Dünya Basını
Önce Sedat sonra Hamas İsrail’in ‘Conceptzia’sını nasıl çökertti?

Hamas’ın Aksa Tufanı operasyonu, 1973’te Mısır ve Suriye’nin ani bir hareketle başlattıkları ve savaşın ilk günlerinde önemli ilerleme kat ettikleri Yom Kippur savaşının 50. yılında gerçekleşti. Hamas’ın 7 Ekim’deki operasyonunun, hem tarihi hem sürpriz ve kapsamlı bir saldırı oluşu hem de İsrail’de yarattığı şok açısından Yom Kippur Savaşı ile benzerlikleri üzerinde duruluyor.
Aşağıda çevirini okuyacağınız makale de Aksa Tufanı’nı Yom Kippur ile kıyaslıyor. “Ekim’de On sekiz Gün: Yom Kippur Savaşı ve Modern Orta Doğu’yu Nasıl Yarattı” kitabının yazarı Uri Kaufman tarafından kaleme alınan makale Yom Kippur savaşının sonunda Mısır ve İsrail arasında imzalanan barış anlaşması hatırlatılıyor ve “Bugün de barış için benzer bazı fırsatlar mevcut olabilir” değerlendirmesinde bulunuluyor:
***
Yom Kippur Savaşı’nın Gerçek Dersleri
Hamas’ı Yenmek İçin İsrail’in Yeni Bir İstihbarat Yaklaşımına İhtiyacı Var
Uri Kaufman
1973’te Yom Kippur Savaşı’nın sona ermesinden kısa bir süre sonra, geleceğin İsrail Başbakanı, dönemin yasama organında yeni üye Menahem Begin, Knesset’te öfkeyle ayağa kalktı, “Neden askeri teçhizatı hatta koymadılar” diye bağırdı. İsrail ile Mısır ve Suriye’nin birleşik güçleri arasında 18 gün süren savaş, 2.000’den fazla İsrail askerinin ölümüyle sonuçlandı, ülkenin siyaset kurumunu şoke etti ve ordunun güvenine darbe vurdu. Begin, hükümetin bu çatışmaya neden hazırlanmadığını öğrenmek istiyordu.
Bugün İsrailliler kendilerine ürkütücü derecede benzer sorular soruyorlar. Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail topraklarında eşi benzeri görülmemiş bir saldırıyla 1.000’den fazla insanı öldürmesinin ardından İsrailliler, ülkelerinin övündüğü istihbarat servislerinin Hamas’ın saldırısının geldiğini neden göremediğini bilmek istiyor. İsrail ordusunun Gazze sınırında neden çok az savunma teçhizatı ve personeli olduğunu soruyorlar.
Yom Kippur Savaşı’nın bugünkü İsrail-Hamas çatışmasından bariz farkları vardı. Egemen devletler ve konvansiyonel ordular arasında bir savaştı. Kışkırtıcıları -Mısır ve Suriye- daha önceki bir savaşta İsrail’e kaybettikleri toprakları geri almak istiyorlardı. Soğuk Savaş’ın gölgesinde gerçekleşmişti. Moskova ve Washington savaşan taraflara yardım etti ve savaşı sona erdiren ateşkesi müzakere etti. Ancak İsrailliler için Hamas’ın saldırısının küçük düşürücü sürprizi, Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ın 1973’teki şok işgalini acı bir şekilde anımsatıyor.
Paralellikler daha da derinleşiyor. O zaman da şimdi olduğu gibi, İsrail savaşın patlak vermesinden önce şaşırtıcı bir ekonomik refah döneminin tadını çıkarmıştı. O zaman da şimdi olduğu gibi, savaş patlak vermeden önce İsrailliler sürpriz bir saldırının olası olduğunu biliyorlardı, ancak ülke siyasetine ülkenin sınırları konusundaki güvenleri nispeten yüksekti. İsrail 1967 Savaşı’nda çarpıcı bir zafer kazanmış, altı Arap devletini dize getirmiş ve topraklarını dörde katlamıştı. Antik çağlardan beri Yahudiler kendilerini hiç bu kadar güvende hissetmemişlerdi: İncil’de eski İbranilerin Eriha’yı fethetmek için yedi güne ihtiyaç duydukları yazılıdır.
Ancak bu zafer kesin bir sonuç getirmedi. Mısır kayıplarını telafi etmeye kararlıydı. Bu arada İsrail’in kendine güveni, altı yıl sonra sinsi bir saldırıya zemin hazırlayan bir dizi varsayıma yol açtı, bu varsayımlar İsrail’in Hamas’ın saldırısından önceki varsayımlarına benziyordu.
İsrail kuvvetlerinin Mısır Üçüncü Ordusunu kuşatması ve Şam banliyölerinin topçu menziline girmesi üzerine Yom Kippur Savaşı ateşkesle sona erdi. Ancak İsrail kamuoyu, hükümetin savaşın patlak vereceğini öngörememesini affedilemez olarak değerlendirdi ve hükümet kendi başarısızlıklarına ilişkin geniş bir soruşturma başlatmak zorunda kaldı. Komisyon önünde ifade veren İsrailli bir istihbarat subayı, ordunun 1973’teki savaşın mantıksız olduğu yönündeki hatalı değerlendirmesini, “Kahire’de olup bitenlere dayanarak”, başka bir deyişle, üst düzey görüşmeleri dinlemesine olanak tanıyan en son gözetleme teknolojisine dayanarak yaptığını kabul etti. Yani Süveyş Kanalı yakınlarında Mısır ordusunun yığınak yaptığına dair bariz işaretler dikkate alınmamıştı.
Silahlar sustuğunda İsrail’in yine aynı türden bir soruşturma başlatacağı neredeyse kesin. 1973 komisyonunun raporu 2,200 sayfa olmasına rağmen, 1973’ten bazı büyük dersler çıkarılmamış olabilir ki bu dersler İsrail’in o zaman da şimdi de anlaması gereken dersler.
KÜSTAHLIK
Altı Gün Savaşı’ndan sonra İsrail’in askeri kapasitesi sıçrama yaptı: 1967 ve 1973 yılları arasında, diğer şeylerin yanı sıra envanterine 178 A-4 Skyhawk savaş uçağı, 110 F-4 Phantom jeti ve yaklaşık 2.000 tank ekledi. Aynı zaman diliminde İsrail ekonomisi yüzde 85 gibi şaşırtıcı bir oranda büyüdü. Altı Gün Savaşı’nın sona ermesinden aylar sonra, İsrail’in 1948’deki orijinal sınırı boyunca hâlâ çok sayıda tabelada “TEHLİKE! İLERİSİ SINIR” yazıyordu. Bunlardan birine, birisi sprey boyayla SINIR kelimesinin önüne HAYIR kelimesini yazmıştı.
Ancak gerçek şu ki, çatışma hiçbir zaman gerçekten sona ermemişti. Savaşın bitiminden sadece birkaç hafta sonra Mısır, İsrail donanmasına ait bir destroyer olan Eilat’ı batırdı ve İsrail de Süveyş Kanalı boyunca Mısır şehirlerini bombalayarak misilleme yaptı. Dönemin Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdünnasır, İsrail’in devlet statüsünü tanımayı reddetti ve İsrail’in çatışma sırasında ele geçirdiği Sina Yarımadası’nı geri almaya kararlı kaldı; sık sık “Güç kullanılarak alınan güç kullanılarak geri verilecektir” açıklamasında bulundu. Açık çatışma, 1969-1970 yılları boyunca devam etti. 440 İsrailli ve on binlerce Mısırlı öldürüldü. Sovyetler Birliği Mısır’a gelişmiş SAM-3 füze sistemleri tedarik ettiğinde, İsrail hava kuvvetleri endişe verici sayıda uçak kaybetmeye başladı. Amerika Birleşik Devletleri ve BM’nin barışa aracılık etme çabaları sonuçsuz kaldı.
Abdünnasır’ın 1970 yılında aniden kalp krizinden ölmesinin ardından yerine Sedat geçti. Birçok Mısırlının zihninde Sedat, selefi ile kıyaslanamayacak kadar kötü bir konumdaydı; sık sık Nasır’ın “fino köpeği” olarak kötüleniyordu. Sokak gösterilerinde kalabalıklar “dev gitti, yerini eşek aldı” sloganları attı. Yabancı liderler de Sedat’ı kötü değerlendirdi. Kayıtlara göre yetkililer ondan “geçiş dönemi lideri” olarak bahsediyordu. 1970 yılında bir İsrail istihbarat araştırması Sedat’ın “entelektüel seviyesinin düşük olduğu” sonucuna vardı ve 1972’nin sonlarında yapılan bir güncelleme Sedat’ın “zayıf” olduğunu ekledi. 1971’den 1973’e kadar Mısır’ın ulusal güvenlik danışmanı olan Muhammed Hafız İsmail, ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’ın kendisine Mısır’ın yeni bir savaş başlatması halinde “İsrail’in bir kez daha ve 1967’dekinden daha fazla kazanacağı”nı söylediğini iddia etti.
Ancak Sedat zayıf biri olmadığını kısa sürede gösterdi. 1971’de başarısız bir darbe girişimi, iflas etmiş bir ekonomi ve Mısır’ın 1967’deki kaybının intikamını almak için yanıp tutuşan bir subay ordusuyla karşı karşıya kalan Sedat, savaşa girmesi gerektiği sonucuna vardı. Ancak Nasır’ın hiç yapmadığı bir şeyi yaptı: sınırı nispeten sessiz tuttu, kıdemli subayları kenara çekti ve kıdemsiz ama çok saygın bir kariyer askeri olan Saad el-Shazly başkanlığında yetkin bir generaller grubu atadı.
Shazly ve özenle seçilmiş bir grup subay daha sonra Mısır ordusunun güçlü ve zayıf yönlerinin ölçülü bir değerlendirmesini yaptı ve İsrail’e karşı iyi düşünülmüş bir savaş planı hazırladı. Shazly, en azından başlangıç için Sina Yarımadası’nın tamamını ele geçirmek zorunda olmadığı, ancak düşman topraklarının sadece altı mil içine ilerleyerek ve kayıplar vererek İsrail’i şok etmesi gerektiği sonucuna vardı. Bir yıpratma savaşı ve uluslararası baskının İsrail’i 1967 öncesi sınırlarına çekilmeye zorlayacağını hesapladı. Karadan havaya Sovyet füzelerini kullanarak İsrail hava kuvvetlerini ve omuzdan ateşlenen roketleri kullanarak İsrail zırhlılarını etkisiz hale getirmenin yollarını tasarladı.
En önemlisi de Shazly’nin planı sürpriz unsuruna dayanıyordu. Sovyetler Birliği’nin, 1968’de Çekoslovakya’yı işgal ettiğinde Batılı istihbarat örgütlerini kandırmak için başarıyla kullandığı bir taktiği uyguladı: Saldırı öncesinde gözcülerin normal askeri faaliyetlerle saldırı hazırlıklarını ayırt etmesini zorlaştırmak için tekrarlanan eğitim tatbikatları yapmak. Mısırlılar 1 Ocak 1973 ile 1 Ekim 1973 tarihleri arasında Süveyş Kanalı boyunca ordularını en az 22 kez önce seferber ardından terhis etti.
Mısır’ın en üst düzey subaylarından sadece bir avuç kadarı, 6 Ekim’deki 23. seferde orduya kanalı geçme emri verileceğini biliyordu. İsrail’in daha sonra ele geçirdiği 8,000 Mısırlı askerden sadece biri planlanan saldırıyı bir günden fazla bir süre önceden bildiğini söyledi. Diğerlerinin neredeyse tamamı aynı sabah öğrenmişti.
Ancak bu hikâyenin sadece bir kısmını anlatıyor. İsrail, Mısır ordusunu bir bütün olarak hafife almıştı: İsrail, Mısır’ın sınır ötesindeki faaliyetlerini izlemek için bir dizi kale inşa etmesine rağmen, liderleri Kahire birliklerinin bir yıldırım saldırısında onları alt edecek kadar yetenekli olmasının imkânsız olduğunu düşünüyordu. 1971’de İsrailliler, Mısır’ın üç piyade tümenini ve 700 tankını 16 saat içinde Süveyş Kanalı’ndan geçirdiği bir savaş oyunu düzenlediler. Üst düzey bir general, “bunu başarabilmeleri için yüzde 10’luk bir ihtimal bile olmadığını” söyleyerek bu faaliyeti reddetti. General, Arap askerinin “modern savaş için gerekli olan zekâ, uyum sağlama ve hızlı tepki verme gibi niteliklerden yoksun olduğunu” da sözlerine ekledi.
TEORİYE BAĞLI KÖRLÜK
İsrail gazetesi Yedioth Ahronoth’un 2005 yılında yaptığı bir araştırmaya göre, 1969 yılında uzun boylu, kusursuz giyimli bir adam Londra’daki İsrail büyükelçiliğine girdi ve bir MOSSAD ajanıyla konuşmak istedi. Adam “Sizin için çalışmak istiyorum” dedi: “Size ancak en çılgın rüyalarınızda elde etmeyi umabileceğiniz bilgileri vereceğim. Para istiyorum, hem de çok para. Ve inanın bana, seve seve ödeyeceksiniz.
İsrailliler gerçekten de parayı seve seve ödediler çünkü hizmetlerini sunan kişi, Enver Sedat’ın başkanlık sekreteri ve Nasır’ın kendi damadı olan Eşref Mervan’dı. Yedioth Ahronoth’un araştırması, Mervan’ın İsraillilerden bugünün parasıyla 24 milyon dolar aldığını ortaya çıkardı. (Bunu bir perspektife oturtmak gerekirse, casusluk için en çok para aldığı bilinen Amerikalı, CIA’in çifte ajanı Aldrich Ames’ti ve sadece bugünkü değeriyle 4 milyon doları almıştı).
Mervan, diğer istihbaratların yanı sıra, yöneticilerce o kadar önemli görünen bir bilgi verdi ki, İsrailli askeri planlamacılar bunu tanımlamak için İbranice bir terim icat ettiler: Conceptzia, yani “konsept”. Bu Conceptzia, Mısır’ın İsrail hava kuvvetleriyle mücadele edebilecek gelişmiş Sovyet savaş uçakları edinmeden savaşa girmeyeceğini söylüyordu. O zaman da şimdi olduğu gibi, İsrail’in askeri planlamasının satranç tahtasında, gövdesinde Davut Yıldızı olan savaş uçağı en büyük taş olarak kabul ediliyordu: İsrail’in savunma bütçesinin yaklaşık yüzde 50’si hava kuvvetlerine gidiyordu. (Aslında 1967-1972 yılları arasında İsrail tüm GSYİH’sinin yüzde 10’unu sadece hava kuvvetlerine harcamıştı). Sedat, Sovyet jetleri almak için Moskova ile bir anlaşma yapmıştı, ancak bunların Mısır’a teslimatı 1974’ün sonlarına kadar gerçekleşmeyecekti. Ve 1973’te bunları uçuracak pilotları eğitmek en az bir yıl sürdüğü için, İsrailliler önümüzdeki aylarda güvende olduklarını düşündüler.
Bazı İsrailli yetkililer Mervan’a ya da övündükleri gözetleme teknolojilerine çok fazla güvenmekten endişe ediyorlardı. İsrailli bir albay olan Yossi Langotsky, 1973 ortalarında o zamanlar genç bir istihbarat subayı olan geleceğin İsrail Başbakanı Hud Barak’a çoğu İsrailli liderin, savaş olacak ya da olmayacak diyecek cesarete nasıl sahip olduğunu anlayamadığından” yakınıyordu: “Hepimiz ne kadar az bilgiye sahip olduğumuzu biliyoruz, [ama] onlar bu bilgileri bir araya getirerek ayrıntılı teoriler oluşturuyorlar.” Yine de devletin üst düzey yetkilileri, istihbarat toplama konusundaki üstünlüklerinin Mervan’ın yanılma ihtimalini ortadan kaldırdığını düşünüyordu. İsrail ordusunun istihbarat şefi, İsrail’in casusluk kapasitesinin “Conceptzia’da bir hata varsa bana söyleyecek sigorta” diye açıklıyordu.
1973 sonbaharında, o sırada Mısır ve Suriye ile çatışma halinde olan Ürdün Kralı Hüseyin, İsrail Başbakanı Golda Meir ile gizlice görüşerek bu ülkelerin savaşa hazırlandıkları uyarısında bulundu; uyarısı dikkate alınmadı. İsrail istihbaratı dikkat edilmesi gereken 45 “savaş işareti” belirlemişti ve Ekim 1973 başlarında sahada bunlardan 30’dan fazlası vardı. Ancak Conceptzia’da sıkışıp kalan İsrailli askeri planlamacılar bu işaretlerin çoğunun askeri eğitimle uyumlu olduğunu düşünüyordu. Mervan bir gece öncesine kadar yaklaşan saldırı konusunda uyarıda bulunmadı.
Yom Kippur’da İsrail istihbaratı Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ın kendi Conceptzia’ları olduğunu öğrendi. Sedat’ın kuvvetleri Süveyş Kanalı’nı geçti ve İsrail’i barış anlaşması yapmadan Sina Yarımadası’ndan çekilmeye zorlamak amacıyla İsrail birliklerine saldırmaya başladı. Sonunda İsrail birlikleri, ordusunu kuşatınca durduruldu. Ancak İsraillileri şok etme planı işe yaradı.
DAHA PARLAK BİR SONUÇ
Yom Kippur Savaşı’na yol açan dinamik ile bugün arasında dikkate değer benzerlikler var. Hamas da Mısır’ınkine benzer bir taktik uygulayarak dikkat dağıtıcı eğitim tatbikatlarını artırdı, savaşçılarını İsrail-Gazze sınırı boyunca defalarca hareket ettirdi ve son birkaç ay içinde geri çekildi. İsrail ayrıca Hamas’ın kendine güvenini, plan yapma kapasitesini ve gözetimden kaçma becerisini ciddi şekilde hafife aldı. Üst düzey bir Hamas yetkilisi olan Ali Baraka, Hamas’ın üst düzey liderlerinden sadece birkaçının 7 Ekim’de savaşçılara sınır duvarını aşma emri verileceğini bildiğini söyledi.
İsrail-Hamas savaşı sona erdikten sonra İsrailliler neredeyse kesin olarak bir soruşturma komisyonu toplayacaklar. İsrail 18 Kasım 1973’te, Yüksek Mahkeme Başyargıcı Şimon Agranat başkanlığındaki Agranat Komisyonu’nu Yom Kippur Savaşı’nın fiyaskolarını araştırmak üzere görevlendirdi. Komisyon 90 tanığı dinledi ve müfettişlere 188 tanığın daha ifadesini aldırdı. Raporda Conceptzia’ya ve çok daha az değerli Mısır kaynağından alınan sözde “altın istihbarata” aşırı güvenmekle suçlandı.
İsrail’de daha sonra kurulan her soruşturma komisyonu Agranat Komisyonu’nun gölgesinde kalmıştır. Komisyon, İsraillilerin artık “kelle alma kültürü” olarak adlandırdıkları, başarısızlığa toplu işten çıkarmalar ve istifalarla karşılık verme içgüdüsünü, sorumluların görevden alınmasının başarısızlığın tekrarlanmasını önleyeceği umuduyla yerleştirdi. Komisyonun 2 Nisan 1974’te ön raporunu yayınlamasından bir hafta sonra Meir istifasını açıkladı. İsrail’in savunma bakanı, dışişleri bakanı ve maliye bakanı da değiştirildi. Meir, Yom Kippur Savaşı’nda bir İsrailli kahraman varsa, bunun ordunun genelkurmay başkanı David Elazar olduğunu belirtti. Ancak o da kovuldu.
Bugünkü İsrail-Hamas savaşını takip edecek olan soruşturma komisyonu İsrail’in mevcut liderliğine karşı daha da sert olabilir. Agranat Komisyonu’nun yaptığı gibi, İsrail hükümeti Hamas’ın saldırısını neden öngöremediğiyle yüzleştiğinde, göz ardı ettiği savaşın açık işaretlerini bulabilir. Ancak İsrail’in temel yanlış varsayımları 1973’tekilerden çok daha geniş kapsamlıydı ve İsrail’in neredeyse yirmi yıl önce Gazze’den çekilmesinden bu yana uyguladığı stratejinin kendisine kadar uzanıyordu.
Her ne kadar kimse İsrail, Gazze’den çekildiğinde barışın geleceğine inanmasa da yetkililer sınırın caydırıcılık -her saldırıya verilen keskin karşılıklar- ve ekonomik teşvikler yoluyla nispeten sakin tutulabileceğini düşünüyordu. İsrail 2022 yılında Gazze’ye 67.000 kamyon malzeme gönderdi ve yirmi bin Gazzeliye İsrail’de çalışma izni verdi. İsrailli liderler Hamas’ın bu derece büyük bir maddi desteği kaybetmeyi asla göze alamayacağına inanıyordu.
Bir süre için bu önermenin doğru olduğu görüldü. Hamas ve İsrail zaman zaman karşılıklı roket atışları yaptı ve birkaç küçük çaplı çatışmaya girişti. Ancak çatışma yönetilebilir görünüyordu ve İsrail vergi mükelleflerine milyarlarca dolar kazandırdı: İsrail’in 2005 öncesi Gazze işgali, 8.000 İsrailli yerleşimciyi korumak için 24.000 asker bulundurma maliyetini saymazsak, sadece Filistin nüfusunu desteklemek için yılda yaklaşık 1,5 milyar dolara ya da İsrail’in 2000’lerin ortalarındaki gayri safi yurtiçi hasılasının yüzde 1’ine mal oluyordu. Bu mali yükün ortadan kalkması, İsrail GSYİH’sinin 2005’ten bugüne neredeyse dört katına çıkmasında şüphesiz büyük rol oynamıştır. Güçlerinin artık Gazze’de kalıcı olarak konuşlanmaması nedeniyle İsrail’in zayiatları da keskin bir şekilde azaldı.
Ancak Hamas saldırısının da açıkça ortaya koyduğu gibi İsrail güvenlik sorunlarını çözmüş değildi. İsrailli yetkililer düşmandan kaynaklanan en ciddi riski etkisiz hale getirdikleri sonucuna çok erken varmış ve daha da önemlisi düşmanlarının motivasyonlarını yanlış anlamış olabilirler.
Eski İsrail Başbakanı ve Knesset üyesi Şimon Peres, İsrail’in 2006 yılında Hizbullah’la yaptığı savaşla ilgili soruşturma yürüten Winograd Komisyonu’na verdiği ifadede savaşın bir hatalar yarışı olduğunu ve en büyük hatanın da en başta savaşa girmek olduğunu söyledi. Ancak en kötü çatışmaların ardından bile savaşa giren yerleri daha iyi hale getirmek için fırsatlar doğabilir. Yom Kippur Savaşı’ndan sonra Mısır ve İsrail, İsrail’in Sina Yarımadası’nı geri verdiği ve Mısır’ın İsrail’in varlığını resmen tanıdığı bir barış anlaşması imzaladı.
Bugün de barış için benzer bazı fırsatlar mevcut olabilir. Eğer bir İsrail operasyonu Hamas’ı devirirse birilerinin Gazze’de otoriteyi ele alması gerekecek. Belki de Amerikan güvenlik garantileri ve sivil kullanım için uranyum zenginleştirme izniyle teşvik edilerek Mısır ve Suudi Arabistan’ın öncülük edeceği çok uluslu bir Arap gücü güvenlik sorumluluğunu üstlenebilir ve Ramallah merkezli Filistin Yönetimi’nin Gazze’de yeniden kurulmasına yardımcı olabilir. Yom Kippur Savaşı’nın öyküsü, pek çok eski varsayım altüst olduğunda, Filistin topraklarında iki devletli bir çözümün ya da etkili bir yönetimin olamayacağı gibi zararlı varsayımların da değişebileceğini gösteriyor.
Dünya Basını
Güçlü Amerikan Tanrıları, Trump ve Uzun Yirminci Yüzyılın Sonu

Çevirmenin notu: N.S. Lyons’un “Güçlü Amerikan Tanrıları” makalesi, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemini sadece politik bir dönüş değil, Batı uygarlığında “uzun yirminci yüzyıl” olarak tanımladığı bir dönemin sonu olarak okuyor. Lyons’a göre, II. Dünya Savaşı sonrası liberal Batı’yı şekillendiren “açık toplum” ideolojisi; ulusal kimlik, inanç, aidiyet, dayanışma, kolektivizm gibi bağları zayıflatarak yerine teknokratik yönetim, sınırsız bireysellik ve soyut evrenselcilik koydu. Bu düzenin artık tükendiğini ve çökmekte olduğunu söyleyen Lyons’a göre, süreç yerini “güçlü tanrılar”a, yani eylemselcilik, ulusal kimlik, bağlılık ve aidiyet arayışına bırakmaktadır. Trump ise bu yeni çağın taşıyıcısı değilse bile, onun kaçınılmaz gelişini haber veren sarsıcı habercisidir.
Çeviren: Mert Cafer Eral
***
N.S. Lyons, 13 Şubat 2025
İkinci Trump döneminin ilk haftaları maceralı geçti. Çoğu insan gibi, ben de Trump ve ekibinin Washington’daki müesses nizama karşı başlattığı yıldırım harekatının hızı ve kapsamlılığı karşısında şaşkına döndüm. Trump, iki ay önce “The Counter-Revolution Begins,” [Karşı-Devrim Başlıyor] isimli yazımda bahsettiğim önceliklerin çoğunu şimdiden yerine getirdi. Meşru iktidarın kullanımına ve kurumlara karşı tutucu olmayı reddetmek bunların en önemlileriydi. “İstediğin şeyi yapabilirsin” gibi bir düsturla beraber, ikinci Trump yönetimi Roosevelt’ten beri süregelen Amerikan yönetişimde gerçek değişim taleplerini demokratik olarak iletmek konusunda ilk Trump yönetimi ile ciddi şekilde benzer görünüyor.
Aslında, darbeler o kadar hızlı oluyor ki olan biteni ve bunların sonuçlarının izlerini takip etmek gerçekten zor. Bundan dolayı ne olup bittiği hakkında detaylı açıklamalar yapmak güç. Bunu yapmayı denersek güncel olayların gerisinde kalabiliriz. Ancak Grönland’i ilhak etme girişimi, sınırların kapatılıp gümrük vergilerinin artırılması, USAID’in lağvedilmesi gibi dünya üzerinde kargaşa yaratan hamlelerin ortasında, büyük resim daha net bir biçimde ortaya çıkmaya başlıyor.
Henry Kissinger’ın 2018’de söylediği ve son zamanlarda dilden dile dolaşan bir söz var: “Trump, tarihte zaman zaman bir dönemin sonunu işaret etmek ve onu eski iddialarından vazgeçmeye zorlamak için ortaya çıkan figürlerden biri olabilir.” Eğer bu 2018’de doğru değilse bile şuan kesinlikle doğru. Bugün gördüğümüz şeyin gerçekten bir dönemin sonu olduğuna, bildiğimiz dünyanın çığır açan bir şekilde altüst olduğuna ve bunun tüm öneminin ve sonuçlarının henüz bizi gerçekten etkilemediğine inanıyorum.
Daha açık bir ifadeyle, Donald Trump’ın Uzun Yirminci Yüzyıl’ın gecikmiş sonuna işaret ettiğine inanıyorum.
Uzun yirminci yüzyıl
1789’daki Fransız Devrimi ve 1914’te başlayan Dünya Savaşı arasındaki 125 yıl “Uzun Ondokuzuncu Yüzyıl” olarak tanımlanıyor. Bu deyiş “Ondokuzuncu Yüzyıl” dediğimizde basit bir yüz yıllık süreden çok daha fazlasını, coşkulu bir genişlemeyi, aydınlanmayı, imparatorlukları, yani akılcı düşünme ve ilerlemeciliğin hız kazandığı çağın ruhunu anlamamızı sağlıyor. Kendisinden önce ve sonra gelenlerden farklı olan bu kalıcı tarihsel ruh, Büyük Savaş’ın siperlerinde sönümlendi. Felaketin ardından, İkinci Dünya Savaşının sona ermesiyle biten bir fetret devrinden sonra, Batı medeniyetinin insanlarının dünyayı algılama ve onunla etkileşim kurma biçimleri –siyasi, psikolojik, sanatsal, manevi– tamamen değişti.
R.R. Reno, 2019 tarihli Return of the Strong Gods [Güçlü Tanrıların Dönüşü] adlı kitabına, “Yirmi yedi yaşındayım ve yirminci yüzyılın sonunu görmeyi umuyorum,” diye hayıflanan genç bir adamdan alıntı yaparak başlıyor. Bu çelişkili ifade, 20. yüzyılın da son kullanma tarihini aştığını gösteriyor. Bu yüzyıl geç başladı, 1945’te tam olarak hissedilmeye başlandı. Ancak bu 80 yıllık sürede yüzyılın ruhu medeniyetin dünyayı nasıl algıladığı ve nasıl algılaması gerektiği konusunda hegomonikleşti. Toplumun tüm korkularını, değerlerini ve ahlaki ilkelerini belirledi ve ABD’nin dünyaya yayılan gücü sayesinde dünyanın geri kalanının siyasi ve kültürel düzenini de şekillendirdi.
Bu ruh, kendinden öncekinden çok da farklı olamazdı. İkinci Dünya Savaşının yarattığı yıkımın ardından, Batı anlaşılabilir bir şekilde “Bir daha asla” düsturunu ideolojik evreninin merkezine koydu. Faşizmin, savaşların ve soykırımın insanlığı tehdit etmesine bir daha müsaade edilmeyecekti. Fakat bu karar, o zamanlar ne kadar makul ve iyi niyetli görünse de, kısa sürede her şeyi tüketen bir olumsuzlama takıntısı haline geldi.
Popper ve Adorno gibi büyük etki uyandıran liberal düşünürler dünya üzerinde otoriterliğin ve çatışmanın temel kaynağının “kapalı toplum” olduğu konusundaki savaş sonrası uyumlu ideolojik düzenin ikna sürecine katkıda bulundular. Reno’nun “güçlü tanrılar” derken kastettiği şey budur: güçlü inanışlar, sarsılmaz doğru tanımları, tartışılmaz ahlaki kodlar, güçlü ilişki bağları, güçlü toplumsal kimlikler ve güçlü mekan ve geçmiş bağları; nihayetinde, “insanın sevgi ve bağlılık nesneleri, toplumları birleştiren sadakat ve tutku kaynakları.”
Günümüzde güçlü tanrıların birleştirici gücü tehlikeli, fanatizm, baskı, nefret ve şiddetin cehennemvari kaynağı olarak görülmeye başlandı. İnanç, aile ve her şeyden önce ulusal bağlar artık şüpheli, faşizme doğru endişe verici bir geri dönüş olarak görülüyordu. Savaş sonrası Amerikan psikolojisi ve eğitimini on yıllar boyunca yöneten Adorno, aile ve ulusa karşı duyulan doğal sadakatin aslında insanı yabancı düşmanlığına ve führer hayranlığına karşı gizlenen bir otoriter kişiliğin dışa vurumu olarak sınıflandırıyordu. 1945’te yayımladığı büyük etki uyandıran kitabı Açık Toplum ve Onun Düşmanları kitabında Popper, ulusal komünite fikrini “insanlık karşıtı” bir propaganda olmakla suçlayıp kendi vatanını ve onun tarihini seven herkesi tehlikeli birer “ırkçı” olarak tanımladı. Bu tür entelektüeller için ister insanlar, ister ahlak veya ister metafizik gerçekler arasında olsun, otorite veya hiyerarşiye dair kesin iddialar, yeryüzündeki barışa ölümcül bir tehdit olarak görünüyordu.
Savaş sonrası düzenin liberal paradigmasının en büyük projesi kapalı toplumun duvarlarını yıkıp tanrılarını sonsuza dek yasaklamaktı. Bu başka ot bitmeyen zemin üzerine, hoşgörü, şüphe, diyalog, eşitlik ve tüketici konforunun barışçıl zayıf tanrıları tarafından canlandırılan pastoral ama son derece belirsiz bir “açık toplum” vizyonu inşa edildi. Siyasi ve kültürel olarak baskın olan bu “açık toplum konsensüsü” Adorno ve Popper gibi teorisyenlerden yararlanarak zihinleri açmayı, idealleri gözden düşürmeyi, gerçekleri göreceleştirmeyi ve bağları zayıflatmayı amaçlayan bir sosyal reform programı geliştirdi.
Reno’nun detaylıca sınıflandırdığı gibi, eğitime, psikolojiye ve yönetime yönelik yeni yaklaşımlar hakikati görelileştirmeye, “eleştirel düşünce”yi karakterin önüne koymaya, kollektif olarak duyulan sadakati yermeye, hiyerarşilere şüpheyle bakmaya, tüm kural ve sınırları yıkmaya ve insanları ahlaki ve toplumsal sorumluluklarının “baskısından” azat etmeye çalıştı. Muğlak bir hümanizme yönelik özlem, kısa sürede saf ekonomik büyüme dışında hedeflenebilir en büyük doğru haline geldi.
Yirminci yüzyıl antifaşizmi ironik bir biçimde ateşli bir gayret ve büyük bir hoşgörüsüzlükle karakterize edilen büyük bir haçlı seferine dönüştü. “Bir daha asla” düsturunu en önemli önceliği yapan açık toplum ideolojisi, merkezine “en büyük erdem”den ziyade “ en azılı düşman”ı koydu. Hitler’in tekil figürü sadece 20. yüzyıl zihninin arkasında pusuya yatmakla kalmadı; bilinçaltına hükmederek, insanlığı yeni kötülüklere sürüklemekle tehdit eden bir tür seküler Şeytan haline geldi. Bu durum, açık toplum için dinlerden bağımsız bir varoluş nedeni ve savaş sonrası liberal düzeni yarattı: Bir türlü ölemeyen Führer’in dirilişini önlemek.
Bu önleme doktrini, açık toplum değerlerinin her koşulda kapalı toplum değerlerine üstün gelmesini sağlamaya muazzam bir ahlaki ağırlık vermektedir. Tek seçeneğin “açık toplum ya da Auschwitz” olduğu varsayılırsa, kapalı toplumun algılanan değerlerine sıfır tolerans göstermek işlevsel olarak ahlaki bir emirdir. Sekülerleşmeden cinsel devrime ve LGBTQ haklarına, göçmenlerin serbest dolaşımına kadar toplumsal açılımın ve bireysel özgürleşmenin olası herhangi bir yönünün önünde durmak, Hitler’in işini yapmak ve faşizmin geri dönüşünü kolaylaştırma riskini almaktır (ilgili konu gerçek faşizmden ne kadar uzak olursa olsun). Reno’nun deyimiyle “yasaklamanın yasak olduğu”, açık toplumun tek dokunulmaz kuralı olarak tesis edildi. Böylece, toplumları daha da açma projesine aykırı herhangi bir fikrin dile getirilmesinin ahlaki bir kötülük olarak yasaklandığı katı yeni bir kültürel ortodoksi pekiştirildi. Tam bir içerme, katı bir dışlamayı gerektiriyordu. Bu dogmaya bugün politik doğruculuk olarak aşinayız.
Soğuk Savaşın bitimi açık toplum konsensusunu aşırı bir hızda harekete geçirdi. Gayretlerini azaltmak bir yana, açık toplum ideolojisinin tek gerçek rakibi olan Sovyet komünizminin çöküşü, açık toplumun ahlaki ve pratik üstünlüğünü ve Soğuk Savaş sonrası düzenin tüm dünyanın onun imgesinde yeniden inşa edilebileceği ve edilmesi gerektiği inancını doğrulamış gibi görünüyordu, tarihin sonunu müjdeliyordu.
Açıklık için düzenlenen haçlı seferinin tüm ulusları özgürlük, refah ve barış adı altında parçalamak gibi bir görevi vardı. Bu inanç, 11 Eylül saldırılarıyla daha da güçlendi. Bu durum, varoluşunu sürdüren en ufak bir bağnazlığın tüm hoşgörüye ve açık fikirliliğe karşı tehdit oluşturduğu retoriğini güçlendirdi. Christopher Caldwell’in Reflections on the Revolution in Europe [Avrupa’da Devrim üzerine Düşünceler] adlı kitabında alıntılanan savaş yanlısı bir siyasetçinin kısa bir süre sonra ifade ettiği gibi, “Yeni misyonumuzun ülkelerimizin sınırlarını değil, nezaket ve insan haklarını savunmak olduğu sınırsız bir dünyada yaşıyoruz.”
USAID’in Sırp işyerlerinde DEI’yi [çeşitlik, eşitlik ve kapsayıcılık] geliştirmek için neden 1,5 milyon dolar, Nepal’de “ateizmi yaymak” için 500.000 dolar ya da Sri Lankalı gazetecileri “ikili cinsiyetçi dilden” kaçınmaları konusunda eğitmek için 7,9 milyon dolar harcadığını merak ediyorsanız, işte nedeni budur. ABD hükümetinin ABD göçmenlik yasasını çiğnemeye ve açık sınır göçünü kolaylaştırmaya adanmış “hayır kurumlarını” finanse etmek için milyonlar akıtmasının nedeni de aynıdır: zombi Hitler’i durdurmak için kapalı topluma karşı iyi bir mücadele verdiklerine inanıyorlardı. Onlarca yıldır, itiraz eden herkesin otomatik olarak gerçek bir faşist olarak etiketlenmesinin nedeni de tam olarak bu.
Bu arada, açık toplum konsensüsünün gelişimi dünya üzerindeki idari devletlerin gelişimi ve demokratik öz yönetişimi tıkamasıyla paralel gitmiştir. Burada doğrudan ve kasıtlı olarak var olan bir bağlantıdan söz edebiliriz. Carl Schmitt’in yirminci yüzyılın başlarında belirttiği gibi, liberalizmin “esas dürtüsü” politik olanın “etkisizleştirilmesi” ve “depolitizasyonudur”; yani, çatışma korkusuyla politikadan tüm temel çekişmeleri çıkarma girişimi, politik olanı sadece yönetsel idareye indirgemektir. Siyasal olanın siyasetten bu şekilde çıkarılması, savaş sonrası projenin yapısal amaçlarının merkezinde yer alıyordu. Tıpkı Schmitt’in öngördüğü gibi amaç, bürokratik süreçler, hukuki kararlar ve uzman teknokratik komisyonlar gibi sözde tarafsız mekanizmaların güçlendirilmesi yoluyla siyasetin bir makinenin daha güvenli, daha öngörülebilir hareketlerine indirgeneceği bir “teknisite çağı” aracılığıyla sürekli barışa ulaşmak oldu.
Özellikle faşizm eğilimli demokratik kitleler tarafından, gerçek siyasi sorunlar üzerine yapılan kamuoyu çekişmeleri artık izin verilmesi tehlikeli şeylerden biri gibi görünüyordu. Açık toplumun savaş sonrası düzeni, bunun yerine yönetişimi bilimsel yönetimle sağlamayı, politik arenayı bir “sonuçları sosyal mühendislikle test edilen bir sosyal teknoloji” haline getirmeyi amaçladı, Popper’ın dediği gibi. Bu makinenin işletilmesi, Popper’ın ifadesiyle, özenle seçilmiş ve eğitilmiş bir “kurumsal teknoloji uzmanları” kadrosuyla sınırlandırıldı.
Trump yönetiminin ve Elon Musk’ın günümüzde ortadan kaldırmaya çalıştığı Amerikan “derin devleti” de dahil olmak üzere, modern yönetim rejimlerimizin büyük genişlemesi böylece gerçekleşti.
Hesap vermeyen bürokrasilerden oluşan geniş daimi idari devletlerle karakterize edilen bu tür rejimler, toplum mühendisliği, ikiyüzlülük, sahte merhamet, sözde tarafsız süreçlerin manipülasyonu ve riskten kaçınma konusunda eğitimli teknokratlardan oluşan oligarşik bir elit sınıf tarafından yönetilmektedir. Propaganda ve sansür yoluyla kamuoyunun titizlikle yönetilmesi de bu tür rejimlerde özellikle temel bir öncelik haline gelmiştir; amaç hem demokratik sonuçları kısıtlamak (“demokrasiyi” kitlelere karşı savunmak) hem de iç çatışmaları önlemek amacıyla tartışmalı ancak temel siyasi meselelerin (kitlesel göç politikaları gibi) kamuoyunda ciddi bir şekilde tartışılmasını genel olarak engellemektir. Depolitizasyona yönelik bu yönetsel dürtü ulusal düzeyle de sınırlı değildi. Tüm siyasi çekişmelerin yarı-emperyal uluslar-üstü yapılar (BM ve AB gibi) tarafından yönetileceği ve devletler arasındaki savaşın barbar geçmişin bir kalıntısı haline geleceği “kurallara dayalı liberal bir uluslararası düzenin” yaratılması, savaş sonrası Batı hedeflerinin zirvesiydi. ABD ve müttefiklerinin askeri gücüyle desteklenen bu yeni uluslararası düzen, izinsiz çatışmalara sıfır tolerans gösterecek, dünyayı depolitize edecek ve açık toplumların barış içinde gelişmesine izin verecekti.
Uzun yirminci yüzyıl, birbiriyle bağlantılı bu üç savaş sonrası projeyle birlikte karakterize edildi: normların ve sınırların yok edilmesiyle beraber hızlı bir şekilde açık hale gelen toplumlar, idari devletin konsolidasyonu ve uluslararası düzene hakim liberal paradigma. Bu sistem kurulduğunda bu üç projenin dünya üzerindeki barışı ve insanlığın iyiye doğru gidişini sağlayacağı umuluyordu.
Bunun zayıf, tutkusuz, demokratik olmayan, teknokratik rasyonalizmin karmaşık bir şekilde yönetildiği bir dünya olması, savaş sonrası konsensüsün yapmaya razı olduğu bir fedakarlıktı.
Ancak bu rüya gerçekleşmedi, çünkü güçlü tanrılar ölmeyi reddetti.
Tanrıların geri gelişi
Mary Harrington kısa bir süre önce Trump devriminin siyasi olduğu kadar arketipik de göründüğünü gözlemlemiş ve “Elon Musk ve onun genç tekno-kankalarından oluşan ‘savaş grubu’nun yerleşik bürokrasiyi ortadan kaldırmaya yönelik son çalışmalarına yönelik genel olarak coşkulu erkek tepkisinin”, “arketipik olarak, amacı eril kahramanlığın yok edilmesi olan geniş, pis bir düşmana karşı savaşmak olarak anlaşılabilecek” şeyin bir yansıması olduğunu belirtmiştir. Bu eril yansımalı tumotik [tanınma arzusu sahibi] vitalizm [yaşamcılık] ruhu Uzun Yirminci Yüzyıl boyunca bastırılmıştı ama şimdi geri döndü. Ve bu, ona göre, “prosedürel, idari bir medeniyetin kendi içinde korkunçluklara yer bırakmadığı” anlamına gelmiyordu. Dolayısıyla şimdi “kahraman, kral, savaşçı ve korsan gibi figürlerin, hatta çeşitli anti-kahramanların kamuoyuna geri dönüşünü gerçek zamanlı olarak izliyoruz.”
Ütopik bir barış ve ilerleme sağlayacakları yerde, açık toplumun zayıf tanrıları medeniyet üzerinde bir çözünüm ve umutsuzluk yarattı. İstendiği gibi, tarihin güçlü tanrıları yasaklanmış, dini gelenekler ve ahlak çürümüş, komüne yönelik sadıklık ve yasaklar zayıflamış, farklılıklar ve sınırlar yok edilmiş ve öz yönetişim disiplini tepeden inme teknokratik yönetim karşısında pes etmişti. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde bu durum, açık olmayan, hayalperest olmayan toplumlardan gelen dış tehditlere karşı savunmak bir yana, kendilerini bir arada tutma gücünden yoksun ulus-devletlere ve daha geniş bir medeniyete yol açtı. Kısacası, savaş sonrası açık toplum konsensüsü tarafından sürdürülen radikal kendini reddetme kampanyası, işlevsel olarak Batı dünyasının liberal demokrasileri tarafından kolektif bir intihar anlaşmasına dönüştü.
Ancak, son yirmi yılda gerçekler ortaya çıkmaya başlayınca, açık toplumun belirsiz vaatlerine inanan insan sayısı gitgide azaldı. Özellikle eskiyen takıntılarından en çok zarar gören ve bunlardan uzaklaşan gençler ve işçi sınıfı arasında bir reaksiyon baş gösterdi. Bugün Batı’da “popülizm”in gitgide popülerleşmesi ulus kimliğiyle toplumu birleştiren, ulusal davalar yaratan, şeffaf ve herkesçe kabul edilen doğrular yaratıp bu bağlamda insanları bir arada tutan güçlü tanrıların yok edilmesine ve yerlerine başka şeyler koyulmasına yönelik çabaya karşı demokratik bir direnç olarak daha iyi anlaşılabilir.
Günümüz popülizmi, on yıllardır süregelen elit ihanetine ve berbat yönetime karşı bir tepkiden çok daha fazlasıdır; uzun süredir ertelenen eylem için, prosedürel idareciliğin dayattığı boğucu uyuşukluktan kurtulmak ve kolektif hayatta kalma ve kişisel çıkar için tutkuyla mücadele etmek için derin, bastırılmış bir duygusal arzudur. Bu, politik olanın politikaya dönüşüdür. Bu, ulusal ve uygarlıksal öz-değer duygusu da dahil olmak üzere eski erdemlerin yeniden tesis edilmesini gerektirir. Bu da 1945’ten bu yana Batı zihnini etkisi altına alan patolojik “suçluluk tiranlığının” reddedilmesini gerektirir. Sonu gelmeyen histerik “faşizm” suçlamalarının gücü yavaş yavaş azalırken, iyi ya da kötü, Hitler Çağı’nın sonuna tanıklık etmeye başladık.
O halde enerjik ulusal popülizm, yirminci yüzyılın tüm temel saplantı ve taleplerinin ve bu yüzyıla hakim olan açık toplum konsensüsünün reddidir. Ahlaki ve siyasi idealler olarak gösterilen zayıflık, hoşgörü ve sıkıcı evrenselci faydacılığın tutkusuz saltanatı sona eriyor gibi görünüyor. Bu da Uzun Yirminci Yüzyıl’ın yaşlı demokrasisinin de nihayet ölmekte olduğu anlamına geliyor. Trump tüm küstahlığıyla işte bunu temsil ediyor: güçlü tanrılar sürgünden kaçıp Amerika’ya döndüler ve yirmi birinci yüzyılı da peşlerinden sürüklüyorlar.
Yeni yüzyılın başlangıcı
Trump bir eylem adamıdır, bir konu üzerine aşırı kafa yoran biri değildir ve risklere karşı yüksek bir toleransa sahiptir. İçgüdüseldir, akılcı değil. Sadakate önem verir ve hassas bir haysiyet duygusuna sahiptir. Ortak doğruları bu konularda hassas olan insanları tetikleyip tetiklemeyeceğini önemsemeden dile getirir. Bitmeyen diyaloglara veya formalite prosedürlere karşı ufak bir sabrı vardır. Koyu bir milliyetçi olarak, Amerika’nın çıkarları için ortaya güç koymaktan ve bu çıkarları diğer tüm çıkarların önüne koymaktan çekinmez. Bir başka deyişle, o popülist ayaklanmanın sebebi veya belirtisi değildir ancak eski düzeni alt üst eden eski isyankar dünya ruhunun somut bir örneğidir.
İkinci Trump yönetiminin politikaları zamanın ruhunu yansıtan nitelikte. Onun yürütmedeki yıldırım harekatı doğrudan Uzun Yirminci Yüzyılın üç temel direğine saldırdı: ulusun sınırlarını kapatmak ve devleti açık toplum ortodoksluğunun son ideolojik evriminden (“Çeşitlilik, Eşitlik, Kapsayıcılık”) arındırırken daha geniş kültüre de aynı şeyi yapması için ilham vermek; seçilmiş Yürütmenin korunaklı prosedüralist (yani demokratik olarak kontrol edilemez ve hesap verilemez) bürokrasi üzerindeki doğrudan, kişisel kontrolünü onaylamak da dahil olmak üzere yönetimsel devleti parçalamak için harekete geçmek; ve uluslararası alanda da liberal prosedüralizmi reddederek ulusal çıkarları “uluslararası düzenin” çıkarlarının önüne koyarak otomatik olarak küresel kural koyuculuk ve uygulayıcılık rolünü reddetmek.
Bu eylemin cüretkârlığı, partizan siyasi oyunbazlıktan daha fazlasını yansıtmaktadır: kendi içinde eski paradigmanın durağanlığının altüst oluşunu temsil etmektedir; artık yeniden “sadece bir şeyler yapabilirsiniz”. Bu zihniyet, FDR ve devrimci hükümetinin ülkeyi yeniden şekillendirip modern yönetim devletini kurmasından bu yana Amerika’da görülmemişti; İkinci Dünya Savaşının sonundan bu yana hiç kimse onun yarattığı makineyi sarsmaya cesaret edememişti. Şimdi Trump yaptı.
Dışarıda ve Washington’da bu atılgan tavır endişe ve kafa karışıklığına neden oldu. (“Trump neden Meksika’yı işgal etmekle, Kanada’ya kabadayılık taslamakla ve bir NATO müttefiki olan Grönland’ı ilhak etmekle tehdit ediyor? Onun bir izolasyonist olması gerekmiyor muydu?”) Aslında Trump’ın tüm eylemlerinin ardında yatan prensip çok açık: Statükocu liberal uluslararası düzeni kendi iyiliği için korumayı ya da uluslararası hukuk gibi kibar kurgulara bağlı kalmayı çok fazla önemsemek yerine, Amerikan gücünü ulusun yararına olabilecek şekilde kullanmaya istekli. Görünüşe göre dünya sahnesinde de “sadece bir şeyler yapabilirsiniz” düsturunu benimsiyor. Diplomasi ve ittifaklar mantıksal olarak sadece Amerika’ya fayda sağladıkları ölçüde değerli görülüyor. Aslında “Önce Amerika” her zaman bu anlama gelmiştir. Bu şekilde Trump Doktrini basitçe nevrotik, çatışmadan kaçınan savaş sonrası konsensüsün reddedilmesi ve Andrew Jackson, William McKinley ya da Teddy Roosevelt gibi başkanların tarzında, standart güçlü, Batı Yarımküre odaklı, yirminci yüzyıl öncesi Amerikan dış politikasının yeniden tesis edilmesidir.
Yeni Genel Sekreter Rubio Amerikan liderliğindeki liberal uluslararası düzeni “Soğuk Savaş sonrasının ürünü olan bir anomali” olarak nitelendiriyor ve şunları da ekliyor: “Sonunda tekrar çok kutuplu bir dünyaya ulaşıyoruz. Gezegenin her yerinden farklı süper güçlerin barındığı bir dünya.”
Ulus egemenliği ve global rekabetin dirilişi dünya genelinde güçlü tanrıların geri dönüşünü işaret ediyor. Macaristan’ın muhafazakar-milliyetçi başbakanı Viktor Orbán’ın kısa süre önce Avrupalı popülistlerin bir araya geldiği bir toplantıda ifade ettiği gibi, “Dostumuz Trump, Trump kasırgası, sadece birkaç hafta içinde dünyayı değiştirdi. Bir dönem sona erdi. Bugün herkes geleceğin biz olduğumuzu görüyor.”
Dolayısıyla yüzeysel bir bakışla Trump devriminin havası, bireysel özgürlük ve “açgözlülük iyidir” serbest piyasa zihniyetiyle 1990’lardaki liberteryenizme geri dönüş olarak algılanabilirse de, Trump bundan çok daha önemli bir değişimi temsil ediyor: bir asırdan fazla geriye, ya da daha doğrusu ileriye. Küreselci neoliberalizm, müdahaleci tek dünya enternasyonalizmi ve 90’ların açık toplumunun naif sosyal ilerlemeciliği öldü ve gitti. Silikon Vadisi’nin sağ kanat ilericileri ile kurduğu siyasi ittifaka rağmen, Trump’ın yeni dünyası gerçek anlamda belirgin bir şekilde post-liberaldir.
Gerici kalıntılar
O halde Trump’ın Uzun Yirminci Yüzyıl’ın yaşlanan aristokrasisini neden bu kadar dehşete düşürdüğüne şaşmamak gerekir: Onlar her şeyden önce, tüm ahlaki ve siyasi dünya inşası projelerini engellemek için yürüttükleri güçlü tanrıların geri dönüşünden korkuyorlar.
Örneğin, “Hıristiyan Milliyetçiliği”nin yakın tehlikesi hakkında giderek daha fazla paniğe kapılan uyarıların ortaya çıkışına dikkat edin. Bu iki güçlü tanrıyı –milliyetçilik ve din– bir araya getiren bir terimdir ve bu nedenle özellikle tetikleyici bir hayalettir. Bu aynı zamanda belli bir tür gevşek muhafazakarın Trump ve popülizm hakkında özel bir histeri sergilemesinin nedenidir. Bu tip gerçekten muhafazakârdır, çünkü hayattaki önceliği statükonun değişmesini engellemek, demokratik gücün meşru kullanımı da dâhil olmak üzere açık toplum konsensüsünü bozma riski taşıyan her türlü kararlı eylemi kınamaktır. Her ne kadar bu konsensüsün altını oyma riski taşıyan ilerici “aşırılıklara” karşı seçici bir anlaşmazlık dile getirse de, özünde böyle bir adam her şeyden önce yönetsel çekingenliğin zayıf tanrılarının hizmetkarıdır.
Hem sol hem sağ kanatta yer alan eski seçkinler, açık toplum ve değerlerine verdikleri ortak öncelik sayesinde seksen yıldır birleşmiş durumdalar. Dick Cheney gibi daha önce sağcı olarak kodlanmış figürlerin son seçimlerde siyasi solun yanında yer alması bazı Amerikalıları şaşırtmış olsa da şaşırtmamalıydı. Cheney açık toplum konsensüsünün radikal bir savunucusuydu: sadece yeni-muhafazakârlık biçiminde, açıklık müjdesini tüm dünyaya kılıç zoruyla dayatan Amerikan kilisesinin militanıydı. Bu yönüyle George Soros gibi amacını açıkça ortaya koyan aktivist bir kurum (Açık Toplum Vakfı) kuran ve bu kurumun geniş etki ağını Amerika Birleşik Devletleri de dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki muhafazakar kültürleri yıkmak ve yapılarını bozmak için kullanan adanmış solculardan hiç de farklı değildi.
Her iki adamın da aynı Batı müesses nizamının güçlü evlatları olarak bunu yapmaları, bu müesses nizamı birleştiren şeyin açık toplum konsensüsü olduğu düşünüldüğünde, çelişkili değil tamamen mantıklıdır. 1960’ların en radikal “karşı-kültürel” isyancıları bile, hedeflerinin savaş sonrası müesses nizamın hedefleriyle aynı olduğu göz önüne alındığında, gerçekte böyle bir şey değildi: toplumun açılmasını aşamalı olarak ilerletmek. Sadece değişimin hızı konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdi ve müesses nizam kısa süre içinde bu heveslerine uyum sağlayarak onları da bünyesine kattı.
Trump ve popülist-milliyetçi hareketler, başlangıcından bu yana bu konsensüsten ilk gerçek kopuştur. Çok farklı bir dünyanın gelişini müjdeliyorlar.
Yeni dünyanın kapıları aralanıyor
“Açıklık” fetişine karşın, savaş sonrası açık toplum dünyası her zaman kendi tarzında sıkı sıkıya kapalı ve boğucu bir yer olmuştur. Bu dünya insan doğasından şüphe edilen, onun tehlikeli ve kontrol altına alınması ve baskılanması gereken, hatta daha iyisi onun güvenilir bir makine gibi risksiz bir şekilde çalışacak şekilde yeniden yapılandırılması gerektiğine inanılan bir yerdi. İdeal bir özgürlük, eşitlik, akılcılık ve pasifliğin hayali, Ernst Jünger’in bir zamanlar dediği gibi, her zaman “hiçbir büyük kalbin atamayacağı ve hiçbir büyük ruhun nefes alamayacağı” bir dünya olmuştur.
Uzun Yirminci Yüzyılın başından beri Leo Strauss gibi açık görüşlü liberal düşünürler pasifize edilmiş, yöneten ve yönetileni olmayan bir gezegen gayesiyle “kapalı toplumun” gerçeklerini ve değerlerini yasaklamanın yalnızca, baş kaldırı, kan dökümü ve kendi kendini yok eden bireyler elde etmekten öteye gidemeyeceğini öngörmüşlerdi. Strauss’un da uyardığı gibi, açık toplum liberalizminin dogmatik yanlışlama anlayışı sadakat, görev bilinci, cesaret, kendini sevmek gibi toplumların hayatta kalıp devamlılıklarını sağlamak için bağlı olduğu değerleri zayıflatabilirdi. Matthew Rose’un akıllıca gözlemi gibi, Strauss, kapalı toplumun güçlü tanrılarının “ilerici görüşlüler için ne kadar tatsız olurlarsa olsunlar, sadece ata yadigarı değil, kalıcı gerçekler olduğunu” anlamıştır. Ve “onları onaylayamayan bir toplum, en az onları sorgulayamayan bir toplum kadar felakete davetiye çıkarır.”
Ancak bu tür uyarılar göz ardı edildi. Yirminci yüzyılın travmaları, milliyetçilik gibi fikirleri, hatta “biz” ve “onlar” arasındaki net ayrımları, ciddi bir şekilde tartışılması imkansız tabular haline getirdi. “Kapalı” ve ‘açık’ değerler arasında doğru dengeyi bulmanın sağlıklı bir toplumu sürdürmek için gerekli olduğu onlarca yıl boyunca dikkatle göz ardı edilen bir gerçekti.
Şimdi, devrimci reform anımızın canlandırıcı neo-romantizmi açık toplumun çürüyen duvarlarını ve koruma kulelerini yıkarken, güçlü tanrılar yine de gelişigüzel bir şekilde dünyaya geri çağrılıyor. Elbette geri dönüşleri gerçek riskleri de beraberinde getiriyor – gerçi asıl mesele riskin geri dönüşü. Güçlü tanrıların özelliği güçlü olmalarıdır, yani korkutucu ve tehlikeli olabilirler; tam da bu yüzden koruma ve savunma gücüne de sahiptirler. Bu gerekli güç ve canlılık yenilenmesinin toplumlarımıza uyumlu bir şekilde yeniden entegre edilip edilemeyeceği ya da dünyamızın yeniden çok daha büyük bir çekişme, tehlike ve savaş dönemine sürüklenip sürüklenmeyeceği açık bir soru olmaya devam etmektedir.
Ancak artık bu konuda fazla bir seçeneğimiz yok; güçlü tanrıların yenilenmesi öyle ya da böyle kaçınılmaz hale geldi. Artık yepyeni bir yüzyılda yaşıyoruz. Uzun Yirminci Yüzyıl, Batı’da bize miras bıraktığı dünyanın atomizasyon, kayıtsızlık, kendini inkâr ve küçük, kişisel olmayan zorbalığın tamamen sürdürülemez bir karışımı olduğunu kanıtladı. Toplumlarımız ya yeniden canlanma teklifini kabul edecek ya da yerlerini daha güçlü, daha ayakları yere basan ve uyumlu başka kültürlere bırakmak üzere yok olup gideceklerdir.
Reno’nun Güçlü Tanrıların Dönüşü kitabında haklı olarak belirttiği gibi, “Zamanımız –bu yüzyıl– açıklık ve ayrışma değil, sadakat ve dayanışma siyaseti için yalvarıyor. Daha fazla çeşitliliğe ve yeniliğe ihtiyacımız yok. Bir eve ihtiyacımız var.” Umarım hepimiz 21. Yüzyılda kendimize yeni birer ev bulabiliriz.
Dünya Basını
The Ekonomist: Afrika’dan Göç Dünyayı Değiştirecek

The Economist dergisinde, gelişmiş ülkelerin içine girdiği demografi krizini ve olası sonuçlarını ele alan “Afrika’dan Göç Dünyayı Değiştirecek“* başlıklı bir makale yayımlandı. Sizler için çevirdik.
John Uwagboe 2008’de İskoçya’ya taşındığında birkaç hafta boyunca başka bir siyahi erkek görmedi. Nihayet Edinburgh sokaklarından birinde karşıdan gelen bir siyahi adam gördüğünde tanışmak için hemen onun yanına gitti. Tanışmalarıyla birlikte uzun zamandır kayıp arkadaşlar gibi kucaklaştılar, birlikte yemeğe gittiler. “Adam aslında Nijeryalı bile değildi,” diye hatırlıyor Uwagboe, “Ganalıydı!”
2001 yılında İskoçya’da yaşayan Afrikalı sayısı sadece 5.000 idi; yani büyük oranda beyaz olan nüfusun %0.1’ini oluşturuyorlardı. 2022 nüfus sayımına göre bu sayı 11 kattan fazla artmış durumda ve muhtemelen o zamandan beri daha da büyüdü. Uwagboe, eğitim için geldiği İskoçya’da önce bir bankada çalıştı, sonra kendi restoranını açtı. Şimdi sadece Edinburgh’daki Nijeryalılar için kurulmuş bir WhatsApp grubunda 3.000’den fazla üye olduğunu söylüyor. Katıldığı Pentekostal kilisesinin 10 şubesi var. “Kesin olan bir şey varsa, o da Afrikalıların gelmeye devam edeceğidir,” diyor.
Bu kulağa tuhaf gelebilir; Donald Trump göçmenleri sınır dışı ediyor, Avrupa’daki siyasetçiler yerelciliğe yöneliyor, medyada ise Afrika’dan gelen göçmenler çoğunlukla kaçak yollarla sızan teknelerde anlatılıyor. Oysa Afrikalıların büyük çoğunluğu yasal ve normalyollarla kıtayı terk ediyor. Bu tür göç, göçmen karşıtı söylemlerin yükselmesine rağmen artmaya devam etti ve muhtemelen önümüzdeki on yıllarda daha da artacak. Bu eğilim, hem göç alan ülkelerde hem de Afrika’da derin etkiler yaratacak.
Bu artış, Afrika’nın –dünyanın en genç ve en hızlı büyüyen kıtası– ile diğer tüm bölgeler arasındaki olağanüstü demografik ayrışmadan kaynaklanıyor. Afrika’da işgücü artarken, diğer birçok bölgede azalıyor. Bu nedenle, Cornell Üniversitesi’nden demograflar Kathryn Foster ve Matthew Hall “Göçün geleceği Afrika menşeli olacak” diyor.
Danışmanlık firması McKinsey’in bu yıl yayınladığı “yeni demografik gerçeklik” raporuna göre Amerika, Çin, Japonya, Güney Kore ve Avrupa ülkeleri dahil olmak üzere ilk dalga ülkelerin 2050’ye kadar çalışma çağındaki nüfusu (15-64 yaş) 340 milyon azalacak. Ortalama yaşam süresinin uzaması ve doğurganlık oranlarındaki büyük düşüş nedeniyle bu ülkelerde çalışma çağındaki kişi sayısının 65 yaş üstüne oranı 1997’de 7:1 iken, bugün 4:1’e geriledi. 2050’de bu oran 2:1’e düşecek.
İş Var, İşçi Yok
Benzer bir düşüş gelişmekte olan ülkelerde de yaşanıyor. BM’ye göre, 2060 yılına kadar Brezilya’da destek oranı 6.2:1’den 2.3:1’e, Vietnam’da ise 7.5:1’den 2.4:1’e düşecek. George Mason Üniversitesi’nden Michael Clemens, “Tarih boyunca bu kadar hızlı işgücü kaybı görülmedi” diyor.
Bunun istisnası Sahra Altı Afrika. Doğurganlık oranları burada da düşüyor ama yavaş ve yüksek bir seviyeden başlıyor. Bu bölge demografik geçişin daha başında. 2050’ye kadar çalışma çağındaki nüfusu yaklaşık 700 milyon artarak iki katına çıkacak. 2030 yılına kadar küresel işgücü piyasasına katılan her iki kişiden biri Sahra Altı Afrika’dan olacak.
Ancak bu insanlar kendi ülkelerinde iş bulmakta zorlanacak. Her yıl yaklaşık 15 milyon kişi işgücü piyasasına girerken, yalnızca 3 milyon formel iş yaratılıyor. Afrobarometer’ın yaptığı bir ankete göre, 24 Afrika ülkesinde halkın %47’si göç etmeyi düşündüğünü, %27’si ise bunu “ciddi şekilde düşündüğünü” belirtti. “Daha iyi iş fırsatları” en çok belirtilen neden oldu.
Göç eğilimleri, ülkelerin kişi başına düşen geliriyle karşılaştırıldığında çan eğrisi benzeri bir grafik oluşturur. Kişi başına düşen gelir yaklaşık 5.000 dolara ulaşınca göç artar, 10.000 dolarda zirveye ulaşır, sonra düşer. Yani çok fakir ülkelerde insanların gitmeye gücü yetmez, zengin ülkelerde ise ihtiyaç duymazlar. Orta gelirli ülkelerde ise hem istek hem imkan vardır.
Göçle özdeşleşen Meksika ve Filipinler gibi ülkeler artık bu zirveyi geçmiş durumda. Oysa Sahra Altı Afrika nüfusunun %94’ü (yaklaşık 1.1 milyar kişi), kişi başına gelirin 10.000 doların altında olduğu ülkelerde yaşıyor. “Afrika’dan göç durdurulamaz bir güç,” diyor Clemens.
Gerek Var Ama İstek Yok
Göçmen kabul eden ülkelerdeki siyaset ise bu güce karşı hareketsiz bir nesne gibi duruyor. Trump, Afrikalı göçmenler arasında popüler olan “çeşitlilik vizesini” askıya aldı. AB, Afrika’dan gelen yasa dışı göçü azaltmak için milyarlarca euro harcıyor. Eski İngiliz hükümeti, Ruanda’dan gelen göçmenleri kabul etmektense İngiltere’deki göçmenleri Ruanda’ya göndermeye daha hevesliydi.
Yerlilik savunusu, Afrika’dan göçü kısıtlayabilir. Ancak bu tür kısıtlamaların siyasi bedelleri olur. Örneğin İngiltere’de Ulusal Sağlık Sistemi için hemşire ve doktor bulmak zorlaşır. Emek açığı ve sosyal güvenlik açıkları karşısında daha az tercih edilen önlemler (emeklilik yaşını yükseltmek gibi) gündeme gelir. İtalya Başbakanı Giorgia Meloni seçim kampanyasında göçü azaltacağını vadetti, fakat iktidara geldikten sonra AB dışı ülkelere verilen çalışma vizesi sayısını artırdı. Brexit sonrası İngiltere’de net göç oranı yükseldi. Zengin ülkeler işgücü açığını kapatmak istiyorsa, bunu en çok Afrikalılarla yapacak.
Zaten Yapıyorlar
2024’te, BM verilerine göre 45 milyon Afrikalı ülkesi dışında yaşıyor. Bu, küresel göçmen nüfusunun %15’i. 1990’da bu oran %13’tü. O dönem Afrikalı göçmenlerin yalnızca %35’i Afrika dışındaydı; bugün bu oran %45. Yani Afrika dışındaki Afrikalı göçmen sayısı 1990’dan bu yana üç katına çıkarak 20.7 milyona ulaştı. Bu, Hindistan dışındaki Hintlilerden (18.5 milyon) ve Çin dışındaki Çinlilerden (11.7 milyon) fazla.
Avrupa’daki Afrikalı göçmen sayısı 1990’da 4 milyonken, 2024’te 10.6 milyona çıktı. Fransa’da 4 milyon, İngiltere’de 1 milyon Afrikalı göçmen var. Yeni gelenler, sömürge dönemine dayanan eski diasporalara katılıyor. Daha önce gelenlerin çocukları İngiltere’de sınavlarda ortalamanın üstünde başarı gösteriyor. Özellikle Britanyalı Nijeryalılar spor (rugby kaptanı Maro Itoje), iş dünyası ve siyasette (Muhafazakar Parti lideri Kemi Badenoch) öne çıkıyor.
Afrikalılar artık sadece doktor ya da mühendis olarak değil; bakım evlerinde çalışmak gibi daha mütevazı işler için de geliyor. 2023’te İngiltere’deki bakım evlerinde çalışan yabancı uyruklular arasında Nijeryalılar ilk sıradaydı. Zimbabwe ve Gana’dan da on binlerce kişi bu tür işlerde çalışıyor.
Yeni Azınlık
Son on yılda Amerika, Sahra Altı Afrika’dan en çok göç alan ülke olarak Fransa’nın önüne geçti. 1960’ta Afrika kökenliler toplam göçmenlerin %1’inden azını oluştururken, 2020’de bu oran %11 oldu. 1990-2020 arasında Amerika’ya gelen Afrikalı sayısı, köle ticareti dönemindekinden dört kat fazla.
Columbia Üniversitesi’nden Neeraj Kaushal’ın yakında çıkacak kitabı, “Amerika’nın geleceği Kara Afrika’da” tezini işliyor. Nijerya, Etiyopya, Gana ve Kenya diasporaları, 1980’deki Hint diasporasıyla aynı büyüklükte. Hintli göçmen nüfusu o zamandan beri 13 kat arttı. Benzer bir artış, 2060’a kadar bu dört Afrika diasporasından 10 milyon yeni göçmen anlamına gelir.
Kaushal, Trump döneminde bazı kısıtlamalar getirilse de uzun vadede Amerika göçmen ülkesi olarak kalmak istiyorsa, Afrika’nın en büyük kaynak olacağını savunuyor. Zira Afrika’dan gelen göçmenler hem eğitimli hem çalışkan: Nijeryalı Amerikalıların %64’ü üniversite mezunu. Amerika genelinde bu oran %33. Ayrıca iş gücüne katılım oranları da ortalamanın üstünde.
Göçmenler o kadar başarılı ki bazı Afro-Amerikalı akademisyenler, çocuklarının pozitif ayrımcılık uygulamalarından faydalanmaması gerektiğini savunuyor. Yeni gelenler “Afrikalı-Amerikalı” kavramını da dönüştürüyor. Atlanta’daki Kongo Koalisyonu’ndan Carl Kananda, “Ben Afrikalıyım. Amerika’ya gelene kadar siyah olduğumu öğrenmemiştim” diyor.
Batı Dışında da Varlar
2024 itibariyle, Körfez İşbirliği Konseyi ülkelerinde 4.7 milyon Afrikalı göçmen var; bu rakam 1990’dan beri üç katına çıktı. Suudi Arabistan, Kenya’ya en fazla döviz gönderen ikinci ülke. Ancak Körfez’deki Afrikalı işçiler çoğu zaman kötü muamele görüyor. Kenya’dan gidenlerin %99’u patronlarından kötü muamele gördüğünü söylüyor. Uganda’da aktivist Marie Mwiza, kadın hizmetçilerin “domates çuvalı gibi” görüldüğünü söylüyor.
Yine de pek çok kişi gitmeye devam ediyor. Uganda’da çalışan Steven Nuwuguba Katar’da zorlu koşullarda çalıştı ama ülkesiyle kıyasla yüksek kazanç elde etti. Birçok kişi bu gelirle iş kurabiliyor.
Afrikalılar Çin’de de var. Nijeryalılar, Endonezyalılardan fazla; Güney Afrikalılar neredeyse Taylandlılar kadar. Yiwu ve Guangzhou gibi şehirlerde binlerce Afrikalı ticaret yapıyor. 2018’de Çin’deki Afrikalı öğrenci sayısı 80.000’di; bu sayı Amerika’daki Afrikalı öğrenci sayısından daha fazlaydı.
Afrika İçin Etkileri
Göç, “beyin göçü” korkularını da beraberinde getiriyor. Ancak Kamerunlu ekonomist Narcisse Cha’Ngom’a göre bu daha karmaşık. Evet, nitelikli iş gücü, tüketim ve vergi tabanı kaybediliyor. Ama göçmenlerin gönderdiği döviz, doğrudan yatırımlardan ve yardımlardan fazla. Göç ihtimali, ülkede eğitime olan talebi bile artırıyor.
Cha’Ngom’un 2023 tarihli çalışmasına göre, göç veren ülkelerin çoğu, kişi başına düşen GSYİH açısından göçten net fayda sağlıyor. Ancak bu faydayı artırmak için doğru politikalar gerekiyor. Filipinler hemşire ihracını sağlık eğitimiyle eşleştirdi. Hindistan, göçmenlerini ülkeye beceri ve sermaye getirmeye teşvik ediyor.
Afrika ülkeleri de benzer politikalar geliştiriyor. Kenya, Almanya ile mesleki eğitim ve dil kurslarını içeren bir göç anlaşması yaptı. Hedefleri, yılda 1 milyon Kenyalıyı yurt dışına göndermek. Etiyopya ve Tanzanya da benzer girişimlerde bulunuyor.
Yine de pek çok Afrikalı hükümetlerinin bu fırsatı doğru kullanabileceğine inanmıyor. İşçi ihracatı yapan şirketlerin siyasi elitlere ait olması kuşkuları artırıyor. Ancak yurt dışında şansını denemek isteyen genç Afrikalılar için bu durum pek caydırıcı değil.
Afrikalıların işe ihtiyacı var; dünyanın da işçiye. Bu çıkar birliği büyük bir fırsat. Yeter ki her iki taraf da bu fırsatı değerlendirmeyi bilsin.
Dünya Basını
ABD’nin eski Asya çarı Kurt Campbell: Çin’le hesapsız bir çatışmaya girmekten kaçınılmalı

Eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı ve uzun süredir Asya uzmanı olan Kurt Campbell, ABD’nin Çin’le tehlikeli bir sarmalın içine girmekten kaçınması gerektiğini söyledi. ‘Önce Amerika’ politikası ‘Yalnız Amerika’ politikasına dönüşmemeli dedi.
Campbell, bu hafta Tokyo ve bölgede yaptığı ziyaret sırasında Nikkei Asia‘ya verdiği özel röportajda, “Muhtemelen Çin ve ABD kadar birbirine bağımlı iki ülke yoktur” dedi. Ancak “bu karşılıklı bağımlılıktan daha rahatsız olan iki ülke de yok” diye ekledi.
Joe Biden yönetiminin ikinci diplomatı olarak görevinden ayrıldıktan sonra ilk kez Asya’yı ziyaret eden Kurt Campbell, mevcut Başkan Donald Trump’ın Çin ile ticaret savaşı küresel ekonomiyi ve Asya’yı sarsarken konuştu. ABD, rakibine %145’e varan yeni gümrük vergileri uygulayarak bazı ürünlerin efektif vergisini %245’e kadar yükseltti. Pekin ise Amerikan mallarına %125 gümrük vergisi uygulayarak misilleme yaptı. Campbell, şu anda “Pekin ile Washington arasında neredeyse hiçbir iletişim kanalı bulunmaması”nın riski artırdığını söyledi.
Trump bu hafta iki tarafın müzakere halinde olduğunu ısrarla belirtirken, Çin görüşmelerin yapıldığını yalanladı.
Kurt Campbell, “ABD ile Çin arasında kasıtsız bir yanlış hesaplamadan endişe duyuyorum” diyerek, öncelikli hedefin “kasıtsız bir askeri çatışmaya girilmemesini sağlamak” olduğunu vurguladı.
ABD-Çin ilişkilerinin “derin rekabet” ile tanımlanmaya devam edeceğini belirten Campbell, Washington’daki herhangi bir yönetimin hedefinin “bu rekabeti mümkün olduğunca istikrarlı ve sağlıklı hale getirmek” olması gerektiğini söyledi.
2013 yılında kurucularından olduğu Washington merkezli danışmanlık şirketi The Asia Group’un başkanlığını yürüten Campbell, her iki tarafın da sessiz, kapalı kapılar ardında görüşmelerin yolunu aradığını düşündüğünü söyledi. Ancak “hiçbiri yüzünü kaybetmek istemediği” için diyalog yolunu bulmak “zor olacak” dedi.
Trump, anlaşma halinde gümrük vergilerinin “önemli ölçüde” indirilebileceğini belirtirken, Çin bazı ABD ürünlerine uyguladığı vergileri muafiyet kapsamına almayı düşünüyor.
Geri adım atma görevi, daha geniş uluslararası ilişkilerdeki değişiklikler nedeniyle karmaşık hale geliyor.
Rusya ve Kuzey Kore vurgusu
Kurt Campbell ayrıca, “Şu anda en çok endişe duyulan ilişki, açıkçası Rusya ile Çin arasındaki ilişkidir” dedi. Pekin’nin, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline devam etmesini sağlayarak, ekonomik destek ve çeşitli çift kullanımlı teknolojiler sağladığını savunan Campbell, bunun karşılığında Çin’in, ABD ve müttefiklerinin çıkarlarına “derinden aykırı” denizaltılar ve diğer yeteneklerle ilgili teknolojiler aldığını düşünüyor.
Aynı şekilde Campbell, Kuzey Kore’yi “tehlikeli bir joker kart” olarak nitelendirdi. Trump’ın Pyongyang ile “bir tür diplomasi kurmanın yollarını bulmakla ilgilendiğini” düşünse de, başarısız adımların tekrarlanmasından endişe duyuyor.
1994 tarihli ikili anlaşma çerçevesi, 2000’li yıllarda yapılan altı taraflı görüşmeler ve Trump’ın Kuzey Kore lideri Kim Jong Un ile yaptığı çok sayıda toplantıya atıfta bulunarak, “Önceki çabaların başarılı olmadığını unutmamalıyız” dedi. Bu arada Kuzey Kore’nin, “nükleer silahlar ve bunları uzun menzilli füzelerle fırlatma kapasitesi” konusunda ilerleme kaydettiğini kaydetti.
Bunun da ötesinde Campbell, Trump’ın ilk dönemine kıyasla “dünyanın, Kuzey Kore’nin Rusya ve Çin ile güçlenen ilişkileri göz önüne alındığında, ABD ile diplomasiye daha da dirençli hale gelebileceği şekilde değiştiğini” söyledi.
Güney Kore ve Japonya ile üçlü işbirliği ve gemi inşası
Campbell’a göre ABD’nin izlemesi gereken yol, Trump yönetiminin dost ve düşmanlara gümrük vergileri uygulayıp baskı yapmasına rağmen ittifakları güçlendirmektir.
“Atabileceğimiz en önemli adımlar, caydırıcılık ve benzer düşünen ülkelerle ortak çabalardır” dedi, bu ülkeler arasında, bölgedeki iki uzun soluklu müttefik olan Japonya ve Güney Kore ile üçlü işbirliğinin de yer aldığını belirtti.
Campbell, ticari ve askeri önemi ve Çin’in hakim konumu nedeniyle bu alanı ‘en büyük zorluklarımızdan biri’ olarak nitelendirerek, üçlü işbirliği için doğal bir alan olarak özellikle gemi inşasını gündeme getirdi. Güney Kore ve Japonya bu alanda en büyük ikinci aktörlerdir.
Campbell, “Bu tür bir işbirliğini zorlaştıran birçok kısıtlama var, ancak Başkan Trump’ın belirttiği şeylerden biri, iş yapmaya açık olduğu” dedi. “O, belirli alanlarda, askeri teknolojide ve özellikle gemi inşasında daha güçlü ilişkiler kurmak için uzun süredir var olan engelleri aşmaya hazır” ifadelerini kullandı.
Japonya bölgede ABD için en önemli ilişki
Trump’ın gümrük vergilerini bir baskı aracı olarak kullanmasına ve Tokyo’nun Washington ile bir anlaşma arayışına girmesine rağmen, Campbell “ABD’de bunun sadece önemli bir ilişki değil, ABD için en önemli ilişki olduğu ve bu ilişki üzerine bir dizi başka şey inşa ettiğimizin farkında olunduğunu” söyledi.
Campbell, Japonya’nın her zamanki gibi “geride kalma” zamanının değil, katılım ve fırsatları değerlendirme zamanı olduğunu söyledi.
Tokyo’ya “iki farklı yolda, tam hızla ilerlemesi” tavsiyesinde bulundu. Bunlardan biri, “Washington ile derin bir işbirliği içinde stratejik bir şekilde çalışmak için mümkün olan her şeyi yapmak.” Diğeri ise, çok taraflı ticaret çerçevelerini güçlendirmek, iklim değişikliği ve temiz enerji konusunda öncülük etmek ve Trump yönetiminin ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı’nı (USAID) kapatarak yarattığı boşluğu doldurmak için Afrika, Pasifik ada ülkeleri ve Güneydoğu Asya’ya yardım sunmaya devam etmek gibi “Japonya’nın dünyadaki rolünü güçlendirmek için giderek daha bağımsız adımlar atmak.”
ABD-Japonya ittifakının güvenlik yönüne gelince, eski müsteşar, bunun “paternalist olamayacağını” ve “tamamen eşit bir ortaklık olması gerektiğini” söyledi.
“Genişletilmiş caydırıcılıkta Japonya’nın [daha büyük] bir rol oynamasını dışlamıyorum” dedi.
İmparatorluk ve işgalin hatıralarının hala taze olduğu bir bölgede, daha aktif Japon kuvvetleri muhtemelen şüpheyle karşılanacaktır. Ancak Kurt Campbell, “Mesajım şudur: Şimdi cesur olmak, kendinden emin olmak, dış politikada bazı riskler almak ve Japonya’nın küresel sahnedeki rolünü ilerletmek için doğru zaman” dedi.
“Zorluklar ve riskler olduğu kesinlikle doğru, ancak fırsatlar da var. Bu fırsatları şekillendirme zamanı” diye ekledi.
Campbell ayrıca, ABD’nin askeri varlığının ve nükleer caydırıcılığının önemini vurgulayarak, “Dikkatli olmalıyız ve Amerikan dış politikasının en büyük başarılarından birinin, çoğu ülkenin Avrupa ve Asya üzerinde ABD’nin genişletilmiş caydırıcılığını açık ve net bir şekilde kabul etmesi olduğunu kabul etmeliyiz” dedi ve ekledi: “Barış ve istikrarın korunması için çok önemli olan bu sağlam taahhüdü ülkelerin sorgulamasına neden olmayacak adımlar atmaya devam etmeliyiz.”
Tayvan vurgusu
Ona göre bu, Tayvan için de geçerli.
Campbell, Washington’un Pekin’i tanıyan ve Taipei ile gayri resmi ilişkiler için bir çerçeve belirleyen 1979 tarihli Tayvan İlişkileri Yasası’nı “dış politikadaki en önemli yasama liderliği örneği” olarak nitelendirdi. Tayvan’da barışı korumak ABD’nin çıkarlarına uygun olduğunu savundu.
“Sadece şunu söylemek isterim: [Tayvan ile] gayri resmi ilişkilerimizi derinleştirmek ve güçlendirmek ABD için hayati önem taşıyor ve Tayvan’ın Pasifik’te, güvenlik ve teknoloji alanlarında yaptığımız pek çok şeyde demokratik bir aktör ve gayri resmi ortak olarak gücünü kutlamalıyız” dedi.
Pekin, Tayvan yakınlarında askeri tatbikatlar düzenlerken, “saldırganlığı caydırmak, özellikle Tayvan Boğazı’nda hiç bu kadar önemli olmamıştı” dedi.
Campbell, Çin’in 1,4 milyarlık nüfusu ve ekonomik gücüyle Soğuk Savaş dönemindeki Sovyetler Birliği’nden daha zorlu bir rakip haline geldiğini belirterek, bunun yine ittifakların güçlendirilmesine bağlı olduğunu savundu.
“Nihayetinde Çin’i caydırmanın en iyi yolu, ortaklarla birlikte hareket etmektir” dedi. Ancak ABD’nin gümrük vergileri ve diğer adımlarıyla kendini izole ettiğini belirtti.
Campbell, ‘Amerika Önce’ politikasının ‘Amerika Yalnız’ politikasına dönüşmemesi gerektiğini vurguladı. ‘Yalnız Amerika’, ABD’yi zayıflatacak, bizi daha fakir, daha güvensiz ve açıkçası hala bir dereceye kadar Amerikan liderliğine ihtiyaç duyan bir dünyada çok daha endişeli hale getirecektir.”
-
Avrupa2 hafta önce
Almanya’da tren fabrikası tank üretimine başlıyor
-
Görüş2 hafta önce
Pahalgam terör saldırısı, Hindistan ve Pakistan yine kavgalı…
-
Görüş2 hafta önce
Dönüşümün gereklilikleri ve ulusal ortaklığın ihtiyaçları arasında Hamas
-
Ortadoğu2 hafta önce
Suriye İnsan Hakları Takip Komitesi, mezhepçi katliamlara dair nihai raporunu yayımladı
-
Asya2 hafta önce
Cammu Keşmir bölgesinde terör saldırısı: 26 ölü, 17 yaralı
-
Avrasya Günlüğü2 hafta önce
ABD’li ekonomist: Çin’in “e-ticaret + altyapı” sinerjisi bölgesel ekonomik dönüşümü hızlandırıyor
-
Görüş1 hafta önce
ABD, Ukrayna’ya ihanet etti
-
Dünya Basını2 hafta önce
Jeffrey Sachs: ABD’nin Asya’daki askeri üslerini kapatın