DÜNYA BASINI
Önce Sedat sonra Hamas İsrail’in ‘Conceptzia’sını nasıl çökertti?
Yayınlanma
Hamas’ın Aksa Tufanı operasyonu, 1973’te Mısır ve Suriye’nin ani bir hareketle başlattıkları ve savaşın ilk günlerinde önemli ilerleme kat ettikleri Yom Kippur savaşının 50. yılında gerçekleşti. Hamas’ın 7 Ekim’deki operasyonunun, hem tarihi hem sürpriz ve kapsamlı bir saldırı oluşu hem de İsrail’de yarattığı şok açısından Yom Kippur Savaşı ile benzerlikleri üzerinde duruluyor.
Aşağıda çevirini okuyacağınız makale de Aksa Tufanı’nı Yom Kippur ile kıyaslıyor. “Ekim’de On sekiz Gün: Yom Kippur Savaşı ve Modern Orta Doğu’yu Nasıl Yarattı” kitabının yazarı Uri Kaufman tarafından kaleme alınan makale Yom Kippur savaşının sonunda Mısır ve İsrail arasında imzalanan barış anlaşması hatırlatılıyor ve “Bugün de barış için benzer bazı fırsatlar mevcut olabilir” değerlendirmesinde bulunuluyor:
***
Yom Kippur Savaşı’nın Gerçek Dersleri
Hamas’ı Yenmek İçin İsrail’in Yeni Bir İstihbarat Yaklaşımına İhtiyacı Var
Uri Kaufman
1973’te Yom Kippur Savaşı’nın sona ermesinden kısa bir süre sonra, geleceğin İsrail Başbakanı, dönemin yasama organında yeni üye Menahem Begin, Knesset’te öfkeyle ayağa kalktı, “Neden askeri teçhizatı hatta koymadılar” diye bağırdı. İsrail ile Mısır ve Suriye’nin birleşik güçleri arasında 18 gün süren savaş, 2.000’den fazla İsrail askerinin ölümüyle sonuçlandı, ülkenin siyaset kurumunu şoke etti ve ordunun güvenine darbe vurdu. Begin, hükümetin bu çatışmaya neden hazırlanmadığını öğrenmek istiyordu.
Bugün İsrailliler kendilerine ürkütücü derecede benzer sorular soruyorlar. Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail topraklarında eşi benzeri görülmemiş bir saldırıyla 1.000’den fazla insanı öldürmesinin ardından İsrailliler, ülkelerinin övündüğü istihbarat servislerinin Hamas’ın saldırısının geldiğini neden göremediğini bilmek istiyor. İsrail ordusunun Gazze sınırında neden çok az savunma teçhizatı ve personeli olduğunu soruyorlar.
Yom Kippur Savaşı’nın bugünkü İsrail-Hamas çatışmasından bariz farkları vardı. Egemen devletler ve konvansiyonel ordular arasında bir savaştı. Kışkırtıcıları -Mısır ve Suriye- daha önceki bir savaşta İsrail’e kaybettikleri toprakları geri almak istiyorlardı. Soğuk Savaş’ın gölgesinde gerçekleşmişti. Moskova ve Washington savaşan taraflara yardım etti ve savaşı sona erdiren ateşkesi müzakere etti. Ancak İsrailliler için Hamas’ın saldırısının küçük düşürücü sürprizi, Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ın 1973’teki şok işgalini acı bir şekilde anımsatıyor.
Paralellikler daha da derinleşiyor. O zaman da şimdi olduğu gibi, İsrail savaşın patlak vermesinden önce şaşırtıcı bir ekonomik refah döneminin tadını çıkarmıştı. O zaman da şimdi olduğu gibi, savaş patlak vermeden önce İsrailliler sürpriz bir saldırının olası olduğunu biliyorlardı, ancak ülke siyasetine ülkenin sınırları konusundaki güvenleri nispeten yüksekti. İsrail 1967 Savaşı’nda çarpıcı bir zafer kazanmış, altı Arap devletini dize getirmiş ve topraklarını dörde katlamıştı. Antik çağlardan beri Yahudiler kendilerini hiç bu kadar güvende hissetmemişlerdi: İncil’de eski İbranilerin Eriha’yı fethetmek için yedi güne ihtiyaç duydukları yazılıdır.
Ancak bu zafer kesin bir sonuç getirmedi. Mısır kayıplarını telafi etmeye kararlıydı. Bu arada İsrail’in kendine güveni, altı yıl sonra sinsi bir saldırıya zemin hazırlayan bir dizi varsayıma yol açtı, bu varsayımlar İsrail’in Hamas’ın saldırısından önceki varsayımlarına benziyordu.
İsrail kuvvetlerinin Mısır Üçüncü Ordusunu kuşatması ve Şam banliyölerinin topçu menziline girmesi üzerine Yom Kippur Savaşı ateşkesle sona erdi. Ancak İsrail kamuoyu, hükümetin savaşın patlak vereceğini öngörememesini affedilemez olarak değerlendirdi ve hükümet kendi başarısızlıklarına ilişkin geniş bir soruşturma başlatmak zorunda kaldı. Komisyon önünde ifade veren İsrailli bir istihbarat subayı, ordunun 1973’teki savaşın mantıksız olduğu yönündeki hatalı değerlendirmesini, “Kahire’de olup bitenlere dayanarak”, başka bir deyişle, üst düzey görüşmeleri dinlemesine olanak tanıyan en son gözetleme teknolojisine dayanarak yaptığını kabul etti. Yani Süveyş Kanalı yakınlarında Mısır ordusunun yığınak yaptığına dair bariz işaretler dikkate alınmamıştı.
Silahlar sustuğunda İsrail’in yine aynı türden bir soruşturma başlatacağı neredeyse kesin. 1973 komisyonunun raporu 2,200 sayfa olmasına rağmen, 1973’ten bazı büyük dersler çıkarılmamış olabilir ki bu dersler İsrail’in o zaman da şimdi de anlaması gereken dersler.
KÜSTAHLIK
Altı Gün Savaşı’ndan sonra İsrail’in askeri kapasitesi sıçrama yaptı: 1967 ve 1973 yılları arasında, diğer şeylerin yanı sıra envanterine 178 A-4 Skyhawk savaş uçağı, 110 F-4 Phantom jeti ve yaklaşık 2.000 tank ekledi. Aynı zaman diliminde İsrail ekonomisi yüzde 85 gibi şaşırtıcı bir oranda büyüdü. Altı Gün Savaşı’nın sona ermesinden aylar sonra, İsrail’in 1948’deki orijinal sınırı boyunca hâlâ çok sayıda tabelada “TEHLİKE! İLERİSİ SINIR” yazıyordu. Bunlardan birine, birisi sprey boyayla SINIR kelimesinin önüne HAYIR kelimesini yazmıştı.
Ancak gerçek şu ki, çatışma hiçbir zaman gerçekten sona ermemişti. Savaşın bitiminden sadece birkaç hafta sonra Mısır, İsrail donanmasına ait bir destroyer olan Eilat’ı batırdı ve İsrail de Süveyş Kanalı boyunca Mısır şehirlerini bombalayarak misilleme yaptı. Dönemin Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdünnasır, İsrail’in devlet statüsünü tanımayı reddetti ve İsrail’in çatışma sırasında ele geçirdiği Sina Yarımadası’nı geri almaya kararlı kaldı; sık sık “Güç kullanılarak alınan güç kullanılarak geri verilecektir” açıklamasında bulundu. Açık çatışma, 1969-1970 yılları boyunca devam etti. 440 İsrailli ve on binlerce Mısırlı öldürüldü. Sovyetler Birliği Mısır’a gelişmiş SAM-3 füze sistemleri tedarik ettiğinde, İsrail hava kuvvetleri endişe verici sayıda uçak kaybetmeye başladı. Amerika Birleşik Devletleri ve BM’nin barışa aracılık etme çabaları sonuçsuz kaldı.
Abdünnasır’ın 1970 yılında aniden kalp krizinden ölmesinin ardından yerine Sedat geçti. Birçok Mısırlının zihninde Sedat, selefi ile kıyaslanamayacak kadar kötü bir konumdaydı; sık sık Nasır’ın “fino köpeği” olarak kötüleniyordu. Sokak gösterilerinde kalabalıklar “dev gitti, yerini eşek aldı” sloganları attı. Yabancı liderler de Sedat’ı kötü değerlendirdi. Kayıtlara göre yetkililer ondan “geçiş dönemi lideri” olarak bahsediyordu. 1970 yılında bir İsrail istihbarat araştırması Sedat’ın “entelektüel seviyesinin düşük olduğu” sonucuna vardı ve 1972’nin sonlarında yapılan bir güncelleme Sedat’ın “zayıf” olduğunu ekledi. 1971’den 1973’e kadar Mısır’ın ulusal güvenlik danışmanı olan Muhammed Hafız İsmail, ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’ın kendisine Mısır’ın yeni bir savaş başlatması halinde “İsrail’in bir kez daha ve 1967’dekinden daha fazla kazanacağı”nı söylediğini iddia etti.
Ancak Sedat zayıf biri olmadığını kısa sürede gösterdi. 1971’de başarısız bir darbe girişimi, iflas etmiş bir ekonomi ve Mısır’ın 1967’deki kaybının intikamını almak için yanıp tutuşan bir subay ordusuyla karşı karşıya kalan Sedat, savaşa girmesi gerektiği sonucuna vardı. Ancak Nasır’ın hiç yapmadığı bir şeyi yaptı: sınırı nispeten sessiz tuttu, kıdemli subayları kenara çekti ve kıdemsiz ama çok saygın bir kariyer askeri olan Saad el-Shazly başkanlığında yetkin bir generaller grubu atadı.
Shazly ve özenle seçilmiş bir grup subay daha sonra Mısır ordusunun güçlü ve zayıf yönlerinin ölçülü bir değerlendirmesini yaptı ve İsrail’e karşı iyi düşünülmüş bir savaş planı hazırladı. Shazly, en azından başlangıç için Sina Yarımadası’nın tamamını ele geçirmek zorunda olmadığı, ancak düşman topraklarının sadece altı mil içine ilerleyerek ve kayıplar vererek İsrail’i şok etmesi gerektiği sonucuna vardı. Bir yıpratma savaşı ve uluslararası baskının İsrail’i 1967 öncesi sınırlarına çekilmeye zorlayacağını hesapladı. Karadan havaya Sovyet füzelerini kullanarak İsrail hava kuvvetlerini ve omuzdan ateşlenen roketleri kullanarak İsrail zırhlılarını etkisiz hale getirmenin yollarını tasarladı.
En önemlisi de Shazly’nin planı sürpriz unsuruna dayanıyordu. Sovyetler Birliği’nin, 1968’de Çekoslovakya’yı işgal ettiğinde Batılı istihbarat örgütlerini kandırmak için başarıyla kullandığı bir taktiği uyguladı: Saldırı öncesinde gözcülerin normal askeri faaliyetlerle saldırı hazırlıklarını ayırt etmesini zorlaştırmak için tekrarlanan eğitim tatbikatları yapmak. Mısırlılar 1 Ocak 1973 ile 1 Ekim 1973 tarihleri arasında Süveyş Kanalı boyunca ordularını en az 22 kez önce seferber ardından terhis etti.
Mısır’ın en üst düzey subaylarından sadece bir avuç kadarı, 6 Ekim’deki 23. seferde orduya kanalı geçme emri verileceğini biliyordu. İsrail’in daha sonra ele geçirdiği 8,000 Mısırlı askerden sadece biri planlanan saldırıyı bir günden fazla bir süre önceden bildiğini söyledi. Diğerlerinin neredeyse tamamı aynı sabah öğrenmişti.
Ancak bu hikâyenin sadece bir kısmını anlatıyor. İsrail, Mısır ordusunu bir bütün olarak hafife almıştı: İsrail, Mısır’ın sınır ötesindeki faaliyetlerini izlemek için bir dizi kale inşa etmesine rağmen, liderleri Kahire birliklerinin bir yıldırım saldırısında onları alt edecek kadar yetenekli olmasının imkânsız olduğunu düşünüyordu. 1971’de İsrailliler, Mısır’ın üç piyade tümenini ve 700 tankını 16 saat içinde Süveyş Kanalı’ndan geçirdiği bir savaş oyunu düzenlediler. Üst düzey bir general, “bunu başarabilmeleri için yüzde 10’luk bir ihtimal bile olmadığını” söyleyerek bu faaliyeti reddetti. General, Arap askerinin “modern savaş için gerekli olan zekâ, uyum sağlama ve hızlı tepki verme gibi niteliklerden yoksun olduğunu” da sözlerine ekledi.
TEORİYE BAĞLI KÖRLÜK
İsrail gazetesi Yedioth Ahronoth’un 2005 yılında yaptığı bir araştırmaya göre, 1969 yılında uzun boylu, kusursuz giyimli bir adam Londra’daki İsrail büyükelçiliğine girdi ve bir MOSSAD ajanıyla konuşmak istedi. Adam “Sizin için çalışmak istiyorum” dedi: “Size ancak en çılgın rüyalarınızda elde etmeyi umabileceğiniz bilgileri vereceğim. Para istiyorum, hem de çok para. Ve inanın bana, seve seve ödeyeceksiniz.
İsrailliler gerçekten de parayı seve seve ödediler çünkü hizmetlerini sunan kişi, Enver Sedat’ın başkanlık sekreteri ve Nasır’ın kendi damadı olan Eşref Mervan’dı. Yedioth Ahronoth’un araştırması, Mervan’ın İsraillilerden bugünün parasıyla 24 milyon dolar aldığını ortaya çıkardı. (Bunu bir perspektife oturtmak gerekirse, casusluk için en çok para aldığı bilinen Amerikalı, CIA’in çifte ajanı Aldrich Ames’ti ve sadece bugünkü değeriyle 4 milyon doları almıştı).
Mervan, diğer istihbaratların yanı sıra, yöneticilerce o kadar önemli görünen bir bilgi verdi ki, İsrailli askeri planlamacılar bunu tanımlamak için İbranice bir terim icat ettiler: Conceptzia, yani “konsept”. Bu Conceptzia, Mısır’ın İsrail hava kuvvetleriyle mücadele edebilecek gelişmiş Sovyet savaş uçakları edinmeden savaşa girmeyeceğini söylüyordu. O zaman da şimdi olduğu gibi, İsrail’in askeri planlamasının satranç tahtasında, gövdesinde Davut Yıldızı olan savaş uçağı en büyük taş olarak kabul ediliyordu: İsrail’in savunma bütçesinin yaklaşık yüzde 50’si hava kuvvetlerine gidiyordu. (Aslında 1967-1972 yılları arasında İsrail tüm GSYİH’sinin yüzde 10’unu sadece hava kuvvetlerine harcamıştı). Sedat, Sovyet jetleri almak için Moskova ile bir anlaşma yapmıştı, ancak bunların Mısır’a teslimatı 1974’ün sonlarına kadar gerçekleşmeyecekti. Ve 1973’te bunları uçuracak pilotları eğitmek en az bir yıl sürdüğü için, İsrailliler önümüzdeki aylarda güvende olduklarını düşündüler.
Bazı İsrailli yetkililer Mervan’a ya da övündükleri gözetleme teknolojilerine çok fazla güvenmekten endişe ediyorlardı. İsrailli bir albay olan Yossi Langotsky, 1973 ortalarında o zamanlar genç bir istihbarat subayı olan geleceğin İsrail Başbakanı Hud Barak’a çoğu İsrailli liderin, savaş olacak ya da olmayacak diyecek cesarete nasıl sahip olduğunu anlayamadığından” yakınıyordu: “Hepimiz ne kadar az bilgiye sahip olduğumuzu biliyoruz, [ama] onlar bu bilgileri bir araya getirerek ayrıntılı teoriler oluşturuyorlar.” Yine de devletin üst düzey yetkilileri, istihbarat toplama konusundaki üstünlüklerinin Mervan’ın yanılma ihtimalini ortadan kaldırdığını düşünüyordu. İsrail ordusunun istihbarat şefi, İsrail’in casusluk kapasitesinin “Conceptzia’da bir hata varsa bana söyleyecek sigorta” diye açıklıyordu.
1973 sonbaharında, o sırada Mısır ve Suriye ile çatışma halinde olan Ürdün Kralı Hüseyin, İsrail Başbakanı Golda Meir ile gizlice görüşerek bu ülkelerin savaşa hazırlandıkları uyarısında bulundu; uyarısı dikkate alınmadı. İsrail istihbaratı dikkat edilmesi gereken 45 “savaş işareti” belirlemişti ve Ekim 1973 başlarında sahada bunlardan 30’dan fazlası vardı. Ancak Conceptzia’da sıkışıp kalan İsrailli askeri planlamacılar bu işaretlerin çoğunun askeri eğitimle uyumlu olduğunu düşünüyordu. Mervan bir gece öncesine kadar yaklaşan saldırı konusunda uyarıda bulunmadı.
Yom Kippur’da İsrail istihbaratı Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ın kendi Conceptzia’ları olduğunu öğrendi. Sedat’ın kuvvetleri Süveyş Kanalı’nı geçti ve İsrail’i barış anlaşması yapmadan Sina Yarımadası’ndan çekilmeye zorlamak amacıyla İsrail birliklerine saldırmaya başladı. Sonunda İsrail birlikleri, ordusunu kuşatınca durduruldu. Ancak İsraillileri şok etme planı işe yaradı.
DAHA PARLAK BİR SONUÇ
Yom Kippur Savaşı’na yol açan dinamik ile bugün arasında dikkate değer benzerlikler var. Hamas da Mısır’ınkine benzer bir taktik uygulayarak dikkat dağıtıcı eğitim tatbikatlarını artırdı, savaşçılarını İsrail-Gazze sınırı boyunca defalarca hareket ettirdi ve son birkaç ay içinde geri çekildi. İsrail ayrıca Hamas’ın kendine güvenini, plan yapma kapasitesini ve gözetimden kaçma becerisini ciddi şekilde hafife aldı. Üst düzey bir Hamas yetkilisi olan Ali Baraka, Hamas’ın üst düzey liderlerinden sadece birkaçının 7 Ekim’de savaşçılara sınır duvarını aşma emri verileceğini bildiğini söyledi.
İsrail-Hamas savaşı sona erdikten sonra İsrailliler neredeyse kesin olarak bir soruşturma komisyonu toplayacaklar. İsrail 18 Kasım 1973’te, Yüksek Mahkeme Başyargıcı Şimon Agranat başkanlığındaki Agranat Komisyonu’nu Yom Kippur Savaşı’nın fiyaskolarını araştırmak üzere görevlendirdi. Komisyon 90 tanığı dinledi ve müfettişlere 188 tanığın daha ifadesini aldırdı. Raporda Conceptzia’ya ve çok daha az değerli Mısır kaynağından alınan sözde “altın istihbarata” aşırı güvenmekle suçlandı.
İsrail’de daha sonra kurulan her soruşturma komisyonu Agranat Komisyonu’nun gölgesinde kalmıştır. Komisyon, İsraillilerin artık “kelle alma kültürü” olarak adlandırdıkları, başarısızlığa toplu işten çıkarmalar ve istifalarla karşılık verme içgüdüsünü, sorumluların görevden alınmasının başarısızlığın tekrarlanmasını önleyeceği umuduyla yerleştirdi. Komisyonun 2 Nisan 1974’te ön raporunu yayınlamasından bir hafta sonra Meir istifasını açıkladı. İsrail’in savunma bakanı, dışişleri bakanı ve maliye bakanı da değiştirildi. Meir, Yom Kippur Savaşı’nda bir İsrailli kahraman varsa, bunun ordunun genelkurmay başkanı David Elazar olduğunu belirtti. Ancak o da kovuldu.
Bugünkü İsrail-Hamas savaşını takip edecek olan soruşturma komisyonu İsrail’in mevcut liderliğine karşı daha da sert olabilir. Agranat Komisyonu’nun yaptığı gibi, İsrail hükümeti Hamas’ın saldırısını neden öngöremediğiyle yüzleştiğinde, göz ardı ettiği savaşın açık işaretlerini bulabilir. Ancak İsrail’in temel yanlış varsayımları 1973’tekilerden çok daha geniş kapsamlıydı ve İsrail’in neredeyse yirmi yıl önce Gazze’den çekilmesinden bu yana uyguladığı stratejinin kendisine kadar uzanıyordu.
Her ne kadar kimse İsrail, Gazze’den çekildiğinde barışın geleceğine inanmasa da yetkililer sınırın caydırıcılık -her saldırıya verilen keskin karşılıklar- ve ekonomik teşvikler yoluyla nispeten sakin tutulabileceğini düşünüyordu. İsrail 2022 yılında Gazze’ye 67.000 kamyon malzeme gönderdi ve yirmi bin Gazzeliye İsrail’de çalışma izni verdi. İsrailli liderler Hamas’ın bu derece büyük bir maddi desteği kaybetmeyi asla göze alamayacağına inanıyordu.
Bir süre için bu önermenin doğru olduğu görüldü. Hamas ve İsrail zaman zaman karşılıklı roket atışları yaptı ve birkaç küçük çaplı çatışmaya girişti. Ancak çatışma yönetilebilir görünüyordu ve İsrail vergi mükelleflerine milyarlarca dolar kazandırdı: İsrail’in 2005 öncesi Gazze işgali, 8.000 İsrailli yerleşimciyi korumak için 24.000 asker bulundurma maliyetini saymazsak, sadece Filistin nüfusunu desteklemek için yılda yaklaşık 1,5 milyar dolara ya da İsrail’in 2000’lerin ortalarındaki gayri safi yurtiçi hasılasının yüzde 1’ine mal oluyordu. Bu mali yükün ortadan kalkması, İsrail GSYİH’sinin 2005’ten bugüne neredeyse dört katına çıkmasında şüphesiz büyük rol oynamıştır. Güçlerinin artık Gazze’de kalıcı olarak konuşlanmaması nedeniyle İsrail’in zayiatları da keskin bir şekilde azaldı.
Ancak Hamas saldırısının da açıkça ortaya koyduğu gibi İsrail güvenlik sorunlarını çözmüş değildi. İsrailli yetkililer düşmandan kaynaklanan en ciddi riski etkisiz hale getirdikleri sonucuna çok erken varmış ve daha da önemlisi düşmanlarının motivasyonlarını yanlış anlamış olabilirler.
Eski İsrail Başbakanı ve Knesset üyesi Şimon Peres, İsrail’in 2006 yılında Hizbullah’la yaptığı savaşla ilgili soruşturma yürüten Winograd Komisyonu’na verdiği ifadede savaşın bir hatalar yarışı olduğunu ve en büyük hatanın da en başta savaşa girmek olduğunu söyledi. Ancak en kötü çatışmaların ardından bile savaşa giren yerleri daha iyi hale getirmek için fırsatlar doğabilir. Yom Kippur Savaşı’ndan sonra Mısır ve İsrail, İsrail’in Sina Yarımadası’nı geri verdiği ve Mısır’ın İsrail’in varlığını resmen tanıdığı bir barış anlaşması imzaladı.
Bugün de barış için benzer bazı fırsatlar mevcut olabilir. Eğer bir İsrail operasyonu Hamas’ı devirirse birilerinin Gazze’de otoriteyi ele alması gerekecek. Belki de Amerikan güvenlik garantileri ve sivil kullanım için uranyum zenginleştirme izniyle teşvik edilerek Mısır ve Suudi Arabistan’ın öncülük edeceği çok uluslu bir Arap gücü güvenlik sorumluluğunu üstlenebilir ve Ramallah merkezli Filistin Yönetimi’nin Gazze’de yeniden kurulmasına yardımcı olabilir. Yom Kippur Savaşı’nın öyküsü, pek çok eski varsayım altüst olduğunda, Filistin topraklarında iki devletli bir çözümün ya da etkili bir yönetimin olamayacağı gibi zararlı varsayımların da değişebileceğini gösteriyor.
İlginizi Çekebilir
Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.
Şam’a giden yollar
Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı, Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.
Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.
2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.
Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.
Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.
Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.
Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.
Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.
Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.
ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?
¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:
***
İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi
Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.
Yaroslav Trofimov
Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.
Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.
Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.
İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.
Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.
Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.
Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.
Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.
İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”
Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.
Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.
1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.
Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.
Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.
2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.
Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.
Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.
Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.
Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.
Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”
Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.
Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.
Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.
Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.
Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.
Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.
Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.
Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.
Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.
Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”
Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.
Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.
Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.
DÜNYA BASINI
Esad’dan sonra sırada İran mı var?
Yayınlanma
1 hafta önce14/12/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.
Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.
Sırada Tahran mı var?
İran’ın güç miti paramparça oldu
Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.
26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.
İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.
İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.
ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.
Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.
Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.
Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.
Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.
Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.
Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.
Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.
¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)
Şam’a giden yollar
Hindistan ‘sessizce’ Kuzey Kore’de
AB liderleri, küresel ve bölgesel zorlukları ele almak üzere Brüksel’de toplandı
AfD’nin seçim programına kısa bir bakış
Çin ve Pakistan terörle mücadele tatbikatlarını tamamladı
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU2 hafta önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye’de kim kazandı?
-
RUSYA2 hafta önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Şii Hilali, “Yeni Ay” Olma Yolunda