Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

KKTC’nin tanınması için neler yapmalı?

Yayınlanma

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ziyareti, KKTC’nin tanınması doğrultusunda oradan verdiği mesajlar ve Mutlu Barış Harekatı’nın (20 Temmuz 1974) yıl dönümünde tekrar adada olacağını açıklaması birçok açıdan önemlidir. Öncelikle göreve gelen her başbakan/cumhurbaşkanının ilk yurt dışı gezisini KKTC’ye yapması (ikincisi de Azerbaycan) geleneğinin sürdürülmesi açısından tamamen doğru ve isabetli. Ayrıca 2020 yılının sonlarında Ersin Tatar’ın KKTC Cumhurbaşkanı seçilmesinden itibaren benimsenen ve Türkiye’nin de özellikle Erdoğan’ın açıklamalarıyla ete kemiğe büründürdüğü iki devletli çözümü tekrar dile getirmesi seçimler sonrasında Kıbrıs konusunda nasıl bir politika izleneceğini de ortaya koymuş oldu. Erdoğan’ın 20 Temmuz 2021 tarihinde adada ve ertesi yılki BM Genel Kurulu’nda (20 Eylül 2022) yaptığı konuşmalarda bütün dünya ülkelerini KKTC’yi tanımaya çağırması ve Türk Devletleri Teşkilatı’na KKTC’nin gözlemci üye olarak alınmasını (Macaristan da TDT’de aynı statüde) sağlaması izlenen Kıbrıs politikasının ana eksenini oluşturmaktaydı. Seçim kampanyası sırasında muhalefetin dış politika sözcüleri bu politikayı tadil edecekleri intibaını vermiş olsalar da seçimleri kaybettikleri için bu ihtimaller tamamen ortadan kalkmış görünüyor. Erdoğan’ın açıklamaları bunu pekiştirmiş oldu.

Sömürgeciliğin tasfiyesi sonrasında bir ülkede/bölgede yaşayan milletlerden birisinin diğerinin egemenliğini kabul etmemesi veya İsrail-Filistin örneğinde olduğu gibi, bir toprak parçası üzerinde farklı egemenlik iddialarının bulunması halinde genel olarak iki devletli çözümler kabul edilirken Batı dünyası Kıbrıs’ta bunun gerçekleşmemesi için onlarca yıldır olağanüstü bir çaba sergiliyor. Amerika ve İngiltere’nin başını çektiği ve Türkiye’nin de hataları sonucu Avrupa Birliği’nin de müdahil olduğu Kıbrıs meselesinin özü Türkiye’yi adadan çıkartma çabasıdır ve bunu pek çok yol ve yöntemle bugüne kadar yapmaya çalışan Kolektif Batı’dır. Fakat hızla etkisini gösteren çok kutupluluk Batı dünyasının gücünün kademeli/göreceli olarak azalmasına yol açarken Türkiye gibi orta büyüklükteki bir ülkenin önemini katlamalı bir şekilde artırmakta ve dolayısıyla Kıbrıs sorunu başta olmak üzere birçok konuda Ankara’nın politikalarının sonuç almasına imkân verecek görünmektedir.

KKTC’NİN TANINMASI İÇİN RUSYA AÇILIMI

Kıbrıs sorununun çözümünde Kolektif Batı’nın anlayışlı olmasını beklemek beyhudedir. Batı dünyası ancak etki edemeyeceği bir vaziyetin ortaya çıkmış olmasıyla yeni durumları ve gelişmeleri kabullenir veya kendisi de yeni duruma ayak uydurur. Dolayısıyla Türkiye’nin ve/veya KKTC yetkililerinin ‘egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm’ açıklamaları yapmış olmaları Batılı devletleri imana getirmeyecektir; sadece onları yeni gerçeklerle yüzleşmeye zorlayacaktır.

Kıbrıs sorununu batılı reçeteler ile çözmek imkansızdır; çünkü sonuçta meseleyi çetrefil hale getiren Kolektif Batı’dır. Rum tarafının Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla bütün adayı temsilen AB’ye alınmış olması sorunun Türkiye ve Kıbrıs Türk halkının egemen iradesi doğrultusunda çözülmesi ihtimalini tamamen ortadan kaldırmıştır; çünkü ABD ve AB ve onların desteğiyle hareket eden Yunanistan ve Kıbrıs Rum tarafı açısından herhangi bir çözüm Rumların KKTC toprakları da dahil olmak üzere kendilerine ait olarak gördükleri adanın tümünde Rum devletinin egemenliğinin etkili bir şekilde tesis edilmesi demektir. Böylece Kıbrıs adasının tamamı AB toprağı olmuş olacak ve NATO üyesi olmak için fırsat kollanacaktır. Buna karşılık Türkiye ve KKTC ‘iki egemen devlet’ tezinde ısrar ettiğine göre sorunun masa başında müzakere ile çözülmesi mümkün görünmemektedir. Şartlar mecbur etmedikçe savaş da olmayacağına göre, tarafların mevcut pozisyonlarında direnme ve kendi şartlarını karşı tarafa kabul ettirme mücadelesinin çok kutupluluğa evrilen dünyada devam edeceğine hiç şüphe yok.

Çok kutuplu dünyada Kolektif Batı Türkiye ve KKTC’nin ‘iki bağımsız-egemen devlet temelinde çözüm’ tezine diplomatik olarak karşı çıkmakla birlikte Ankara üzerinde baskı kabiliyetlerinin epeyce azaldığının da farkında. Çok kutuplu dünyada belirleyici güç ve imkânlara sahip olacak süper güçlerin yanında dengeleri oynatma hatta değişmesine katkıda bulunma konularında önemli roller oynayacak olan orta büyüklükteki devletlerden birisi olan Türkiye’nin Kolektif Batı tarafından baskı altına alınması mümkün olmadığı gibi, örneğin KKTC’nin tanınmasını engelleme konusunda onlarca yıldır bütün devletler üzerinde sıkı markaj yapan Batılı devletlerin baskılarına boyun eğmeyecek devlet sayısında da ciddi artışlar olacağı açıktır ki, bunun örneklerini birçok vesile ile görmeye başladık bile. Ukrayna savaşının ilk günlerinden itibaren Batılı propaganda makinesinin Rusya’nın yaptırımlar ve Ukrayna’ya yapılan silah yardımlarıyla kısa sürede dizleri üzerine çökeltileceği ve Çin’in hizaya getirileceğine dair varsayımlarının tümüyle çökmesi dünyanın her kıtasındaki çok sayıda devleti Kolektif Batı’ya karşı daha cesur davranabilme noktasına getirdi. Fakat bütün bunlar KKTC’nin tanınmasını kendiliğinden getirecek değildir. Soğuk Savaş döneminde ve tek kutuplu dünya düzeninde hayal bile edilemeyecek birçok gelişmenin mümkün olduğu bu çok kutuplu dünyada KKTC’nin tanıtılması amacına yönelik olarak her devlet özelinde ayrı ayrı resmi, yarı resmi ve gayri resmi politikalar üretmek ve bunları sürekli güncelleyerek sürdürmek gerekir.

KKTC’nin tanıtılması konusunda yoğun çaba sarf edilmesi gereken devletlerden birisi de Rusya’dır; çünkü Moskova’nın Kıbrıs’ta çözümün tek devlet esasında olmasına yönelik eski tezlerinin kendi çıkarına olan hiçbir tarafı kalmamıştır. Örneğin Annan Planı veya başka bir modelle tek devlet çatışı altında Kıbrıs sorununun çözümü adayı otomatikman AB toprağı yapar. Böyle bir çözüm ancak ve ancak Türkiye’nin ABD, İngiltere ve AB ile el sıkışması sayesinde/sonucunda elde edilebileceğine göre, hem Kıbrıs sorununun çözümü Moskova’nın ulusal çıkarlarına aykırı olur hem de Türkiye’nin Kolektif Batı’ya daha fazla yanaşması sonucunu doğuracağı için Rusya’nın genel stratejik duruşuna zarar verir. Kıbrıs özelinde konuyu ele alacak olursak, Rusya, eski Doğu Avrupa’da ve şimdilerde Ukrayna ve Gürcistan’da NATO’nun genişlemesini engellemek için nükleer silah kullanılması riskini de göze alacak şekilde bir savaşa girişirken Doğu Akdeniz gibi dünyanın çok önemli bir bölgesini kontrol edebilme kapasitesine sahip çok önemli bir adanın AB ve NATO toprağı olmasına göz yummuş hatta destek vermiş olacaktır. Öte yandan Soğuk Savaş boyunca Sovyetler Birliği ve sonrasında Rusya Federasyonu NATO içerisindeki Türk-Yunan çatlağının derinleşerek devam etmesini isterken, şimdilerde Kıbrıs’ta tek devletli çözüme destek veren bir Rusya kendi stratejik çıkarlarına zarar vermiş olur; çünkü böyle bir politika ve ulaşılacak sonuç NATO içerisindeki dayanışmaya da doğrudan ve önemli ölçüde katkıda bulunacaktır. Kısacası tek devletli çözüm modeli Moskova’nın hiçbir çıkarlarına hizmet etmez.

Buna karşılık iki devletli çözüm adanın tümünün AB ve NATO toprağı olması ihtimaline son verirken NATO içerisindeki Türkiye-Yunanistan çatlağının derinleşerek devamına yol açacak ve Moskova’nın stratejik çıkarlarına hizmet edecektir. Ayrıca böyle bir çözüm Türkiye’nin Kolektif Batı’nın Rusya’ya karşı uzak karakolu olmasına da engel olacak ve NATO’da kalmaya devam eden Türkiye şimdilerde olduğu gibi hem Batı’nın Rusya karşıtı politikalarını eleştiren tarafta yer almaya devam edecek hem de Moskova ile ekonomik/ticari, siyasi ve hatta askeri ilişkilerini sürdürecektir. Yunanistan ve Kıbrıs Rumlarının Ukrayna savaşı ile birlikte Rusya’ya karşı Kolektif Batı’nın mızrağı gibi hareket etmeleri de bu süreci kolaylaştıran faktörler olmuştur.

Peki bu sonuç nasıl elde edilebilir? Ankara’nın Kıbrıs’ta iki devletli çözüm açıklamaları tek başına bu sonuca ulaşmak için yeterli olmayabilir. Bir yandan Azerbaycan’ın Ermenistan ile barış anlaşması yaptıktan sonra KKTC’yi tanıyacağını beklerken (önce de olabilir) Rusya ile de bu konunun en üst düzeylerde ele alınması gerekecektir. Örneğin Rusya ile aramızdaki en sıkıntılı sorunlardan birisi olan Suriye konusunun büyük ölçüde Moskova’nın arabuluculuğunda çözülme aşamasına girmiş olması Ankara-Moskova arasında bu konunun ele alınmasını kolaylaştırabilir. Zaten Suriye ile varılacak bir uzlaşmanın parçası olarak Türkiye kendi kontrolünde tuttuğu toprakları Şam yönetiminin egemenliğine devrederken ve diğer konularda tam bir uzlaşma sağlanırken Suriye’den KKTC’yi tanıması da istenmelidir.

Moskova ile varılacak KKTC anlaşması/uzlaşması karşılığında Ankara’nın Suriye’de üstelik de kendi çıkarına olan bir barış ve uzlaşmaya varması Rusya’nın askeri alanda elde ettiği başarıları diplomatik zaferle taçlandırmasıyla sonuçlanacak ve Ankara-Moskova ilişkilerine ivme kazandırırken Yunanistan ve Rumların mücadele etme azmini büyük ölçüde kıracaktır. Batılı dünya ‘kabul etmiyoruz’ içerikli birkaç açıklamadan fazla bir şey yapamayacak ve Türkiye bir yandan Azerbaycan, Türk Dünyası devletleri (ilk anda Özbekistan hariç), Pakistan, ilişkilerimizi normalleştirdiğimiz Arap Dünyası ülkelerinin pek çoğu ve insani yardım yaptığımız/iyi ilişkiler içinde bulunduğumuz çok sayıda devletin de KKTC’yi tanımasını sağlayarak Yunanistan ve Rumları çok kutupluluğun gerçekleriyle yüzleşmeye zorlayacaktır. Unutmayalım ki, çok kutupluluğun fay hatları bu coğrafyadan geçmektedir. Binayı sağlam yaparsak yani oyunu çok kutupluluğun ruhuna uygun bir şekilde biz kurarsak, sonuç alacağımız gibi Yunan-Rum tarafının başkalarının gücü üzerine inşa ettikleri hayalet binalar göçüverir. Neden olmasın?

GÖRÜŞ

Suriye ile acil barış ve uzlaşma

Yayınlanma

Yazar

Siz belki okumaktan bıktınız; ama ben yazmaktan bıkmadım, çünkü mesele olağanüstü önemde. Suriye ile barış konusunda Harici’de yazdığım bir önceki yazı ‘Et Tekraru Ahsen, Velevkane Yüz Seksen’ başlığını taşıyordu. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye ile uzlaşma konusundaki açıklamaları beni tekrardan ümitlendirdi.

Erdoğan’ın açıklamalarından bu defa daha fazla umutlu olmama sebep önce Rusya’nın Suriye Özel Temsilcisi Lavrentyev ile görüşen Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat’ın Türkiye ile bir uzlaşma sürecine ülkesinin bütün toprakları üzerinde etkili egemenlik kurması çerçevesinde olumlu baktığını açıklamış olmasıydı. Erdoğan ise bu açıklamalara ilişkin bir soruya gayet olumlu ve yerinde cümlelerle karşılık cevap verince bu işin bu defa ilerleyeceğine dair ümidim arttı. En az bu açıklamalar kadar önemli olanı ise MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin artık Suriye ile uzlaşarak/anlaşarak teröre karşı ortak mücadele edilmesine vurgu yapan konuşmalarıydı. Kabul etmek gerekir ki, çoğu zaman Bahçeli’nin bu tarz konuşmaları hükümetin/devletin yeni politikalarının deklarasyonu gibi oluyor.

İÇERİK ÇOK UYGUN

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye Devlet Başkanı Esat’ın açıklamasına verdiği cevabın muhteva analizinde birkaç husus hemen fark edilebiliyor. Örneğin Erdoğan’ın sözlerinde zehirli hiçbir unsur bulunmaması ilk bakışta dikkati çekiyor. Örneğin rejim kelimesinin kullanılmamış olması tek başına çok önemli bir fark. Yakın zamana kadar Türk yetkililerin sürekli kullandığı bu ifadenin karşı tarafta çok büyük olumsuzluklar barındırdığını söylemeye bile gerek yok. Yıllar önce Yunanistan ile Gayriresmi Diplomasi toplantıları yaptığımızda onların Kıbrıs konusunda Türk işgali vb. sözlerine biz, Kıbrıs Barış Harekâtı sözlerine de onlar itiraz ederlerdi.

Rejim kelimesi ile başlayan açıklamalar da Suriye tarafı için uzlaşmamak adına yapılan yaralayıcı ve eleştiri sözleri ve bunu gerek Harici’de gerekse sosyal medya hesabımda (@hasanunal1920) sürekli dile getire geldim. Örneğin Erdoğan Suriye konusunda ilk defa 2022 yılının ağustos ayı başlarında Soçi’de Rusya Devlet Başkanı Putin ile yaptığı görüşmenin ardından, Putin’in kendisine PKK/PYD’ye karşı askeri operasyon konusunda hep Suriye ile ortak hareket etmeyi tavsiye ettiğini, kendisinin de artık aynı kanaatte olduğunu, devletler arasında sürekli husumet olmayacağını ve kendisinin Esat ile el sıkışabileceğini söylemesine ve benzeri açıklamaları sonraki günlerde sürdürmesine rağmen o zamanki bürokrasi ısrarla rejim vb. açıklamalar yaparak sürece ivme kazandırmak yerine adeta baltalamıştı.

Bu defa Erdoğan’ın konuşmasında bu türden hiçbir unsur olmadığı gibi, Esat’a ilişkin olarak Suriye Devlet Başkanı ifadesini tercih etmesi ayrıca ümit verici; çünkü 2022 yılı ağustos ayı başlarında Erdoğan’ın yaptığı açıklamalara rağmen o zamanki bürokrasi kullandığı ifadelerle hala Esat’ı ve hükümetini meşru görmediğimizi ima ediyordu. Bu defa Erdoğan’ın ısrarla Suriye Devlet Başkanı demesi sanırım ve ümit ederim ki, bütün soru işaretlerini ortadan kaldırıyordur.

Erdoğan’ın konuşmasında yer alan önemli vurgulardan birisi de Suriye’nin iç işlerine karışma niyetimizin olmadığının belirtilmesiydi. Erdoğan’ın Putin’le Soçi görüşmesi sonrası yaptığı açıklamanın ardından Türk yetkililer özellikle de o zamanki dışişleri bakanı rejim diye başlayan cümlelerle Suriye’ye yeni bir anayasa yapılması gerektiğinden söz ediyor ve ısrarla muhaliflerden bahsederek onların yönetime nasıl katılacaklarını sorguluyorlardı. Aslında yaptıkları şey Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Soçi’de ve sonraki günlerde yaptığı uzlaşma/anlaşma açıklamalarını görmezden gelmekle eş anlamlı gibiydi. Türkiye’nin 2013-2015 döneminde belirlediği ve ulusal çıkarlarımızla uzaktan yakında alakası olmayan bir politika söz konusuydu.

Özetle söylemek gerekirse, önce çatışmasızlık olacak, o arada yeni bir anayasa yazılarak Suriye’ye dayatılacak, Esat çekilerek yeni ve geçici bir hükümet kurulması sağlanacak ve bu hükümette muhalifler yer alacak (Esat’ın yer alıp almayacağı bile Türkiye açısından bir soru işaretiydi, Ankara bu konuda belki ifadesine daha yatkındı), sonra uluslararası gözlemcilerin sıkı denetimi altında seçimler yapılacak ve sonuçlarına göre de yeni yönetim oluşacaktı. Bu politikanın Türkiye’nin ulusal çıkarı ile uzaktan yakından bir alakası yoktu/olamazdı; çünkü Suriye gibi milli ve üniter yapıdaki bir devlete yeni anayasa dayatmak bu ülkeyi federasyona sürüklemek veya adı konulmamış bir federal yapıya zorlamak anlamına geliyordu. Böyle bir yapıda PKK/PYD’nin de federe ünitelerden birisi olacağı açıktı.

Oysa biz PKK/PYD’nin böyle bir kukla ünite/devletçik haline gelmemesi için mücadele ediyorduk; ancak bu örnekte olduğu gibi üzerinde tam olarak düşünülmemiş politikaların bir tarafında ulusal çıkarları korumak adına silahlı mücadele edersiniz öbür ayağında ise silahla karşı koyduğunuz yapının istediklerini elde etmesine dolaylı olarak yardımcı olursunuz. Böyle bir politikaya görevdeki bazı profesyonel diplomatların bu taleplerin BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararını gerekçe göstererek sahiplenmeleri ise oldukça garip bir durumdu; çünkü BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs meselesiyle ilgili bir dizi kararını biz de haklı olarak uygulamazken (İsrail’in BM kararlarını hiçe saydığını ayrıca not ederek) bu kararı tanrı buyruğu gibi değerlendirmek aslında Erdoğan’ın ‘Suriye ile uzlaşın’ talimatını sulandırmaktan başka bir şey değildi. Aslında o politikaya göre ülkemizde ve Suriye’de baktığımız yaklaşık on milyon Suriyeli ile PKK/PYD’nin Amerikan güçleri ile birlikte Fırat’ın doğusundaki nüfus ve İdlib bölgesinde yaşayanlarla birlikte Esat’tın seçilmesi engellenecekti; çünkü bu üç büyük nüfus grubu Suriye hükümetinin kontrolünde yaşayanlardan daha fazlaydı.

Erdoğan’ın Suriye’nin iç işlerine karışma niyetinde olmadığımızı söylemesi hem ulusal çıkarlarımıza uygun hem de yeni bir politika önerisine benziyor. Başka bir ifadeyle Suriye için yeni anayasa fantezisinden vazgeçmiş oluyoruz ki, aramızdaki en önemli engellerden birisi ortadan kalkmış oluyor. Bu, ayrıca Suriye’nin milli ve üniter anayasal yapısının korunmasının Türkiye’nin çıkarlarıyla ne kadar uyumlu olduğunun anlaşılması anlamına geliyor olsa gerektir; çünkü federal bir yapıya zorlanan ve içinde PKK/PYD’nin federe ünite olarak yer alacağı bir Suriye’nin parçalanma ve Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü tehdit etme riski hiç de azımsanamaz.

İLERİYE BAKMAK

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklaması kesin bir politika dönüşümü anlamına geliyorsa bunun bürokraside sulandırılmasına izin vermemek gerekir. Erdoğan ‘vaktiyle ailece de görüşüyorduk, yine görüşürüz’ dediğine göre, Suriye ile sıradan ve soğuk bir barıştan söz etmiyor olsa gerektir. İki devlet arasında önce barışın tesisi için sığınmacıların gönderilmesi ve terör örgütlerine karşı ortak mücadele konularında ayrı ayrı mutabakat imzalanması gerekecektir. Her iki alanda da çok kapsamlı sorunların olduğuna şüphe yok. Dolayısıyla mutabakat metinlerine ilaveten çalışma grupları hazırlanarak hızla ilerleme sağlamak lazım gelecektir.

Bu noktada en önemli sorun hükümete destek veren Siyasal İslamcılar, medya ile resmi sıfatlı veya gayriresmi Amerikancı gruplar olacaktır. Örneğin ‘Esat Suriye topraklarından çekilmemizi istiyor’ feveranını epeydir ediyorlar ve etmeye devam edeceklerdir. Oysa Şam hükümetinin kontrolümüzdeki toprakları boşaltmamızı istemesi gayet normal bir talep. Ne yani, Suriye hükümeti topraklarını bize bırakacak değildi herhalde?

Vaktiyle Suriye’ye fethe gidiliyormuş havası yaratılması, hükümetin kendi medyasının bu gerçek dışı havayı yıllarca pompalaması uzlaşmanın önündeki en büyük sorunlardan birisi gibi düşünülebilir. Fakat buradaki en büyük avantajımız Erdoğan’ın kararları ve tavırları karşısında bu grupların hızla pozisyon değiştirebilmeleri. Gerek kurumlar içerisindeki gerekse gayriresmi kişilikli Amerikancılar ise çok kutupluluk yerleştikçe etkilerini kaybediyorlar. Bu defaki yakınlaşmanın avantajlarından birisi de bu olsa gerek. Ayrıca yakınlaşma konusu bu defa bürokrasiye bırakılarak yavaşlatılma/sulandırılma riskine karşı doğrudan liderler diplomasisi yoluyla yönetilebilir ve uzlaşma/anlaşma bürokrasiye talimat olarak verilebilir.

PKK/PYD’NİN SONU

Türkiye-Suriye ilişkilerinin normalleşmesi PKK/PYD’nin sonu demektir. Amerika’nın bu terör örgütlerine açık destek veriyor olması bu gerçeği değiştirmez. Özellikle çok kutuplu dünyada Amerika’nın bu örgütler yoluyla Orta Doğu’da bir kukla devlet kurmaya çalışması, sınırları doğrudan veya dolaylı değiştirme girişimleri çok kutuplu bir dünyada sürdürülemez. Ankara-Şam uzlaşması Fırat’ın doğusunda hem de Amerikan birliklerinin desteği ile büyük çaplı etnik temizlik yaparak tutunmaya çalışan PKK/PYD ve Vaşington üzerinde psikolojik açıdan şok etkisi yaratacaktır; çünkü bugüne kadar bu kirli ikili Ankara’nın siyasal İslamcı politikalardan vaz geçmeyeceği dolayısıyla Esat dedikleri Suriye ile uzlaşmayacağı varsayımı üzerinden hareket etmekteydiler. Türkiye, Suriye ile uzlaştığı anda bu varsayım gecekondu temeli üzerine inşa edilmiş bir gökdelen gibi çatırdamaya başlayacak ve hızla göçecektir. Suriye ile uzlaşma bu terör örgütüne karşı yapılacak operasyonları ya Şam ile koordine etme veya hiç operasyon yapmadan karşı tarafın göçmesine sebep olacak bir stratejik sabır politikasıyla sonuç alınmasını sağlama fırsatlarını beraberinde getirecektir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Round 1: Galip Trump

Yayınlanma

2024 ABD seçimlerinin ilk münazarası geride kaldı. Dört yıl aradan sonra neredeyse hiç yaşlanmamış bir Trump ve çok yaşlanmış bir Biden izledik. Hem de çok yaşlanmış… 2020’de kendi sağlığıyla ilgili çekinceler sıkça gündeme gelmişti. Ancak münazarada nispeten daha diri kalmayı başarmış, Trump’ın saldırgan üslubuna karşı “ton ton Joe amca” imajını güzelce inşa etmişti. Aradan geçen dört yıl ise Joe amcaya iyi davranmadı… Oğlu Hunter’ın video arşivini görmüşçesine iğrenme dolu bakışları, kısık sesi ve münazaranın başında 7-8 saniyeyi bulan duraksaması Demokratların umutlarını tamamen söndürdü. Oysa devamı o kadar kötü değildi. Yine dediği birçok şey anlaşılmıyordu ama en azından benzer bir duraklama yaşanmamıştı. Hatta duraksamadığı anlarda normalden bile hızlı konuşuyordu, belki de ilaçların etkisiyle…

Hiçbir soruya cevap verme ve kazan

Trump’ın stratejisi ise biraz daha ilginç oldu. Münazara öncesi yazımda Trump’ın İsrail konusuna girmek istemeyeceğini söylemiştim. Trump, Biden’a tepkili solcuları tekrar ona itmekten çekinecekti. Tam da öyle oldu. Ama Trump, sadece İsrail sorusuna değil, hiçbir soruya yanıt vermedi. Moderatörler ve Trump arasındaki diyaloglardan şöyle bir örnek vereyim;

“6 ocak olaylarından ötürü Demokratik haklarının elinden alınacağından korkan vatandaşlara ne söylemek istersiniz?”

“Joe’nun ekonomi politikaları ABD’yi bitirdi. Kimse bize saygı duymuyor!”

Münazaranın büyük kısmı bu şekilde geçti. Trump, hem Biden’ı hem de moderatörleri kafasında sessize almış, kendi anlatacağı şeyleri anlatmaya çıkmış. Cumhuriyetçi lider, neredeyse hiçbir soruya yanıt vermeden münazarayı tamamladı. Tabii beklediğim üzere yeni münazara kuralları Trump’ın işine geldi. Biden konuşurken kendi mikrofonunun kapanması sayesinde rakibinin sözünü hiç kesemedi. Böylece 2020’nin aksine “söz kesmeyen beyefendi adam” izlenimi ortaya çıktı.

İçerik açısından şaşırtıcı bir tartışma yaşanmadı. Trump doğal olarak ekonomiden, Ukrayna’ya verilen devasa yardım paketlerinden, Biden altında yaşanan göçmen krizinden dem vurdu. Konu siyahlara geldiğinde “sınır öyle delik deşik oldu ki siyah ve latinolar hem güvenlik sorunu yaşıyor hem de işlerini göçmenlere kaybediyor” dedi. Dahası Trump, Biden’ın siyahlar için 90’larda sapkınlar grubu ifadesini kullandığını hatırlattı. Biden, bu sefer ırkçılık meselesinden uzak kalmayı tercih etti çünkü Trump son ankete göre ülkedeki tüm siyah oyların yüzde 30’unu alıyor. Bu, rakibi tarafından beyaz üstünlükçülükle suçlanan bir Cumhuriyetçi aday için inanılmaz bir sayı. Trump, anketlerin doğru çıkması halinde girdiği her seçimde azınlıklardaki oyunu arttırmış olacak.

Sonra bir Ukrayna meselesi açıldı ki evlere şenlik… Biden Trump’ın malum davalarına dem vurunca konu bir anda Ukrayna’ya geldi. Trump, “Sen de suçlusun. Bireysel işlerin için ABD’nin gücünü kullanarak Ukrayna’ya baskı yapmadın mı? Binlerce insanı hala öldürmeye devam ediyorsun. Bu arada söyleyeyim; Ukrayna’daki ölü sayıları doğru değil. Verilenleri ikiyle, hatta üçle çarpın. Ukrayna savaşı kaybedecek, insanları kalmadı” ifadelerini kullandı.

İsrail konusuna dönersek dediğim gibi Trump çok fazla konu hakkında konuşmak istemedi. Bunun da bir ilk olduğunu söylemek gerekir, İsrail desteğini yinelemek artık iki aday için de çok tercih edilen bir durum değil. Biden zaten bu yüzden oy kaybediyor. Ancak Evanjelist olmayan muhafazakârlar arasında İsrail’e koşulsuz destek iyice popülaritesini kaybetti. Bu nedenle Trump sadece tek bir cümle kurdu. “Joe sen kötü bir Filistinlisin, onlar bile seni sevmiyor” diyerek konuyu kapattı.

Şimdi ne olacak?

Münazaranın kalanı karşılıklı kişisel saldırılar ve Trump’ın 98 kere “Herkes bizimle dalga geçiyor” demesi ile geçti. Ancak asıl soru şu; şimdi ne olacak? Biden sahneden bile inmeden Demokratlarda benzeri görülmemiş bir tepki ortaya çıktı. Sadece Demokratların ağırlıkta olduğu sosyal medya gruplarında değil, aynı zamanda Demokrat fikir önderlerinde de bir “kral çıplak” anı yaşandı;

Biden bu şekilde seçime girerse kaybedecekti.

Peki ne yapılabilir? Önceden kısık sesle dile getirilen “Biden çekilsin” tartışması şimdi daha yüksek sesle konuşuluyor. Ancak bunun bürokratik temelleri işi epey zorlaştırıyor. Mevcut görevdeki başkanın karşısına aday olarak çıkmak geleneksel olarak sık karşılaşılan bir durum değildir. Bu yüzden, Hem yardımcısı Kamala Harris’in hem de Demokratların en popüler ismi olan California Valisi Gavin Newsom’ın adı çokça geçmesine rağmen aday olmaktan kaçındılar. Bunun için önemli bir son tarih Mart ayında yapılan, 15 eyaletin önseçimlerinin tamamlandığı “Süper Salı” idi. Şunu belirtmek gerekir, Biden 4000 kadar delegenin 3900’unu almayı başardı. Biden’ın isteğine karşı onu adaylıktan indirebilecek bir güç yok.

Ancak Biden çekilirse o zaman yeni aday tartışmaları başlar. Gavin Newsom, dünkü münazara sonrası “hiç bu kadar Biden’ın arkasında kenetlenmemiştik” dese de partisindeki aykırı görüşler giderek güçleniyor. Biden bugün çekilirse artık ön seçim söz konusu olamaz. Ancak delegeler yeni bir aday ve başkan yardımcısı adayı üzerinde anlaşabilir. Demokrat Parti’nin tüm uzmanları böylesi bir durumda parti içinde büyük kavgaların çıkacağını söylüyor. Biden, çekildiği takdirde kendisine destek veren delegelere kimi desteklediğini söyleyebilir ancak delegeler buna uymak zorunda değiller.  Tabii böyle bir niyet varsa seçime yaklaşılan her gün parti için daha güçlü bir bürokratik kargaşa anlamına gelir. Son ay içinde olması durumunda oy pusulalarının değiştirilmesi bile söz konusu olur.

Biden çekilirse ortaya çıkan iki potansiyel aday dediğim gibi Newsom ve Michigan valisi Gretchen Whitmer olur. Ancak bu isimler şu an için Biden’ın arkasındalar. Mevcut durumda, birçoklarının da söylediği gibi Trump’ın umutları epey yüksek. Ancak seçime kadar hala çok zaman var. Bu yüzden anketleri ve ezber yorumları bir kenara bırakmakta fayda var. Her şekilde, Demokrat Parti’yi epey sancılı bir seçim süreci bekliyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Savaş Lübnan’a yayılır mı? Olası senaryolar ve en muhtemel senaryo

Yayınlanma

Khaled Al-Yamani
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Lübnan yöneticisi

İsrail genelkurmay başkanına yakın askeri kaynaklar, işgal ordusunun kuzey cephesinde tırmanan meydan okumayla yüzleşmek için çok sayıda planı olduğunu doğruluyor. Kuzey cephesinde güvenlik durumunun tırmanmasına dair beklenen bir dizi senaryo şu şekilde:

Askeri tesisler ve silah depoları da dahil olmak üzere güney Lübnan ve banliyölerindeki Hizbullah hedeflerine ve belki de kadrolarına yönelik hedefli hava saldırılarını içeren sınırlı bir askeri operasyon seçeneği. En sonuncusu, partinin en önde gelen askeri lideri Talib Abdullah’a yönelik suikast idi.

Böyle bir seçenek İsrailli karar vericinin gözünde “mümkün” görünüyor, böylece Hizbullah’ın tepkileri tolere edilebilir ve işgalin ateş çemberini küresel bir savaşı içerecek şekilde genişletemeyeceğini biliyorlar. Aynı zamanda, işgal böyle bir seçeneği bölgedeki savaş cephelerini artırmak istemeyen Amerikalılara satabilir, son haftalarda İsrail hükümetine güven duymasalar bile, yalanlarından, gerçekleri çarpıtmasından ve ana müttefiklerini manipüle etme yeteneğinden oldukça eminler, bu da Washington’u böyle bir İsrail seçeneğine yeşil ışık yakma konusunda temkinli olmaya teşvik edecektir.

İsrail askeri terminolojisinde “Üçüncü Lübnan Savaşı” ya da “Birinci Kuzey Savaşı” olarak bilinen topyekün savaş, partinin kuzey cephesini ele geçirmesi, tarım alanlarında ateş yakmaya devam etmesi ve şiddetin tırmanması ışığında, muhalefetten ve kamuoyundan hükümete ve orduya yöneltilen başarısızlık suçlamaları, onları her iki taraf için ve belki de tüm bölge için maliyetli ve tehlikeli olan bu seçeneği tercih etmeye zorluyor.

Gerçek şu ki, işgalin “Neron ve Roma’nın yanması” senaryosuna yol açmasını engelleyebilecek birçok kısıtlama var: iç ve dış, öznel ve nesnel, siyasi, güvenlik, askeri ve ekonomik, bu da onun çok fazla bir tercihi olmamasını sağlıyor. Diğeri birçok İsraillinin gözünde intihar gibi görünen bir seçim ve işgal yönetiminin bunu seçmesini engelleyen çok sayıda husus ve faktör var.

Bununla birlikte, bu “intihar” seçeneğinin gerçekleşme şansı çok yüksek olmasa bile, birincil misyonunun tüm cephelerde ateş yakmak olduğunu düşünen, İsrail’in aşınan caydırıcılığını yeniden tesis etme ve işgal varlığını son yıllarda tüm alanlardaki rolü azaldıktan sonra “bölgenin polisi” olarak yeniden kurma iddiasında olan sağcı faşist bir hükümetin varlığı göz önüne alındığında tamamen dışlanmamalıdır.

Kuzey Cephesinde, Hizbullah ile İsrail arasındaki karşılıklı çatışma sürerken, arabulucular hala onlarla istişareler yürütüyorlar, ancak bu tartışmalar kamuoyuna açıklanmıyor. Büyük güçler Lübnan arenasında işlerin kontrolden çıkmasını engellemek istiyor ve her bir tarafın kendi hesapları ve çıkarları var. Ancak Gazze’ye yönelik saldırılar devam ettiği sürece bu arabulucuların başarıya ulaşması zor.

Gazze’deki savaşı durdurmak; İşte kuzey cephesinde devam eden tırmanışı durdurabilecek “sihirli” kelime, işgalin saldırganlığını sona erdirme konusundaki isteksizliği nedeniyle bu seçeneğin başarısız olmasına rağmen, şimdi bahsedilemeyen birçok nedenden dolayı, bu hedefe ulaşılırsa, Irak ile doğu tarafı ve Yemen ile güney tarafı da dahil olmak üzere tüm cepheler sakinleşecek, ancak bu, İsrail’in Gazze cephesinde sükuneti sağladıktan sonra Lübnan’a karşı bir savaş başlatma isteğini filizlendirebilir.

Hizbullah’ın böyle bir senaryonun işgal içinde var olduğunu ve güçlü bir şekilde var olduğunu bildiğine ve buna dikkat ettiğine şüphe yok, ancak gerçekleşme hipotezi en azından yakın gelecekte mümkün değil. Çünkü askeri, ekonomik ve toplumsal kurumlarıyla işgalci varlık, Gazze’deki savaş sona ererse şüphesiz nefes almaya ihtiyaç duyacak ve belki de Hizbullah ile bir tür çatışmanın patlak vereceği bir gün gelecek, ancak yakın gelecekte olması şart değil.

Lübnan, Suriye ve İran’da suikastların hızlandırılması, komuta ve kontrol merkezlerinin yanı sıra silah ve füze depolarının hedef alınması ise işgalci için bir diğer seçenek. Bu halen yürürlükte olan bir politikadır ve önümüzdeki dönemde artması beklenmektedir. Aynı zamanda, direniş tarafının işgale karşı kapsamlı bir savaş başlatmasını gerektirmediği için, her iki taraf da kontrollü bir tempo sürdürebilecektir.

Beklenen sonuçlar

İşgalin kuzey cephesinde yaşananlara tek ve hızlı bir çözüm bulma kararını henüz vermediği göz önüne alındığında, önümüzdeki birkaç gün yukarıdaki senaryolardan herhangi birinin gerçekleşmesine tanık olmayacağız. Ancak bu durumdan yola çıkarak karşılaşılabilecek bir dizi sonuç şu şekilde:

– Mevcut tırmanma hızı, Gazze’deki duruma bağlı olarak artarak ve azalarak devam edecektir.

– Kuzey cephesinin yarattığı tehdidin ortadan kaldırılması için İsrail’den gelen taleplerin artması beklenmektedir.

– Bu cephedeki gelişmelerin İsrail siyasetinde ve medyasında giderek daha fazla yer alması öngörülmektedir.

– Herhangi bir askeri tırmanışı engellemek için Lübnan ile işgal arasında Amerikan ve Avrupa arabuluculuğunun yoğunlaştırılması öngörülmektedir.

Sonuç 

Lübnan ve işgal altındaki Filistin arasındaki kuzey cephesinde meydana gelen olaylar, gerginliğin her iki tarafı da durumun nelere yol açabileceğini doğru bir şekilde değerlendiremeden devam ediyor. Bunun birden fazla nedeni var, belki de en önemlisi yerel, bölgesel ve belki de uluslararası tarafların çokluğu

İşgal ise, maliyetler ve riskler açısından çoğu zaman birbirine yaklaşsalar bile, bir “sigorta poliçesi” elde etmeksizin, iç ve dış çeşitli siyasi ve askeri faktörleri göz önünde bulundurarak, yukarıda belirtilen seçenekler arasındaki tahminlerini değerlendirmeye devam etmektedir. Lübnan’a karşı olası bir saldırı, şu anda Gazze’de sıkışmış göründüğü zor duruma benzer bir sonuç doğurabilir ve İsrail bunun farkında.

Genel olarak konuşmak gerekirse, denge hala savaş çemberini küresel bir boyut kazanabilecek bölgesel bir savaşa doğru genişletme eğilimine karşı ve Lübnan cephesi, İsrail ordusunun tükenme durumunun, Hizbullah ve müttefiklerinin gücünün ve hazırlığının boyutunun ve isteksizliğinin anlaşıldığı bir atmosferde, hesaplanmış tırmanma dereceleri yaşayabilir… Amerikalılar ve Batılı güçler çatışma çemberini genişleterek taahhüt tavanlarını kontrol etmeye çalışıyorlar. Buna İsrail’in sahada uygulanamayan güçlü tehditleri de eşlik ediyor. Ancak dengeler bu tehditlerin uygulanması için uygun görünmüyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English