Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

“Latin Amerika’da kesinlikle savaş isteyen kesimler var”

Yayınlanma

Ünlü İspanyol siyaset bilimci ve entelektüel Juan Carlos Monedero ile Venezuela’da özel bir röportaj yapma fırsatı yakaladık. Monedero, Madrid Complutense Üniversitesi’nde (UCM) Siyaset Bilimi okudu ve Almanya’daki Heidelberg Üniversitesi’nde doktorasını tamamladı. 1992 yılından bu yana UCM’de Siyaset Bilimi profesörü olarak görev yapıyor.

İspanyol entelektüel, ayrıca İspanya’da Izquierda Unida’nın genel koordinatörlüğünü yürütüyor. 2014-2015 yılları arasında ‘Podemos’ (Yapabiliriz) partisini kurmuş ve bir parçası olmuştu; fakat kısa bir süre sonra, söz konusu siyasi partinin liderleriyle dostluk bağını sürdürmesine ve ortak bir geçmişi paylaşmasına rağmen, kendisini siyasi alandan ayırdı.

Venezuela’da Devlet Başkanı Hugo Chávez’in danışmanıydı ve şu anda da onu genelde çeşitli etkinliklere davet eden Devlet Başkanı Nicolás Maduro’nun danışmanı.

Monedera, Tele K’de ‘La Tuerka’, ‘Fort Apache’, La Sexta’da ‘Al Rojo Vivo’, ‘Las Mañanas de Cuatro’, Público TV’de ‘On the border’ gibi siyasi tartışma programlarında yer aldı.  Monedero’nun sonuncusu “Kayıtsızlar için Politika” olmak üzere çok sayıda makale ve kitabı yayımlandı.

Monedero ile Venezuela’da 28 Temmuz’da yapılan devlet başkanlığı seçimleri ve devamında gelen tartışmalar üzerine bir mülakat gerçekleştirdik.

Venezuela muhalefeti seçimleri kazandıklarını iddia etti. ABD ve Avrupa Birliği, Maduro’nun kazandığı seçim sonuçlarını tanımayacaklarını açıkladı. Venezuela yeniden dünya gündeminin ön sıralarında yer alıyor. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Venezuela muhalefeti, Hugo Chavez’in ilk kez iktidara geldiği 1998 yılından bu yana devlet başkanlığı seçimlerini kazandıklarını iddia ediyor. Bu vesileyle hem ABD hem de AB, seçim sonuçlarının Edmundo González’i kazanan olarak gösterdiğini kabul etmedi, aksine ABD ve AB’nin istediği şey sonucu net bir şekilde görmek. Öyle ki, başlangıçta Edmundo González’i tanıyan Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei’nin şimdi María Corina Machado’nun Edmundo González’in kazanan olduğunu henüz kanıtlayamadığını söylediğini aklımıza getirelim.

Öyle görünüyor ki ABD, AB ve Arjantin gibi aşırı sağcı hükümetlere sahip bazı Latin Amerika ülkeleri, María Corina Machado’nun internet sitesinde yayımlanan bilgilerin yanlış olduğunu ve bir yalan, büyük bir maskaralık teşkil ettiğini fark ettiler. Bu nedenle, Venezuela Yüksek Adalet Mahkemesi’nin (TSJ) neler olup bittiğini açıklığa kavuşturmasının mantıklı göründüğü bir çıkmazdayız, zira TSJ, bu nitelikteki bir seçim anlaşmazlığını açıklığa kavuşturacak ülkedeki en yüksek organ.

Görünen o ki, diğer dönemlerin aksine, ABD ve AB Edmundo González’i devlet başkanı olarak tanımadı ki bu geçmişte Juan Guaidó için öyle olmamıştı. Ayrıca Batı, Edmundo González’i Venezuela lideri olarak tanırsa, Maduro’yu değil Juan Guaidó’yu tanımaktan vazgeçecekleri gibi bir paradoks içinde.

Washington’un başını çektiği, bölgedeki ve Avrupa’daki bazı ülkelerin de dahil olduğu yeni bir dış müdahale bekliyor musunuz?

Bölge ve Avrupa ülkelerinin dahil olduğu yeni bir dış müdahaleye gelince, bunun pratikte imkansız olduğunu düşünüyorum. Bunun tek nedeni Batı dünyasının Ukrayna’da Rusya’nın kazandığı bir savaşa girmiş olması değil, aynı zamanda Gazze’deki soykırım ve şimdi de Lübnan’daki saldırganlık nedeniyle Orta Doğu’da yaşanan gerginlik. Bu senaryo, ABD açısından son derece karmaşık bir cepheyi temsil ediyor ve bence Venezuela ile bir çatışmaya girerek bu bağlamı daha da kötüleştiremez, kötüleştirmek de istemez.

Elbette ve ne yazık ki, Latin Amerika’da kesinlikle savaş isteyen kesimler var. Örneğin, silah satanlar, sözüm ona ‘yeniden yapılanma’ örgütleri Venezuela’nın yangın yerine dönmesinden epey memnun olurlar, silah satarlar ve daha sonra petrollerini ve doğal zenginliklerini ömür boyu çalmaları karşılığında ülkeyi ‘yeniden inşa etmek’ için bu örgütleri kiralarlar. Ama ben böyle bir fırsat görmüyorum, özellikle de BRICS kabul etmeyeceği için, bunu Brezilya, Çin, Rusya, Hindistan, Güney Afrika kabul etmeyecektir, bu arada İran da kabul etmeyecektir. Meksika da aynı fikirde olmayacaktır ve bu tür bir çıkış için hiçbir destek olmayacaktır.

Muhalefetten Bolivarcı ordunun Devlet Başkanı Maduro’ya karşı kalkışma başlatması yönünde çağrılar duyuyoruz. Venezuela ordusunun bu çağrıya olumlu yanıt vermesi mümkün mü?

Maduro karşıtları Venezuela ordusunu kalkışma başlatmaya çağırarak suç işlemiş olurlar. Bu, Venezuela muhalefetinin her zaman yaptığı şeyle tutarlı ve aynı zamanda bence yeni olan bir şeyle de tutarlı, o da siyasi görevden diskalifiye edilmiş bir kadın olan María Corina Machado’nun tecrit edilmesi. Machado, Venezuela’yı yönetme ihtimali bulsa da ülkenin küllerinden doğabileceğini bilen bir kadın.

Machado hiçbir şeye aday olmayacak, olamaz, hukuken olamaz. Bir noktada, örneğin Manuel Rosales gibi başka bir sağcı aday ortaya çıkacak ve bu da onun Venezuela muhalefetinin lideri olduğunu iddia etmesini engelleyecektir. Ancak o, 5 milyon oyu uçuruma sürüklemekte ısrar ediyor.

Orduya yapılan çağrı, tekrar ediyorum, bir suçtur ve Kuzey Amerika ordusunun Venezuela’yı işgal etmesini isteyerek orduyu ABD’ye karşı savaşa davet eden kadının şimdi aynı Venezuela ordusundan Maduro’ya karşı kalkışma başlatmasını istemesi hiçbir anlam ifade etmiyor.

Askeri darbe çağrısının saçma olduğunu ve bu hanımefendinin uğradığı tecridin bir parçası olduğunu düşünüyorum.

Geleneksel olarak Bolivarcı Venezuela’nın müttefiki olarak bilinen Lula gibi bazı liderler son seçimlerle ilgili bazı kuşkularını dile getirdiler ve Caracas’ı ayrıntılı sonuçları açıklamaya çağırdılar. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Brezilya hükümeti Latin Amerika’da ABD ile daha fazla aynı çizgide mi hareket etmek istiyor?

Lula’nın ABD ile müttefik olduğunu düşünmüyorum, tam aksi. Brezilya, Meksika ve Kolombiya’nın rolünün Edmundo González’in ABD tarafından tanınmasını engellediğine inanıyorum, zira ABD diğer ülkelerin desteği olmadan bu tanımayı gerçekleştirecek güce sahip değil.

Lula’nın önerdiği şey, Brezilya’nın Milli Seçim Konseyi (CNE) ve şimdi de idari davalar için Yüksek Adalet Mahkemesi (TSJ) tarafından belirlenen sonucu kabul etmesi. López Obrador gibi Lula da “Resmi makamlar ne derse onu tanıyacağız,” demişti. Ve her şey varsayıldığı gibi giderse, yani CNE seçimler sonucunda geçerli olan seçim yasalarını sunarsa, bu yasalar seçim süreci öncesinde, esnasında ve sonrasında denetlenen makinelerden geliyor; siyasi partilerin geçerli olarak kabul ettiği yasalar; son 32 seçim boyunca geçerli olarak kabul edilen yasalar, yani Venezuela’daki sandıklardan çıkanlar. Tüm bunlar açıklığa kavuşacak ve Nicolás Maduro’nun Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti’nin yeniden devlet başkanı seçildiğine dair hiçbir şüphe kalmayacaktır.

Venezuela’daki seçim sandıklarının makine olduğunu hatırlamakta fayda var. Bu, fiziksel sandıklarda oy kullanan Batı dünyasının tam olarak anlayamadığı bir şeydir. Venezuela’da sandık bir makinedir ve makineden çıkan sonuç kutsal ve dokunulmazdır. Size söylüyorum, bu sonuç çıktığında ve farklı partilerin sahip olduğu çekincelerle de örtüştüğünde, sonucu tanımaktan başka çare yoktur.

Bu nedenle Meksika Devlet Başkanı López Obrador, Devlet Başkanı Lula, Kolombiya Devlet Başkanı Gustavo Petro ve diğerlerinin istediği de budur; seçimlerin barışçıl bir şekilde sonuçlanması ve ülkenin sulh içinde yönetilmesi, iktisadi olarak refaha kavuşması, Venezuelalı göçmenlerin geri dönmesi vs. Bunun tersi ancak bir savaşta sadece kişisel bir şans gören ayrışmış insanların arzusu olabilir. Umarım Venezuela da bölgedeki diğer ülkeler gibi barışçıl bir şekilde hareket edebilir.

SÖYLEŞİ

‘Hedef Finlandiya’nın NATO içinde yerini sağlamlaştırmak’

Yayınlanma

Eski Finlandiya Savunma Bakanlığı Araştırmacısı Dr. Matti Pesu sorularımızı yanıtladı: “NATO ve Rusya arasında tam ölçekli bir savaşın tırmanma riski düşük kalmaya devam ediyor, çünkü hiçbir taraf askeri çatışma istemiyor.”

Finlandiya Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nde (FIIA) Finlandiya dış politikası, Kuzey Avrupa güvenliği ve NATO araştırma programında Kıdemli Araştırma Görevlisi olan Matti Pesu,  Mayıs 2022’den Nisan 2023’e kadar Finlandiya’nın yeni oluşmakta olan NATO politikasını ve ülkenin Avrupa-Atlantik güvenliğinde değişen rolünü analiz eden bir araştırma projesini yönetmiştir. Finlandiya dış, güvenlik ve savunma politikası, savunma işbirliği, Baltık Denizi güvenliği ve Avrupa-Atlantik güvenliği konularında kapsamlı yayınları bulunmaktadır.

Matti, Rusya-Ukrayna savaşı ve Baltık ülkelerinin dış politikası ile ilgili gazeteci Dr. Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı.

NATO’nun doğu kanadını güçlendirmek, özellikle Rusya’nın Ukrayna’ya askeri müdahalesinden sonra, İttifak için önemli bir gündem maddesi haline geldi. Son olarak, ABD’nin Almanya’ya uzun vadeli olarak hipersonik füzeler konuşlandırma kararı Moskova’dan misilleme gördü. Bu tırmanış riskleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

NATO ve Rusya arasında tam ölçekli bir savaşın tırmanma riski düşük kalmaya devam ediyor, çünkü hiçbir taraf askeri çatışma istemiyor. ABD’nin yeni bir silah sistemi konuşlandırma kararı, Rusya’nın Orta Menzilli Nükleer Güç Antlaşması’nı ihlal ederek orta menzilli füzeler konuşlandırmasına ölçülü bir yanıt olarak, caydırıcılığı güçlendirmek ve ABD’nin müttefiklerine güvenlik taahhüdünü pekiştirmek amacıyla alınmıştır.

NATO için tehlike, Suwalki koridorunun istikrarsızlaştırılması, çünkü bu, tüm Baltık devletlerini Polonya’dan koparabilir ve NATO’nun Litvanya, Letonya ve Estonya’ya karadan tek ulaşım rotasını kesintiye uğratabilir. Moskova’nın Ukrayna’dan sonra Estonya, Letonya, Litvanya veya Polonya’yı işgal edeceğine dair iddiaları gerçekçi buluyor musunuz? Putin veya kabinesinden bu yönde bir açıklama gelmedi daha önce.

Rusya aslında NATO ile doğrudan askeri çatışma riskini önemli ölçüde artıracak eylemlerden kaçındı. Ancak, Ukrayna çökerse, bu komşu NATO müttefiklerine karşı Rus saldırganlığı için potansiyel bir sıçrama tahtası olarak hizmet edebilir. Bu senaryo bölgesel güvenliği bozacaktır ve bu da Baltık devletleri ve Polonya’nın Ukrayna’yı güçlü destekçilerinden biri olmasının nedenlerinden biri.

Son aylarda Rusya, Belarus ile askeri işbirliğini artırdı ve ortak nükleer tatbikatlara başladı. Bu bağlamda “nükleer savaş” riskleri ne kadar gerçekçi?

Nükleer savaş riski çok düşük kalmaya devam ediyor. Ancak, Rusya’nın Belarus ile nükleer işbirliği, Batılı destekçileri Ukrayna’ya daha güçlü askeri yardım sağlamaktan caydırmak ve sindirmek stratejisinin bir parçasıdır.

Finlandiya NATO’ya katılarak uzun vadeli tarafsız pozisyonundan vazgeçti. NATO’nun geri kalanını küçük Baltık ülkeleri için feda etmeyeceğini tartışan uzmanlar göz önüne alındığında, bunun Rusya’yı Finlandiya’ya karşı herhangi bir eylemden caydıracağını düşünüyor musunuz?

NATO’nun tarihine bakıldığında, uzmanlar ve politika yapıcılar, ABD ve müttefik güvenlik garantilerinin güvenilirliğini tartışmışlardır; bu, “genişletilmiş caydırıcılık” kavramının içsel bir parçasıdır. Bu tartışmalara rağmen, ABD ve diğer NATO müttefikleri kolektif savunmaya bağlılıklarını sürekli olarak göstermektedir. Finlandiya’da düzenli olarak tatbikatlar yapıyorlar, ülkeyi savunmak için uygulanabilir operasyonel planlar geliştiriyorlar ve askeri ekipmanları Finlandiya topraklarına önceden yerleştirme isteklerini belirtiyorlar. Bu eylemler, müttefiklerin karşılıklı savunmaya olan bağlılıklarını güçlü bir şekilde göstermektedir.

Macaristan Dışişleri Bakanı Péter Szijjártó, Baltık ülkelerini Macaristan’a karşı bir “yalan kampanyası” başlatmakla suçladı. Güvenlik kontrollerine ilişkin kararın Macaristan’ın sıkı güvenlik önlemlerini zayıflatmadığını vurguladı. Bu iddialara cevap vermek için Güvenlik Politikası Devlet Sekreteri Péter Sztáray, Estonya, Letonya ve Litvanya büyükelçiliklerine ilk elden bilgi sağladı ve “yanlış bilgilendirme kampanyasını sona erdirmeyi umuyoruz” dedi. Finlandiya, Macaristan’ın tutumu hakkında ne düşünüyor? Budapeşte Finlandiya’nın NATO üyeliğini onayladıktan sonra ilişkiler nasıl gelişti?

Macaristan ile çoğu AB ve NATO ortağı arasındaki ilişki son zamanlarda dibe vurdu. Ayrıca, Finli politikacılar Macaristan’ın Moskova’ya yaptığı ziyaret ve Ruslara vize verme kararı gibi son eylemlerini sert bir şekilde eleştirdi. Macaristan’ın Finlandiya’nın ve özellikle İsveç’in NATO üyeliği üzerindeki engelleyici tutumu, birçok Finliyi kızdırdı. Macaristan’ın bu eylemlerinden ne kazandığını görmek zor, itibarının zarar görmesi dışında…

Rusya ile diyalogda kalmanın onu düşman yapmaktan daha güvenli olduğu tartışmalarına ne diyorsunuz?

İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan 2022 Şubat’ında Rusya’nın Ukrayna’ya tam ölçekli işgaline kadar Moskova ile diyalog sürdürmek, Finlandiya dış politikasının temel bir unsuru idi. Bu diyalogun yoğunluğu zamanla değişti. Ancak, son Rus saldırganlığı nedeniyle, şimdi tartışılacak çok az şey var, çünkü Finlandiya ve daha geniş Batı’nın Ukrayna’daki savaş ve Avrupa güvenliği konusundaki görüşleri Moskova’nın konumuyla büyük ölçüde farklılık gösteriyor. Bu durum, Rusya’nın kendi zararlı eylemlerinin doğrudan bir sonucudur. Finlandiya gibi bir cephe ülkesi için, Rusya’nın saldırganlığının başarısız olması ve Batı’nın bu tür eylemleri kınamada birleşik kalması, varoluşsal bir çıkar meselesidir.

Finlandiya’nın NATO’ya katılımı Türkiye’nin desteği ile oldu, bu süreçten sonra Helsinki-Ankara ilişkilerinde neler değişti?

Finlandiya’nın NATO üyelik süreci sırasında Finlandiya-Türkiye diplomasisinin yoğunluğu önemli ölçüde arttı ve terörizm gibi konular üzerine çalışma grupları kuruldu. Ancak bildiğim kadarıyla, bu çalışma grupları son zamanlarda pek aktif değildi ve kamuoyunda büyük ilgi çekmedi. İkili ilişki yoğunluğu doğal olarak azaldı. Finlandiya’da Türkiye’nin Finlandiya ve İsveç’in NATO üyelik süreçlerini kendi amaçları için kullanmasının her iki ülkenin ulusal güvenliğini tehlikeye attığı yönünde bir duygu var. Bununla birlikte, Finlandiya ve Türkiye’nin – her ikisi de önemli kara kuvvetlerine sahip olan ülkeler – ittifak içinde önemli çıkarları paylaşabileceği de kabul ediliyor.

Finlandiya’nın şu anda ana dış politika ve güvenlik gündemi nedir?

Mevcut gündem, Finlandiya’nın NATO içinde yerini sağlamlaştırmak ve NATO’nun planlama, komuta yapısı ve kuvvet yapısına entegrasyonunu sağlamak üzerine odaklanıyor. Helsinki ayrıca ABD, İngiltere, Norveç ve İsveç gibi önemli müttefiklerle ilişkilerini yoğunlaştırıyor. Ayrıca, Ukrayna’yı desteklemek yüksek derecede bir öncelik.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Kendimizi ilk günden itibaren savaşmaya hazır hale getiriyoruz’

Yayınlanma

Estonya Savunma Bakanlığı’nın eski Washington Temsilcisi Nele Loorents Harici’ye konuştu:  “Hükümetin önümüzdeki dört yıl boyunca savunmaya en az %3’ten fazla harcama yapma taahhüdü var. Estonya şu anda Avrupa’da en büyük mühimmat tedarikçilerinden biri. Bölgedeki olası çatışmalara karşı hazırlıklı olmak için kendimizi ilk günden itibaren savaşmaya hazır hale getirmek istiyoruz.”

Estonya Savunma Bakanlığı’nda uzun süreli bir kariyere sahip olan Nele Loorents, 2017-2021 yılları arasında da Estonya’nın NATO Daimi Temsilciliği’nde Savunma Müşavir Yardımcısı olarak görev yapmıştır. Devlet görevlerinin ardından savunma uzmanı olarak kariyerine devam eden Loorents, savunma yatırımları, savunma politikası ve planlaması alanlarında uzmanlık ve danışmanlık yapmaktadır. Loorents alanındaki çalışmalarına 2023’ten beri Estonya merkezli Uluslararası Savunma ve Güvenlik Merkezi (ICDS) adlı düşünce kuruluşunda devam etmektedir.

Nele Loorents, Estonya’da ICDS ofisinde gazeteci Dr. Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı.

‘Rusya’dan tamamen kopup Batı’ta entegre olabilmek için çok çalıştık’

Savunma bakanlığında 23 yıldır çalışıyorsunuz ve Sovyet sonrası dönemi ve şu anki durumu kıyaslayabiliyorsunuz. Tüm bu yıllar boyunca Estonya’nın savunma politikasında tanık olduğunuz dönüşümün özetini kısaca anlatabilir misiniz? Diğer Baltık ülkeleri hakkında da konuşabilirsiniz çünkü komşularınızla benzer deneyimlere sahipsiniz.

Bence bizim perspektifimizden gerçekten önemli olan şey, bağımsızlığımızı kazandığımızda, Rus mirasından tamamen kopmamızın çok önemli olduğuydu. Her şeye sıfırdan başladık. Savunmamızı tamamen Batı ordularına daha uygun olacak şekilde yeniden yapılandırdık. Elbette ilk günden itibaren hem NATO’ya hem de AB’ye katılma konusunda büyük bir kararlılığımız vardı, çünkü Estonya gibi küçük bir ulus için ve diğer Baltık devletleri için daha büyük organizasyonlara üyelik kazanmanın hayati ve varoluşsal olduğunu anladık. Bu yüzden bağımsızlığımızın ilk yıllarında NATO ve AB’ye katılabilmek için çok çalıştık. Tüm işlerimizde oldukça muhafazakardık. Farklı organizasyonların belirlediği tüm gereklilikleri ve kuralları takip etmeye çalıştık. Ekonomik olarak, bağımsızlığımızın ilk yılları en kolay yıllar değildi, özellikle her şeye sıfırdan başladığımız için. Ama aynı zamanda üniversitelerden yeni mezun olmuş ve zaten Batı zihniyetine sahip olan genç bir nesli liderliğe getirmek için büyük bir fırsatımız vardı. Bu yüzden, mevcut sistemi değiştirmek zorunda kalmamamız ve toplumu, geleceğimiz ve uzun vadeli bağımsızlık çabalarımız için en faydalı olacağını düşündüğümüz şekilde inşa edebilmemiz bize çok yardımcı oldu.

‘Hükümetin savunmaya önümüzdeki dört yıl boyunca en az %3’ten fazla harcama yapma taahhüdü var’

Orta Avrupa ülkeleri ve ötesinde, Rusya ile sınırı olan Avrupa ülkeleri mecazi olarak bir tür tampon bölge konumunda kalıyor. Bu durum, uzun yıllar savunma danışmanı olarak sizi kişisel olarak nasıl hissettiriyor? Ve politikalarınızı nasıl etkiliyor?

Tampon bölge derken ne demek istiyorsunuz?

Örneğin Ukrayna bu pozisyonda çünkü Rusya Ukrayna’ya NATO’ya yaklaşmamasını söyledi. Ukrayna bunu dinlemedi ve şimdi durum bu. Avrupa ve Rusya arasında tampon bölge olmak gibi. Aynı anda hem korkuyorsunuz hem de cesur olmak istiyorsunuz ama sonucu bilmiyorsunuz.

Bu doğu kanadını tampon bölge olarak adlandırmanın doğru kelime olup olmadığından emin değilim. Ama neyse, Rusya her zaman komşumuz oldu. Ve Rusya’nın hırsları veya genel olarak tarihi olarak iddia edilen bölgelerine yönelik politikaları konusunda herhangi olumlu bir şey hissetmedik. Şimdi ve sonra, Rus politikacılar Baltık devletlerini hala büyük Rus imparatorluğunun tarihi bir parçası olarak gördüklerini söylüyorlar. Ve Rusya’nın Baltık devletlerini kendi etki alanında tutma ilgisi her zaman oldu. Bu her zaman böyleydi. Rusya’nın bize karşı tutumunda herhangi bir değişiklik olacağını hiç düşünmedik. Ve savunmamızı, ülkemizi bağımsız olarak savunmaya hazırlıklı olacak şekilde geliştirdik. Örneğin Estonya’nın savunmaya ne kadar yatırım yaptığı yıllar boyunca çok belirgin oldu. Estonya 2015’ten beri savunmaya NATO kriterlerine tam olarak uyan %2’den fazla yatırım yaptı. Ama bu, Kırım olayından sonraki yıldı. Bu yüzden duruma çok ilgili terimlerle hemen tepki vermeye başladık.

Ve bu, Başbakan Kallas döneminde gerçekten arttı. Evet. Ve şimdi, Ukrayna’nın tam ölçekli işgalinin son iki buçuk yılı içinde, savunma bütçemizi daha da artırma kararı aldık. Şu anda seviye %3.2 civarında. Hükümetin önümüzdeki dört yıl boyunca en az %3’ten fazla harcama yapma taahhüdü var. Ve bence daha da önemli olan şey, bu parayla ne yaptığınız.

Bu bütçeyi nasıl dağıtıyorsunuz?

Biz, savunma bütçesinin neredeyse yarısını tedarik ve yeni yetenekler geliştirmeye harcıyoruz, bu bence NATO terimleriyle muhtemelen en yüksek yüzde.

‘Estonya şu anda Avrupa’da en büyük mühimmat tedarikçilerinden biri’

Savunma malzemelerini temin ettiğiniz başlıca ülkeler hangileri?

Birçok farklı ortak var. Daha büyük yetenekler, orta ve uzun menzilli ateşler gibi şeyler hakkında konuşursak, o zaman elbette ABD’den HIMARS sistemlerini, Almanya’dan IRIS-T sistemlerini temin ediyoruz. Tüm Avrupa genelinde mühimmat temin etmek için oldukça fazla ortak var. Estonya şu anda Avrupa’da en büyük mühimmat tedarikçilerinden biri, bu bizim ne kadar küçük olduğumuzu göz önünde bulundurursak şaşırtıcı gelebilir. Ama dediğim gibi, gerçekten hazırlıklı olmak istiyoruz ve kolektif savunmaya ve 5. Maddeye gerçekten inanıyoruz. Ama aynı zamanda, en kötü senaryoda, bir zaman faktörü olduğunu anlıyoruz. Temelde, Müttefik kuvvetlerin herhangi bir türden takviyesi biraz zaman alır. Bu yüzden, bölgedeki olası çatışmalara karşı hazırlıklı olmak için kendimizi ilk günden itibaren savaşmaya hazır hale getirmek istiyoruz. Bölgesel savunmamıza çok yatırım yapıyoruz. Ayrıca son yıl boyunca savaş zamanı hazırlığımızı oldukça önemli ölçüde artırdık. Şu anda yaklaşık 40.000 asker rezervi var. Çok sayıda tatbikat devam ediyor, çok sayıda ani vergi tatbikatı devam ediyor. Toplumun direncini artırmak için genel toplumsal yaklaşıma çok fazla çaba sarf ediliyor. Bu yüzden, bölgemizde bir şey olursa hazırlıklı olmak için şu anda gerçekten önemli bir çaba var.

‘Sovyet döneminden hatıra eski anıtları kaldırdık, bazı etnik Ruslar hala özel günleri kutlamak için bu yerlere gidiyordu’

Nüfusunuzun yüzde kaçı Rus? Sorum, Rusya ile olası bir çatışmaya nasıl tepki verecekleri. Çünkü onların kökeni Rusya ve diğer tüm ülkelerde olduğu gibi Ruslar var. Bu politikayı nasıl yönetiyorsunuz? Onlar Estonya vatandaşı ama Rus, yani tatbikatlara katılıyorlar mı? Rus kökenli vatandaşların yükselen tansiyona tepkisi hakkında halka açık bir anketiniz var mı?

Sanırım şu anda nüfusumuzun yaklaşık %30’u etnik Rus. Birçoğu Estonya toplumuna çok iyi entegre olmuş durumda, bu yüzden bu soru etnik Rusların çoğunluğu için geçerli değil. Ancak, hala Rusya yanlısı mentalitesi olan bazı bölgeler var.

Evet, örneğin Estonya’nın kuzeydoğu kesiminde, nüfusun çoğunluğunun Rus olduğu bir bölge var. Hükümetin son iki yılda yaptığı pek çok farklı adım, etnik Rus nüfusumuz üzerindeki olası Rus hibrit etkisini azaltmak içindi. Rus ve Sovyet dönemlerinin hatırası olan bazı eski anıtları kaldırdık ve bazı insanlar hala özel günleri kutlamak için bu yerlere gidiyordu.

Ve görünen o ki, nüfusun veya etnik Rus nüfusun tepkisi beklenenden daha az oldu. Daha fazla huzursuzluk bekleniyordu, ancak çok az oldu. Bunun nedenleri hakkında spekülasyon yapabiliriz. Ama sanırım nedenlerden biri, özellikle genç neslin, gerçekten Moskova yaklaşımını takip ediyorlarsa bununla etkilenebileceklerini anlamasıdır. Ukrayna’da savaşanlar arasında olabilirler veya Avrupa’da eğitim veya çalışma fırsatları sınırlı ya da tamamen kesilebilir.

Dolayısıyla, genç nesil daha çok Batı’ya yöneliyor ve bu Rus siyasi yaklaşımından daha fazla kopmaya çalışıyor. Ve sanırım yaşlı nesil artık seslerinin pek duyulmadığı bir yaşa geliyor. Muhtemelen bu durumlardan biridir.

‘Nüfusumuzun %5’inden fazlası Ukrayna’dan gelen mülteciler’

Önceki soruya dönersek, bütçenizin dağılımını sormak istiyorum ve çeşitli farklı kaynaklara sahip olduğunuzu söylediniz. Türkiye bunlardan biri. Baykar ile İHA’lar konusunda çalışıyordunuz. Baykar, Ukrayna’da çok etkili oldu, Zelenski hükümetine İHA sağlayarak destekleri övüldü. Baykar ile olan ilişkinizin seviyesi nedir?

Şu anda tam olarak tedarik yetkilisi olmadığım için, farklı işletmelerle ilişkilerin ne kadar yakın olduğunu gerçekten bilmiyorum. Ama biliyorum ki, Savunma Bakanlığımızda ve tedarik organizasyonumuzda, tüm NATO müttefikleri ile gerçekten yakın ilişkiler var. Türkiye de kesinlikle daha fazla işbirliği fırsatı bulmaya çalıştığımız ülkelerden biri.

Estonya nüfus dağılımı açısından şu anda Ukraynalı mültecilerin seviyesi de oldukça önemli, çünkü nüfusumuzun %5’inden fazlası Ukrayna’dan gelen mülteciler. Sokaklarda, mağazalarda ve okullarda yürürken de görülebileceği gibi, Estonya şu anda bu insanları toplumumuza entegre etmek için oldukça fazla çalışma yapıyor, çünkü Ukrayna’daki bu korkunç durumun nasıl sonuçlanacağını gerçekten bilmiyoruz.

‘NATO kuvvetleri Suwalki’de herhangi bir senaryoya hazırlıklı’

Suwalki Koridoru hakkında konuşmak istiyorum. Baltık ülkeleri için, sizin için, Litvanya ve Letonya için de bu kritik bir konu. Kaliningrad yakınlarındaki Suwalki’yi Politico dergisi “dünyanın en tehlikeli yeri” olarak nitelendirmişti. Rus yetkililer Suwalki’den bahsetmiyorlar. Sadece Belarus’tan Lukashenko bir kez Suwalki Koridoru hakkında bir şeyler ima etti. Ama Rusya’dan bir şey duymuyoruz. Neden Baltık ülkeleri için bu konu gündemin en üstünde? Evet, bir gerçek var, ama bununla ilgili bir argüman yok. Bu tartışma nereden geliyor?

Estonya için belki de bu Suwalki problemi, Litvanya ve Polonya’daki kadar her zaman daha az önemli olmuştur çünkü gerçekten onların sınır çizgisindedir. Ve elbette, Suwalki problemi veya bu zorluk, Belarus’un dahlini de içerir. Bu, gerçekten Rusya’nın Belarus işbirliğinden veya kaynaklarından yararlanması gerektiği anlamına gelir.

Bu konuda bazı sorular olabilir. Ancak son iki yılda bu sorunda önemli değişiklikler oldu çünkü NATO önemli kararlar aldı, aynı zamanda ulusal gelişmeler de bu sorunu ele alıyor. Bu zorluğu hafifletmek için çok önemli olduğunu düşündüğüm birkaç şeyi belirtmek istiyorum.

Her şeyden önce, müttefik varlığı meselesi. Madrid’de, NATO’nun gerekli tüm devletlerde, tugay seviyesine kadar varlığını artıracağına karar verildi. Ve şimdi, Litvanya’da bir tugay, Letonya’da bir tugay olacağına karar verildi ve elbette daha fazla varlık, hemen tepki verebilmek için daha fazla güç anlamına gelir. Bu nedenle, Suwalki Koridorundan geçecek kadar kara kuvvetlerini güçlendirmenize gerek yoktur, eğer sadece muharebe gruplarınız varsa. Bu ilk şey.

Kararlaştırılan ikinci şey, tüm Baltık devletlerinde bu yeni NATO komuta yapısının kurulması ve komuta yapısı seviyesinin bölgesel boyuttaki komuta yapı karargahına indirilmesiydi. Bu, temelde, tüm kuvvetlerin ilk günden itibaren yerinde olmasına gerek olmadığı, ancak kriz durumunda tüm gerekli kuvvetleri güçlendirebilen çalışır bir komuta yapısının yerinde olduğu anlamına gelir. Ve üçüncü şey, belki de en kritik şey, Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya katılımıdır. Bu, temelde Baltık Denizi’nin daha çok bir iç NATO denizi gibi kapanmasını sağlar.

Ve NATO’nun hava ve deniz varlıklarıyla Baltık bölgelerine hızla hareket etmemizi sağlar, eğer ihtiyaç duyulursa. Bu nedenle, kara kuvvetlerini Suwalki Koridoru’ndan geçirmek için bir sıçrama olsa bile, bu boşluğu hava kuvvetleri, deniz kuvvetleri gibi diğer varlıklarla kapatabilirsiniz ve bu muhtemelen azaltır…

Bence bunlar en önemli üç karar. Ve dördüncü şey, NATO unsuru ile doğrudan ilişkili olan yeni bölgesel planlar. Ve planların kendileri kısıtlı ve orada neyin kararlaştırıldığı konusunda tam görünürlüğümüz yoksa da, Suwalki senaryosunun da oynandığından oldukça eminim.

Ve gerçekten, Suwalki’de bir sorun durumunda harekete geçmek için yerinde yapılar var, bu tür bir yaklaşma olursa. Yani bunlar NATO terimleriyle dört şey. Ancak, dediğim gibi, ulusal bir yaklaşım da var ve Estonya şu anda kendi savunmamıza çok yatırım yapıyor.

Uzun menzilli ateşlere; füzeler ve roketlere yoğun yatırım yapıyoruz. Ve amaç aslında düşmanı ülkemizin dışında tutmak, sınırı geçme fırsatı vermemek..

Rusya ile onaylanmamış bir sınır anlaşmanız da var, değil mi? Bu konuda konuşabilir misiniz?

Anlatacak çok şey yok. Henüz imzalamadığımız bazı detaylar var. Ancak bence önemli olan şey, geçen yıl Estonya ve diğer tüm Baltık devletlerinin sınır hattını güvence altına almak için çok çaba sarf ettiğidir. Bu yüzden gerçekten Rusya ile olan sınırımızı çitle çevirmekteyiz. Sınırda çitler inşa ediyoruz, herhangi bir durumda hazırlıklı olmak için. Ve bence gerçekten önemli olan bu.

Yani evraklar önemli değil. Sınır orada zaten. Onaylanmadı, ama uyguluyoruz. Hala uyguluyoruz ve sınırın nerede olduğu konusunda net bir anlayış var.

Suwalki ve sınır meselesi dışında, Estonya risk veya tehlike olarak neyi görüyor?

Yani, Rusya açıkça bir tehlike. Rusya tehdit edebilir. Bu konuda hiçbir tartışma yok. Ve Estonya’nın durumunda, elbette Rusya ile olan kara hattı diğer Baltık devletlerinden çok daha kısa, çünkü sınırda Peipus gölü var. Finlandiya kuzeyde ve arada büyük bir deniz var. Ancak doğu sınırında bu büyük gölün olması, birliklerin nasıl hareket ettiğini görmemize daha fazla olanak sağlıyor. Dolayısıyla, gerçekten Rusların kara terimleriyle sınırı geçebileceği sadece birkaç yer var. Ve bu açıdan bakıldığında, bu noktaları sınırımız boyunca kara hattına sahip olmaktan daha fazla kontrol etme fırsatı veriyor.

Eski Başbakan Kaja Kallas’ın Avrupa Birliği’nde dış politika yönünü veya bu önlemleri, tedbirleri nasıl değiştireceğini düşünüyorsunuz? Tüm bu tehditlerle ve Rusya deneyimi ile, Estonya için uluslararası alanda bu çok önemli bir rol. Sizce bu yeni görev ne getirecek?

Gerçekten, bu benim kişisel görüşüm, bu görevden dolayı Avrupa Birliği’nde büyük bir değişiklik olmayacak. Çünkü Kaja Kallas ve onun yaklaşımı, Başbakan olduğu yıllar boyunca çok net ve belirgin oldu. Uluslararası alanda, onun durum değerlendirmesi çok yüksek bir değere sahip oldu.

Dolayısıyla, Avrupa Birliği’nin seyrini herhangi bir şekilde değiştirmesi gerektiğini düşünmüyorum çünkü zaten Avrupa Birliği’nde uygulanmakta olan birçok Estonya girişimi var. Bu girişimler birçok açıdan uygulanma aşamasında.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Birleşmiş Milletler Batılı çıkarlar doğrultusunda hareket ediyor’

Yayınlanma

Eski Birleşmiş Milletler Filistin Özel Raportörü Prof. Richard Falk Harici’ye konuştu: “BM, en tehlikeli, en büyük devletlerin uluslararası hukuku ve uluslararası kurumları görmezden gelme özgürlüğünü bir araya getirmek için tasarlanmış bir örgüttür. Soykırımı durduracak donanımda değil.”

ABD’deki Princeton Üniversitesinde Uluslararası Hukuk Uzmanı ve eski Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Raportörü siyaset bilimci Prof. Richard Falk, İsrail’in Gazze saldırıları, Birleşmiş Milletler’in rolü ve uluslararası kurumlardaki reform tartışmaları üzerine gazeteci Dr. Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı.

‘BM soykırımı durdurmak için donanımlı değil’

Gazze konusunda, Birleşmiş Milletler şu an oldukça umutsuz görünüyor. Peki, Birleşmiş Milletler’in yasal kurumlarının kararlarına rağmen Gazze’deki katliamları önleyememesinin nedeni nedir? Veto hakkı uluslararası adaleti zayıflatıyor mu?

Bence Birleşmiş Milletler’in veto hakkına sahip büyük ülkelerin itiraz ettiği bir durumda bir soykırımı durdurmak için donanımlı olmadığı oldukça açık. Bir anlamda, Birleşmiş Milletler, devletlerin korunmasını ve en tehlikeli, en büyük devletlerin uluslararası hukuku ve uluslararası kurumları görmezden gelme özgürlüğünü bir araya getirmek için tasarlanmış bir örgüttür. Eğer güçlü bir Birleşmiş Milletler istemiş olsaydık, veto hakkını vermek için hiçbir neden olmazdı, özellikle de Gazze’deki soykırım gibi durumlarda harekete geçebilecek bir Birleşmiş Milletler.

Uluslararası hukuku belirleme konusunda en saygın organ olan Uluslararası Adalet Divanı, İsrail’e soykırıma katkıda bulunan politikaları bırakmasını emreden çok net emirler vermiştir. Ancak İsrail bu emirleri dikkate almamış ve hiçbir şekilde uymamıştır. Ve bu, liberal demokrasiler, özellikle de Amerika Birleşik Devletleri tarafından desteklenmiştir, ki ABD, Uluslararası Adalet Divanı’na yapılan Güney Afrika şikayetinin yasal bir dayanağı olmadığını söylemiştir.

Bu durum, Birleşmiş Milletler içinde ve uluslararası yaşamın normatif yapısı içinde jeopolitikanın baskın olduğunu gözler önüne seriyor. En güçlü ülke, yanlış yapan ülkeyi koruduğunda Birleşmiş Milletler harekete geçemez.

‘BM kararları çifte standartlı’

Bu noktada bahsettiğiniz ülke ABD, değil mi? Öyleyse sormam gerekiyor, ABD ve müttefikleri uluslararası hukuktan muaf mı? Örneğin, Gazze’deki katliamlar İsrail değil de başka bir ülke tarafından gerçekleştirilmiş olsaydı, Birleşmiş Milletler şimdiye kadar en azından o ülkenin liderlerine yaptırım uygulardı. Bir şeyler yaparlardı. Libya gibi başka ülkelerde bunun bir örneğini gördük, orada soykırım bile söz konusu değildi, ama Birleşmiş Milletler kararları çok hızlı bir şekilde uyguladı. Peki Gazze’de ne kadar insanın ölmesi gerekiyor ki Birleşmiş Milletler yaptırım uygulasın ya da somut bir adım atsın?

Birleşmiş Milletler, herhangi bir net kriter vermeyi reddediyor ve stratejik çıkarlarını takip ediyor. Rusya Ukrayna’ya saldırdığında, Birleşmiş Milletler’in uluslararası hukuk perspektifinden Rus saldırısını kınamakta hiçbir sorunu yok. İsrail Gazze’ye çok daha vahşi bir şekilde saldırdığında, stratejik çıkarları Birleşmiş Milletler’in destek vermekten başka bir şey yapmasını engelliyor. Çifte standart var ve uluslararası hukuk, düşmanlara ve rakiplere karşı kullanılan bir politika aracı haline geliyor. Ancak, suçlamaların hedefi bir dost ya da müttefik olduğunda, bu durum uluslararası hukukun temel ahlaki özünü, yani eşitleri eşit olarak muamele etme ilkesini zayıflatıyor. Çifte standartlar olduğunda, tam tersi bir durum yaratıyorsunuz—eşitleri eşit olmayan şekilde muamele ediyorsunuz—ve bu, normatif düzenin yapısı tarafından mümkün kılınıyor.

Bu sorun İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıktı, sadece Birleşmiş Milletler’de değil, Japon ve Alman savaş suçlularının yargılandığı davalarda da. Sadece kaybedenlerin suçları ele alındı; kazananların suçları, örneğin Hiroşima ve Nagasaki’nin bombalanması, hiçbir şekilde hesap vermekten muaf tutuldu. Bu, dünyanın siyasi olarak organize edilme şeklindeki temel bir eksikliktir.

‘Reform, uzun ve zorlu bir yol’

O halde, Birleşmiş Milletler merkezli uluslararası sistemin artık iflas ettiğini söyleyebilir miyiz? Daha adil bir uluslararası sistem için ne yapılmalı? Birleşmiş Milletler reforme edilebilir mi, yoksa yeni çok taraflı kurumlara mı ihtiyaç var?

Birleşmiş Milletler, Batılı çıkarlar perspektifinden iflas etmiş değil; tam olarak ondan beklenenleri yapıyor. Onu etkili kılacak yetenekler ve fonlar kasıtlı olarak engellendi. Reform baskısı, bu hükümet politikalarına meydan okuyan insanlardan gelmelidir. Bu, Gazze krizinde bir dereceye kadar gerçekleşiyor. Protesto hareketleri, uluslararası hukukun güçlüler kadar zayıflara da evrensel olarak uygulandığı bir dünya arayışında. Ancak, bu uzun ve zorlu bir yol ve beklentileri çok erken yükseltmemek gerekir.

Bir diğer önemli nokta ise, küresel güvenlik ve savaş-barış alanı dışındaki uluslararası hukukun, uluslararası ekonomik ilişkiler, turizm, diplomasi, yabancı diplomatların muamelesi ve Antarktika ile uzayın düzenlenmesi gibi birçok alanda oldukça etkili ve saygı duyulan bir sistem olmasıdır. Karşılıklı çıkarların ortak bir yasal çerçeveyi desteklediği birçok alan var, ancak stratejik çıkarların uluslararası hukuka aykırı politikaların peşinden gitmeyi içerdiği yerlerde bu mevcut değil.

‘Netanyahu’nun Kongre’de ağırlanması hayatımdaki en utanç verici olaylardan biri’

Gazze’de olup bitenlerden sorumlu olanlardan biri olan Netanyahu, ABD Kongresi’nde dakikalarca ayakta alkışlandı. İnsanlar onu alkışladı, kongre üyeleri sıraya girip elini sıkmak ve onu tebrik etmek için bekledi. Bu, uluslararası toplumdan eleştiriler aldı ve Kongre üyelerinin büyük çoğunluğunun böyle bir savaş suçlusunu desteklemesi korkutucu bir sahne olarak yorumlandı. Netanyahu’nun ziyaretinde ABD Kongresi’ndeki havayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Belirtmek gereken bir şey, Demokratların yarısının Netanyahu’nun konuşmasını ve konuşmasını boykot etmesidir. Başkan Yardımcısı Harris de katılmadı. Genellikle böyle oturumlarda Kongre’ye başkanlık eder ama bunu yapmamayı tercih etti. Ayrıca Washington sokaklarında çok güçlü protestolar vardı, bunlara on binlerce insan katıldı, birçok Yahudi de “Barış İçin Yahudi Sesleri” bayrağı altında protesto etti. Ancak, bu davet ve Kongre üyelerinin performansı, hayatımda tanık olduğum en utanç verici olaylardan biri. Bir Amerikalı olarak, bir soykırım faillerinin ulusal bir kahraman olarak karşılanmasının ve kutlanması gereken biri olarak muamele görmesinin, hapse atılmak ya da cezalandırılmak yerine kutlanmasının, ulusal bir utanç olduğunu düşünüyorum. Bu, ABD’nin liberal bir demokrasi olarak iddialarıyla tamamen çelişen bir durumdur. Liberal bir demokrasinin belirli değerlere sahip olduğu varsayılır ve bu değerlerden biri de soykırımsal davranışların reddedilmesidir.

‘Haniye suikastı, ateşkes müzakerelerini bozmayı ve İran’ı karşılık vermeye kışkırtmayı amaçlayan bir eylem’

Hamas lideri İsmail Haniye’nin İsrail tarafından suikasta uğramasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu suikast İran’a İsrail’e karşılık verme hakkı tanımıyor mu? Uluslararası hukuk bu senaryo hakkında ne der?

Burada uluslararası hukukun bu konudaki geçerliliğini net bir şekilde açıklamak zor çünkü bu konuda net bir emsal yoktur, ancak siyasi suikastların izin verilmeyen bir taktik olduğunu söylemek yeterlidir. Özellikle bir yabancı lider başka bir ülkeyi ziyaret ederken. Bu durumda, Haniye bir ateşkes müzakerecisiydi ve bu, açıkça ateşkes müzakerelerini bozmayı ve İran’ı bir şekilde karşılık vermeye kışkırtmayı amaçlayan bir eylemdi. Bunu ya İsrail’in devasa bir hata olarak düşünmek ya da savaşı genişletmek için kasıtlı bir provokasyon olarak değerlendirmek zorundasınız. Bu, Hamas’tan ve Gazze’den dikkatleri uzaklaştıracak ve İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısında birçok seviyede yenilgiye uğradığını örtbas edecek bir girişim olabilir. İsrail, dünya genelinde kendi itibarına zarar verdi, sivil toplumun İsrail’in yanlışlarını ciddi şekilde ele almasına yol açtı ve bu, Güney Afrika’daki apartheid karşıtı harekete benzeyen bir durumu tetikledi. Hamas, bu soykırımsal kampanyadan önce olduğundan daha güçlü bir şekilde ortaya çıktı. Netanyahu, savaşı sürdüremezse iktidardan düşeceğini biliyor, bu nedenle bu, ABD ve Avrupa ülkelerini Ortadoğu’daki hâkimiyet mücadelesine dahil etme çabasıdır ve İran, İsrail’in ABD’yi savaşmaya dahil etmeyi umduğu ana düşmandır.

‘Körfez hanedanları kendi istikrarıyla meşgul’

Arap ülkeleri, özellikle Körfez ülkeleri, 7 Ekim’den önce İsrail ile normalleşme sürecindeydiler ve bu süreç, Trump’ın danışmanı Kushner’in Ortadoğu’daki girişimiyle devam ediyordu. Gazze’de olanlar karşısında ciddi bir tepki vermediler, direnişi teşvik etmediler, uluslararası hukuk çağrısında bulunmadılar. Sadece basitçe Gazze’de olanları kınadılar. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu ülkelerin ateşkesten ya da savaştan sonra İsrail ile ilişkilerini normalleştirmesi mümkün mü?

Körfez hanedanları ve otokratik liderler kendi istikrarlarıyla meşguller ve Hamas gibi hareketleri, İsrail gibi bir hükümetten daha tehdit edici görüyorlar. Halk, bu ülkelerin Gazze’de olanlara daha güçlü bir tepki vermesini isterdi, ancak tepki verenler hükümetler değil; Husiler ya da Hizbullah gibi hareketlerdi ve bu tür hareketler bu hanedan liderlerinin korktuğu hareketlerdir. Bu durum Batı için de geçerli, halk Filistin mücadelesine daha fazla sempati duyuyor, ancak hükümetler, kendi hırsları ve gerçekten demokratik siyasi hareketlerden duydukları korkularla ilgili politikalar izliyorlar. Bu hükümetler, İsrail’in yenilmesindense Hamas’ın yok edilmesini tercih ediyorlar.

‘Siyonist hareket dünya genelinde hükümet politikalarını ve politikacıları etkilemek için stratejik yerlerde konumlanmıştır’

İsrail, Gazze ve Batı Şeria’da katliamlar yaparken yerleşim genişlemelerine de devam ediyordu. 7 Ekim’den önce Batı Şeria’da 10-20 kat daha fazla yerleşimci vardı. İsrail, her şeyin 7 Ekim’de başlamış gibi görünmesi için başarılı bir PR kampanyası yürüttü, oysa bu olaylar zaten vardı. İsrail’in Batı’da demokratik bir ülke olarak ayrıcalıklı konumunu ve kendi söylemini bu şekilde yaymasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

İsrail, kamuoyu söylemini kontrol etmenin kendi çıkarları için kritik olduğunu baştan beri anladı ve bu sonuca ulaşmak için büyük kaynaklar ayırdı. Siyonist hareket, dünya genelinde hükümet politikalarını ve politikacıları etkilemek için stratejik yerlerde konumlanmıştır. ABD Kongresi bunun iyi bir örneğidir, burada birçok İsrail yanlısı kongre üyesini finanse ederler ve Filistin’e sempati duyan ya da İsrail’i eleştiren adayların yenilmesi için milyonlarca dolar harcarlar. Bu, kamuoyu söyleminin çok sofistike bir manipülasyonu ve aynı zamanda bir devlet propagandası biçimidir, ve bu, Filistinlilerin güçlü bir karşı anlatı geliştirememesi nedeniyle olumlu karşılanır. Siyonist lobi, kendi söylemlerinin kabul edilmesini sağlamak için yüz milyonlarca dolar harcar, oysa Filistinliler birçok önemli ülkede bu durumu dengeleyebilecek bir şey geliştirememiştir. Bu, İsrail’in başarısının büyük bir bölümünü açıklar.

Filistinlilerin buna yatırım yapacak parası yok. Bunun için bütçeleri yok, değil mi?

Evet. Tabii ki bu doğru. Onlar gerçek bir kurtuluş hareketidir ve sömürgecilik ve bu soykırım fikri, insanların ruh halini değiştiriyor, ancak henüz önemli olan elitlerin ve hükümetlerin ruh hali değişmedi. Soğuk Savaş’ın sonunda, Samuel Huntington medeniyetler çatışmasını öngörmüştü ve Gazze’deki bu çatışma bir tür medeniyetler çatışmasının metaforu gibidir. Sadece Batılı ülkeler, eski sömürgeci Avrupa ülkeleri ve hatta Kuzey Amerika, Britanya sömürge imparatorluğundan kopmuş bir ülke olarak İsrail’i destekliyor, oysa bu ülkeler apartheid uygulamış ve apartheid yeterli olmadığında toplumlarını kontrol altına almak için soykırımsal yöntemlere başvurmuşlardır. Bu ülkeler, liberal iddialarıyla çelişen çelişkileri görmezden geliyorlar. İsrail, Güney Afrika’nın apartheid sistemini savunmada kamuoyunu yeterince etkilememe başarısızlığının farkındaydı ve kendi kaderlerinin de aynı şekilde sonuçlanmasına izin vermemeye kararlıydılar.

‘UAD tavsiye kararında, yasa dışı yerleşimler de dahil tüm işgalin yasa dışı olduğu açık’

Son bir nokta: İsrail, kamuoyu söylemine büyük yatırım yaptı, bu yüzden başarılı oldu. Bunun en iyi örneklerinden biri “yerleşim”/“yerleşimciler” terminolojisidir, bu, işgal ve işgalcilerin gerçekliğini gizler. Birleşmiş Milletler ve onun Michael Lynk gibi raportörleri, işgalleri yasa dışı ilan etmelerine rağmen bu terminolojiyi kullanmaya devam ediyorlar. Bu söylemi satın almaya devam ediyoruz. Sizce bu söylem değişebilir mi? Uluslararası toplum bu söylemi değiştirmek için ne yapmalı?

“Yerleşimci” ve “yerleşim” terminolojisi, geçici olması gereken işgali yerleşimlerle karşılaştırmanın bir yoludur ve bu yerleşimler, geçici rejime bile aykırıdır. Michael Lynk’in belirttiği gibi, Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’nin 49. Maddesi, 6. Paragrafı uyarınca, işgalci güç, kendi halkını işgal edilen topluma transfer etmeye yetkili değildir. Eğer yerleşimleri kötüleme ve daha karmaşık alternatif terminolojilerle uğraşmadan, net bir şekilde tanımlanan bir sorun olarak ele alırsanız, 1967’den bu yana ele alınan bu sorunu daha açık bir şekilde görebilirsiniz. Yerleşimleri işgalin bir parçası olarak ele almak biraz dikkat dağıtıcı olabilir, ancak Uluslararası Adalet Divanı’nın tavsiye kararına bakıldığında, yerleşimlerin yasa dışı olduğu, işgalin kendisinin yasa dışı olduğu ve sona ermesi gerektiği çok açık bir şekilde ortaya çıktı. Birleşmiş Milletler, tüm devletler ve İsrail, bunu sona erdirme konusunda yasal bir sorumluluğa sahiptir ve bu, tüm işgalin sona ermesi anlamına gelir, bu yerleşimler de dahil.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English