Bizi Takip Edin

Avrupa

NATO’nun genel sekreter adayı Mark Rutte kimdir?

Yayınlanma

Tüm NATO ülkeleri, dün itibariyle ittifakın genel sekreterliği için Hollanda Başbakanı Mark Rutte’nin adaylığı üzerinde anlaştı.

Bu gelişme Romanya Cumhurbaşkanı Klaus Iohannis’in adaylığını geri çekmesinin ardından geldi. Yeni genel sekreterin temmuz ayında ittifakın Washington’da yapılacak zirvesinde resmen göreve başlaması bekleniyor.

Rutte’nin kökeni, eğitimi, mesleki faaliyetleri

Rutte, 14 Şubat 1967’de Lahey’de büyük bir ticaret şirketinin yöneticisi olan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. 1992 yılında Leiden Devlet Üniversitesi Tarih Fakültesi’nden mezun oldu. Unilever şirketinde insan kaynakları yöneticisi olarak çalıştı.

2008 yılında Lahey’deki Jan de Witt Koleji’nde sosyal bilimler alanında öğretim görevlisi oldu.

Siyasi faaliyetleri

Rutte, öğrenciyken liberal Özgürlük ve Demokrasi için Halk Partisi’nin (PPFD) gençlik örgütünü yönetti. 1993-1997 yılları arasında partinin yürütme konseyinin bir üyesiydi.

2002-2004 yılları arasında Çalışma ve Sosyal Güvenlikten Sorumlu Devlet Bakanı ve 2006 yılına kadar NPSD’nin merkezci Hıristiyan Demokrat Temayül’ün (CDA) ortağı olarak katıldığı Jan Peter Balkenende hükümetinde Eğitim, Kültür ve Bilimden Sorumlu Devlet Bakanı olarak görev yaptı.

Rutte, 2003 yılında ilk kez parlamentonun alt kanadına girdi. 31 Mayıs 2006 tarihinde NPD’nin lideri seçildi ve ardından partinin parlamento grubunun başkanı oldu.

Başbakanlık dönemi

2010 parlamento seçimlerinde Rutte, NPD’yi zafere taşımayı başararak 150 sandalyeli parlamentoda 31 sandalye elde etti. Uzun müzakerelerin ardından CDP ile bir koalisyon hükümeti kuruldu.

Rutte, 14 Ekim’de başbakan ve genel işlerden sorumlu bakan olarak görevi devraldı. Nisan 2012’de, bütçe konularında partiler arasındaki anlaşmazlıklar nedeniyle hükümeti istifa etti.

Aynı yılın kasım ayında düzenlenen erken seçimlerden sonra Rutte, bu kez NPD ve İşçi Partisi’nden oluşan yeni bir hükümet kurdu.

Mart 2017 seçimlerinin sonuçları Rutte’yi üçüncü kez başbakanlığa taşıdı (NPD 33 sandalye kazandı). Kabinede ayrıca CDP, Demokratlar 66 ve Hristiyan Birliği de yer aldı.

Söz konusu hükümet, 15 Ocak 2021’de vergi memurlarının binlerce ebeveyni yanlışlıkla dolandırıcılıkla suçladığı ve çocuk ödeneklerini geri ödemelerini emrederek pek çok aileyi borç batağına sürüklediği skandal nedeniyle istifa etmişti.

Mart 2021’de NPSD’nin parlamentoda 34 sandalye kazandığı seçimlerin ardından Rutte dördüncü kabinesini kurdu. Bu kabinede yine CDP, Demokratlar 66 ve Hristiyan Birliği yer aldı.

7 Temmuz 2023’te Rutte, göç politikası konusunda iktidar koalisyonundaki anlaşmazlıklar nedeniyle Kral Willem-Alexander’a istifasını sundu.

Rutte’nin o dönemde lideri olduğu NPD, mülteci akışını azaltma yönünde önlemler geliştirdi ve çeşitli sığınmacı kategorileri için aile birleşimi haklarını sınırladı.

Bu öneri Hıristiyan Birliği tarafından kabul edilemez bulundu. 14 Ağustos 2023 tarihinde Rutte, NPD liderliğini bıraktı. Daha önce partinin adayı olmayacağını ve görev süresi dolar dolmaz siyasetten çekileceğini açıklamıştı.

Rutte, Kasım 2023 seçimlerinin ardından yeni bir kabine kurma müzakereleri ertelendiği için başbakan olarak görev yapmaya devam etti.

Başbakanlığı sırasında ülke, krallığa yerleşen göçmenlerin çocuklarının aileleriyle yeniden bir araya gelmesini yasaklayan bir yasa gibi göç yasalarını sıkılaştırdı.

Hükümeti terörle mücadeleyle ilgili çeşitli yasa tasarılarını parlamentodan geçirdi. Bu tasarılar kapsamında yetkililere, aşırılık yanlısı ve radikal İslamcı olduğundan şüphelenilen şahıslar ile daha önce terör faaliyetlerine karışmış ve çifte vatandaşlığa sahip şahısların vatandaşlıklarını iptal etme yetkisi verildi.

Rutte yönetimindeki hükümet sürdürülebilir enerji gelişiminin yanı sıra konut, çocuk bakımı ve eğitim alanlarında büyük projeler hayata geçirdi.

Rutte, 2014 yılında Ukrayna krizi nedeniyle Avrupa Birliği’nin (AB) Rusya’ya karşı yaptırımlarının uygulanmasını destekledi ve daha sonra bu yaptırımların genişletilmesi ve sıkılaştırılması gerektiğini savundu.

Avrupa

Almanya’nın yeni Kültür Bakanı Wolfram Weimer: Sömürgecilik medeniyet başarısıdır

Yayınlanma

Almanya’da yakında resmen ilan edilecek ‘siyah-kırmızı’ (CDU-SPD) koalisyonunun lideri Friedrich Merz tarafından seçilen yeni Kültür Bakanı, muhafazakâr yayıncı ve gazeteci Wolfram Weimer.

CDU lideri Merz’in uzun yıllardır yol arkadaşı olarak bilinen yeni bakan, daha önce Welt, Cicero, Focus gibi yayınlarda çalışmış ve son olarak kendi yayıncılık şirketi Weimer Media Group’u kurmuştu. Bu şirketin bünyesinde “The European” dergisi de yer alıyor.

Federal Hükümetin Kültür ve Medya Sorumlusu –kısaca Kültür Bakanı– olarak Weimer’in yeni Federal Şansölye tarafından resmi olarak göreve atanması gerekiyor. Friedrich Merz’in 6 Mayıs’ta seçilmesi bekleniyor.

Alman ana akım medyasında Weimer’e yönelik eleştiriler, genelde selefi Yeşil Kültür Bakanı Claudia Roth kadar “kültürel” tecrübeye sahip olmamasına odaklanıyor.

Bununla birlikte yeni bakan, çok daha “radikal sağcı” görüşleri nedeniyle daha yakından incelenmeyi hak ediyor.

Örneğin Weimer, göç tartışmalarının doruk noktasında, Cicero dergisinde “Die Multikulti-Lüge” (Çokkültürlülük Yalanı) başlıklı bir makale yazmış; Das konservative Manifest. Zehn Gebote der neuen Bürgerlichkeit [Muhafazakar Manifesto. Yeni Burjuvazinin On Emri] adlı kitabını “solcular için zehir” olarak tanımlamıştı.

Weimer’in bir başka kitabı ise, Sehnsucht nach Gott. Warum die Rückkehr der Religion gut für unsere Gesellschaft ist [Tanrıya Özlem. Dinlerin Geri Dönüşü Neden Toplumumuz İçin İyi?] başlığını taşıyor.

‘Prusya değerlerine’ dönüş çağrısı

Weimer kendini “orta sınıf adamı” olarak tanımlıyor. Yıllardır AfD ve sağcı popülizme karşı yazılar yazıyor ve konuşmalar yapıyor ve “Liberal, kozmopolit demokrasi benim yuvam. Tutkulu bir Avrupalı olarak milliyetçilik bana yabancı,” diyor.

Ama aynı zamanda, “açıkça liberal muhafazakâr ve orta sınıf değerlerinin savunucusu” olduğunu belirtiyor. Örneğin, “eğitimin kapsamı, düşünce özgürlüğü, özlemin derinliği, estetiğin büyüsü ve şüpheciliğin güzelliği. Ve farklı görüşleri zenginleştirici olarak görme özgürlüğü” ile ilgili olduğunu söylüyor ve “her zaman antisemitizmle mücadeleye kendini adadığını” da ekliyor.

Wolfram Weimer, birkaç yıl önce Muhafazakâr Manifesto adlı kitabında dünya görüşünün temel unsurlarını özetlemişti. Bu kitapta, muhafazakâr ve sağcı çevrelerin klasik değerlerine (aile, vatan, ulus ve gelenek) olumlu atıflar yapıyor, Hıristiyanlığa temel bir önem atfediyor ve eski Prusya erdemlerini (“çalışkanlık, sadakat, itaat, disiplin”) övüyordu.

Weimer, “Alman solu”nun “modası geçmiş olduğu düşünülen Prusya eğitim hedeflerini çöpe atmak ve bunların yerine “eşitlik, özgürleşme ve dayanışma” gibi hedefler içeren yeni bir değerler dizisi koymak istediğinden şikayet ediyor.

Yazara göre bunları uygulamak için, kumarın düzenlendiği ve belirli alanlarda kadınlar için kota uygulanan bir “erdem cumhuriyeti” kuruldu: Weimer, “Kota ve yasaklarla birlikte geliyorlar,” diye yazıyor ve “tüketici ve aile koruyucuları, eşitlik görevlileri ve entegrasyon danışmanları”nın, tıpkı “iyilikseverlerin yüksek rahipleri” gibi davrandığını öne sürüyordu.

Bu fikirlerin, DEI (Çeşitlilik, Eşitlik, Kapsayıcılık) karşıtı politikaları savunan Trump yönetimi ile paralel olduğu görülüyor.

Avrupa kültürü: Hıristiyanlığa methiye

Kültür ve Medya Bakanı, Avrupa’yı “Hıristiyan Batı dünyası” olarak tanımlıyor.

Hatta Muhafazakâr Manifesto’ya göre, “vaftiz belgesi, Avrupa kültürüne giriş bileti”dir; Hıristiyanlıkla bağ ise Avrupa kimliğinin önemli bir bileşenidir.

Buna göre, Alman Romantikler “Avrupa kültür alanını İslamın etkisi altındaki Doğunun zıttı” olarak görüyorlardı. Fakat şimdi, “Hıristiyanlık birkaç yüzyıldır göreceleştirilmiş, mücadele edilmiş ve nihayet terk edilmiştir,” diye açıklıyor Weimer.

Bunu “dini mazoşizm” olarak nitelendiren Weimer, bu yüzden Avrupa’nın “kültürel çekirdek gücünü etkisiz hale getirdiğini,” hatta Kıtanın “birkaç yıldır çöküş sklerozundan” muzdarip olduğunu ileri sürüyor ve Avrupa’nın bir dünya gücü olarak geri dönüşünün pek olası olmadığını hissediyor.

Weimer, daha önce yayınladığı Cicero dergisinde Orta Avrupa ülkelerindeki “kültürel kendini yok etme”yi eleştirmiş ve “eski ulusal içgüdüleri kebapçılar, gayretli göçmenler ve Kanak Almancaya tapınma ile ortadan kaldırmaya çalıştıklarını” söylemişti.

“Kanak Almanca”, Güneydoğu Avrupa, Orta Doğu ve Kuzey Afrika kökenli insanlara yönelik bir etnik hakaret sözü. Bunun yanı sıra işçi sınıfını ve kırsalda yaşayanları tanımlamak için de kullanılır.

“Büyük şehirlerimizde milyonlarca işsiz Müslüman paralel dünyalarda yaşıyor,” diye devam eden Weimer, buradaki durumu “yabancılaşma Halloween’i” olarak nitelendiriyor.

‘Sömürgecilik’ değil, ‘medeniyet başarısı’

Weimer’e göre neden, Avrupa’nın küresel politikada “genişleme gücü” rolünü terk etmiş olması ve şu anda “artık coğrafi olarak genişlememesi.”

Muhafazakâr Manifesto’ya göre, Avrupa’nın “genişleme çağı” 1945’te sona erdi ve toprak bakımından Avrupa başkentlerinin hakimiyetindeki alanlar gittikçe küçülüyor.

Kültür Bakanına göre, son koloni olan Portekiz kontrolündeki Makao 1999’da Çin’e iade edildi. Fakat bu bilgi doğru değil, zira özellikle Karayipler, Hint Okyanusu ve Pasifik’te birçok bölge hâlâ Avrupa devletleri tarafından fiilen sömürge olarak tutuluyor.

Dekolonizasyon ve genel olarak “bu ezici güç kaybı” nedeniyle Avrupa’da “pişmanlık bile duyulmadığını” söyleyen Weimer, Avrupa’nın “600 yıl içinde fethettiği toprakları” kaybettiğine işaret ediyor.

Weimer’e göre, ne yazık ki, Kıtanın “kendi sömürge tarihi” artık sadece “gayri meşru genişleme” olarak sınıflandırılıyor; “dünya fethinde yatan kendi medeniyet başarısı” görmezden geliniyor.

‘Kültürel protesto’ olarak AfD’nin başarısı

Weimer’in AfD ile de uyumlu olduğu veya olabileceği görülüyor. Weimer, bu partinin başarısını “kültürel protesto” olarak sınıflandırıyor: “İnsanlar artık Müslüman erkeklerin sınırsız kitlesel göçünü istemiyor.”

Merkez partilerin bu sorunu çok uzun süredir doğru bir şekilde ele almadığını savunan bakan, bir sonraki federal hükümetin şimdi bunu telafi etmesi gerektiğini söylüyor.

Weimer, federal seçimlerden önce AfD’ye karşı birkaç kez açıkça konuştu, fakat bunu esas olarak partinin NATO ve AB karşıtı bazı sözleri nedeniyle yaptı.

Üstelik AfD söz konusu olduğunda bu tutum da kesin değil:  Partinin bazı kesimleri uzun süredir NATO’da kalmaktan yana. Ayrıca AfD, federal seçimler için hazırladığı programdan AB’den ayrılma (Dexit) talebini de çıkardı.

AfD’nin birçok üyesinin şu anda talep ettiği Avro bölgesinden ayrılma konusunda ise parti lideri Alice Weidel şubat ayında verdiği bir mülakatta bunun için “çok geç” olduğunu söylemişti.

Okumaya Devam Et

Avrupa

Von der Leyen’in daimi savaş ekonomisi planı

Yayınlanma

Yazar

Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in uzun süredir ilmek ilmek dokuduğu bir planı var. Öyle ki, başkanlığının son döneminde hazırlattığı üç raporla zemini çoktan hazırlamış. Bu raporlar, AB’nin önündeki temel sorunları tespit edip çözüm önerileri sunacaktı. Tabii ki, von der Leyen’e sadık isimler tarafından kaleme alınan bu “ısmarlama” çalışmalar, tam da isteneni doğruladı.

Bu raporlardan biri, AB’nin rekabet gücüne odaklanan “Strateji Raporu”. Avrupa Merkez Bankası eski başkanı Mario Draghi tarafından hazırlanan ve Eylül 2024’te von der Leyen ile birlikte Brüksel’de sunulan bu raporun ana mesajı netti: AB iktisadi olarak geri kalıyor ve bu durumu tersine çevirmek için yıllık en az 750 ila 800 milyar avro ek yatırım gerekiyor. Çözüm: AB’nin ortak borçlanmaya gitmesi.

Draghi, milyarlarca avroluk bu kaynağın “ekonomiye” akması gerektiğini, zira AB’nin geride kalmamak için ihtiyaç duyduğu inovasyon hamlesinin ancak bu şekilde mümkün olacağını savundu. Peki bu devasa yatırımın odaklanacağı kilit alanlar neydi? Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, von der Leyen’in favori konuları: Enerji dönüşümü ve savunma sanayii.

Savunma sanayii, AB Komisyonu Başkanı von der Leyen’in özel ilgi alanı olarak biliniyor. Geçen senenin başlarında, AB Komisyonu’nun Avrupa’daki savunma sanayiinin kontrolünü ele alması gerektiğini duyurmuştu. Bu, onun en gözde projelerinden biri. Dolayısıyla, Draghi’nin “Strateji Raporu”nda savunma sanayii için devasa meblağlar talep etmesi ve bu paranın AB Komisyonu tarafından alınıp dağıtılmasını önermesi hiç de beklenmedik değildi. AB’nin militarizasyonu, von der Leyen’in ikinci başkanlık dönemi programının belki de en önemli dayanak noktasıydı.

Bu noktada ilginç bir detay daha var: “Sürdürülebilir fonlar” olarak pazarlanan, genellikle “yeşil” etiketli fonların gelecekte savunma sanayi şirketlerine yatırım yapabilmesi planlanıyor. Zira bu tür yatırımlar artık “sürdürülebilir para yatırımı” olarak sınıflandırılacak. Yani insanlar, iyi ve “yeşil” şirketlere yatırım yaptıklarını sanırken, paraları aslında silahlanmaya akıtılacak.

Ve AB vatandaşlarına yönelik bu yanıltma, şimdi de “Tasarruf ve Yatırım Birliği” (TYB) ile devam ediyor.

Tatlı vaatler

AB’nin yeni “Tasarruf ve Yatırım Birliği” (TYB) projesinin temelinde de bu yatıyor. Draghi’nin talep ettiği gibi ortak borçlanmaya gitmek, bazı AB ülkelerinin muhalefeti nedeniyle, AB vatandaşlarının parasına ulaşmaktan daha zor.

AB Komisyonu, bu planı kamuoyuna şöyle pazarlıyor: Vatandaşların yatırımlarından daha fazla getiri elde etmelerini sağlayacak ve aynı zamanda Avrupa ekonomisini yeniden ileriye taşıyacak bir yatırım aracı oluşturmak istiyorlar. Komisyonun kendi sayfasında bu durum şöyle ifade ediliyor:

“AB, uzun vadeli rekabet gücü, güvenlik ile dijital ve yeşil dönüşümle ilgili stratejik önceliklerini gerçekleştirmek istiyorsa, potansiyelini acilen açığa çıkarmalıdır. TYB, bu çabaların merkezinde yer almaktadır: Tasarrufları daha verimli bir şekilde üretken yatırımlara yönlendiren daha derin, daha likit ve entegre bir AB finansal sistemini desteklemeyi amaçlamaktadır. […] Vatandaşların yaklaşık 10 trilyon avro tutarındaki tasarrufları banka mevduatı olarak tutulmaktadır. Banka mevduatları güvenli ve kolay erişilebilir olsa da, genellikle sermaye piyasalarındaki yatırımlardan daha az getiri sağlar. Dolayısıyla, bu sermayenin potansiyelini tam olarak kullanarak vatandaşlara daha yüksek getiriler sağlaması için önemli bir alan bulunmaktadır.”

Ancak AB’nin resmi sayfalarında, bu işin asıl amacının Avrupalıların tasarruflarını savunma sanayiine aktarmak olduğundan pek bahsedilmiyor. Konunun “savunma” ile ilgili olduğu, sadece bir iki yerde üstünkörü geçiyor; bunun yerine eğitimin, yeşil enerjinin ve benzeri alanların destekleneceği iddia ediliyor.

Son aylarda von der Leyen’in Tasarruf ve Yatırım Birliği’nin (TYB) oluşturulmasını hızlandırma yönündeki baskısı hissedilir oldu. Başlangıçta AB vatandaşlarının yararına, ekolojik ve dijital dönüşümü teşvik etmek amacıyla mali kaynakları seferber etme aracı olarak sunulan bu kampanyanın en endişe verici yönü, yine Brüksel’deki Komisyon’un niyet ve kararlarının eleştirisiz, pasif ve boyun eğen bir şekilde kabul edilmesi.

Yakından bakıldığında, bunun AB tarafından piyasaya sürülen bir başka gündem maddesi olduğu ortaya çıkıyor. Von der Leyen geçmişte kaç tane gündem sundu da sonunda her şey daha da kötüleşti? Mevcut gündem, her zamanki şüphelileri kayırmaya yönelik: En önemli özel ve kurumsal çıkar grupları —başka yerlerde rahatlıkla “oligark” olarak adlandırılanlar— ve her zaman olduğu gibi kolektif çıkarların, kamu yararının ve pek çok AB üyesi ülkenin ulusal çıkarlarının pahasına.

Bu TYB’nin ardındaki niyetleri tam olarak anlamak için, öncelikle gerçekte ne olduğunu açıklığa kavuşturmak lazım. Teoride TYB, “yatırımları, ekonomik büyümeyi ve finansal istikrarı teşvik etmek için tek tek üye devletlerin finansal piyasalarını entegre etme girişimi” olarak sunuluyor. Bu çerçevede TYB’nin, “vatandaşlara ve şirketlere” sınır ötesi finansal ürünlere erişimi kolaylaştırırken aynı zamanda uzun vadeli tasarruf ve yatırımı teşvik edeceği iddia ediliyor.

AB içinde on trilyon avro gibi devasa miktarda para vadeli mevduatlarda tutuluyor ve çok daha fazlası kamu fonları ve yatırım fonlarında bulunuyor. Bu mevduatlar, faydalanıcıları risk sermayesinden hızlı para vaadiyle cezbetmek yerine başka amaçlar için kullanılabilir.

Avrupa Komisyonu’na göre, bu yatırım birliği uzun vadeli tasarruf fırsatlarını “optimize edebilir”, Bireysel Emeklilik İçin Avrupa Kişisel Emeklilik Ürünü (PEPP) gibi ürünleri teşvik edebilir ve AB’nin enerji ve iklim programlarıyla bağlantılı “sürdürülebilir” yatırım fonlarını destekleyebilir. Tüm bu fonlar özel, tam da perde arkasındaki aktörlerin istediği gibi. AB gündemlerinin ortak özelliği, devleti ikincil, minimalist bir role itmek olur, tabii ortaya çıkan maliyetlerin finansmanı söz konusu olmadıkça.

Bu Tasarruf ve Yatırım Birliği ayrıca, yatırımcı koruması için daha kapsamlı ve daha entegre mekanizmalar — iddiaya göre şeffaflığı ve düzenlemeyi güçlendirerek finansal ürünlerin güvenliğini ve risk adaletini sağlamak suretiyle— yaratmayı hedefliyor. Son olarak, bu toplanan, seferber edilen ve dolaşımdaki sermayenin kurumsal finansmanı teşvik etmesi ve küçük ve orta ölçekli işletmelerin (KOBİ) teorik olarak kitle fonlaması (crowdfunding) ve sermaye piyasaları gibi alternatif finansman kaynaklarına erişimini kolaylaştırması bekleniyor. KOBİ’ler her zaman bir gerekçe olarak kullanılsa da, bu tür girişimlerin asıl yararlanıcısı nadiren onlar olur.

Halihazırda planlanan tedbirler var: Örneğin, daha önce bahsedilen PEPP (Paneuropean Personal Pension Product-Avrupa Genelinde Bireysel Emeklilik Ürünü). Bu, kamu emeklilik sistemlerini genellikle karakterize eden nesiller arası dayanışma yükünden arınmış, AB genelinde sunulabilen özel bir güvence ürünü. Ayrıca, yatırımcı korumasını ve piyasa şeffaflığını “iyileştirmeye” yönelik mevzuatın gözden geçirilmesi, finansal teknoloji ve kitle fonlamasının düzenlenmesi (örneğin Patreon gibi bağış toplama platformları), işbirlikçi finansman platformları için uyumlaştırılmış kuralların oluşturulması ve üye devletler tarafından tasarruf ve yatırımı teşvik etmek için vergi teşviklerinin getirilmesi gibi adımlar planlanıyor. Tüm bunlar, daha fazla ürün çeşitliliği, daha iyi yatırım çözümleri, daha yüksek finansal getiriler —çünkü teoride daha fazla rekabet olacak— ve daha fazla güvenlik vaat ediyor, zira uyumlaştırılmış kuralların dolandırıcılık ve mali suistimal riskini azalttığı öne sürülüyor.

Ancak Tasarruf ve Yatırım Birliği’ni, Bankacılık Birliği’nin bir bileşeniyle karıştırmamak gerek. TYB olsa olsa ona bir ekleme. TYB ve AB Bankacılık Birliği, finansal piyasa entegrasyonu ortak hedefini takip etseler de kapsam, mekanizmalar ve ilgili riskler açısından farklılık gösteriyorlar.

Bankacılık Birliği vs. Tasarruf ve Yatırım Birliği

Bankacılık Birliği, merkezi bir denetime (Avrupa Merkez Bankası-AMB), banka iflaslarında ortak kurallara ve finansal istikrara odaklanmaya dayanıyordu. TYB ise, finansal ürünleri uyumlaştırarak, sınır ötesi yatırımlar için vergi teşvikleri sunarak ve kârlılık ile savunma ve yeşil dönüşüm gibi “stratejik önceliklere” daha fazla odaklanarak tasarruf sahiplerini ve yatırımcıları riske yönlendirmeyi amaçlıyor.

“Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer”. Avrupalılar, Ursula von der Leyen yönetimindeki Komisyon’dan ancak tatlı sözler ve arkadan bıçaklanmayı bekleyebilir. TYB’nin asıl sorunları, içerdiği risklerde ve dile getirilmeyen niyetlerde yatıyor. AB, avro krizine yanıt olarak 2014’te oluşturulan Bankacılık Birliği’nin de daha fazla rekabet, istikrar ve mevduat sahibi koruması sağlayacağını vaat etmişti. Fakat pratikte sadece büyük bankaların hakimiyetini pekiştirdi ve Avrupa finans sektöründeki çeşitliliği azalttı, yani vaat edilenin tam tersi oldu.

Bankacılık sektöründeki yoğunlaşma, birleşme ve devralma dalgasıyla arttı. İspanya’da banka sayısı 2008’de 55 iken 2023’te ona düştü. Almanya’da Landesbank’lar, Deutsche Bank ve Commerzbank gibi piyasa devleri karşısında önemini yitirdi. AMB’ye göre 2023 itibarıyla AB’nin en büyük on bankası, finansal varlıkların yaklaşık yüzde 70’ini kontrol ediyordu. Görüldüğü gibi, “batamayacak kadar büyük” efsanesi devam etti. En büyük bankalar çöktüğünde, ilgili devletler onları kaçınılmaz olarak kurtarmak zorunda kalıyor.

Bu sermaye yoğunlaşmasıyla, AB Bankacılık Birliği başka biçimde isimlendirilse daha iyi olurdu. Sonuç olarak rekabet azaldı ve büyük bankalar yeni kurallardan yararlanırken, küçük kurumlar düzenlemeler nedeniyle daha yüksek maliyetlerle ve uluslararası rekabette daha büyük zorluklarla mücadele etmek zorunda kaldı. Bunun neticeleri günden güne cüzdanlara sirayet etti: Tüketiciler için daha yüksek ücretler, KOBİ’ler için daha az kredi imkanı ve yavaşlayan finansal inovasyon, yani yine vaat edilenin tam tersi oldu. Yani, Avrupa genelinde daha önce yaşanan süreçlerin bir deja vu’su.

Özünde Bankacılık Birliği, diğer tüm AB düzenlemeleri gibi, sadece piyasanın büyük aktörlerini kayırdı. Daha katı ve karmaşık düzenleyici sistem —örneğin Basel III— yalnızca büyük bankaların sahip olduğu kaynakları gerektiriyor. AMB yalnızca büyük bankaları denetlerken, küçük bankaları yerel makamlara bırakıyor. Bu durum, örneğin krediye erişimde asimetrilere yol açıyor. En büyük bankalar AMB üzerinden —bazen negatif faiz oranlarıyla— finanse edilebilirken, küçük bankalar daha yüksek faiz oranlarıyla finanse edilmek zorunda kalıyor. Bu sermaye yoğunlaşması, siyasi güç ve lobicilik yoğunlaşmasına yol açarak büyük ile küçük, zengin ile yoksul arasındaki uçurumu daha da derinleştirdi.

Aynı senaryo TYB için de geçerli olabilir mi?

Dolayısıyla, iyi niyetle tahmin edilebilir ki, TYB sonucunda da tam olarak aynı şey yaşanacak. Her iki teşebbüs de aynı sakat mantığı yansıtıyor: Bankacılık Birliği, bankalar için katı kurallarla —ancak borçları dayanışma içinde üstlenme zorunluluğu olmadan— bankaların risklerini toplumsallaştırdı. Bu, bugün Orta Çağ’da sadece yoksullara yönelen “açgözlülük günahının” modern bir varyasyonu.

TYB ise, savunma gibi siyasi projelerin finansmanını toplumsallaştırmayı ve bundan doğan riskleri vatandaşlara yıkmayı hedefliyor. Bunun ardındaki niyet açık ve üye ülkelerin, devlet başkanları ve başbakanları da dahil olmak üzere, boyun eğen, pasif ve uysal durumunu yansıtıyor.

Bankacılık Birliği, tüm neoliberal sonuçlarıyla birlikte bir finansal krizi gerekçe olarak ihtiyaç duyarken, TYB buna bile ihtiyaç duymuyor. Savaş için oluşan fikir birliği o kadar derin ki, propaganda odakları pek bir şey yapmak zorunda kalmadı, zira Ukrayna’daki savaş yeterli gerekçeyi sundu.

TYB’nin büyük kazananları, BlackRock ve Allianz gibi, yeni tasarruf mevduatı piyasalarında hakim olacak büyük varlık yöneticileri olacak. PEPP gibi standartlaştırılmış ürünler, küçük yatırımcıları değil, küresel aktörleri tercih edecek. Riskleri vatandaşlara, işçilere ve ailelerine kaydırırken, kârlar finans elitine akacak, tıpkı Bankacılık Birliği’nde olduğu gibi.

Sonuç basit: Daha fazla merkeziyetçilik ve dolayısıyla daha az finansal demokrasi, bu da halihazırda devasa olan ve büyüyen zengin-yoksul uçurumunu daha da derinleştirecek. Gerçek şu ki, von der Leyen “yasalarından” birini her imzaladığında reel ücretler geriliyor ve asalak oligarşi yıldan yıla büyüyor.

Tıpkı Bankacılık Birliği’nin çeşitlendirilmiş ve rekabetçi bir sistem yaratmayı başaramayıp bunun yerine büyük bankaların gücünü pekiştirmesi gibi, TYB de aynı limana doğru yol alıyor. AB, sermaye yoğunlaşması ve pazar payı için sınırlar koymazsa ve küçük tasarruf sahipleri için gerçek garantiler talep etmezse —ki bu, ilan edilen 800 milyar avroluk “özel varlığı” çekme niyetini kısıtlardı— “finansal entegrasyon”, AB vatandaşlarının parası üzerinde daha sıkı kontrolden başka bir şey olmayacak.

Pratikte her zaman aynı devlere fayda sağlayan bir yapıya güvenmeye değer mi? Bu soru, ABD’li varlık yöneticisi BlackRock’un Tasarruf ve Yatırım Birliği’nin en büyük yararlanıcılarından ve önde gelen destekçilerinden biri olacağı düşünüldüğünde tamamen yeni bir boyut kazanıyor. Yeni şansölye Friedrich Merz ile bu şirket arasındaki bağlantılar hiç de tesadüfi değil, tıpkı yine Almanya kökenli olan Ursula von der Leyen’in bu kadar kararlı bir şekilde başka bir fiyaskoya doğru gitmek istemesinin tesadüf olmadığı gibi.

Tüm bunların yanında, bu senaryonun yeni sömürgeci da imaları var: Savunma ve enerjinin ABD’nin kucağına bırakıldığı yetmezmiş gibi, şimdi onlara Avrupalı işçilerin kıt kanaat birikimleri de teslim ediliyor.

Sosyal güvenlik sistemleri tehdit altında

Ancak TYB’nin yol açabileceği potansiyel zararların bununla sınırlı değil. İlk bakışta TYB fikri —Avrupalıların tasarruflarını merkezi olarak yönetmek ve yeşil altyapı, yenilikçi teknolojiler ve diğer öncelikli alanlar gibi stratejik projelere yatırım yapmak— cazip görünüyor. Ancak bu girişimin başat destekçilerine ve Avrupa ekonomi politikasındaki son gelişmelere bakıldığında, bu projenin yaşam koşullarını daha da kötüleştirmek için tüm ön koşulları taşıdığı açıkça görülüyor ve ABD’de halihazırda hüküm süren sefalete kapı aralıyor. Orada işçi sınıfına, istikrarlarının bir tür “pasif gelir”e ve sistemin sahiplerininkiyle rekabet edebilecek sözde bir “finansal okuryazarlığa” bağlı olduğuna dair çocukça bir inanç aşılandı. ABD’den sonra şimdi sıra, aslında dayanışmacı sosyal güvenlik ağları için ayrılması gereken Avrupalı işçilerin gelirlerini agresif bir biçimde hedef almaya gelmiş gibi görünüyor.

TYB duyurusunun, geleneksel olarak kamuya ait veya karşılıklılığa dayalı sektörlerin özelleştirilmesi yönündeki artan baskının tam ortasında yapılması tesadüf değil. Devlet emeklilik fonlarından sosyal sigorta sistemlerine ve karşılıklı sigortacılığa kadar, varlıkları ve sorumluluğu kamu alanından çıkarıp özel ellere teslim etme yönünde açık bir eğilim mevcut. Genellikle “modernleşme”, “şeffaflık”, “rasyonellik” veya “verimlilik” gibi sloganlarla gizlenen bu süreç eşitsizliği derinleştiriyor. Kamu emeklilik sisteminin getirileri ile özel bir sistemin getirileri karşılaştırıldığında, büyük şirketlerin neden ilkine saldırdığı anlaşılıyor: Çok fazla paranın “yanlış ellere” gittiğini düşünüyor olmalılar.

TYB’nin uygulanmasından sonra, bilindik “sosyal sigorta reformu”, “herkes için serbest emeklilik seçimi” ve “acil demografik uyum” taleplerini duyacağız. Ve tüm bunlar tek bir amaç için: Sosyal sigorta fonlarını azaltmak ve TYB’nin finansal ürünleri için mevcut fonları artırmak ya da başka bir deyişle, BlackRock & Co.’nun lehine. Merkez sağ, sol liberal, sosyal demokrat veya gerici muhafazakar hükümetler üzerindeki baskı muazzam olacak ve neredeyse kesinlikle sonunda “AB bizi buna zorladı” gerekçesine yol açacak.

Militarizasyonun finansmanı

Militarizasyonun finansmanı madalyonun diğer yüzü ve TYB’nin en güçlü siyasi teşviklerinden birini oluşturuyor. Daha önce bahsedilen tüm sistemik ve siyasi risklerin yanı sıra, savaş tehlikesini de beraberinde getiriyor. Merz, von der Leyen veya Macron gibi isimler bir kez tepeden tırnağa silahlandıklarında acaba ne yapacaklar? İşçi sınıfının sömürülmesi tamamlandıktan sonra, bir sonraki yağma projesi nereye yönelecek?

AB, bilindik bir ikilemle karşı karşıya: İstikrar ve Büyüme Paktı gibi bütçe kurallarını ihlal etmeden savunmaya yönelik devasa yatırımlar nasıl finanse edilecek? İşte burada TYB devreye giriyor: Özel sermayeyi seferber etmek, kritik altyapı veya çift kullanımlı teknolojiler için özel yatırım fonları aracılığıyla savunma gibi stratejik sektörlere uzun vadeli yatırımları kolaylaştırmak, sürdürülebilir enerji güvenliği ve askeri projeler için “savunma tahvilleri” gibi özel yeşil veya sosyal tahviller ihraç etmek, yaşlılık güvencesinin (PEPP) bir kısmını tahsis ederek veya emeklilik fonlarını “uygun” risk profiline sahip savunma projelerine yönlendirerek kurumsal tasarrufu teşvik etmek; gerekli fonları seferber etmek için birçok strateji mevcut.

TYB kapsamındaki bir diğer seçenek de, silah şirketlerinin halka arzlarını, sermaye artırımlarını veya borçlanma senedi ihraçlarını kolaylaştırmak için kuralların uyumlaştırıldığı bir “savunma için sermaye piyasası” yaratmak. Son olarak, vergi engelleri de kaldırılabilir. Bazı AB ülkeleri silahlara yapılan yatırımları vergilendiriyor ama yerel projeler için istisnalar yaratılabilir, bu da daha düşük vergi yükü nedeniyle savunmayla ilgili projelere yatırımı daha cazip hale getirir. Başka bir deyişle: Avrupalı vergi mükellefleri, artan savaş riskini kendi ceplerinden finanse edecekler.

Avrupa Savunma Fonu (EVF) şu anda AB bütçesinden finanse ediliyor, fakat hacmi sınırlı. Daha entegre bir para birliği ile, Avrupa Yatırım Bankası (EIB) gibi yatırım bankaları aracılığıyla savunma tahvilleri ihraç etmek gibi kamu-özel ortaklıklarına dayalı stratejiler uygulanabilir. Konut veya demiryolu sektöründe asla uygulanmayan şeyler, şimdi savaş durumu için hazırlanıyor ve bundan doğan kârlar özel çıkarlara ayrılıyor. Savunma alanında kitle fonlaması gibi fikirler, yani siber güvenlik veya drone teknolojisi gibi çok övülen start-up’lar için küçük yatırımcılardan para toplamak (ki bunlar daha sonra büyük şirketler tarafından satın alınacak), bu sistemi yönlendiren beyinlerin yaratıcılığının sadece bir başka örneği. Görüldüğü üzere TYB, Avrupa’daki sıradan insanlara fayda sağlamayan bir olasılıklar evreni açıyor.

Gönüllülük aldatmacası

Bu senaryo basit bir spekülasyon değil. Gerçek şu ki: TYB’nin getirilmesi önerisi, AB’nin yeni bir silahlanma döngüsüne ve genişletilmiş bir Avrupa Savunma Fonu’nun oluşturulmasına bel bağladığı bir zamanda, savunma sektörünün finansmanını öngörüyor. Girişimin hazırlanması görevlendirmesinin bir parçası olan Draghi Raporu, savunmayı Avrupa özel sermayesini seferber etmek için öncelikli bir alan olarak tanımlıyor. Böylece TYB, sadece özel tasarrufların silahlanma sektörüne yönlendirilmesine izin vermekle kalmıyor, aynı zamanda vatandaşları daha yüksek getiri vaadiyle AB savunma sanayiinin genişletilmesinde hiçbir şeyden habersiz suç ortakları haline getirebilir.

Bu gelişmenin bir başka sonucu da, aslında sosyal alana fayda sağlaması gereken kaynakların başka yöne çevrilmesi olacak. Avrupa Komisyonu, vatandaşların katılımının her zaman gönüllü kalacağını ve tasarruflara el konulması gibi bir plan olmadığını vurguluyor. Ancak yatırımları çeşitlendirmeye dönük kurumsal baskı ve daha yüksek getiri vaadi, pratikte geleneksel tasarruf biçimlerini marjinalleştirebilir ve vatandaşları varlıklarını Brüksel’in stratejik hedefleriyle uyumlu finansal ürünlere yönlendirmeye itebilir. Gönüllülük retoriğinin arkasında, refah devletinin rolünün —ve düz vatandaşın tasarruflarının akıbetinin— derinlemesine yeniden şekillendirilmesi yatıyor.

Elbette, şirketlerin açgözlülüğünü yaklaşan bir savaşın adrenalin patlamasıyla birleştirmekten daha tehlikeli bir şey yok. Büyük sermaye artık sadece savaştan kâr elde etmekle kalmayıp, savaşa yatırım yapmaya başladığında, herkes hayati tehlikeye girer. Böyle giderse gelecekte her bir AB vatandaşı, daimi savaş ekonomisinin neferleri olacak.

Okumaya Devam Et

Avrupa

Romanya’da sağcı aday, cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turuna lider girdi

Yayınlanma

Rumenlerin Birliği İttifakı (AUR) lideri George Simion, 4 Mayıs’ta tekrarlanan Romanya cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunu yüzde 40,96 oyla kazandı. Ukrayna’ya askeri yardıma karşı çıkan ve Moldova ile birleşmeyi savunan Simion, 18 Mayıs’taki ikinci turda Bükreş Belediye Başkanı Nicușor Dan ile yarışacak.

Romanya’da 4 Mayıs’ta yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminin tekrarlanan ilk turunu, Rumenlerin Birliği İttifakı (AUR) lideri George Simion kazandı.

Ülke seçim komisyonunun açıkladığı ve sandıkların yüzde 100’ünün sayıldığı sonuçlara göre, 38 yaşındaki Simion oyların yüzde 40,96’sını aldı.

İkinci sırada yüzde 20,99 ile Bükreş Belediye Başkanı Nicușor Dan yer alırken, iktidar partisi lideri Crin Antonescu yüzde 20,07 ile üçüncü oldu.

Adaylardan hiçbiri yüzde 50 barajını aşamadığı için, 18 Mayıs’ta Simion ve Dan arasında ikinci tur oylama yapılacak.

Simion, Ukrayna’ya askeri yardıma karşı çıkması ve Romanya’nın Moldova ile birleşmesini savunmasıyla biliniyor.

Rumenlerin Birliği İttifakı lideri Simion, kendisine oy veren herkese teşekkür etti.

Simion, “Bu bir cesaret, güven ve dayanışma eylemiydi. Bu sadece bir seçim zaferi değil. Bu, Rumen onurunun zaferidir. Bu, umudunu kaybetmeyenlerin, hâlâ özgür, saygın, egemen bir Romanya’ya inananların zaferidir!,” dedi.

Simion, Moldova’nın Romanya ile birleşmesini savunuyor ve Ukrayna’ya askeri desteği onaylamıyor.

Bununla birlikte Simion, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i “savaş suçlusu” olarak nitelendirmişti. Simion ayrıca ABD Başkanı Donald Trump’a sempati duyduğunu belirtmiş ve partisini “Trumpçı” olarak tanımlamıştı.

Bu seçim, Romanya’da cumhurbaşkanını belirlemek için yapılan ikinci girişim oldu.

Anayasa Mahkemesi, geçen yıl aralık ayında, 24 Kasım’da yapılan ilk tur seçim sonuçlarını iptal etmişti. O turu, sağ görüşlü Călin Georgescu kazanmıştı.

Georgescu, özellikle Ukrayna’ya yapılan yardımların durdurulmasını savunuyordu. Georgescu’nun tekrarlanan seçime katılmasına izin verilmedi.

Simion, seçilmesi hâlinde Georgescu’yu başbakan yapma sözü verdi.

Romanya makamları, önceki seçim sürecine başta Rusya olmak üzere yabancı devletlerin müdahale ettiğini doğrulayan istihbarat verilerine sahip olduklarını iddia etmişti.

Rumen istihbaratı, ülkenin Rusya tarafından siber saldırılar, bilgi sızıntıları ve sabotaj eylemleri de dahil olmak üzere “agresif” hibrit eylemlerin hedefi hâline geldiğini öne sürmüştü.

Romanya, Ukrayna’ya silah ve mühimmat sevkiyatı için önemli bir transit güzergâhı konumunda bulunuyor.

Ülkede Amerikan füze savunma sistemleri ve NATO uçaklarının Ukrayna ve Moldova sınırına kadar olan hava sahasını ve Karadeniz üzerini devriye gezdiği üç büyük hava üssü yer alıyor.

Ayrıca Ukrayna, tahılının yüzde 70’ini Karadeniz kıyısı boyunca, Romanya karasuları üzerinden İstanbul’a ihraç ediyor.

Romanya donanması bu suları mayınlardan temizlerken, Romanya Hava Kuvvetleri de Ukraynalı pilotlara F-16 uçakları konusunda eğitim veriyor.

Bükreş merkezli Yeni Strateji Merkezi’nden güvenlik uzmanı George Scutaru, BBC kanalına yaptığı açıklamada, Simion’un olası cumhurbaşkanlığının etkilerine dikkat çekti.

Scutaru, “Eğer Simion cumhurbaşkanı olursa, Ukrayna’ya herhangi bir yardımı unutun. Ulusal Güvenlik Konseyi başkanı olarak cumhurbaşkanı, herhangi bir kararı veto edebilir ve güvenlik politikası üzerinde güçlü bir etkiye sahiptir,” diye belirtti.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English