Bizi Takip Edin

ORTADOĞU

“İsrail-Suudi normalleşmesinin önündeki en büyük engel Filistin değil Tel Aviv”

Yayınlanma

New York Times köşe yazarı Thomas L. Friedman’ın 7 Temmuz’da yazdığı ABD Başkanı Joe Biden’ın İsrail ve Suudi Arabistan arasında olası normalleşme için taraflara baskı yapmayı düşündüğü ile ilgili makale sonrası ABD basınında Tel Aviv-Riyad normalleşmesinin “an meselesi” olduğuna dair üst üstte haberler yapıldı. Friedman’a göre, ABD’li üst düzey yetkililerin Riyad’a yaptıkları son ziyaretler, ABD’nin bölgedeki en önemli iki askeri ortağını resmi bir mutabakat içine sokmak için tüm tarafların önemli tavizler vereceği bir düzenleme olasılığını araştırmakla ilgili. Ve böyle bir anlaşmada Suudi Arabistan İsrail ile ilişkilerini normalleştirecek ve Çin ile güçlü ilişkilerinden geri adım atacak, ABD ise Suudi Arabistan için güvenlik garantilerini resmileştirecek, Suudi sivil nükleer programının geliştirilmesine yardımcı olacak ve daha sofistike füze önleme sistemleri sağlayacak. Ancak İsrail’in işgal altındaki topraklarda Filistinlilere “anlamlı tavizler” vermesi ve muhtemelen sonsuza kadar ilhaktan vazgeçmesi gerekecek.

Friedman’ın makalesi sonrası üst üstte yapılan ve anlaşmanın yakın olduğu ile ilgili haberler Beyaz Saray tarafından “abartılı” bulundu. Ancak bu süreçte Suudi Arabistan’ın Filistin’e ilk kez temsilci ataması Riyad’ın kamuoyunu “normalleşmeye” hazırlama adımı olarak değerlendirildi. İsrail Dışişleri Bakanı Eli Cohen de bu atamanın, Riyad ile Tel Aviv arasındaki normalleşme görüşmelerinde kaydedilen ilerleme sonrası Filistinlilere verilen “sizi unutmadık” mesajı olduğunu savundu. Cohen’e göre Filistin meselesi normalleşmenin önündeki engellerden biri değil ve İbrahim Anlaşmaları da bunu kanıtlıyor: “Filistinlilerin barışın önünde bir engel olmadığını kanıtladık.”

Cohen haklı. Görünürde bir sorun olmasına rağmen normalleşmenin önündeki asıl engel Filistin meselesi değil. İsrail’in kendisi.

Washington merkezli Arap Körfez Ülkeleri Enstitüsü’nün (AGSIW) kıdemli araştırmacısı Hüseyin İbiş aşağıda çevirisini okuyacağınız makalede İsrail’in bu normalleşmenin önündeki nasıl en büyük engel olduğunu açıklıyor.

İbiş’e göre ABD arabuluculuğunda yapılacak üçlü formattaki anlaşmanın temeli üç ülkenin de belli tavizler ve garantiler vermesine dayanıyor. Verilecek tavizler her ülke için belli oranda sorun teşkil ediyor ancak aşılamayacak nitelikte değiller. Aşılamayacak sorun ise böyle bir anlaşmadan en kazançlı çıkacak ülke olan İsrail tarafındaki engeller:

***

ABD-Suudi Arabistan-İsrail Büyük Anlaşması Her Taraftan Engellerle Karşı Karşıya

İsrail sonunda en etkili Arap ve Müslüman ülkeden olumlu bir yanıt bile alamayacak durumda olabilir.

Hüseyin İbiş 

New York Times köşe yazarı Thomas L. Friedman’ın 27 Temmuz tarihli bomba gibi yorumuyla başlayan süreçte, Beyaz Saray’ın İsrail ve Suudi Arabistan ile Ortadoğu’nun stratejik ve siyasi gerçeklerini önemli ölçüde yeniden şekillendirecek büyük üçlü pazarlık için ciddi bir şekilde çalıştığına dair haberler gelmeye devam etti. The Wall Street Journal ve The Washington Post’un haberlerinde Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan ve Beyaz Saray Orta Doğu politikaları şefi Brett McGurk’ün Suudi Arabistan’a yaptıkları son ziyaretlerde olası şartlar hakkında detaylı görüşmeler yapıldığı doğruladı. The Wall Street Journal ABD’li yetkililerin detayların “önümüzdeki 9 ila 12 ay içinde” belli olabileceğine dair “ihtiyatlı bir iyimserlik” içinde olduklarını bildirdi.

Ancak, bu iyimserliğe rağmen, böyle bir anlaşma olasılığına dair yoğun şüphe var. AGSIW’in 3 Ağustos’ta düzenlediği bir web seminerinde Friedman, Beyaz Saray’ın Başkan Joe Biden’ın yeniden seçilme kampanyasıyla tamamen meşgul olması bir yana, bu doğrultuda bir anlaşmanın tamamlanabileceğine dair şüphelerin tamamen haklı olduğunu kabul etti. Beyaz Saray da görüşmelerin erken bir aşamada olduğunu ve bazı haberlerde ima edildiği kadar ileri düzeyde olmadığını vurguluyor. Suudi Arabistan, İsrail ile ilişkilerini normalleştirme karşılığında ABD’den resmi güvenlik garantileri, sivil nükleer program için yardım, daha gelişmiş ABD silahlarına erişim ve işgal altındaki topraklarda yaşayan Filistinlilere yönelik önemli tavizler istiyor. Böylesine önemli ve karmaşık bir üçlü anlaşmanın önündeki engeller, her üç tarafa da sağlayacağı büyük potansiyel faydalara rağmen oldukça önemli.

Suudi Tarafındaki Engeller

Suudi Arabistan, İsrail ile ilişkilerini normalleştirirken Körfez İşbirliği Konseyi müttefikleri Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn’in Eylül 2020’de İbrahim Anlaşmalarını imzalarken yaptıklarından çok daha karmaşık ve riskli bir dizi hesapla karşı karşıya. Çok daha karmaşık ve kırılgan iç siyasete ve böyle bir anlaşmaya karşı içeride oluşabilecek tepkilere ek olarak, son anketlere göre İbrahim Anlaşmaları Arap dünyasında daha az rağbet gördüğünden Riyad; Arap ve İslam dünyasının liderliği rolü üzerindeki olası olumsuz etkileri de dikkatle tartmak zorunda. İran ve Lübnan’daki Hizbullah’ın başını çektiği komşu Arap ülkelerindeki silahlı milis grupları ağı ya da El Kaide ve Irak Şam İslam Devleti gibi Selefi-cihatçı gruplar gibi Suudi Arabistan’ın düşmanları, bazı Araplar ve Müslümanlar arasında ortaya çıkan popülist memnuniyetsizlikten muhtemelen azami ölçüde faydalanacaktır.

Bununla birlikte, Suudi Arabistan’ın ABD ile, büyük olasılıkla NATO dışı önemli müttefiklere sunulanlardan daha güçlü ancak NATO ortaklarına sunulan taahhütler kadar olmayan güvenceleri kapsayan resmi bir güvenlik ilişkisi kurma konusundaki isteği, Suudi Arabistan’ı muhtemelen üç potansiyel ortak arasında en az sorunlu olanı yapıyor. Gerçekten de eğer garantiler yeterince güçlü ve resmi olursa, Suudi Arabistan’ın Washington’dan istediği diğer iki büyük talep olan nükleer yardım ve en gelişmiş ABD silahlarına erişimin kolaylaştırılması konularında ilerleme kaydedilmese bile üstesinden gelmek için yeterli olabilir. Her iki konu da ABD açısından zorluklar içeriyor ancak güvenlik güvenceleri yeterince sağlam olursa Suudi Arabistan nükleer destek ve gelişmiş silahlara erişim konusunda esnek davranabilir.

Ancak Suudi Arabistan son yıllarda, Filistin Yönetimi’nin güçlendirilmesi ve kontrolündeki alanların genişletilmesi, yerleşim faaliyetlerinin sınırlandırılması ya da işgal altındaki Filistin topraklarının ilhak edilmeyeceğinin taahhüt edilmesi gibi iki devletli bir çözüme yönelik beklentileri güçlendirecek, İsrailliler tarafından atılacak önemli ancak (ne olduğu) açıklanmayan adımlar olmaksızın İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeyeceğini açıkça ifade etti. Ancak ABD ve Suudi Arabistan’ın bu tür tavizleri mevcut İsrail hükümetinden alması son derece zor olabilir.

ABD Tarafındaki Engeller

Washington’daki en büyük zorluk muhtemelen, kapsamına bağlı olarak Suudi Arabistan’ın istediği resmi güvenlik ortaklığını onaylaması gereken Senato’da yaşanacaktır. Her ikisi de güçlü neo-izolasyonist dürtüler taşıyan Demokratlar arasındaki ilerici sol ve sert sağcı Cumhuriyetçi fraksiyondan önemli bir muhalefet beklenebilir. Her iki eğilimin de iyi temsil edildiği Temsilciler Meclisi’nin onayı gerekmeyecek olsa da bu meclisten geçmesi çok daha zor olacaktır. Ancak Senato’da, çoğu Biden gibi Soğuk Savaş’ın şekillendirdiği görüşlere sahip hem sol hem de sağ kanat dış politika merkezcileri hakimiyetini sürdürüyor.

Washington’un Orta Doğu’daki elini ve Suudi Arabistan’la ilişkilerini büyük ölçüde güçlendiren bir anlaşmanın, Riyad’ın İsrail’le ilişkilerini normalleştirmesiyle birlikte Senato’dan geçmesi muhtemeldir. Gerçekten de senatörler bazı çekincelerini dile getirerek kendilerini siyasi olarak koruduktan sonra, süper çoğunluk bile elde edilebilir. Bu, Biden yönetiminin Demokratların desteğini toplamak için büyük bir çaba sarf ettiği ve böyle bir anlaşmanın ABD ve ortaklarının stratejik duruşunu muazzam ölçüde güçlendireceği ve İran’ın kısa vadeli ve Çin’in Orta Doğu’daki uzun vadeli emellerine önemli bir darbe teşkil edeceği varsayımına dayanıyor.

Senato’daki en büyük problem muhtemelen Suudi sivil nükleer programına verilecek destekle ilgili olacaktır. Washington, bu tür bir destek karşılığında nükleer olmayan güçlerden, nükleer silahların yayılmasını önleme anlaşmasının katı kurallarının çok ötesine geçen bir “123” anlaşmasını talep etmeye alışkındır. Suudi Arabistan söz konusu olduğunda bu normdan sapılmasını eleştirenler BAE’nin 2009’da benzer kısıtlamaları kabul ettiğine işaret edeceklerdir. Ancak Suudi Arabistan’ın nükleer gelişimi söz konusu olduğunda bu tür bir düzenleme pek mantıklı değil.

Ekonomik nedenlerle büyük ölçekte sivil nükleer enerji üretimi geliştirmek isteyen nükleer olmayan güçler arasında Suudi Arabistan benzersiz bir şekilde kendi uranyumuna sahip ve bu uranyumu çıkarma niyetinde. 123 süreci kapsamında, esasen bu uranyumu çıkarması, kullanılabilir çubuklar halinde işlenmek üzere ihraç etmesi, Suudi reaktörlerinde kullanılmak üzere çubukları yeniden ithal etmesi ve ardından kullanılmış çubukları imha edilmek üzere yeniden ihraç etmesi gerekecek. Bu kârlı olmayacak ve Suudiler açısından da pek mantıklı değil. Bu nedenle, Suudi ham ve zenginleştirilmiş uranyumunun veya kullanılmış çubukların pinball tarzı hareketini gözetlemeyi içermeyen bir denetim düzenlemesi daha makuldür. 123 anlaşmaya ilişkin normatif beklenti ve Suudi Arabistan’ın sözde nükleer silah emellerine ilişkin şüpheler nedeniyle bu, Senato’da rağbet görmeyebilir. Dolayısıyla Riyad’ın denetim ve diğer kısıtlamalar konusunda önemli tavizler vermesi ve Washington ile güvenlik anlaşması yürürlükte kaldığı sürece kendi nükleer silah programını asla geliştirmeyeceğini taahhüt etmesi gerekecek. ABD’nin Suudi Arabistan’ın nükleer programıyla ilgili yardım taleplerini karşılamak için ne kadar ileri gitmesi gerektiği konusunda İsrail’in görüşleri de muhtemelen çok önemli olacak.

Benzer bir dinamik Senato’da Suudilerin gelişmiş ABD silahlarına erişimi konusunda da yaşanabilir. Son zamanlardaki itirazlar büyük ölçüde Yemen savaşına dayanıyordu, ancak Suudi Arabistan şu anda ülkeden uygun bir çıkış yolu arıyor. Bazı senatörlerin Suudi Arabistan’ın insan hakları sicili ve 2018’deki Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın suikastı nedeniyle itiraz edeceği kesin ancak ABD-Suudi güvenlik işbirliğine dayanan anlaşmanın mantığı, özellikle İsrail’in ve Yahudi Amerikalı ve Evanjelik Hıristiyan destekçilerinin güçlü desteğiyle, silah bileşeninin Senato tarafından ezici bir çoğunlukla onaylanacağı anlamına geliyor.

İsrail Tarafındaki Engeller

Açık ara en büyük engel İsrail tarafında bulunuyor. Washington ve Riyad’ın karşı karşıya olduğu muamma, böyle bir anlaşmanın özellikle ABD açısından ancak üçgen bir formda mantıklı olması. İki taraflı bir ABD-Suudi güvenlik anlaşmasının Washington’da siyasi olarak kabul görmesi son derece zor olacak ve üçlü bir anlaşmanın sağlayacağı gibi dönüşümsel, nesiller boyu ABD’nin stratejik konumunu güçlendirmesini sağlamayacak.

Soyut olarak bakıldığında, İsrail üçü arasında en hafif yük ile karşı karşıya. Muhtemelen istenen tek şey, işgal altındaki Filistin toprakları ile ilgili uluslararası hukuk ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarına daha uygun bir şekilde hareket etmesi olacak. Filistin sorununu çözmesi veya işgali sona erdirmesi beklenmeyecek, sadece uluslararası hukuka aykırı olan yerleşim faaliyetlerini sınırlaması, ki bu uluslararası hukuk tarafından yasaklanmıştı veya ilhak edilmemiş toprakların hukuka aykırı işgaline girişmemeyi taahhüt etmesi istenecek. Buna ek, tartışmasız en çok kazanan İsrail olacak. Bu, en azından 1979’da Mısır ile yapılan barış anlaşmasından ve BM Genel Kurulu’na kabul edilmesinden bu yana en büyük diplomatik atılım olacak çünkü Suudi Arabistan ile ilişkilerin normalleşmesi, İsrail’in daha geniş Arap ve İslam dünyasıyla ilişkilerinin diplomatik ve ticari açıdan normalleşmesini neredeyse garanti altına alacak.

Ancak, Başbakan Binyamin Netanyahu ve büyük ölçüde ilhak yanlısı Likud ve birkaç küçük aşırılık yanlısı partinin liderliğindeki mevcut İsrail Hükümeti’nin işgal konusunda veya Filistinlilere karşı önemli tavizler vermesi pek olası görünmüyor. Bazı üst düzey İsrailli yetkililer işgal konusunda atılabilecek adımların asgari düzeyde kalacağını söylerken, bazıları da bu adımların kesinlikle söz konusu olmayacağını öne sürüyor. Wall Street Journal’da yayınlanan ve Washington’un Güney Kore ile yaptığına benzer bir ABD-Suudi güvenlik anlaşmasını savunan bir yorumda, İsrail Dışişleri Bakanı Eli Cohen Filistinlilerden ya da işgalden hiç bahsetmedi.

Friedman, her ne kadar geleceği konusunda ikna olmamış olsa da bu girişim konusunda hevesli olmasının ana nedenlerinden birinin, mevcut radikal İsrail Hükümeti’ni parçalayacak ve iki devletli bir anlaşma için azalan umutları yeşertecek olması olduğunu defalarca vurguladı. Mevcut koalisyonun Suudi Arabistan’ın işgal ya da Filistinliler konusunda talep edeceği tavizleri vermesi mümkün görünmüyor. Netanyahu’nun muhtemelen merkezci siyasetçi Benny Gantz ile ittifak yaparak yeni bir kabine kurması umut ediliyor.

Ancak Netanyahu hâlâ bir yolsuzluk davasıyla karşı karşıya ve mevcut koalisyonu kendisini olası bir hapis cezasından koruyabilecek sözde yargı reformu girişimlerini destekliyor. Bu tür adli değişikliklerin yeni ve daha ılımlı bir hükümet ile mümkün olmayacağı neredeyse kesin. Dolayısıyla, bu anlaşmanın uygulanabilir, makul ve hayati bir ulusal çıkar olduğu sonucuna varsa bile, böyle bir manevrayı engelleyebilecek kişisel ve siyasi mülahazalarla karşı karşıya. Yine de aşırılık yanlısı küçük partilerin olmadığı alternatif bir koalisyonun, birçok İsraillinin düşman olarak gördüğü Filistinlilere, İsrail üzerinde pratik bir etkisi olmayan, anlamlı tavizler vereceği kesin değil. Bugünün İsrail’inde ulusal moral, ülkenin işgal altındaki Batı Şeria’nın büyük bölümündeki emellerine yönelik herhangi bir büyük kısıtlamayı kaldırabilir mi? Knesset’te, ülke tarihindeki en önemli diplomatik başarılardan birini elde etmek için bile olsa, bunu yapmaya hazır, muktedir ve istekli herhangi bir potansiyel iktidar koalisyonu olduğu şüpheli.

Yine de Riyad’ın istediği güvenlik garantileri ve Washington’un istediği stratejik faydaların her ikisi de pratikte İsrail’in Filistinlilere ve işgale karşı esnekliğine bağlı ki olası herhangi bir koalisyon hükümeti altında bunların hiçbiri olmayabilir. Böyle bir anlaşma imkânsız değil çünkü Friedman’ın 27 Temmuz tarihli köşe yazısında da belirttiği gibi üç taraf için de büyük faydalar sağlayacak. Bu faydalar girişime önemli bir ivme kazandırıyor ve Biden yönetiminin bu girişim için neden karanlığa doğru cesur bir adım attığını açıklıyor. En büyük problem Riyad ya da Washington’da değil. Kuşkusuz en etkili Arap ve Müslüman ülkeden alınacak eveti bile yanıt olarak kabul etmekten aciz ilhakçı hırslara kapılmış olan İsrail’de.

ORTADOĞU

ABD’nin ateşkes önerisinden sonra Hamaney’in danışmanı Lübnan’da

Yayınlanma

ABD’nin Hizbullah ile İsrail arasında ateşkes sağlanması için Lübnan’a anlaşma önerisini sunmasından saatler sonra İran lideri Ali Hamaney’in Başdanışmanı ve Lübnan Özel Temsilcisi Ali Laricani, Lübnan’da Başbakan Necib Mikati ve Meclis Başkanı Nebih Berri ile ayrı ayrı görüştü.

Lübnan medyası, ABD’nin Beyrut Büyükelçisi Lisa Johnson’ın, Lübnan Meclis Başkanı Nebih Berri’ye, İsrail ordusu ile Hizbullah arasında ateşkes sağlanması amacıyla bir anlaşma taslağı teslim ettiğini yazdı.

Trump’a “hediye” mi sahadaki gerçek mi?

El Cedid televizyonunun isimsiz kaynaklardan aktardığına göre Johnson, ABD elçisi Amos Hochstein adına Meclis Başkanı Berri’ye BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı kararına dayanan bir anlaşma taslağı veya çözüm önerisi sundu. Anlaşmanın ayrıntılarına değinmeyen El Cedid kanalı, “Berri’nin Hizbullah ile istişare ettikten sonra öneri hakkında yanıt vereceğini” aktardı.

Anlaşma önerisinin Lübnan’a sunulmasından saatler sonra Hamaney’in danışmanı Beyrut’a geldi.

Lübnan Başbakanı Mikati’nin ofisinden yapılan yazılı açıklamaya göre Laricani ve beraberindeki heyet, Mikati tarafından kabul edildi. Toplantıda Mikati, “1701 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) kararının uygulanması, ulusal birliğin desteklenmesi ve Lübnanlılar arasında hassasiyet oluşturacak ve bir tarafı diğerinin aleyhine olacak şekilde kayıracak pozisyonlar alınmaması bakımından Lübnan devletinin duruşunun desteklenmesi gerektiğini” vurguladı.

Katz’ın “Hizbullah” açıklaması Halevi’yi bile şaşırttı

Laricani ise ülkeye yönelik saldırıların durdurulması, ateşkes sağlanması ve 1701 sayılı BMGK kararının uygulanmasının Lübnan hükümetinin önceliği olduğunu bildiklerini, İran’ın Lübnan hükümeti tarafından alınan her türlü kararı ve Lübnanlıların üzerinde mutabık kaldığı bir cumhurbaşkanının seçilmesini desteklediğini ifade etti.

Lübnan Meclis Başkanı Berri’nin ofisinden yapılan açıklamada ise görüşmede bölgedeki genel durum, İsrail’in Lübnan’a yönelik devam eden saldırganlığı ve mülteciler meselelerinin ele alındığı aktarıldı.

“Hiçbir şeyi bozmak istemiyoruz”

Laricani, görüşme sonrasında basına yaptığı açıklamada, İsrail’in saldırganlığından kaynaklanan sorunların ortadan kaldırılması için Lübnanlı yetkililerle istişarelerde bulunduğunu belirtti.

İsrail ordusu Lübnan’da savaşmak istemiyor

ABD’nin, İsrail ile Hizbullah arasında ateşkes sağlanması amacıyla BMGK’nın 1701 sayılı kararına dayanan anlaşmanın taslağını Lübnan Meclis Başkanı Berri’ye sunmasının ardından İran’ın bu anlaşmayı bozmak isteyip istemediğinin sorulması üzerine Laricani, “Hiçbir şeyi bozmak istemiyoruz. Çözümler arıyoruz. Lübnan’ı her koşulda destekliyoruz. Durumu bozanlar Netanyahu ve çetesi. Dostlarınızı ve düşmanlarınızı tanıyın” dedi.

Laricani, Lübnanlı yetkililerin ve Hizbullah’ın kabul ettiği her anlaşmayı desteklediklerini belirterek İran lideri Hamaney’in mesajını Lübnan Meclis Başkanı Berri’ye ilettiğini söyledi.

Okumaya Devam Et

ORTADOĞU

7 bin Haredi’nin askere çağrılmasına onay: “Likud, ultra-Ortodokslara savaş ilan etti”

Yayınlanma

İsrail Savunma Bakanı Yisrael Katz, ordunun 7 bin ultra-Ortodoks Yahudi’yi (Haredi) askere çağırma kararını onayladı. Netanyahu’nun Haredi partilerinden koalisyon ortakları öfkeli.

Savunma Bakanlığından yapılan açıklamada, Bakan Katz’ın, 7 bin Haredi’nin askere çağrılması kararını onayladığı belirtildi. Haredileri askerlik görevine çağıran emirlerin İsrail ordusunca 17 Kasım Pazar gününden itibaren kademeli olarak gönderileceği kaydedildi.

Gallant’ın kovulmasının perde arkası: Orduya “haddini bildirme” hamlesi

Eski Savunma Bakanı Yoav Gallant’ın, görevden alınmadan bir gün önce imzaladığı bu kararın Başbakan Binyamin Netanyahu tarafından göreve getirilen Katz tarafından uygulamaya konulup konulmayacağı tartışılıyordu.

Yedioth Ahronoth gazetesinin 4 Kasım’da yayımlanan haberinde, Gazze Şeridi ve Lübnan’a saldırılarına devam eden İsrail ordusunun, 7 bin askeri göreve çağırmaya ihtiyacı olduğu aktarılmıştı.

İsrail’de Harediler, zorunlu askere alınmalarına karşı askerlik şubelerinin önünde sık sık protestolar düzenliyor.

Netanyahu’nun ultra-Ortodoks koalisyon ortakları, haziran ayında Yüksek Mahkeme’nin on yıllardır yürürlükte olan muafiyetleri kaldırmasının ardından, Yeşiva öğrencileri ve Haredi topluluğunun diğer üyeleri için askerlik muafiyetlerini düzenleyen bir yasanın çıkarılması için baskı yaptı.

Netanyahu hükümetinde “Haredi” krizinde yeni perde

Haredi partileri Birleşik Tevrat Yahudiliği ve Şas, bu uzun süredir devam eden askerlik muafiyetini yasalaştıracak bir tasarının önündeki en büyük engelin Savunma Bakanı Gallant ve Başsavcı Gali Baharav-Miara olduğunu iddia etti.

Katz’ın, Haredilere askerlik kararını uygulamaya koymasının ardından, Birleşik Tevrat Yahudiliği partisinden üst düzey bir yetkili, “Ortaya çıktı ki mesele başsavcı ya da Gallant değil, Likud, ultra-Ortodokslara savaş ilan etmeye karar verdi” dedi.

Harediler İsrail nüfusunun yaklaşık yüzde 12’sini oluşturuyor

Çoğu dini gerekçelerle askere gitmeyi reddeden Harediler, 9 milyonluk ülkede nüfusun yaklaşık yüzde 12’sini oluşturuyor. Ülkedeki Haredi Yahudilerinin büyük çoğunluğu Batı Kudüs’teki Meaşerim Mahallesi’nde ve başkent Tel Aviv yakınlarındaki Bney Brak kentinde yaşıyor. Haredi Yahudilerin çoğu, orduda dinlerinin gerektirdiği şekilde yaşayamayacakları gerekçesiyle askerlik yapmayı reddediyor. Kadın ve erkekler için İsrail’de 3 yıl zorunlu askerlik hizmeti bulunuyor.

“Düşman ordusunda askerlik yapmayız” diyen Harediler polisle çatıştı

Ultra-Ortodoks Yahudilik inancına sahip Harediler ise 26 yaşına kadar Tevrat Kurslarında (Yeşiva) eğitim almaları halinde askerlikten muaf tutuluyor. İsrail’de koalisyon ortağı Haredi partiler, “Tevrat eğitiminin temel hak olduğu” yönünde bir kanunu geçirerek temsil ettikleri kesimin askerlikten muaf tutulmasını yasal güvence altına almak istiyor.

Okumaya Devam Et

ORTADOĞU

BM Özel Komitesinden “Gazze” raporu: Soykırım tanımıyla uyuşuyor

Yayınlanma

Birleşmiş Milletler (BM) Özel Komitesi’nin yayımladığı raporda, İsrail’in Gazze’ye saldırılarının “soykırım tanımıyla uyuştuğu” belirtildi. Hamas da İsrail’in Gazze’nin kuzeyinde 41 günde 2 bin Filistinliyi öldürdüğünü duyurdu.

İsrail’in, işgali altındaki topraklarda, Filistinli ve diğer Arap halklarına yönelik insan haklarını etkileyen uygulamaları araştıran BM Özel Komitesi raporu yayımlandı.

Ekim 2023-Temmuz 2024 döneminde yapılan incelemelere dayanan raporda, Gazze’deki kitlesel sivil kayıplar ve Filistinlilere “kasıtlı” olarak dayatılan yaşamı tehdit eden koşullara dikkat çekildi. Raporda, söz konusu koşullar göz önüne alındığında İsrail’in Gazze’ye saldırılarının “soykırım tanımıyla uyuştuğu” kaydedildi.

İsrailli yetkililerin, Filistinlileri, yiyecek ve su gibi yaşamsal ihtiyaçlardan mahrum bırakan politikaları “açıkça” desteklediği belirtilerek şu ifade kullanıldı: “İnsani yardımın sistematik ve hukuksuz şekilde engellenmesi, İsrail’in, yardımları siyasi ve askeri kazanımlar için araçsallaştırma niyetini açıkça ortaya koymaktadır.”

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) bağlayıcı kararlarına rağmen insani yardımların engellendiğinin belirtildiği raporda, “İsrail kasıtlı olarak ölüme ve açlığa neden olmakta, açlığı bir savaş yöntemi olarak kullanmakta ve Filistin halkını toplu olarak cezalandırmaktadır” değerlendirmesi yer aldı.

İsrail’in hedefindeki UCM Başsavcısı’na “cinsel taciz” soruşturması

Raporda ayrıca, İsrail’in “kapsamlı bombalama” saldırılarının, Gazze’deki temel hizmetleri “yok ettiği” ve insan sağlığına kalıcı etkileri olacak “çevre felaketine” neden olduğu kaydedildi.

İsrail’in yapay zekâ destekli hedef sistemlerine ilişkin endişelerin de yer aldığı raporda, “(Bu durum), İsrail’in sivil ayrımı yapma ve sivil ölümlerini önlemek için yeterli önlemleri alma yükümlülüğünü göz ardı ettiğini göstermektedir” denildi.

İsrail’in 7 Ekim’den bu yana Gazze Şeridi’ne düzenlediği saldırılarda yaklaşık 17 bin 210’u çocuk, 11 bin 742’si kadın olmak üzere 43 bin 736 Filistinli öldü, 103 bin 370 kişi yaralandı.

Enkaz altında hala binlerce ölü olduğu bildirilirken, halkın sığındığı hastane ve eğitim kurumları hedef alınarak sivil altyapı da tahrip ediliyor.

“Generallerin Planı” kapsamında 41 günde 2 bin kişi katledildi

Öte yandan Hamas’tan yapılan açıklamada, İsrail ordusunun 41 gündür Gazze Şeridi’nin kuzey bölgesi olan Cibaliya, Beyt Hanun ve Beyt Lahiya’ya sürdürdüğü kuşatmasına ilişkin bilgi verildi.

İsrail’in 41 gündür kuşatma uygulayıp kara ve hava saldırıları düzenlediği Gazze’nin kuzeyinde, 2 bin Filistinlinin yaşamını yitirdiği, 6 bin kişinin yaralandığı ve yüzlerce kişinin enkaz altında kaldığı bildirildi.

Gazze’nin kuzeyinde yaşayan 80 bin Filistinlinin kuşatma altında mahsur kaldığına dikkat çekilen açıklamada, İsrail’in bölgede soykırım ve etnik temizlik gerçekleştirdiği kaydedildi.

“Generallerin Planı”nın mimarı: Ya teslim olacak ya açlıktan ölecekler

Açıklamada, “İsrail ordusu tüm barınma merkezlerini ve hastaneleri hedef aldı, sağlık personelini alıkoydu, ambulansları imha etti, tıbbi ve insani yardımların girişini engelledi” ifadesi kullanıldı.

Gazze Şeridi’nin kuzey bölgesi olarak bilinen Beyt Lahiya, Beyt Hanun ve Cibaliya’nın nüfusu 200 bin olarak tahmin edilirken, bunların yarısından fazlasının Gazze kentine göçe zorlandığı biliniyor.

Bu adımın, daha önce İsrail basınına yansıyan ve “Generaller Planı” olarak bilinen, İsrailliler için yerleşim yeri hazırlığı yapmak amacıyla Filistinlilerin Gazze’nin kuzeyinden tahliye edilmesi adına atıldığı düşünülüyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English