerçekleşmesi için gerekli olan seyrüsefer, iletişim ve istihbarat araçlarına doğrudan erişime sahip görünmüyor. Özellikle en yeni sistemler için üretici firmalardan teknik destek alınması gerektiği de anlaşılıyor. Bu araçların kullanımıyla Biden, Rusya’nın ilerleyişini yavaşlatabilir ve muhtemel bir çöküşü –en azından Trump’ın göreve başlamasına kadar– erteleyebilir. “Benim gözetimimde olmadı,” anlayışı burada geçerli gibi görünüyor.
Bu kararlar ışığında müzakereli çözüm şansı nasıl değerlendirilebilir?
Bu kararların müzakereli çözüm şansını ciddi ölçüde etkileyeceğini düşünmüyorum. Ukrayna’daki savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğini Batı’nın silah sevkiyatları belirlemeyecek. Batı’nın “mucize silahları” olarak lanse edilen sistemler, Şubat 2022’den bu yana savaşın gidişatında kayda değer bir değişiklik yaratamadı. Daha önce belirttiğim üzere ATACMS, Storm Shadows ve diğer benzeri sistemler de bu savaşın kaderini kökten değiştiremeyecek. Bu savaş, Şi Cinping ve Vladimir Putin’in “tamam yeter” dedikleri zaman sona erecek. Genel manada, Rusya veya Çin ile Batı adına bir savaşa girmeye hazır olan herkesin uyarıyı almış olması gerektiğini düşünüyorum.
Eylül ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Batı’nın uzun menzilli silahlarını Rusya’ya karşı kullanmasının, NATO ülkelerinin Ukrayna’daki çatışmaya doğrudan katılımı anlamına geleceğini söylemiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Eğer savaşı Ukrayna topraklarından Doğu’ya taşırlarsa, savaş orada sona ermeyecek; zira savaş Batı’yı da içine alacak.”
NATO’nun, Putin’in öngördüğü bu muhtemel tepkiye nasıl hazırlanacağı büyük bir soru işareti. Şu anda Fransızlar ve İngilizler açısından, Bab el-Mandeb Boğazı ya da İran kıyıları civarındaki sularda savaş gemilerini konuşlandırmaktan bir süreliğine kaçınmak daha uygun olabilir. Hatta diğer deniz bölgelerinden de uzak durmaları gerekebilir. Bunun yanı sıra, Batı Avrupa’daki deniz tabanında bulunan tesislere karşı dikkatli olunması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim.
Almanya’nın kendi topraklarına dönük bir saldırı beklentisi içinde olmadığını, sivil savunma alanında neredeyse hiçbir tedbir alınmamış olmasından anlayabiliriz. Halka, evlerinin bodrumlarını temizlemeleri ve kendilerine bol şans dilemeleri yönünde tavsiyeler dışında, Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un (SPD) elle tutulur bir hazırlık sunmadığı aşikâr. Oysa, bir ülkeye ve halkına zarar vermek için artık çok daha farklı araçlar mevcut.
Uzun zamandır Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un daha akıllı bir strateji izlediğini düşünüyorum. Kendisi, gereksiz yere ve erken bir dönemde risk alarak öne çıkmaktan kaçınıyor. Ancak ne yazık ki etrafında zayıf bir hükûmet ekibi var. Geçtiğimiz yıl Federal Meclis’te eleştirdiğim Ulusal Güvenlik Stratejisi, son derece zayıf bir metindi. Ama o zaman bile CDU/CSU muhalefetinin sunacak daha fazla aklı yoktu.
ABD Başkanı Joe Biden, daha önce bu tür füzelerin Rusya’daki hedeflere karşı kullanılmasına izin vermeyeceğini belirtmişti, zira bunun üçüncü dünya savaşına yol açabileceğinden endişe duyuyordu. Fakat görev süresinin sonlarına yaklaşırken, Biden’ın artık böyle bir senaryodan korkmadığı anlaşılıyor. Peki, bu süreçte ne değişti?
Biden’ın bu kararı, Trump ekibi ile Putin yönetimi arasında halihazırda yapılmış olması muhtemel anlaşmayı bozmayı amaçlıyor. Bu stratejiyle, Putin’in öyle bir tepki vermesi hedefleniyor ki, bu tepki Trump’a savaşın devam etmesinden başka bir seçenek bırakmasın. Şu anki durumda Ruslar, Amerikan tesislerine veya birliklerine saldırmaktan kaçınıyor; böyle bir adımın Trump yönetimiyle ilişkileri doğrudan etkileyebileceğini biliyorlar.
Fransa ve İngiltere’nin bu denkleme dahil edilmesi, savaşın Trump’ın göreve gelmesinden sonra da devam etmesini garanti altına alma stratejisinin bir parçası. Biden, bu noktada Fransa ve İngiltere’nin büyük güç olma heveslerini ustaca kullanıyor. Ancak hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hem de İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Rusya’nın muhtemel misilleme hamlelerinin, Trump’ın göreve başlamasından sonra özellikle onları hedef alacağının farkında. Bu nedenle, durum ciddileştiğinde İngiltere ve Fransa’nın, deyim yerindeyse, “görünmezlik moduna geçeceğini” düşünüyorum.
Rusya’nın mevcut stratejisinde NATO’nun 5. Madde’sini (bir üyeye yapılan saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış sayılmasını öngören madde) devreye sokacak bir durumdan kaçınması önemli. Bu nedenle Rusya, NATO topraklarında herhangi bir hedefe saldırmayacaktır. Bunun yerine, İngiltere ve Fransa’nın ana vatanı dışındaki tesislere saldırılar düzenleyerek, bu ülkelerin güçlerini koruyamayacaklarını göstermeye çalışabilir. Nitekim, Rusya’nın birkaç gün önce Ukrayna’daki hedeflere dönük kombine füze ve drone saldırılarını yeniden başlatması, Moskova’nın misilleme yeteneğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik bu saldırılar, iyi korunan hedeflere karşı dahi başarılı bir şekilde yapılabiliyor. Bu da Rusya’nın mevcut gelişmeleri önceden öngördüğünü ve buna hazırlıklı olduğunu gösteriyor.
Açık konuşmak gerekirse, ABD’nin Rusya’ya, belirli saldırılardan önce uygun kanallar aracılığıyla uyarılarda bulunması bile beni şaşırtmaz. Bu tür bir iletişim, savaşı daha büyük bir tırmanıştan koruma amaçlı bir tedbir olabilir.
Genel olarak Kremlin’in her zamanki gibi, temkinli ve ihtiyatlı bir şekilde tepki vereceğini düşünüyorum. Ancak Putin’in basında zaman zaman “nükleer tehdit” kartını oynaması, Biden’ı başarısız bir lider gibi gösterme stratejisinin bir parçası. Bu durum, Biden’ın sırf egosu uğruna, görev süresinin son anlarında bir nükleer savaşı riske atmış bir başkan olarak algılanmasına neden olabilir. Öte yandan Trump, bu retoriği kullanarak kendisini barışın ve gerilimi düşürmenin mimarı olarak sunabilir. Bu da Trump’ın söylemsel bir üstünlük elde etmesine yol açabilir. Lütfen, benden Biden’ın liderlik becerilerine övgüler dizmemi beklemeyin. Bu bağlamda, onun kararlarının stratejik etkisi tartışmaya aşikâr.
Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in, ABD Başkanı Joe Biden’ın uzun menzilli füzelerle ilgili kararını medyada duyurmasından rahatsız olduğu iddiaları basında geniş yankı buldu. Uzmanlar, bu açıklamayı ABD yönetiminin Rusya’yı saldırılardan önce bilgilendirerek bir tırmanışı önleme çabası olarak yorumluyor. Peki, bu durum nasıl değerlendirilmeli?
Burada Zelenskiy için “isteğe göre bir menü” hazırlanmadığını açıkça görebiliyoruz. Ukrayna’nın lideri, kendisine sunulan yardımı olduğu gibi kabul etmek zorunda. “Büyük aktörler” sahnede kararları alırken, Ukrayna ancak bu oyunun bir parçası olabilir. Biden, bir yandan gerilimi artıracak bir açıklama yaparken, diğer yandan tansiyonu düşürme çabası içinde görünüyor. Kararını kamuoyuna duyurarak, esasen Rusya’ya dolaylı bir uyarı göndermiş ve onları bir nebze rahatlatmış oldu. Biden, bu saldırıların Zelenskiy’in istediği gibi sürpriz bir şekilde gerçekleştirilmesine izin verebilirdi; fakat bu, şu anki stratejiyle uyuşmuyor.
Bu durum, günümüz savaşlarının “medya savaşı” karakterini bir kez daha gözler önüne seriyor. Batı, medya hakimiyetinin her savaşta üstünlük sağlayacağını varsayıyor. Bu anlayış büyük ölçüde, ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan kalma travmasına dayanıyor. Ancak bu medya savaşı içinde, Ukrayna lideri Zelenskiy’in stratejik kararlarının Rusya’nın lehine olabilecek etkiler doğurabileceği bir gerçek. Örneğin, Çernigov oblastına (Ukrayna ordusunun Kuzey Harekât Komutanlığı’nın önemli bir merkezi) asker kaydırılması, mevcut durumu Zelenskiy açısından daha da kötüleştirebilir.
Bu aşamada Ukrayna’nın, moral artırıcı bir başarıya ihtiyacı var. Bunun için Rusya’ya birkaç füze saldırısı gerçekleşebilir ve bu saldırılar daha sonra stratejik zaferler olarak lanse edilebilir. Ancak bu hamlelerin kalıcı bir askerî etkisi olup olmayacağı belli değil. Öte yandan, Trump ve Kuzey Kore güçleri hakkındaki spekülasyonlarla bir “ihanet hikayesi” hazırlığının şimdiden yapılmış olması dikkat çekici.
Biden’ın kararını basın yoluyla duyurması, aslında planın en kritik parçalarından biriydi. Bu ilan, Biden’ın başkanlık dönemi boyunca elde ettiği zayıf başarı karnesini toparlama çabasının bir parçası. Kabil’deki kaotik çekilme sonrası yaşanan utanç verici süreç, Biden’ın hanesine yazılmıştı. Buna rağmen, 2021’in aralık ayında Rusya’nın sunduğu güvenlik garantileri teklifini küçümseyip reddetme cesaretini göstermişti. Şubat 2022’den itibaren ise, ABD’nin Kiev’deki müttefikinin darbeler almasına seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi, kalan iki aylık görev süresinde, bu tabloyu tersine çevirmek ve daha iyi bir izlenim bırakmak için çabalıyor.
Fakat Biden’ın, dünyayı bir nükleer savaşa sürükleme gibi bir niyet taşımadığı bariz. Bu, Biden’ın planlarının bir parçası değil. Bilakis, mevcut hamleleri hem içeride hem de uluslararası arenada itibarını artırmaya yönelik bir girişim olarak okunmalı.
Biden’ın uluslararası sahnedeki zayıflığı, yakın zamanda Peru’daki zirvede daha da belirgin hale geldi. Aile fotoğrafında Biden’ın arka ve dış köşelere yerleştirilmesi, sembolik olarak onun düşen önemini gözler önüne serdi. Üstelik, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in, Trump ile iyi bir şekilde çalışabileceğini söylemesi, Biden’a dolaylı bir mesaj göndererek onunla artık çalışmak istemediğini ima etmişti. Bu durum, Biden’ın uluslararası alandaki pozisyonunu daha da zayıflattı.
Biden, görev süresinin kalan iki ayında daha fazla aşağılanmak istemiyorsa, şimdi hızlı ve etkili hamleler yapmak zorunda. Kendi döneminin, özellikle Jimmy Carter’ın başkanlığının son dönemine benzeyen bir şekilde sona ermesini istemediği belli.
Biden’ın ABD’nin uzun menzilli silahları için genişletilmiş hedeflerine ilişkin kararını hangi biçimde aldığına dair bilginiz var mı? Bu bir başkanlık kararnamesi, resmi bir hükümet kararı ya da yalnızca Kiev’e (ve kiminle) yapılan bir telefon görüşmesi şeklinde mi? Ve bugüne kadar silahların menzil sınırlaması nasıl sağlandı, yalnızca teknik bir yöntemle mi yoksa bir emirle mi?
Bu tür detayları elbette yalnızca doğrudan taraf olanlar bilir. Ancak kararın uygulanmasının üçlü bir işbirliğiyle gerçekleştirilmesi muhtemel. Amerikan, İngiliz ve Fransız askerleri saldırıları muhtemelen birlikte planlayacak. NATO kurumlarının bu süreçte pek bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Zira tecrübelere göre, büyük devletler stratejik varlıklarını paylaşmayı tercih etmez; bu, genelde herkesin kendi önceliğine göre hareket ettiği bir alan. Bu kapsamda özel harekât birlikleri, stratejik silahlar, uydu ve istihbarat bilgileri gibi yalnızca hükümet düzeyinde erişilebilen araçlar yer alır. Dolayısıyla, bu tür bir işbirliğinin halihazırda kurulmuş olması pek muhtemel değil. Belki bu süreç sıfırdan oluşturulmak zorunda kalabilir.
Şimdi bir hedefleme süreci başlatılması gerekiyor. Bu süreç, durum değerlendirmesinden hedef seçimine ve etkinlik analizine kadar uzanıyor. Bunun içinde istihbarat toplama, iletişim ve navigasyon uyduları yer alıyor. Bu uyduların bazıları muhtemelen doğru yörüngeye henüz yerleştirilmiş değil. Hazırlık çalışmalarına elektronik harp alanındaki tedbirler de dâhil. Geçtiğimiz ay Rusya’nın birkaç şehrinde bizzat şahit oldum ki, Ruslar GPS sinyallerini engelliyor ve hatta zaman zaman yanıltıcı sinyaller yayıyor. Yani, GPS cihazları yanlış konumlar tespit ediyor. Bu sapmaların 15 kilometreye kadar ulaştığını gözlemlemiştim.
Tüm bu süreç, devlet başkanlarının ya da başbakanların –Biden, Starmer ve Macron’un– silahlı kuvvetlerin başkomutanı sıfatıyla verdiği bir planlama talimatını gerektiriyor. Ön hazırlıkların, yani muhtemel planların ne kadar ilerlemiş olduğuna bağlı olarak, oldukça uzun sürebilecek bir planlama sürecinin başlatılması gerekebilir. Hangi hedeflere saldırılacağı konusunda Ukraynalılar belki önerilerde bulunabilir ama son söz büyük ihtimalle Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlara ait olacaktır.
DÜNYA BASINI
Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı
Yayınlanma
3 gün önce18/11/2024
Yazar
Harici.com.trAşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:
***
Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil
Gideon Levy
“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.
“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.
Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”
Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.
İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.
Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.
Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.
Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.
Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…
Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.
Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.
ABD’li senatör: Musk’ın Çin bağlantıları ABD ulusal güvenliği için ‘derin bir tehdit’
ABD, Filipinler’e Pekin’e karşı kullanması için insansız deniz aracı veriyor
Operationsplan Deutschland: Almanya’da “planlı ekonomi” tartışması
Çin bankalarının Rusya’ya yönelik ödeme kontrolleri sertleşiyor
Ford Avrupa’da 4.000 kişiyi işten çıkaracak
Çok Okunanlar
-
RUSYA1 hafta önce
Patruşev’in Kommersant röportajı: Montrö ihlaline göz yummayacağız
-
AMERİKA2 hafta önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Valdai izlenimleri: Trump’lı yıllar başlarken…
-
AVRUPA2 hafta önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Donald J. Trump’ın ideolojisi
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Belarus Halk Meclisi: siyasi sistemin güçlendirilmesi ve demokrasinin geliştirilmesi
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Trump’ın zaferine dünyadan karmaşık tepkiler
-
SÖYLEŞİ1 hafta önce
“Alman sermayesinin mevcut çıkarları CDU-SPD koalisyonu ile örtüşüyor”