DÜNYA BASINI
Kuzey Irak sandığa gidiyor: Hasar kontrolü mü, yeniden yapılanma mı?
Yayınlanma
IKBY’de her 4 yılda bir yapılması gereken milletvekili seçimlerinin 2 yıldır ertelenmesinin ardından 20 Ekim’de yapılması kararlaştırıldı. Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Kuzey Irak’taki siyasi manzaraya dair kapsamlı bilgiler veriyor. Seçimde yarışacak partiler, oy ve destek potansiyelleri ile olası seçim sonuçlarına ilişkin senaryoları ele alıyor.
***
Kuzey Irak’ta yaklaşan seçimler: ‘Ortaklığın’ yeniden yapılandırılması mı, ‘hasar kontrolü’ mü?
Irak Çalışmaları Birimi
Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başkanlığı, 6. parlamento seçimleri için yeni tarih olarak 20 Ekim 2024’ü belirledi. Bu seçimler, son otuz yıldır iktidara hâkim olan iki büyük Kürt partisi arasında seçim yasası konusunda yaşanan anlaşmazlıklar nedeniyle iki yıl ertelenmişti. Kürtler arasındaki hem sandalye dağılımı hem de bir sonraki Kürt hükümetinin kurulması açısından olası seçim sonuçları konusunda tartışmalar ve beklentiler farklılık gösteriyor.
Bu seçimler, bölgeye parlamenter hayatı geri getirmenin ve yasa tasarısı hazırlama hakkını yeniden tesis etmenin tek yolu olarak görülüyor. Bu seçimler aynı zamanda son altı yılda, bir yandan siyasi çekişmeler, diğer yandan da IKBY ile Bağdat arasındaki ilişkilere dair Federal Yüksek Mahkeme (FSC) kararları nedeniyle yaşanan önemli değişikliklerin ardından bölgenin siyasi manzarasını da yeniden şekillendirecek. Bu kararlar, Bağdat’taki merkezi makamlar 2003’ten bu yana güvenlik ve siyasi sorunlarla meşgulken Kürt bölgesel hükümetinin elde ettiği fiili yetkileri ve özerkliğini zayıflattı.
Yasal boşluk
Irak’ın en yüksek yargı mercii olan FSC’nin Mayıs 2023’te aldığı ve IKBY parlamentosunun görev süresinin Ekim 2022’de bir yıl uzatılmasını anayasaya aykırı ilan eden kararının ardından IKBY yasal bir boşluğa girdi. Eylül 2023’te FSC ayrıca bölge il meclislerinin görev sürelerinin 2019’da uzatılmasının da anayasaya aykırı olduğuna hükmetti. Bu durum, bölgeyi denetim ve yasama kurumlarından yoksun bırakırken yürütme organı da parlamento temelini kaybettiği için feshine yönelik yasal zorluklarla karşı karşıya kaldı.
Önceki seçimlerden farklı olarak yaklaşan seçimler Irak Bağımsız Yüksek Seçim Komisyonu (IHEC) tarafından denetlenecek çünkü yerel Kürt seçim komisyonu yasal bir boşluğa girdi. FSC’nin bölge için seçim kurallarını belirleyen kararlarına göre, bölge dört seçim bölgesine ayrılacak: Erbil (32 sandalye), Süleymaniye (36 sandalye), Duhok (24 sandalye) ve Halepçe (3 sandalye). Geçmişteki beş dönemde seçimler, tek seçim bölgesi sistemine göre yapılıyordu. Yeni dört bölge sistemi, iller arasındaki temsili yeniden dengelemeyi ve farklı illerin adayları arasındaki rekabeti önlemeyi amaçlıyor.
FSC, azınlıklar için ayrılan sandalye sayısını da 11’den beşe düşürdü. Bu beş sandalye, üç bölge arasında dağıtıldı: Erbil için 2 sandalye, Süleymaniye için 2 sandalye ve Duhok için 1 sandalye. Bu, temsilcilerin siyasi, etnik ve dini olarak dağınık azınlık grupları arasında dağıtılması için benzeri görülmemiş bir mekanizmaya işaret ediyor. Uygulamada, yeni dağılım üç vilayetteki iki baskın siyasi partinin etkisini ve gücünü yansıtacak. Geçmişte, azınlık temsilcilerinin çoğu KDP’nin etkisi altındaki Erbil ve Duhok’ta bulunduğu için azınlık temsili ağırlıklı olarak KDP’nin elindeydi.
KDP başlangıçta seçim sisteminde yapılan bu değişiklikleri “anayasaya aykırı ve demokratik olmayan seçimleri meşrulaştırdığı” gerekçesiyle reddetti. Ancak parti daha sonra azınlık sandalyeleri ve Bağdat’la genel ilişkileri konusunda uzlaşmaya vararak, özellikle de yeni yasa uyarınca seçimlerin yapılması halinde partinin konumuna ilişkin kötümser beklentileri azaltan seçim ortamına ilişkin yorumlar ışığında seçimlere katılmayı kabul etti.
Seçimlere katılan güçler
Yaklaşan seçimlere dört seçim bölgesinden toplam 135 liste, oluşum, ittifak ve bağımsız adayın katılması ve daha önce 111 olan 100 sandalye için yarışması bekleniyor. Bu adaylar arasında iki koalisyon, 13 siyasi parti ve 120 bağımsız aday yer alıyor ve toplam aday sayısı yaklaşık bin 190’a ulaşıyor. Bu çeşitli aday havuzuna rağmen seçim manzarası, siyasi partiler ve oluşumlar tarafından şekillendiriliyor. Bu partiler ve oluşumlar, güçlü ve zayıf yönlerine göre şu şekilde kategorize edilebilir:
Birincisi, Kürdistan Demokrat Partisi (KDP): KDP şu anda bölgenin başkanlığını, başbakanlık pozisyonunu, kilit bakanlıkların çoğunu ve Erbil ve Duhok illerinin yönetimini elinde bulunduruyor. Ayrıca petrol ve Türkiye ile kuzey Suriye’ye sınır geçişleri gibi hassas konuları denetliyor. KDP bölgedeki kabinede güçlü bir nüfuza sahip ve bu da partiye azınlık gruplarındaki müttefikleriyle kurduğu ittifaklar sayesinde basit parlamento çoğunluğu sağlıyor. Bu hakimiyet, KDP’nin hassas siyasi ve yasama konularını rakiplerine ihtiyaç duymadan yönetebilmesini sağlıyor. Ancak daha önce 45 olan sandalye sayısının, seçim bölgelerinin yeniden dağıtılması ve geleneksel müttefiklerin kotalarının düşürülmesi nedeniyle azalması bekleniyor. Ayrıca KDP, Kürdistan bölgesine komşu Ninova ve Kerkük’teki son yerel seçimlerde sandalye kaybetmesinin ardından genel bir düşüş yaşandı ve bu iki ilin yerel yönetimlerindeki etkisi azaldı. Başta Kürt kültüründe eşsiz bir yere sahip Kerkük olmak üzere her iki vilayette de rakip ittifaklar, özellikle de KYB ve Koordinasyon Çerçevesi (KC), yönetimi şekillendirdi. Kerkük’teki yerel hükümet KYB lideri Bafel Talabani, Asayib Ehli Hak (AEH) lideri Kays el-Hazali ve Hıristiyan lider Rayan el-Kildani arasındaki ittifakla kuruldu, Barzani’nin partisi bu anlaşmayı “rüşvetle belirlendiği” iddiasıyla eleştirdi.
İkincisi, Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB): KYB Süleymaniye, Halepçe ve Kerkük ve Diyala yakınlarındaki bölgelerde güvenliği kontrol ediyor. KDP ile güç paylaşımı anlaşması temelinde bölge hükümetine katılıyor. Ancak KYB yıllardır iç çekişme ve çatışmalarla karşı karşıya kalıyor, son olarak 2021’de kuzeni Bafel Talabani tarafından devrilen partinin eski eş başkanı Lahur Talabani liderliğindeki Halk Cephesi’nin (PF) muhalefeti damgasını vurdu. Bu seçimler, özellikle ana kalesi Süleymaniye’de bu bölünmelerin sonuçlarıyla başa çıkmaya çalışan KYB’nin yeni liderliği için önemli bir zorluk teşkil ediyor.
Üçüncüsü, Değişim Hareketi (Goran): Goran, son parlamento döneminde Kürdistan bölgesindeki yerel yönetimde üçüncü güç olarak ortaya çıktı. Ancak, 2009’dan sonra iki büyük güçle rekabet etmeye başlayan hareket, etkili kurucusu Nevşirvan Mustafa’nın 2017’de vefat etmesinin ardından savunduğu somut değişiklikleri gerçekleştirmeksizin güç paylaşımına dahil olmasıyla etkisini kaybetti. Hareket, ayrıca yapısal sorunlar ve iç bölünmelerle karşı karşıya. Benzer gündemleri savunan rakip listelerin muhalefet boşluğunu doldurmak için yükselişi de Goran’ı zorluyor. Goran, geniş bir halk tabanına sahip ilk seküler muhalefet grubu olarak tarihine ve merhum liderinin siyasi ve kültürel mirasına güveniyor.
Dördüncüsü, Yeni Nesil Hareketi: Etkili medya kuruluşları tarafından desteklenen bu yeni sivil hareket, kendisini geleneksel partilere karşı modern bir alternatif olarak konumlandırmayı amaçlıyor. Resmi olarak 2017’den sonra kurulan hareket, lideri Şahsuvar Abdulvahid’in iş ve girişimcilik alanındaki başarılarından faydalanıyor. Hareket 2018 ve 2021’de önemli siyasi ve seçim kazanımları elde etti ancak o zamandan bu yana muhalefet ve aksiliklerle karşı karşıya kaldı. Yeni Nesil, son yıllarda oy kullanma hakkına sahip olan ve istihdam ve siyasi güç konusunda hayal kırıklığına uğrayan gençlerin oylarını hedefleyerek önümüzdeki seçimlerde muhalefete liderlik etmeyi amaçlıyor.
Beşincisi, Halk Cephesi (HC): Eski KYB eş başkanı Lahur Şeyh Cengi Talabani tarafından yönetilen bu hareket KYB’nin bir kolu. HC, kendisini iki ana partiye alternatif olarak konumlandırıyor, seçim üssü olarak Süleymaniye’ye odaklanıyor ve lideri Cengi’yi Kürt siyasetinin ön saflarına geri getirecek halk desteği sağlamaya çalışıyor. Hareketin seçimlerin ardından KDP ile bir ittifak kurması muhtemel. KYB’ye muhalif bileşenleri de içeren bu cephenin çekirdeği, KYB’ye karşı sert bir erken seçim kampanyası başlattı. HC, Erbil ve Duhok’tan vekil çıkararak bir sonraki aşamada kendisini muhalif güçler arasında lider olarak konumlandırmayı hedefliyor.
Altıncısı, Milli Duruş Hareketi: Bu cephe, son iki dönemde parlamentodaki performansıyla medyanın dikkatini çeken Ali Hama Salih başta olmak üzere muhalif isimler tarafından yönetiliyor. Ancak bu cephe kapsamlı bir siyasi vizyondan yoksun olduğu ve esas olarak parlamento eylemlerine ve liderinin medyadaki varlığına dayandığı için eleştirilere maruz kalıyor. Buna ek olarak, bazıları Erbil’deki Kürt yetkililere karşı muhalefetlerinde fedakârlık yapan genç adaylarının görünürlüğünü vurguluyor.
Yedincisi, Kürdistan İslam Birliği: Uluslararası Müslüman Kardeşler’in bölgesel kolu olan bu İslamcı parti, önceki seçimlerde yaşadığı düşüşün ardından etkisini yeniden kazanmayı hedefliyor. Deneyimli siyasi adayların yanı sıra, özellikle bağlı camiler ağı aracılığıyla sosyal ve hayır işlerindeki güçlü varlığına güveniyor.
Sekizincisi, Kürdistan Adalet Grubu (İslami Grup): 2003’ten beri siyasette aktif olan bu grup, özellikle Duhok, Halepçe ve diğer bazı şehirlerde muhafazakâr tabana sesleniyor. Parti, bazı liderlerine yönelik sosyal ve mali suiistimal suçlamaları nedeniyle siyasi sahnede ve medya önünde bozguna uğradı. Grup toparlanmak için yeni nesil genç İslamcı adayları destekliyor ve dini mirası ile dini kurumlarından yararlanıyor.
Dokuzuncusu, İslami Hareket: Kürt siyasi coğrafyasının ilan edilmiş en eski silahlı İslamcı partisi olan İslami Hareket, siyasi etkisinin ve kamusal varlığının azalmasına yol açan çeşitli bölünmeler yaşadı. Özellikle eski liderler tarafından “İslami Birlik Hareketi”nin kurulması partiyi daha da zayıflattı. Oyları dağıtan çok bölgeli seçim sistemi, bölünmüş İslamcı gruplar arasında bölünmüş sınırlı bir destek tabanı ile birleşince, parlamentoda sandalye kazanma konusunda belirsizlik yaratıyor. İslami Hareket çalışmalarını kalesi olan Halepçe seçim bölgesinde yoğunlaştırıyor.
Onuncusu, Küçük Kürt Partileri: Komünist Parti, Demokratik Sosyalist Parti ve diğer küçük gruplar gibi birkaç küçük solcu, milliyetçi ve çok kimlikli parti, bağımsız seçim listelerinde yarışıyor. Ancak bu partiler, oy tabanlarını zayıflatan çok bölgeli sistemle mücadele ediyor. Seçmen destekleri genellikle devlet tarafından sağlanan yardımlardan yararlananlarla sınırlıdır. Bu zorluk, 2018 seçimlerinde 29 listeden 13’ünün, o dönemde yürürlükte olan tek bölgeli oylama sistemi altında bile parlamentoda temsil edilmeyi başaramamış olmasıyla daha da arttı.
On birincisi, Bağımsız Adaylar: Bu seçimde sosyal medya fenomenleri, komedyenler, sanatçılar ve diğer figürler -yaklaşık 120 bağımsız aday- koltuk için yarışıyor. Bu kişilerin adaylıkları, özellikle birçoğunun siyasi nitelikleri ya da geçmiş deneyimleri olmadığı için, bir sonraki parlamentoda popülizmin potansiyel yükselişine ilişkin endişeleri artırıyor.
Olası senaryolar
Geçmiş deneyimlerden ve rakip listelerin beklentilerinin siyasi analizinden yola çıkarak, seçim sonuçlarına ve bunların gelecekteki sonuçlarına ilişkin birkaç olası senaryo aşağıdaki gibi özetlenebilir:
1. Senaryo: İki ana Kürt partisi, Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ve Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB), 50+1 barajını kayda değer bir farkla aşarak parlamentoda rahat bir çoğunluk elde eder. Bu sonuç, muhalefet listelerinin önceki seçim dönemlerindeki gibi kalan sandalyelerin üçte birini ya da daha fazlasını kazanmasına olanak tanır. Geçmiş seçimlerde olduğu gibi, bu iki baskın parti iktidarı paylaşırken, en önemli muhalefet adaylarına da yer bırakır. Bu senaryoda, KDP’nin 30-35 sandalye, KYB’nin ise 20-25 veya biraz daha fazla sandalye kazanması beklenebilir. Birlikte, potansiyel olarak müttefik güçlerin desteğiyle ya da onlar olmadan bile hükümeti kurabilirler.
2. Senaryo: Seçimlerde beklenmedik bir sürprizle muhalefet güçlerinin yükselmesi, iki baskın parti arasındaki geleneksel güç paylaşımı dinamiklerini bozabilir ve diğer ortaklar için sınırlı bir alan bırakabilir. Bu senaryo, önceki seçimlere kıyasla hayal kırıklığına uğramış sessiz çoğunluğun daha yüksek katılımı gibi birkaç faktöre bağlıdır. Örneğin, 30 Eylül 2018’deki seçimlerde, 3 milyon 85 bin seçmenden bir milyon 845’i oy kullanmıştı. Ayrıca, bu durum seçim sürecine dış müdahale olmamasına da bağlıdır. Ancak, bu senaryo iki büyük partinin yerleşik himaye ağları, hükümet kurumları ve mali kaynaklar aracılığıyla seçimleri etkileme yetenekleri, sessiz kitlenin daha küçük güçlere doğru öngörülemeyen hareketi ve çok sayıda rekabet eden liste nedeniyle muhalefet oylarının bölünmesi gibi zorluklarla karşı karşıya.
3. Senaryo: En olası sonuç, iki büyük partinin baskın kalması ve KDP’nin daha fazla sayıda sandalye kazanarak görece bir avantaj elde etmesi. Bu iki partinin yanı sıra, Lahur Talabani’nin partisine verilen destekte kayda değer bir artışla birlikte, KDP ve KYB arasındaki rekabette “dengeleyici bir güç” olarak hizmet edebilecek yeni partilerin, muhalif grupların ve yeni güçlerin yükselme potansiyeli bulunuyor. Siyasi ortamın karmaşıklığı göz önüne alındığında, bir sonraki hükümeti kurmak muhtemelen daha zorlu hale gelecek. KDP’nin, müttefik Şii grupların desteğiyle Kerkük’ün yönetimi ve Ninova’daki pozisyonlar üzerindeki kontrolünü pekiştiren KYB’ye baskı uygulamak için koalisyon kurmaya çalışması bekleniyor. Bu durum iki parti arasındaki ortaklığın hem bölge içinde hem de dışında yeniden müzakere edilmesine yol açabilir.
Sonuçlar
IKBY’de yaklaşmakta olan parlamento seçimlerinin birkaç temel faktör nedeniyle öncekilerden önemli ölçüde farklı olması bekleniyor. Seçim yasaları ve prosedürlerindeki değişiklikler, muhtemelen koltuklardan yararlanma fırsatlarını azaltacak ve vekillerin bir partiyi diğerine tercih etme kabiliyetini azaltacaktır. Çok sayıda liste ve bireysel adayın mücadeleye girmesiyle siyasi manzaranın daha çeşitli olması bekleniyor. Buna rağmen, iki büyük partinin koltukların çoğunluğu ve hükümetin kurulması konusundaki hakimiyetini sürdüreceği öngörülüyor. Ancak, bu partiler için hızla bir koalisyon hükümeti kurmak, aralarındaki büyüyen uçurum ve dış ve bölgesel konular üzerindeki anlaşmazlıklar nedeniyle zor olacak.
Kürt parlamento hayatının bir sonraki aşamasında önemli bir değişken, önceki beş parlamento döneminde büyük ölçüde bulunmayan Bağdat’taki Federal Mahkeme’nin anayasal denetiminin devreye girmesi olacak. Kürdistan Parlamentosu tarafından çıkarılan bazı yasalar iptal edildi ya da anayasaya aykırı bulundu ve Irak anayasası ve yasama çerçevesine uyum sağlamak için düzenlemeler yapılması gerekti. Bu durum parlamentoyu ya yasalarını buna göre uyarlamaya ya da yargı da dahil merkezi makamlarla bölgesel yetkiler konusunda açık bir çatışmaya girmeye zorlayabilir. Ayrıca, Kürdistan bölgesinin kendi anayasasını kabul etme ve bir yüksek mahkeme kurma hakkına sahip olması, bölgesel ve federal yetkililer arasındaki dinamikleri daha da karmaşık hale getiriyor.
Daha geniş bölgesel çatışmanın sonuçları, yaklaşan seçimlerin sonuçlarına ve bunu takip eden hükümet kurma müzakerelerine yakından bağlı olacak. ABD’nin rolünün yanı sıra Türkiye ve İran’ın etkileri de bu süreçte önemli bir rol oynayacak. Ankara ve Washington’a yakın Kürdistan Demokrat Partisi (KDP), İran’la daha yakın bağları olan rakibi Yurtseverler Birliği’ne kıyasla düşüş yaşamasına rağmen seçimlere katılmayı tercih etti. KDP’nin katılımı, “hasar kontrolü” yapma ve Yurtsever Birliği’nin Bağdat, Ninova ve Kerkük gibi idari merkezlerde ve kilit bölgelerde daha fazla zemin kazanmasını önleme çabası olarak görülebilir, bu da KDP’nin Kürdistan Bölgesi içindeki otoritesini zayıflatabilir.
Bu koşullar altında KDP’nin yeni bir hükümetin kurulmasını kolaylaştırmak için diğer pozisyonlarla birlikte bölge başkanlığı ya da hükümet başkanlığından feragat etmesi gerekebilir. Bu taviz, KDP’nin Kürdistan Bölgesi, daha geniş Irak siyasi ortamı ve hatta bölgesel ve uluslararası düzeylerdeki ilişkilerini ve çıkarlarını yeniden dengelemesini sağlayabilir. Bu karar, Başbakan Mesrur Barzani ve Bölge Başkanı Neçirvan Barzani arasındaki iç çatışmalarla boğuşan KDP için zorlu bir süreç. Şimdiye kadar parti lideri Mesud Barzani’nin varlığı istikrar sağlayıcı bir rol oynamış ve bu iç anlaşmazlıkların tırmanmasını engellemişti.
İlginizi Çekebilir
-
İsrail uçurumun kenarında
-
Irak Başbakanı es-Sudani: IŞİD yenildiğine göre topraklarımızda ABD askerine ihtiyaç yok
-
İran Cumhurbaşkanının ilk yurtdışı ziyareti Irak’a
-
ABD güçleri 2 yıl içerisinde Irak’tan çekilecek
-
Macron’dan darbe girişimi: Hükümeti Halk Cephesi’ne vermedi
-
Cezayir, Lübnan’a 30 bin ton akaryakıt gönderdi
Çevirmenin notu: Neoliberal sermaye birikim rejiminin yükseköğretime ilk yansıması, eğitim harcamalarına yeni “paydaşların” dahil edilmesiyle olmuştu. O güne dek devletin üstlendiği mali külfetin öğrencilere yüklenmesi ile somutlaşan bu pratik, neoliberal devletin, eğitimi piyasa toplumunun sürekli bir unsuru haline gelecek şekilde dönüştürme hedefinin en açık yüzüydü. Yüzyıllar boyunca aklın olgunlaşması ve derinlemesine sorgulama ile karakterize olan ve bu yönüyle insanı ve toplumu yeniden yaratabilme potansiyelini barındıran (bilimsel) eğitim, kapitalist rekabetin yoğunlaştığı ve teknolojik yeniliklerin baş döndürücü bir hızla ilerlediği 1980’lerden itibaren ticarileştirme saldırısıyla karşı karşıya kaldı. Bir aydınlanma kurumu olarak tarih boyunca din, devlet ve piyasa karşısında göreli bir özerkliğe sahip olup bilimsel bilgi üretimini tüm insanlığın yararına sunması beklenen üniversiteler, “minimal devlet”çilerin gözünde artık kâr kaynağı, ihraç getirisi ve rekabet alanı idi.
Küresel kapitalizmle bütünleşmeyi “dünyayla bütünleşme” olarak satan piyasa ideolojisinin tam yörüngesinde, birkaç on yıl içinde, var oluş amacından ve bir sosyal kurum olma niteliğinden bütünüyle koparak neredeyse sadece network girişimleri, uydu kampüsler, şirketlere/markalara özel erişim ve uluslararası fonlara katılım gibi eğitim dışı büyük sermaye projeleri ile anılır oldular. Artık karşımızda “sosyal” mülahazalarla mesafelenmiş, piyasanın arzularını kışkırtan, bire bir şirket gibi çalışan piyasa odaklı işletmeler vardır.
Oxford Üniversitesi’nde Hint Tarihi alanında çalışan Profesör Faisal Devji tarafından kaleme alınan ve aşağıda çevirisini verdiğimiz bu makale, akademik yıldızların lüks, şatafat ve ayrıcalıklar iklimi ile şekillenen finansman modelinin nasıl ayrılmaz bir parçası haline geldiğini anlatırken akademik şöhreti de Hollywood şöhretiyle karşılaştırmalı olarak tartışıyor.
Son olarak, her ne kadar 2020 yılında yazılmış olsa da, eğitime dönük piyasacı saldırılar devam ettiği müddetçe bu makalenin tartıştığı meselelerin güncelliğini ve geçerliliğini korumaya devam edeceğini de belirtmemiz gerek.
Şöhret akademisyenler
Faisal Devji
Hurst
29 Mayıs 2020
Çev. Leman Meral Ünal
Neoliberal 1990’larda Hollywood, elit Amerikan üniversiteleri için bir model haline geldi. Gizli saklı anlaşmalarla meslektaşlarından çok daha fazla ücret alan şöhret akademisyenler, etkinlik mekanları, uydu kampüsler ve yurtdışı programları gibi büyük sermaye projelerini içeren bir finansman tertibinin parçasıydılar.
Neoliberalizmin kurumsallaştığı 1990’lı yıllarda Hollywood, elit Amerikan üniversiteleri için bir modeldi. Gizli saklı anlaşmalarla meslektaşlarından çok daha fazla ücret alan şöhretli akademisyenler, etkinlik mekanları, uydu kampüsler ve yurtdışı programları gibi büyük sermaye projelerini içeren bir finansman tertibinin parçasıydılar. Üniversitenin piyasalaşması, yüksek öğretim öğrencilerden alınan astronomik eğitim harçlarıyla ayan beyan ortaya serilirken, üniversiteler de sadece bir eğitim programı sunmanın ötesine geçerek, şatafat, çevre edinme [networking] ve markalara özel erişim vaat ederek öğrencileri cezbediyordu. Bu tanıdık sürecin ironisi ise, Beşeri ve Sosyal Bilimler [Humanities and Social Science] alanında çalışan ve neoliberalizmi, hatta kapitalizmin kendisini eleştiren akademik şöhretlerin, bizzat kendi isimlerini bu finansman tertibine ödünç vermeleriydi.
Şayet şöhret kültüründe radikalizmin metalaştırılması, üniversitenin ekonomik modelini süslemeye yaradıysa bile, bunun kurumsal sonuçları başka tür bir maskaralığı beraberinde getirdi. 1990’ların ilk yıllarında, Chicago Üniversitesi’ndeki profesörlerimden biri Hollywood’un akademide nasıl işlediğini irdelemeye girişmişti: Amerikalı akademisyenler eşitlik tasavvuruna demokratik bir ideal olarak inanmalarından dolayı, üniversite hayatını tanımlayan ve kurumsal liyakat testleriyle meşrulaştırılan entelektüel sıralamalara şüpheyle yaklaşıyorlardı. Tarafsız olduğu varsayılan “liyakat” fikrinde saklı olan sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini sorgulayarak, hiyerarşiyi anlamanın yeni bir yolunu mümkün kılmış oluyorlardı.
Tıpkı sinema yıldızları gibi akademik yıldızlar da bir tüketici kitlesine, yani aslında piyasaya bağlılar. İşte şöhreti demokratik kılan biraz da budur, çünkü şans ve dış görünüş bunda öylesine büyük bir rol oynar ki hemen herkes bu türden bir yıldızlık mertebesine ulaşma hayali kurar. Klişe bir tabirle, herkesin başına gelebilir, tıpkı piyango tutturmak gibi. Yine piyangoda olduğu gibi, şöhret olma vaadi, bunu arzulayanların kendi yoksunluklarına katlanmalarını, mesleğin yoksunluğunu ise kalıcı olarak kabul etmelerini gerektirir. Hollywood, Amerika’da hiyerarşinin kabul edilebilir olduğu belki de tek biçimdir; zira izleyici kitlesinin puta tapar gibi taptığı idollerden bir anda vazgeçebilmesi, bu hiyerarşiyi bir “armağan” haline getirir. Aynı şey politikacılar ve seçmenleri [arasındaki ilişki] için de geçerlidir. Zaten bunun dışında kalan her şeye de elitizm denir.
Ancak politikacılardan farklı olarak ve Hollywood yıldızlarına benzer şekilde, akademik şöhretin herkese hitap etmesi gerekmez. Beşeri ve Sosyal Bilimler’de şöhret, genellikle kendine has bir tavır veya görünüm, esrarlı bir kelime dağarcığı ve zorlayıcı fikirlerle karakterize edilen ayırt edici bir kişiliğin üretimi ve pazarlanmasıyla karakterize olur. Bunlar genellikle yurtdışından, özellikle de bahsi geçen on yılda [1990’lar] Fransa’dan ithal ediliyordu ve iyi talihle bağlantılı fetişler ve diğer esrarengiz maksatları içeriyordu. Ya da belki de, İngilizler karşısındaki tarihsel yenilgilerini unuttururcasına, Fransızların entelektüel şecerelerini sunmak suretiyle nihayetinde Amerika’yı fethettikleri bir tür hanedan evliliği versiyonlarını temsil ediyorlardı.
Ne var ki tıpkı Hollywood’da olduğu gibi, Avrupalılar sadece Amerika’da yıldız oldular. Bu parıltının bir kısmını kendi memleketlerine taşımış olsalar bile, kamu üniversitelerinin egemen olduğu ve nispeten şeffaf maaş skalaları ve tek tip ders yüklerine sahip yerlerde paralel bir şöhret sistemi kurulamamış oldu. Şöhretliler, en azından Beşerî ve Sosyal Bilimler’de, özel isimleri reddeden düşünce okullarına yöneldiler; ki bunların en önemlileri post-yapısalcılık, post-modernizm ve post-kolonyalizmdi. Bu isimler, şöhretlilerin entelektüel projesinin tamamlayan şeyin inşa etmekten çok eleştirmek olduğuna işaret ediyor ve onları kaçınılmaz olarak anti-temelci yaklaşıma zamklıyorlardı.
Yarattığı tüm hoşnutsuzluklar bir yana, akademik şöhret, entelektüel sıralamanın ve ayrıcalığın görünüşte daha demokratik ve kesinlikle daha eğlenceli bir biçimini temsil ediyordu. Zira bu ün, eleştirmenler kadar taliplerinin zihninde de elitistlik ve kurumsal liyakat kriterlerinden ziyade şans, talih ve başka birtakım kaidelerle ilişkiliydi. İster Hollywood’da ister Harvard’da olsun, öyle ya da böyle yıldız, “keşfedilmesi” ve statüsüne karar verecek olan seyirciye sunulması gereken astrolojik bir figürdü. Diğer bir deyişle, yıldız olmayı mümkün kılan asıl şey alanında uzman, münhasır ve kurumsallaşmış meslektaşlarının yargısı değil, sinemaseverlerin, öğrencilerin ve genç meslektaşlarının genelleştirilmiş hayranlığı idi.
Ancak bu şöhret kültürü hem şöhret sisteminin kendisini hem de imparatorluk mertebesine yükselttiği akademisyenleri harcayacaktı. Bugün de aynı derecede zeki, üretken ve popüler akademisyenler var, fakat ufukta yeni akademik yıldızlar görünmüyor. 1990’ların eskileri ise ya yazmayı bıraktı ya da artık okunmuyorlar. Belki hâlâ önemli mevkilerdeler, genç meslektaşlarını himaye edebiliyorlar veyahut geniş bir hayran kitleleri var, ancak Paskalya Adası’ndaki başları hatırlatırcasına¹, sadece kaybolmuş bir geçmişin anıtları gibiler. Değişen Amerikan üniversiteleri mi, yoksa şöhretlilerin düşüşü, Hollywood’un ve yıldızları merkeze alan filmlerinin Y kuşağı öğrencileri arasındaki popülaritesinin azalmasıyla mı ilişkili?
Üniversiteler bu yıldızları, ne kadar kusur barındırırsa barındırsın [hâlâ] bir tür “eşitler cemaati” olarak işleyen profesörler topluluğunun üzerine çıkararak, gücü fakültelerden alıp yöneticilere kaydırmayı başardı. Şöhret olmanın cazibesi akademisyenlerin sadece meslektaşlarıyla aralarının açılmasına neden olmadı, aynı zamanda ünün getirdiği avantajlar ve ayrıcalıklarla sadakatlerini satın alan üniversite yönetimleriyle ortak bir zemin kurmalarını da sağladı. Artık bu şöhretlilerin takipçi kitlesi akademiyi eklesiyastik model gibi işleten senato ya da kardinaller koleji değil, ücret ödeyen öğrenciler ve onların anne babaları ile bu akademik ünlülerin genç meslektaşları ve tabii onların potansiyel halefleriydi.
Ne var ki akademisyenlerden müteşekkil bu konklav bir kez yok edildiğinde ya da en azından üniversitedeki karar ve güç merkezinden uzaklaştırıldığında, artık akademideki kalite kriterlerini de belirleyemez hale geldi. Bu da kriterlerin artık müşterilerden oluşan entelektüel pazar tarafından belirleneceği anlamına geliyordu. Akademik yıldızlar pazarı, geçerken belirtmek gerekir ki, çoğu zaman profesörler kurulunun koyduğu kurallara nazaran çok daha talepkâr olurdu, ancak tanımı gereği sınırlı bir pazardan söz ediyoruz. Akademik şöhretler, meslektaşlarının yargılarının altını oyarak akademisyenliğin daha da fazla piyasalaşmasına kapı aralarken bu durum eş anlı olarak onların da uzmanlaşmış becerilerini gözden çıkarılabilir kılıyordu. Dolayısıyla, namlı akademik çalışmaları şekillendiren “post” ön ekli entelektüel akımlar, yerini kolektif bir projeden ziyade bir okur piyasası tarafından değer biçilen bireylere bıraktı.
Bu dönüşümü, yeni entelektüel pazardaki akademik disiplinlerin gidişatında gözlemlemek mümkün. Edebiyat ya da dil bilimi gibi alanlar, 1990’larda akademik şöhretin zirvesindeyken, yeni şöhretler üretmenin yanı sıra Avrupa’dan yeni fikirlerin gelmesine de aracılık ediyorlardı. Bunun bir nedeni, kısmen felsefe gibi daha geleneksel disiplinlerin bu tür düşünürleri ağırlamakta isteksiz olmasıydı; tam da bu noktada karşılaştırmalı edebiyat bölümlerinin diğer alanlardaki bizler için nasıl “trend belirleyici” olduğunu anımsıyorum. Dünün yıldızlarının bu ilk yuvaları, araştırmaların kalitesindeki düşüşten ziyade pazarlarının büyüklüğü nedeniyle de böylesi bir rol üstlenmeyi bıraktılar.
Yalnızca üç akademik alan, bilim, tarih ve iktisat, üniversite kapısının dışında da kayda değer bir izleyici kitlesine sahip; sosyoloji ve teoloji de bunlara eklenebilir belki. Popüler bilim, popüler tarih ve popüler iktisat aslında kendi başlarına birer alan olarak varlar ve her biri dünyanın dört bir yanındaki havaalanlarında çok sayıda kitap satıyorlar. Uzun süre boyunca, bu vasata hitap eden pazarların akademik dünyada önemsiz olduğu, sadece yazarlarına biraz da olsa para kazandırmak için var olan utanç verici uğraşlar olduğu düşünülüyordu. Bugün ise bu kesimler başlıca okuyucu kitlemiz haline geldiler ve bunu yaparken de bilim dışındaki disiplinlerden tarih ve iktisadı çağımızın akademik trend belirleyicileri arasına soktular.
Akademisyenlerin yanı sıra genel kamuoyunun ilgisini çekecek bir kitap yazmak pekâlâ mümkün ve pek tabii akademisyenlerin her zaman genel kamuoyuyla ilişki kurma yükümlülüğü var. Ancak bu genel kamuoyu, entelektüel güvenilirliği “etki” ve üretim hızı gibi ölçütlerle değerlendiren üniversitelerin birincil kitlesi haline geldiğinde, akademisyenliğe dair çok önemli bir yön kaybedilmiş demektir. Uzmanlaşmış bir kitle için yazmaya giderek daha az ilgi duyan akademisyenler, yaptıkları işin git gide küçülerek zayıflamasına katkıda bulunmakta ve sonuç olarak yeni bilgi üretme olasılıkları giderek azalmaktadır – ya da sadece dijitalleşme ve kelime işlemcilerinin sağladığı imkânlarla yeni bilgi yığınları üretebilirler.
Akademik yıldızlar, en azından, meslekten olmayanlara hitap etmek zorunda kalmasalardı bu sayede entelektüel riskler almaya daha istekli olurlardı. Oysa genel okuyucu kitlesi için yazmanın sorunu, ajanslar tarafından satılan ve ticari yayınların editörleri tarafından düzeltilen kitapların -muhtemel ki- daha güvenilir olmasıdır. Ya da daha çok ilgi ve satış uğruna “kışkırtıcı” olabilirler. Velhasıl her iki durumda da birbirine benzeme eğilimindedirler; iki ya da üç kelimelik başlıkları, ardından “nasıl” ile başlayan ve tarih için geçmiş, ekonomi için ise gelecek zaman kipiyle kullanılan daha uzun bir cümle… Bu durum bilhassa hükümet politikalarını etkilemeyi amaçlayan kitaplar için geçerli; politikacılardan ve devlet bürokratlarından farklı ve onlara meydan okuyan bir retorik kullanmak yerine, büyük ölçüde onların dilini ve üslubunu tuttururlar.
Bu türden “değerli” çalışmalar, benim alanım da dahil olmak üzere birçok disiplinde artık bir ideal haline geldi. Bu çalışmalarda yanlış bir şey yok, fakat heyecan verici ya da çığır açıcı olma eğiliminde de değiller. Belki daha da önemlisi, akademik uzmanlaşmayı daraltarak onu daha yüksek düzey bir gazetecilik türü haline dönüştürüyor. Neoliberalizmin zafer yürüyüşüyle aynı döneme denk gelen şöhret akademisyenliğin altın çağı, Soğuk Savaş’ın son günlerinde başladı ve Terörizmle Savaş’ın erken dönem salvolarıyla sona erdi. Tüm bunlarla birlikte ise, profesörlüğün özerkliğinin yok olması, akademik yıldızların kayışına ve akademisyenliğin bir “evet adamlığı” olarak yükselişine yol açtı.
¹ Moai. Şili’nin yaklaşık 3700 km batısındaki Paskalya Adası’nda bulunan ve çoğunluğu sadece kafadan oluşan som taştan devasa heykeller. (ç.n)
DÜNYA BASINI
FT: İsrail birlikleri Lübnan’ın derinliklerine doğru ilerleyecek
Yayınlanma
2 gün önce11/10/2024
Yazar
Harici.com.trAşağıda çevirisini okuyacağınız haber, İsrail’in Hizbullah bahanesiyle sınırlı olduğunu iddia ettiği Lübnan işgalinin daha da derinleşebileceğinin sinyallerine yer veriliyor. Haber, çoğu İsrailli uzman ve Batılı yetkililerin görüşleriyle destekleniyor.
***
İsrail’in Lübnan’da artan saldırıları uzun süreli savaş korkularını körüklüyor
Tahliye emirlerinin boyutu ve değişen söylemler, komşu ülkeye daha derin bir müdahaleye işaret ediyor.
James Shotter, Neri Zilber, Andrew England
İsrail’in 98. tümenine bağlı askerler yaklaşık yirmi yıl sonra Lübnan’a ilk kez girdiklerinde İsrailli yetkililer operasyonu “sınırlı, yerel ve hedefe yönelik” olarak nitelendirmişti.
Ancak geçen hafta içinde İsrail’in Hizbullah’a yönelik kara saldırısının boyutu hızla büyüdü. 98. tümen, üç diğer tümenle desteklendi ve binlerce İsrailli asker, batıdaki Rosh Hanikra’dan doğudaki Misgav Am’a kadar çeşitli noktalardan Lübnan’a ilerledi.
Aynı zamanda İsrailli liderler de kendilerini neyin beklediği konusunda söylemlerini sertleştirdiler. Başbakan Binyamin Netanyahu salı günü Lübnanlıları Hizbullah’a karşı ayaklanmaya çağırdı ve bunun alternatifinin “Gazze’de gördüğümüz gibi yıkım ve acıya yol açacak uzun bir savaş” olduğu uyarısında bulundu.
İsrail’in siyasi liderliğinden gelen değişen söylemler ve ordunun tahliye emirlerinin boyutu -Financial Times’ın hesaplamalarına göre, Lübnan’da sınır köylerinden 60 km kuzeydeki kıyı bölgelerine kadar 110’dan fazla alanı kapsıyor- bölgedeki ve batılı başkentlerdeki yetkililer, saldırının yakında sona ereceğine dair umutlarını yitirmiş durumda.
Batılı bir yetkili “İki hafta önce İsrailliler birkaç haftalık sınırlı bir kara harekâtından söz ediyorlardı ama bu iki hafta her geçen gün uzuyor gibi görünüyor. İsrail’in [5 Kasım’daki] ABD seçimlerinden önce duracağına dair umut yok gibi.”
İsrail ordusunun Lübnan’ın güneyindeki işgali ve yıkımı belgelendi
İsrailli askeri yetkililer şimdilik kara harekatının tam niteliği ve ölçeği konusunda ketum davranıyor ve ayrıntıların çoğunu savaşın sisi ve askeri sansürün gölgesinde gizleniyor. Ancak operasyonların hedefe yönelik olduğunda ısrar ediyorlar ve İsrail güçleri, Akdeniz kıyısından İsrail birliklerinin işgali başlattığı Metula çevresindeki tepelik araziye kadar yılan gibi kıvrılan ve iki ülkeyi ayıran BM tarafından belirlenmiş “Mavi Hat”tın nispeten yakınında kalmaya devam ediyor.
İsrail’in ilerleyişini gösteren yüksek çözünürlüklü uydu görüntüleri 100 km’lik sınırın tamamı için mevcut değil. Ancak Marun er-Ras bölgesinden alınan görüntülerde İsrail tankları ve diğer araçların Lübnan içinde kısa bir mesafede ilerlediğini gösteriyor. Yaklaşık 27 araçlık bir grup sınırın 250 metre içinde, başka bir daha küçük grup ise sınırın bir km kadar içine girmiş durumda. Diğer görüntüler, İsrail güçlerinin Avivim ve Yiron köyleri yakınında sınırı ihlal ettikleri noktaları gösteriyor.
İsrailli yetkililere göre bu saldırının amacı, Hizbullah’ın sınır ötesi saldırı tehdidini ortadan kaldırmak ve İsrail topluluklarına yönelik tanksavar füzeleri gibi silahların doğrudan ateş hattını temizlemek, böylece çatışmalar nedeniyle yerinden edilen İsraillilerin evlerine dönmesini sağlamak.
Birçok Lübnanlı, ABD’nin İsrail’in Hizbullah’a karşı artan saldırılarına yeşil ışık yaktığından endişe ediyor. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Matthew Miller bu hafta Washington’ın “Hizbullah’ın kapasitesini azaltma çabalarında İsrail’i desteklediğini” belirtti. Ancak Miller, “nihayetinde bu çatışmaya diplomatik bir çözüm bulmak istediklerini” de ekledi.
WSJ: ABD, İsrail’in Lübnan işgalini fırsata çevirmeye çalışıyor
Hizbullah geçen yıl Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısından sonraki günlerde İsrail’e ateş açmaya başlamış, 50’den fazla kişinin ölümüne yol açmış ve 60 bin İsrailliyi kuzeydeki evlerini terk etmek zorunda bırakmıştı. O tarihten bu yana geçen bir yıl içinde İsrail’in Lübnan’a düzenlediği saldırılarda iki bin 100’den fazla kişi öldü ve çoğu son birkaç hafta içinde olmak üzere bir milyon 200 binden fazla kişi yerinden oldu. Bombardıman aynı zamanda büyük bir yıkıma yol açarak sınıra yakın köy ve kasabaları yerle bir etti.
Washington Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü’nden Ehud Yaari, İsrail’in saldırısını, Mavi Hat’tın kuzey tarafında, kara birlikleri ile iki km derinliğindeki bir şeritte hava saldırılarından daha kolay tespit edilen hedeflere yöneltilen bir “öğütücü” olarak nitelendirdi.
İsrailli yetkililer çatışmaların ilk haftasında 500 Hizbullah savaşçısının ve dokuz İsrail askerinin öldürüldüğünü iddia ediyor.
Yaari şöyle dedi: “Hizbullah’ın sınır bölgesinde kurduğu sistemleri yerle bir ediyorlar. Güçler tek bir şeye odaklanmış durumda: Hizbullah’ın bu bölgedeki tüneller, sığınaklar, silah ve mühimmat depoları gibi şaşırtıcı büyüklükteki askeri altyapısını yok etmek.”
“Bu sistemlerin bazıları köylerin içinde, ancak diğerleri bu sistemleri gizlemek için kullanılan sık çalılık ve çalılıklarla dolu kırsal alanlarda bulunuyor” diye ekledi.
Sınır boyunca yürütülen operasyonlara İsrail ordusunun İran’ın Hizbullah güçlerine ikmal yapma girişimlerini engelleme çabaları da eşlik ediyor. İsrail geçen ay saldırılarını genişlettiğinden beri jetleri Lübnan ile Suriye arasındaki sınır kapılarını ve Suriye’nin güneyindeki diğer hedefleri defalarca bombaladı. Ayrıca örgütün güçlü olduğu Bekaa Vadisi’ndeki Hizbullah hedeflerini de vurdular.
Cuma günü İsrail jetleri Suriye ile Lübnan arasında 3,5 km uzunluğunda bir tüneli imha etti. İsrailli yetkililer tünelin Hizbullah’ın silah sevkiyatı yapmakla görevli 4400 numaralı birimi tarafından kullanıldığını söyledi. Geçen hafta başında İsrail Beyrut’ta düzenlediği bir hava saldırısında birimin komutanı Muhammed Cafer Kasır’ı öldürmüştü.
Eski bir İsrail Savunma Kuvvetleri istihbarat yetkilisi olan ve şu anda Meir Amit İstihbarat ve Terörizm Bilgi Merkezi’nin başında bulunan Shlomo Mofaz, “Suriye’den Lübnan’a ve Irak’tan Suriye’ye giden tedarik zincirini kesiyoruz” dedi.
İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal ederek ülkenin güneyinde 18 yıl süren bir işgale dönüşmesi de dahil daha sonra genişleyen operasyonlar başlatma geçmişi ve kuvvetlerinin sınırlı kayıplar verdiği göz önüne alındığında, batılı yetkililer İsrail birliklerinin eninde sonunda Lübnan’ın derinliklerine doğru ilerleyeceğini düşünüyor.
Salı günü sosyal medyada yayınlanan görüntülerde İsrail askerlerinin Marun er-Ras’ta ülke bayrağını göndere çektiği görülüyordu.
İsrailli yetkililer, 2006’daki son savaşın sonunda kabul edilen ancak iki tarafın da uygulamadığı 1701 sayılı BM kararında öngörüldüğü üzere, nihai hedeflerinden birinin Hizbullah’ı Mavi Hat’tın 30 km kuzeyine kadar uzanan Litani nehrinin gerisine itmek olduğunda defalarca ısrar ettiler.
Ancak bunun nasıl yapılacağı konusunda muğlak kaldılar.
Batılı bir yetkili şunları söyledi: “Bence İsrailliler Hizbullah’a mümkün olduğunca çok zarar vermek ve sınır ile Litani nehri arasında mümkün olduğunca çok alanı temizlemek istiyor. Ancak bundan sonrası net değil.”
“Şimdi durmalarını ve zaten büyük ölçüde üzerinde anlaşılmış olan siyasi bir planı kabul etmelerini istiyoruz. Ancak öyle görünüyor ki askeri başarıları onları devam etmeye teşvik ediyor.”
Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı ve Washington’daki Amerika Ulusal Güvenlik Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Yaakov Amidror kara harekâtının nasıl gelişeceğinin siyasi ve askeri bir mesele olduğunu söyledi.
Ancak operasyonun askeri “mantığının” Hizbullah’ın Litani’nin güneyindeki varlığını kuşatmak ve yok etmek, ardından da geri dönmesini engellemek olduğunu söyledi.
Amidror şunları söyledi: “Başka cephelerde başka sorunlarımız varken, mevcut koşullarda bunu yapabilir miyiz? Daha uzun bir savaşa İsrail’in tepkisi ne olur? İsrail’in en azından güneyde Hizbullah’ı ezme planına devam ettiği açıkken dünyanın tepkisi ne olur? [Ama] askerî açıdan bakıldığında kara kuvvetleriyle yapılacak bir işgali haklı çıkarabilecek tek mantık bu.”
Mofaz, İsrail’in saldırısının hala Hizbullah’ı yok etmekten ziyade zayıflatmayı ve ardından ABD ve Fransa gibi uluslararası oyuncuların desteğiyle Hizbullah’ın Güney Lübnan’a dönmesini engelleyecek bir siyasi anlaşmaya ulaşmayı amaçladığına inandığını söyledi.
Ancak İsrail’in önceki operasyonlarının bunun değişebileceğini gösterdiğini de sözlerine ekledi: “Şimdilik bu sınırlı bir operasyon. Ancak Lübnan’da nerede ve ne zaman başlayacağınızı bilirsiniz. Ama ne zaman ve nerede bitireceğinizi asla bilemezsiniz.”
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD’nin savaşı sürdürme ve genişletmeye çalışan İsrail’i dizginlemeye çalıştığı iddialarının gerçeği yansıtmadığını savunuyor. Veriler ve uzman görüşleri ile desteklenen makale Demokratlar içindeki neo-muhafazakâr gündeme ve isimlere dikkat çekiyor:
***
Biden yönetimi gerilimi azaltmaya mı çalışıyor yoksa Orta Doğu’yu savaşa mı sürüklüyor?
Washington bölgesel ateşkes çağrısı yaparken İsrail’e siyasi ve askeri destek sağlamaya devam ediyor. Genişleyen savaş başarısız bir diplomasi mi yoksa ABD’nin gerçekten istediği şey mi?
Ali Harb
ABD Başkanı Joe Biden şubat ayında elinde bir dondurma külahıyla Gazze’de ateşkesin birkaç gün içinde gerçekleşebilecek kadar “yakın” olduğunu ilan etti.
Aradan yedi aydan fazla bir süre geçmesine rağmen İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşı devam etmekle kalmadı Ortadoğu’da tırmanan gerilim ve şiddet İsrail askerlerinin Lübnan’ı işgal etmesi ve bombalamasıyla genişledi.
Biden yönetimi sözlü olarak gerilimi azaltma çağrısı yapmaya devam ederken İsrail’e siyasi destek ve savaşlarını sürdürmesi için sürekli bomba tedariki sağladı.
Washington, İsrail’in bu yıl attığı neredeyse her tırmandırıcı adımı memnuniyetle karşıladı: Beyrut ve Tahran’da Hamas liderlerinin öldürülmesi, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah suikastı ve Lübnan’ın güneyinin işgali.
Gazze’de savaşın başlamasının üzerinden bir yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen İsrail, kuşatma altındaki Filistin topraklarında yaklaşık 42 bin kişinin ölümüne neden olan yıkıcı saldırılarını sürdürürken Beyrut’u her gün bombalıyor ve İran’a karşı bir saldırıya hazırlanıyor.
Gazze’deki çatışma şiddetlenip bölgeye yayıldıkça, ABD’nin söylemi ile politikası arasındaki uçurum da büyüyor.
Peki, birçok liberal yorumcunun öne sürdüğü gibi Biden yönetimi İsrail’i dizginlemekte başarısız mı oluyor? Yoksa aslında kaosu; İran, Hamas ve Hizbullah’a karşı şahin bir gündemi ilerletmek için mi kullanıyor?
Kısa yanıt: Analistlere göre İsrail’e askeri ve diplomatik desteğini sürdüren ABD, itidal açıklamalarına ve ateşkes çağrılarına rağmen bölgedeki şiddetin temel itici gücü olmaya devam ediyor. Yönetimin güdüleri ya da gerçek niyetleri hakkında spekülasyon yapmak zor olsa da Biden yönetiminin İsrail ile aynı safta yer aldığını, sadece meydan okunan pasif bir müttefik olmadığını gösteren kanıtlar giderek artıyor.
ABD şimdiye kadar ne söyledi ve ne yaptı?
Gazze’de ateşkes için aylarca süren kamuoyu baskısının ardından ABD, İsrail’in Lübnan’daki saldırısını desteklemeye odaklandı.
ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin geçen hafta İsrail’in Lübnan’ın güneyinde başlattığı ve ülkeyi tamamen işgal etme riski taşıyan kara harekâtını destekledi.
İsrailli mevkidaşı Yoav Gallant ile yaptığı görüşmenin ardından 30 Eylül’de bir açıklama yapan Austin, “ABD’nin İsrail’in kendini savunma hakkını desteklediğini açıkça ifade ettim” dedi.
Filistinli grup Hamas’ın İsrail’in güneyine düzenlediği ve en az bin 139 kişinin öldüğü saldırıya atıfta bulunan Austin, “Lübnan Hizbullahı’nın İsrail’in kuzeyindeki topluluklara 7 Ekim tarzı saldırılar düzenleyememesini sağlamak için sınır boyunca saldırı altyapısının yok edilmesi gerektiği konusunda mutabık kaldık” dedi.
Lübnanlı grup, Hamas saldırısının ardından Gazze’ye karşı başlattığı savaşı sona erdirmesi için İsrail hükümetine baskı yapmak amacıyla geçen yıl Ekim ayında İsrail askeri mevzilerine saldırmaya başlamıştı.
Aylar boyunca neredeyse her gün yaşanan çatışmalar büyük ölçüde sınır bölgesiyle sınırlı kaldı. Şiddet, sınırın her iki tarafından on binlerce insanı kaçmaya itti. Hizbullah, İsrail’in kuzeyinde yaşayanların ancak ülkenin Gazze’ye yönelik savaşı sona erdiğinde geri dönebileceklerini savundu.
Hizbullah’ın üst düzey askeri yetkililerine yönelik suikast saldırılarının ardından İsrail 23 Eylül’de Lübnan genelinde büyük bir bombardıman başlattı ve yüzlerce köy ve kasabada sivillere ait evleri yerle bir etti.
O tarihten bu yana İsrail şiddeti Lübnan’da 1 milyondan fazla insanı yerinden etti.
İsrail’in bu adımlarından önce Beyaz Saray aylardır Lübnan-İsrail sınırındaki krize diplomatik bir çözüm bulunması için çalıştığını söylüyordu. ABD elçisi Amos Hochstein, görünüşte gerilimin tırmanmasına karşı uyarıda bulunmak üzere bölgeye defalarca ziyarette bulundu.
Lübnan’daki düşük düzeyli çatışmaların hızla topyekûn bir savaşa dönüşmesi üzerine Biden yönetimi Arap ve Avrupa ülkelerini bir araya getirerek 25 Eylül’de çatışmaların durdurulması için 21 günlük “acil” bir ateşkes önerdi.
Ancak iki gün sonra İsrail, Beyrut’taki birçok konutu yerle bir eden ve yakın bir ateşkes ihtimalini fiilen ortadan kaldıran büyük bir bombalı saldırıda Nasrallah ‘ı öldürdüğünde Beyaz Saray bu saldırıyı “adaletin bir ölçüsü” olarak övdü. Nasrallah’ın öldürülmesi emrini İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılmak üzere bulunduğu ABD topraklarından verdi.
Syracuse Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Osamah Khalil, Biden’ın diplomatik çabalarının samimiyetini sorguladı ve Hochstein’ın İsrail’e itidal çağrısında bulunduğuna dair basında çıkan haberlere şüpheyle yaklaştı.
Halil, ABD’nin İsrail’in Gazze ve bölgenin geri kalanındaki eylemlerinin doğrudan bir katılımcısı ve destekçisi olduğunu ancak Biden yönetiminin ateşkes görüşmelerini kendisini ülke içindeki eleştirilerden korumak için bir “iç politika” manevrası olarak kullandığını vurguladı.
Halil geçen ay El Cezire’ye verdiği demeçte, “Tüm bunlar, özellikle de savaş karşıtlığı popüler hale geldikçe, müzakereler ediyormuş gibi görünmek için yapılan müzakerelerdi” dedi.
‘Orta Doğu’yu yeniden şekillendirmek’
ABD medyasında yakın zamanda çıkan iki haber Halil’in iddiasını doğrular nitelikte.
Politico’nun 30 Eylül’de kimliği açıklanmayan kaynaklara dayandırdığı haberine göre Hochstein ve Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Ortadoğu koordinatörü Brett McGurk’ün de aralarında bulunduğu üst düzey ABD’li yetkililer İsrail’in Hizbullah’a yönelik askerî harekâtını özel olarak destekliyor.
ABD’li yayın organının haberine göre “Hochstein, McGurk ve diğer üst düzey ABD ulusal güvenlik yetkilileri perde arkasında İsrail’in Lübnan operasyonlarını önümüzdeki yıllarda Orta Doğu’yu daha iyi bir şekilde yeniden şekillendirecek tarihi bir an olarak tanımlıyorlar.”
Axios’un geçen haftaki haberine göre ABD, İsrail’in Hizbullah’a vurduğu darbelerden faydalanarak Washington’un desteklediği bir ismin Lübnan cumhurbaşkanı seçilmesi için bastırıyor.
Lübnan’da cumhurbaşkanlığı makamı yaklaşık iki yıldır boş ve parlamento yeni bir lider seçmek için uzlaşma sağlayamıyor.
Salı günü ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller Lübnan’daki savaşı ülkeyi siyasi olarak değiştirmek için bir “fırsat” olarak nitelendirdi. Miller, Washington’un Lübnan halkının “yeni bir cumhurbaşkanı seçme [ve] Hizbullah’ın ülkedeki çıkmazını kırma yeteneğine” sahip olmasını istediğini söyledi.
Hizbullah ve müttefikleri, ülkedeki serbest seçimler sonucunda Lübnan parlamentosunda onlarca sandalyeyi kontrol ediyor.
Bölgeyi yeniden şekillendirmek, ABD’nin neo-muhafazakâr hareketi için her zaman bir hedef oldu: İsrail’e destek veren ve ABD dostu hükümetleri, şahin dış politika ve askeri müdahaleler yoluyla iktidara getirme. Bu yaklaşım en açık şekilde eski ABD Başkanı George W. Bush döneminde görülmüştü.
Hatta 18 yıl önce Bush döneminde, İsrail Hizbullah ile son büyük savaşını yaşadığında, dönemin Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice “yeni bir Ortadoğu’nun doğum sancılarından” söz etmişti.
Halil, Bush döneminin birçok yeni muhafazakârının şu anda Demokrat Parti’ye üye olduğunu ve Kasım seçimlerinde başkanlık için Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i desteklediğini belirtti.
Harris, sözde “teröre karşı savaşın” ve 2003 yılında ABD öncülüğünde Irak’ın işgalinin baş mimarlarından olan eski Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin desteğini memnuniyetle karşıladı.
Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı olarak Biden’ın kendisi de Irak’taki savaşı desteklemişti. O dönemde komitede Demokrat personel direktörü olarak görev yapan Dışişleri Bakanı Antony Blinken da öyle. McGurk Bush’un Beyaz Saray’daki danışmanlarından biriydi ve ABD’nin Irak’ı işgalinde kilit rol oynamıştı; Hochstein ise daha önce İsrail ordusunda görev yapmıştı.
Khalil, “Demokrat yönetimin içinde neo-muhafazakâr bir gündem var” dedi.
Gazze başarısızlıkları
Lübnan’da savaş sürerken ve dünya İran ile İsrail arasında olası bir gerilimi izlerken, birçok analist bölgeyi bu noktaya getiren şeyin Biden’ın Gazze’deki savaşı sona erdirememesi olduğunu söylüyor.
Arab Center Washington DC Direktörü Halil Cahşan da Biden yönetiminin Netanyahu hükümetine verdiği koşulsuz desteğin tüm bölgeyi “bilinmeze” götürdüğünü söyledi.
El Cezire’ye konuşan Cahşan, Gazze savaşının başlamasından bu yana geçen bir yılda ABD’nin sadece İsrail politikalarına değil, aynı zamanda “İsrail’in aşırılıklarına” da tam olarak “körü körüne destek” verdiğini söyledi. “Bu, çatışmanın başından beri herhangi bir rasyonalite unsurunu kabul etmeyi reddeden tek taraflı bir politikanın sonucudur” dedi.
Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e düzenlediği saldırının hemen ardından Biden ABD’nin müttefikine tavizsiz destek verdi.
İsrail’in Hamas’a karşı “hızlı, kararlı ve ezici” bir yanıt vermesini destekledi. Beyaz Saray ayrıca savaşın finansmanına yardımcı olmak üzere İsrail’e askeri yardım için Kongre’den ek fon talep etmekte acele etti.
Washington aylardır büyüyen insani krize rağmen ateşkes çağrılarına direniyor ve İsrail’in Hamas’ın peşinden gitmeye “hakkı” olduğunu savunuyordu.
ProPublica ve Reuters haber ajansının son haberleri, Biden yönetiminin İsrail’in Gazze’de işlediği olası savaş suçlarıyla ilgili iç uyarıları aldığını ve bunları görmezden gelerek İsrail’e silah transferlerini sürdürdüğünü gösterdi.
İsrail’in Gazze’nin büyük bölümünü yerle bir etmesi, 2,3 milyon Filistinlinin neredeyse tamamını yerinden etmesi ve açlık sınırına getirmesinin ardından iç ve uluslararası hoşnutsuzluk arttıkça Biden üslubunu yumuşatmaya başladı.
Geçen aylarda ABD, Gazze’deki çatışmaların sona ermesini ve kuşatma altındaki bölgede Filistinli grupların elindeki İsrailli esirlerin serbest bırakılmasını sağlayacak bir anlaşma çağrısında bulunmak için “ateşkes” terimini benimsedi.
Ancak Netanyahu’ya bir anlaşmayı kabul etmesi için pek baskı yapmadı.
Biden ve yardımcıları gerçekten bir ateşkes istemiş ve bunu başaramamış da olsa diplomatik çabayı dikkatleri İsrail’in ABD destekli savaşının dehşetinden uzaklaştırmak için kullanmış da olsa sonuç aynı: Savaş yayılıyor ve on binlerce masum insan öldürülüyor.
Tahran ile ABD diplomasisini destekleyen ABD merkezli National Iranian American Council’de (NIAC) politika direktörü olan Ryan Costello, “Kanıtlar, bir ateşkesi desteklediklerini söylemenin, ancak bunu sağlamak için hiçbir şey yapmamanın onlar için siyasi olarak avantajlı olduğunu gösteriyor” dedi.
Cahşan ayrıca Biden yönetiminin İsrail’i silahlandırmaya devam ederken adil ateşkes önerileri sunmadığını söyledi, “Ateşkesi önerenler, taraflardan birine savaş araçları sunmaya devam ederse ateşkesin ne değeri kalır ki. Bu bir ateşkes değil; savaşa devam etmek için bir davet” dedi.
Şöhret akademisyenler
Moskova Borsası, Kazakistan’dan çekiliyor
Polonya’dan Almanya’nın sınır kontrollerini genişletme kararına tepki
Türkiye’den Rusya, Çin, Hindistan ve Japonya’dan ithal edilen çeliğe ek vergi kararı
İtalya’dan UNIFIL pozisyonlarına saldıran İsrail’e karşı sert açıklama
Çok Okunanlar
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Stephen Walt: Netanyahu, Irak’ı işgal eden George W. Bush ile aynı büyük hatayı yapıyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Türk medyası Hizbullah’ı ‘bitirdi’: Ukrayna savaşının başında Rusya’yı da ‘bitirmişti’
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
“Şok ve dehşet” zafer demek değil
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Haaretz: İran’ın benzeri görülmemiş saldırısının ardından İsrail bölgesel bir savaşın içinde
-
ORTADOĞU2 hafta önce
Hizbullah’ın olası yeni lideri: Haşim Safiyuddin kimdir?
-
RUSYA2 hafta önce
Ukrayna, Ugledar’ı kaybediyor: Savaşın seyri nasıl değişecek?
-
DİPLOMASİ1 hafta önce
Lübnan, Rusya’dan diplomatik yardım talep etti
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Almanya, doğusunda bir ulus inşa ediyor