GÖRÜŞ
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
Yayınlanma
Yazar
Hazal YalınSuriye’deki gelişmeleri anlamak için 7 Ekim’e, sonun başlangıcına dönmek gerekiyor. Ortadoğu, sınıf mücadeleleri ve ‘mukaddes adalet’ fikri üzerinde yeniden düşünme zamanı.
Geçen yıl tam bu günlerde, yani Hamas ve müttefiklerinin 7 Ekim saldırısının hemen ardından, “Filistin’in geleceği” başlığıyla dört bölümlük yazı dizim Harici’de yayınlandı. Yazdıklarım, çok sevdiğim, görüşlerinden her zaman çok yararlandığım pek az dostlarımdan (ve hep dostum olarak kalacaklar) birkaçının, küskünlük değilse bile kırgınlığına yol açtı.
Yazı dizisinde, bütünüyle klasik savaş felsefesine dayanarak şu soruları sordum ve cevaplar bulmaya çalıştım: 1) 7 Ekim saldırısının siyasi hedefi nedir? 2) Saldırının arkasından Hamas (Filistin) cephesi hasmını objektif analiz edebilmiş midir? 3) Filistin içindeki siyasi mücadele 7 Ekim’de ne rol oynamıştır? 4) Bu savaşın siyasi stratejisi nedir?
Yahya Sinvar’ın “Gazze ablukasını kaldırmak” diye formüle ettiği siyasi hedefin tamamen yanlış olduğu daha ikinci bölümün yayınlandığı 29 Kasım günü olanca açık seçikliğiyle ortaya çıkmıştı. Hasmını objektif analiz etmeye gelince, Hamas’tan bunu yapması zaten beklenemezdi; zira Hamasçılık (o gün yazdığım ifadeyi kullanıyorum) bir “dipsiz pragmatizm, omurgasızlık, yani ihvancılık” demekti. Kaldı ki, daha sonra çokça tekrarlandığı gibi Hamas askeri liderliği gerçekten de kendi siyasi liderliğine rağmen bu saldırıyı örgütlemiş idiyse: “Bu iddia bütün savaşların temel niteliğine aykırıdır; savaş, siyasetin başka araçlarla (şiddet araçlarıyla) devamıdır. Siyasi yönetimi olmayan bir savaş olamaz; dahası, siyasi yönetimi reddeden bir savaş yenilgiye mahkûmdur.”
Aynı yerde Çin’de savaş ağalığı dönemini (1920’ler ve 1930’lar) hatırlattım; bu dönemde Mao’nun son derece önemli bir yazısında başlıca nedenler arasında paralı asker zihniyeti de sayılır.
Bunun üzerinde bugün durmak gerek. Gazze birçok açıdan 1920’lerin savaş ağalığı döneminin son derece kompakt bir modelini andırır. Bu halkın ne sanayisi ne tarımı var; ne işçi sınıfı ne üretken burjuvazisi var. Gazze sosyal yapısı sayısız sıralı felaketlerin ardından yozlaşmış bir feodalizmden farksız kılınmıştır. Halk yaşamak için dış yardımlara muhtaçtır, öyle olunca bütün iktidar ilişkileri yardımların yeniden dağıtılması üzerine kuruludur. İktidar ilişkilerini bu yardımların kime ne kadar dağıtılacağı tayin eder. Bu bir çeşit senyör-serf bağını doğurur: kendi egemenlik alanları içinde senyör gücü oranında merkezi yağmadan (dış yardımlar) pay alır, buna karşılık kralın (Hamas) asker (savaşçı) ihtiyacını karşılar. Bunun senyöre dışarıdan bir görev olarak yüklenmiş olması gerekmez, feodal düzen başka türlü işleyemeyeceği için böyle işler. Yani senyör görevini zoraki yerine getiriyor değildir, sosyal ilişkileri üreten toplum böyle olduğu için böyle davranır.
“Konjonktür”, “uluslararası toplum”, “hukuk” gibi boş, anlamsız ve kullanmaktan nefret ettiğim kategorilerden geçtim. Karşısında hiçbir ciddi güç olmasa bile bu sosyal şartlara dayanan bir siyasi mücadelenin başarı şansı yoktur. Bu sosyal şartlar değiştirilmeden siyasi mücadele kazanılamaz.
Marksist olmayan, dünyaya sadece mukaddes bir adalet penceresinden bakan inananların tutumu anlaşılabilir; onlar için Filistin meselesi sadece mağdur ve mazlum bir halkın topraklarından edilmesi meselesidir, dolayısıyla meselenin çözümü ancak bu mukaddes adaletin sağlanmasıyla mümkündür.
Oysa hiç değilse bu dünyada mukaddes adalet diye bir şey yoktur. Dünya tarihi adaletsizlikler tarihidir, çünkü uygarlık tarihi baştan sona sınıf mücadeleleri tarihidir.
“Her şey sınıfsaldır” budalalığı bu şartlarda ortaya çıkıyor. Kuşkusuz, her şey son tahlilde sınıfsaldır — feodalizm siyasi olarak ekonominin doğrudan belirleyiciliğinden uzaktır, ama son tahlilde üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çatışma belirleyicidir; bütün otokratik yönetimlerde sınıf ilişkileri son tahlilde tayin edici rol oynar ama oraya gelene kadar otokratın iradesi olayların akışına yön verir; ekonomik ilişkilerin doğrudan tayin edici olduğu normal bir kapitalist toplumda bile siyaset alanının geniş bir özerkliği vardır. Eğer öyle olmasaydı devlet diye, siyasi partiler diye bir şey olmazdı. Bu yüzden, her şeyin son tahlilde sınıfsal olması, her şeyin sınıfsal olduğu kaba postülasıyla çelişir.
Birincisi son tahlile varana kadar bir sürü ara aşamalar vardır, dolayısıyla sınıfsallık iddiası çoğu zaman olayların akışı hakkında gerçek anlamda bir fikri olmayan ukalaca cehaleti yansıtır.
İkincisi, dünyanın başka yerlerinde, ama en çok Ortadoğu’da sınıfsallığa gelinceye kadar binlerce farklı faktör vardır: onlarca mezhep (hepsi birbirine şu veya bu ölçüde düşman), kültür (etnik kökenlerinden başka feodalizmle harmanlanmış çarpık kapitalist ilişkilerin sonucu), kanaat (geleneksel olarak yarı-anarşik bir sosyal iklim), münferit aktör, etnik grup (hepsi de geçmişte birbirini boğazlamış ve ilk fırsatta boğazlamaya hazır) — bütün bunlar “her şey sınıfsaldır” postülasının peşinde koşanların bilmediği, anlam veremediği, önemsemediği, ezberleriyle uyuşmayan şeylerdir.
Üçüncüsü, sınıfsallık sadece ezenlerle ezilenler arasındaki mücadele anlamına gelmez; bundan çok önce ve çok daha önemlisi, ezilenler örgütsüz (“kendinde sınıf”) oldukları için, onlar iradelerini ortaya koyana kadar egemen sınıfların kendi aralarındaki ilişki ve çatışmalar anlamına gelir. Siyasi gelişmelere sadece halkla (ezilenler) burjuvazi vb. (ezenler) arasındaki antagonizma olarak bakmak marksizmde olabilecek en saçma ve vulgar yaklaşımdır; oysa gerçekte gelişmelere yön veren, halkın çoğu zaman figüran rolü bile oynamadığı, sadece o taraftan bu tarafa güz yaprağı gibi savrulduğu, egemen sınıflar arasındaki bir dizi farklı siyasi mücadelelerdir.
1920’li yıllarda küresel antiemperyalist kabarış sırasında Sultan-Galiyev’in proleter milletler tanımının belli bir zemini vardı, ama gene de yanlıştı bu. Bu kavramın 1950’li ve 1960’lı yıllarda yükselen devrimci dalgayla birlikte yeni baştan popülerlik kazanmasının da zemini vardı, ama gene yanlıştı. Sola gülücük göstermeye çalışan Kürt milliyetçilerinin Kürtleri toptan proleter diye etiketlemeye kalkışması sadece gülünç değil tehlikelidir de; aynı şekilde, menfaatleri tamamen antagonistik olan sınıf ve kesimleri “aynı gemiye” doldurmak da gülünç ve tehlikelidir. Ama en yüksek perdeden, Filistin halkının neredeyse toptan proleter ve İsrail halkının neredeyse toptan burjuva ilan edildiğini gördük — ve bu devam ediyor. Vulgarlığa alıştık artık, ancak gene de, bütün bu süreçte bana en şaşırtıcı gelen, çatışan toplumların kendi içindeki sınıf mücadelelerinin ve bu mücadelenin olayların akışında oynadığı tayin edici rolün görmezden gelinmesi, mesela Filistin’in bütün halkıyla toptan emekçi, İsrail’in de toptan sömürücü ilan edilmesi oldu.
Kahramanlıklar tarihin akışında rol oynayabilir ve oynar, ama bütün kahramanlıklar değil ve her zaman olumlu anlamda değil. Siyasi hareketler kahramanlığın ahlaki yüküyle karar alamazlar, eylemlerine bu moral yük yön veremez. Yahya Sinvar’ın kahramanca öldüğüne hiç şüphe yoktur, düşmanları da kabul ederler bunu; ama sırf öyle diye bu Hamas’ı haklı kılmaz. Siyasi hareketler objektif şartları objektif değerlendirmek ve kararlarını ona göre almak zorundadırlar. Bir siyasi hareketin rakiplerinin tekil kahramanlıkları karşısında kendi iddialarını revize etmesi kadar saçma bir şey olamaz.
“Mukaddes adalete” geri dönelim. Sosyalistlerin görevi tarihteki bütün haksızlıkları ortadan kaldırmak değildir. Bu durumda haksızlığın ne zaman nerede başladığının sınırını tespit etmek de mümkün değildir. 1945’te SBKP bünyesindeki Gürcü milliyetçiliği Türkiye’den toprak talebini “Gürcü halkının antik çağların derinlerinden beri… bu bölgede yaşamış, çalışmış ve savaşmış” olmasıyla ilişkilendirmişti; dolayısıyla “hiçbir zaman vazgeçmediği ve vazgeçmeyeceği topraklarını geri almak” zorundaydı. Oysa şu dünyada tek bir devlet yoktur ki tamamen mukaddes adalet ilkelerine göre kurulmuş olsun. Tek bir toprak parçası yoktur ki sürgünler, imhalar, kolonizasyonlar yaşamamış olsun. Siyasi mücadele tarihteki bu haksızlıklara cevap arayamaz; mücadelenin amacı mevcut duruma halktan, halklardan yana çözümler bulmak olmalıdır. Filistin mücadelesi İsrail toplumu içinde müttefikler bulmadığında, onlarla ortak mücadele yürütmedikçe başarıya ulaşması mümkün değildir veya ancak, tıpkı İsrail’in zamanında başardığı gibi, (eğer dünya bugün olduğu gibi kalırsa — ve olmayacak bir şeydir bu da), 30-50 senelik bir lobi faaliyetiyle, diasporanın emperyalist sistemde oluşacak vakumlardaki faaliyetiyle ulaşabilir.
İlginizi Çekebilir
-
Yazı dizisi: Rusya ekonomisinin dönüşümü – 1
-
Suriye’de rejim değişikliği ve büyük güçlerin sorumluluğu
-
CIA ve MI6, IŞİD’i nasıl yarattı?
-
Almanya, Suriyelilerin sığınmacı statüsünü yeniden değerlendiriyor
-
HTŞ ile temas Irak’ın Şii müesses nizamı içinde tepkilere ve tartışmalara yol açtı
-
Bölgede değişen dinamikler ve PKK sorunu
GÖRÜŞ
Yazı dizisi: Rusya ekonomisinin dönüşümü – 1
Yayınlanma
9 saat önce12/01/2025
Yazar
Hazal YalınRusya: ekonomi, sorunlar, istikrar halkaları, çözüm arayışları – 1
Bu uzun yazı, Rusya ekonomisinde özellikle 2022 sonrası yaşanan dönüşümü, mevcut sorunları ele alıyor ve geleceğe yönelik bazı tahminleri içeriyor. Bu karmaşık konuda bütün eksiksiz bir tablo sunmak mümkün değil; ancak gene de okur, az çok belirgin bir fikir edinecektir.
Ancak yazının ciddi bir eksiği var: son derece önemli üç başlığı kapsamı dışında tutuyor.
İlki, savunma sanayisinin sivil sanayiye ve genel olarak ekonomiye etkisidir. Anlaşılabilir nedenlerle istatistiklerde bu kalemler görünmüyor ve mevcut durum daha karamsar yansıyor. Bu özellikle incelenmesi gereken konuyu ele almak için sanırım birkaç yıl daha geçmesi gerekecek. Ancak mevcut durumun Sovyet savunma sanayisinin itici rolünü hatırlattığını belirtmek gerek.
İkinci olarak, bu yazı son iki yıldır artan deprivatizasyon (özelleştirmelerin geri alınması; millileştirme) meselesini de kapsamı dışında tutuyor. Bu mesele, hemen hepsi servetini özelleştirmeler döneminde yapılan yolsuzluklarla ele geçirmiş olan büyük burjuvazinin kafasının üstünde sallanan kılıç olması itibariyle bir siyasi tehdit olmaktan başka gerçekten de şimdi artık trilyon rublelerle ölçülen servetlerin hazineye geri dönmesine yol açtı, dolayısıyla ciddi bir iktisadi etkisi var. Bu görünmeyen etki de hesaba katıldığında istatistiklerdeki kasvet biraz daha hafifleyebilir.
Üçüncü olarak, yazı her ne kadar alabildiğine kalın çizgilerle Kremlin önderliği etrafında kitle konsolidasyonunun sağlanması açısından sosyal politikaların önemine dikkat çekmiş olsa da hem bunun iktisadi anlamını, hem de siyasi zor ve kararlılığı çerçevesi dışında bırakıyor. Ancak bu durum, siyasetle daha yakından ilgili olduğu ölçüde, yazıda da değineceğim gibi, yeni tip bonapartizm üzerine kavramsal-teorik bir çalışmayı gerektiriyor.
Enflasyon üzerinde etkili olan faktörler
TsMAKP (Makroekonomik Analiz ve Kısa Vadeli Tahmin Merkezi) hesaplamalarına göre 2023’te (pazar-dışı olanlar hariç) orta ve büyük çaplı işletmelerde maliyetin yüzde 1,9’unu faiz ödemeleri, 3,4’ünü kiralar ve 17,1’ini ücret ödemeleri oluşturuyordu. Çarpan etkisiyle birlikte hesaplandığında şu ortaya çıktı: 2024’te faizlerin fiyat artışlarına etkisi en az 4,5-5,5 puan olduğu halde ücret ödemeleri en çok 3,5-4,5 puan etki etmişti.
Bütün merkez bankaları gibi Rusya MB da faizleri gerçekte “talep enflasyonunu” baskılamak için kullanılıyor. Bu da ücretlerin düşürülmesinin kibar adı. Oysa Glazyev’in 19 Aralık’ta Bilimler Akademisi’ndeki tebliğinde işaret ettiği son araştırmalar, politika faizindeki her 1 puanlık artışın talep enflasyonunu 0,2 puan düşürürken maliyet enflasyonunu 0,24 puan yükselttiğini gösteriyor. Başka deyişle, 2022 öncesine dönmek mümkün olsaydı bile bu para-kredi siyasetinin net etkisi enflasyonun artması yönünde olacaktı.
Bu durum iki temel noktayı gösteriyor. Birincisi, faiz oranları yatırımı sınırladığı ölçüde maliyet ve dolayısıyla fiyat artışlarına neden oluyor, dolayısıyla faizler enflasyona doğrudan etki ediyor ve bu etki, ücret artışlarının yarattığı etkiden çok daha fazla. İkinci nokta ise ilk önermenin tersten ifadesi: ücret artışları maliyet artışına sanıldığından çok daha az etki ediyor; üstelik alım gücünün artmasıyla birlikte kâr oranı korunsa bile sınai genişlemeye yol açıyor.
MB politika faizini esasen enflasyonla ilişkilendiriyor. Neoliberal dogmatizme göre faiz oranları enflasyon üzerinde etki eder. Oysa Grafik 1, bu ikisi arasında daha önce değil nedensellik herhangi bir korelasyon olsun var idiyse bile bunun son derece dönemsel ve varlığının da spekülatif olduğunu, dahası en azından 2023 başından beri faiz artışının belirgin bir şekilde enflasyonu durdurucu etki göstermediğini ortaya koyuyor.
Glazyev’in Bilimler Akademisi’ndeki son sunumuna bakılırsa TÜFE artışının yüzde 60’ı taşımacılık ve enerji alanındaki maliyet enflasyonundan kaynaklanıyor. 2022-2024 arasında nakliye fiyatları yüzde 20, enerji fiyatları yüzde 12 arttı. Bu durum esas itibariyle nüfusun en yoksul kesimleri için hissedilir enflasyonu artırıyor. Özellikle Gazprombank’a getirilen yaptırımlarla birlikte dolar kurundaki ani fırlayış enflasyonu tetikliyor (birazdan buna geri döneceğim).
Enflasyona etki eden bir başka faktör ise MB’nın yarattığı kısır döngü: enflasyonu düşürmek adına faiz oranları arttıkça kredi faizi masrafları doğrudan emtia fiyatlarına yansıyor. Ve bu enflasyon, her zaman ve her yerde olduğu gibi, en yoksulların tüketici sepetinin fiyatını artırarak (başta emeklilerin) reel gelirinde düşüşe neden oluyor. Bunlar kritik sorunlar, ne var ki en kritik sorun, sermaye verimliliğinin faiz oranlarının altında kalması. Bu nedenle daha kolay kredi bulan şirketler taze parayı üretime değil mevduat faizine yatıracaktır. Mevduat faizi ve devlet tahvili getirilerinin yüksekliği, kreditöre tam da bu amaçla borçlanma eğilimini güçlendiriyor. Kredi faizlerindeki tırmanışla birlikte kredi borçlanmalarının özel sektörün elindeki bir dizi şirkette iflasları tetiklemesi de olası; ancak böyle bir furya ortaya çıkarsa devletin el koyması veya kayyım ataması yoluyla durdurulması beklenebilir.
MB para-kredi siyasetinin yarattığı zincirleme iflaslar riski
Faizlerin bütün sektörlere yıkıcı bir darbe vurduğu da “sorunlu” şirketlerin cirolarının ülke içinde üretilen toplam ciroya oranında da ortaya çıkıyor. TsMAKP hesaplamalarına göre 2023’te faiz ödemelerinde güçlük çeken (1<ICR<1.5) şirketlerin cirosunun toplam ciroya oranı yüzde 4,5, bu ödemeleri yapmakta zorlanacak durumda olan şirketlerin (ICR<1) cirosunun toplam ciroya oranı ise yüzde 7,8’di. 2024’te bu oranlar sırasıyla yüzde 14,5 ve 15,5’e yükseldi. Eğer faizle birlikte kira ödemelerinden doğan güçlükler de katılırsa, 2024’te toplam yurt içi cironun yüzde 11,7’sini üreten şirketler faiz ve kira ödemelerinde güçlük çekiyor, yüzde 25,6’sı ise vade geciktirebilir.
Sektörlere göre dağılım daha kritik bir tablo ortaya koyuyor. Örneğin 2024 itibariyle (kira ödemeleri de hesaba katıldığında) ödeme zorluğu çeken posta ve kurye hizmetleri sunan şirketlerin cirosunun sektörün toplam cirosuna oranı yüzde 60, yüzde 15 ise ödeme vadelerini geciktirebilir gibi görünüyor. Onu telekomünikasyon şirketleri takip ediyor, ancak risk çok yüksek: ödeme güçlüğü çekenlerin oranı yüzde 22, vade geciktirme ihtimali olanların oranı ise yüzde 47. Havacılık ve uzay faaliyetleri için bu oranlar sırasıyla yüzde 48 ve 12; tren, gemi ve uçak inşaatı alanında yüzde 33’e 27, boru hatlarında 8’e 45. Petrol ve doğalgaz şirketleri için yüzde 6 ve yüzde 42. İnşaat ve mühendislik şirketlerinde oranlar görece düşük (yüzde 13 ve 20), ancak sektörün özellikle konut üretiminin kitle konsolidasyonuna etkisi bakımından önemine dikkat çekmek gerek.
Eğer sadece faiz ve kira ödemeleri değil, en genelde iflas hattındaki şirketler dikkate alınırsa TsMAKP hesaplamaları bütün ekonomi açısından daha kasvetli bir tablo ortaya koyuyor. Ciroları toplamı reel sektörün toplam cirosunun yüzde 5,8’ini oluşturan şirketler 2023’te iflas tehlikesi yaşıyordu; 2023-2024 arasında politika faizi 1,6 kat artarken bu orana yüzde 6,7 daha eklendi ve toplam yüzde 12,5’i buldu. Faiz artışları bu hızla devam ederse önümüzdeki yıl bu orana yüzde 6,4 daha eklenerek 18,9’a yükselecek. İflas hattındaki şirketlerin sayısının toplam şirket sayısına oranı da 2023’te yüzde 4,7’ydi; buna bu yıl 4,2 daha eklendi ve gelecek yıl faiz artışı aynı hızla devam ederse 3,3 daha eklenerek toplam 12,2’ye yükselecek.
Bugünlerde Kürt sorununun çözülmesi için atılacak tarihi adımlardan söz ediliyor. Hatta neredeyse bu iş kotarılırsa hepimizin gelirlerinin katlanacağı, çözülmezse açlığa mahkum olacağımızı ima etmeye başladılar bile… Bu tür psikolojik harekat girişimlerini AB konusunun Türkiye’yi iç ve dış politika olarak esir aldığı günlerden iyi hatırlarım. AB konusu her derde deva gibi sunulmuştu. Sonuçta AB üyesi Yunanistan 2008 yılında derin bir krize girdi ve kriz sadece Yunanistan ile sınırlı kalmadı; AB ülkelerinin büyük bir bölümünü kasıp kavurdu; ama o propagandayı yapan meşhur gazeteciler ve diğerlerinin ilgi alanına pek girmedi AB krizleri… Konuyla sadece magazinsel açılardan ilgilenmeyi tercih ettiler.
PEKİ KÜRT SORUNU NEDİR?
Amerikan ve Avrupalı düşünce kuruluşlarından duyduklarını bizlere anlatmaya çalışanlara göre Türkler ve Kürtler olmak üzere iki milli kimlik var. Bu kimlikler en azından son yüzyıldan bu yana kesintisiz bir biçimde mevcut ve Osmanlı’nın nihai dağılma sürecine girdiği Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortak mücadele verdiler; fakat bunlardan birisi – Türkler – kendi milli devletlerini kurarken diğerine – Kürtler – kazık attı, yüzüstü bıraktı. İşte, sorunun kaynağı burası. Bu sorunun şimdi çözülmesi gerekiyor.
Oysa tarihi kayıtlar hiç de öyle söylemiyor. Örneğin Musul sorunu Lozan’da müzakere edilirken bırakın bugünkü Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürt kökenlileri Musul Eyaleti (İngiltere’nin kurduğu Irak devletini oluşturan üç eyaletten birisi. Diğerleri Bağdat ve Basra eyaletleri) içinde yani Irak’ın kuzey bölgesinde yaşayan Kürt kökenliler Türkiye’den yanaydılar. Lozan’da Musul’un Türkiye’ye verilmesi gerektiğini ısrarla savunan İsmet Paşa bölge nüfusunun büyük ölçüde Türk oluğunu söylediğinde İngiliz tarafı Türk değil Kürt olduğunu ileri sürmüş; İsmet Paşa ise buna ‘madem öyle plebisit yapalım’ derken Türk ile Kürt arasında bir fark olmadığını hatta kendisinin de Kürt olduğunu söyleyerek karşılık vermişti.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında patlak veren isyanlar (Şeyh Said vd.) milli karakterli olmaktan çok uzaktı. Zaten milli kimlik esaslı bir mücadele olmuş olsaydı Türkiye bunu bastırmakta çok zorluk çekerdi. Osmanlı dağılırken kaybedilen topraklardaki Müslümanlar etnik kökenlerinden bağımsız olarak ve ‘Türk’ oldukları gerekçesiyle yerlerinden sürülmüşlerdi. Balkanlar ve Kafkaslardan on sekizinci yüzyıl başlarından itibaren kitleler halinde Osmanlı’nın elindeki topraklara kaçan Müslümanlar özellikle Anadolu’da Atatürk liderliğinde başarılan Milli Mücadele/Kurtuluş Savaşı sayesinde bağımsız devlet kurmayı başarmış ve Atatürk bu devleti en çağdaş milliyetçilik harmanı ile oluşturmuştur. Yani Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Türkiye halkına Türk milleti denilmiştir.
Anadolu’dakilerle birlikte aşağı yukarı hepsi Müslüman ve hem kendini Türk hisseden hem de Müslüman olmayan toplumların Türk olduğu gerekçesiyle düşmanlığına maruz kalan bu toplum sosyolojik, psikolojik, siyasi ve ekonomik açılardan Türk milleti haline gelmiştir ve buna en büyük katkıyı Atatürk’ün modern milliyetçilik esasları üzerine kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devleti yapmıştır. Eğer Türkiye’de Türkler ve Kürtler olarak adlandırılabilecek iki ayrı millet olsaydı Kürt milletinin kendince kutsal gördüğü bir coğrafyası, düşman veya öteki algısı olması gerekirdi. Ve o coğrafyada bağımsızlık mücadelesi vermesi, devlet olma çabası içinde bulunması gerekirdi.
Türkiye’de dün de bugün de böyle bir durum/sorun olmamış/yaşanmamıştır. Türkiye’nin Kürt etnik kökeninden olan insanların hiç yaşamadığı bölgesi, ili ve hatta ilçesi yoktur. Milyonlarca karışık evlilik ve bu karışık evliliklerden doğan milyonlarca insan Türkiye’deki milletleşme sürecinin tutkallarından birisidir. Buradaki en önemli avantaj ‘taraflar’ diye bir algı oluşmamış olmasıdır. Dolayısıyla ‘öteki’ algısı da yoktur.
Daha açık bir ifadeyle Kürt kökenli aileler iş bulmak, çoluk çocuklarını daha iyi şartlarda yetiştirmek için büyük kentlere taşınırken kafalarında başka bir milletin topraklarına yerleşme düşüncesinden kaynaklanacak hiçbir endişe vs. olmamıştır. Aynı şekilde Kürt kökenli insanların ‘kendi şehirlerine’ yerleşmesinden rahatsız olan/olacak başka bir millet de söz konusu değildir/yoktur. Yani herkes kendisini bu milletin parçası saymış ve o milletin kurduğu devletin vatandaşları olmuşlardır.
Bu milletleşme süreci onlarca yıl içerisinde ortak idealler ve ortak çıkarlarla da takviye edilmiştir. Nerede ekonomik kalkınma hız kazanmış, yeni iş alanları açılmış ve yeni imkanlar ortaya çıkmışsa Türkiye’nin her bölgesinden insanlar oralara akın ederek muazzam bir ekonomik/sosyal hareketlilik başlatmışlardır. Karışık evlilikler sadece Kürt kökenliler ile olmayanlar arasında değil her bölgeden herkes arasında büyük çapta gerçekleşmiştir; çünkü toplumda ‘öteki’ algısı hiç yoktur/olmamıştır. Bu sayede Osmanlı’dan ayrılarak bağımsız olan devletler içerisinde, katlamalı nüfus artışına rağmen hem ekonomik kalkınma hem de askeri güç oluşturma açılarından en başarılı olanı tartışmasız Türkiye’dir. Milletleşme süreci açısından da Arap/Müslüman coğrafyasının en başarılı örneğidir.
Türkiye’de sadece anayasal ve yasal çerçevede ‘Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir’ denilmekle kalınmamış: aynı zamanda uygulamada da bu ilkeye uyulmuş; etnik ve/veya mezhebi kökenlerine bakılmaksızın herkes her ticari/ekonomik alanda veya kamu bürokrasisinde yer alabilmiştir. Üstelik bu, kendiliğinden gerçekleşmiş; bir üst aklın veya düzenin durumu dengelemek/yönetmek adına adeta kotalar koyarak yaptığı çabalar sonucunda oluşmamıştır. Herkes kendisini bu milletin mensubu addetmiş ve o milletin kurduğu devletin imkanlarından yararlanmayı, ortak ideallere katkıda bulunmayı ve ortak çıkardan pay almayı otomatik hakkı saymıştır. Bu yüzden 1974 yılında Türkiye Kıbrıs Barış Harekatı’nı gerçekleştirirken ülkenin her tarafında olduğu gibi Güneydoğu bölgemizde de askerlik şubelerinin önü askere gönüllü gitmek isteyen yüzbinlerle dolup taşmıştır.
TÜRKİYE COĞRAFYASI DIŞINDAKİ ‘KÜRTLER’
Türkiye dışında bir Kürt sorunu olabilir ve hatta vardır; çünkü örneğin Irak’ta İngiltere manda yönetimi tarafından bu devletin kurulduğu tarihten itibaren Araplar ve Kürtler denilebilecek bir mücadele söz konusu olmuştur. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşını kaybederek bölgeden geri çekilmesinin ardından Irak’ın kuzey bölgelerinde patlak veren aşiret karakterli isyanlar bu insanların Irak devletine ve toplumuna entegre edilmemesinden dolayı yıllar içerisinde bir yandan aşiret özelliklerini korumuş olsa da öte yandan da ‘Kürt isyanları’ halini almıştır. Her fırsatta – örneğin Irak-İran gerginliklerinde – bu isyanlar patlak vermiş ve giderek kısmen de olsa milli kimlik oluşturma yolunda ilerlemiştir. Hala aşiret özelliklerini sıkı sıkıya muhafaza eden bu yapının PKK/PYD önderliğinde kurulması hayal edilen bir Kürdistan devletine kolaylıkla entegre olup olmayacağı veya entegre olmayı isteyip istemeyeceği de pek çok soru işaretleriyle doludur. Böyle bir kararı muhtemelen ortaya çıkacak şartlar belirleyecektir.
İran’daki Kürtlerin hemen hepsinin – Feyli Kürtler hariç – Sünni, İran’ın ise ağırlıklı olarak Şii olması oradaki Kürt sorunu ile ilgili en temel başlangıç sebep olsa gerektir. Türk asıllılar kadar rejime entegre olmamaları da ayrıca belirleyici sebeplerden bir başkasıdır. Suriye’de ise durum biraz daha farklı gelişmiştir. Öncelikle Suriye vatandaşı büyük bir ‘Kürt’ kitle yoktu. Şeyh Said isyanı sırasında sınırın ötesine geçen aşiretlerden oluşan ‘Kürtler’ ve onların geleceği önce manda yönetimleri sonra da bir kargaşadan ötekine evrilen Suriye yönetimleri tarafından ihmal edildi. Vatandaş olan Kürt kökenliler ise milli-üniter yapıdaki Suriye içinde sınırlı düzeyde entegre edilebildiler. Zaten gerek Irak gerekse Suriye’deki Baas yönetimleri bırakın Arap olmayanları Arap toplumların bile tümünü tek bir millete dönüştürecek derecede geniş vizyonlu olamadılar. Anayasal yapıları buna uygun olsa bile uygulamada dar kafalı, bölgeci (Irak’ta Tıkritliler, Suriye’de Aleviler gibi) ve zaman zaman da mezhepçi vs. çizgide politikalarla halkta millet ve mensubiyet duygusu yaratamadılar.
PKK SORUNU VARDIR
Türkiye’de Kürt sorunu olduğunu söylemek ırki açıdan bir millet tasavvuruna Kürt kökenli insanlarımızın kurban edilmesi demek olur. Böyle bir sorun olduğunu kabullenip bunu çözmek için PKK ile doğrudan veya dolaylı müzakereye oturmak ise PKK liderliğinde bir Kürt milleti inşa etmek amacına hizmet demektir. Unutmayalım ki, milletler siyasal, sosyolojik ve ortak çıkarlar temelinde devletler tarafından inşa edilirler.
PKK bugün tamamen ABD-İsrail tarafından Türkiye dahil bölge ülkelerini istikrarsızlaştırmak için kullanılan bir aparat haline gelmiştir. Bu terör örgütüyle sadece mücadele edilir/edilmelidir. Doğrudan veya dolaylı müzakere etmek en başta Kürt kökenli insanlarımıza yapılacak en büyük kötülük olur.
Lübnan Parlamentosu Joseph Aoun’u yeni cumhurbaşkanı olarak seçti. Lübnan eski cumhurbaşkanı Michel Aoun’un görev süresinin Ekim 2022’de sona ermesinden bu yana parlamentoda hiçbir isim üzerinde anlaşma sağlanamamıştı. Bu ilk değil, önceki cumhurbaşkanı Michel Aoun’un seçilmesi de iki yıldan fazla sürmüştü.
Joseph Aoun geçmişte Özgür Yurtsever Partisi’nden eski cumhurbaşkanı Michel Aoun ve damadı Dışişleri eski Bakanı Cibran Bassil ile ittifak yapan ancak daha sonra bağımsız bir siyasi figür haline gelen bir ordu komutanı. Adaylığı, Lübnan’ın en etkili Hristiyan politikacıları olan Cibran Bassil ve Semir Caca tarafından başlangıçta reddedilmiş olsa da, her iki isim de sonunda istemeyerek de olsa Joseph Aoun’u destekledi. Özellikle Caca, kendisi cumhurbaşkanı olmak istiyordu. Lübnan’da Ulusal Anlaşmaya göre cumhurbaşkanının Maruni Hristiyan olması gerekiyor.
Seçim Sürecindeki Siyasi Ortam
Bu seçim, Lübnan’ın karmaşık ve çoğu zaman çelişkili siyasi ortamını yansıtıyor. Yeni cumhurbaşkanının ABD’ye yakın bir figür olması ve Washington ile derin bir koordinasyon içinde bulunması, zafer yolunu şekillendiren önemli etkenlerden biri oldu. Aoun’un Suudi Arabistan’a yaptığı ve Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın kardeşi Savunma Bakanı ile görüştüğü son ziyaret de konumunu güçlendirdi. Bölünmüş durumdaki Sünni partiler de büyük ölçüde Suudi Arabistan’ın tercihlerine uyarak Joseph Aoun’un adaylığını destekledi.
ABD, Fransa, Katar ve Suudi Arabistan gibi uluslararası aktörler, seçim sürecinde önemli bir rol oynadı. Bu dış müdahale, Lübnan’ın içişlerinde bağımsızlık mücadelesi verme konusundaki uzun süredir devam eden zorluklarını bir kez daha gözler önüne serdi. Ancak ironik bir şekilde, İran’ın Lübnan’daki nüfuzuna tepki olarak kendilerini “Hizbullah karşıtı” olarak tanımlayan partiler, bu dış müdahaleyi Hizbullah’a karşı bir zafer olarak kutladı ve kendi retoriklerine ters düştü.
Hizbullah ve müttefiki Emel Hareketi’nin desteklediği Maruni Marada Hareketi’nin lideri olan Süleyman Franjieh daha geniş bir uzlaşı sağlamak adına adaylıktan Joseph Aoun lehine çekildiğini açıkladı. Seçimden bir gün önce Franjieh’nin yaptığı bu açıklama sonrasında Joseph Aoun’un seçilmesine kesin gözle bakılmaya başlandı.
Hizbullah’ın Direnci ve Stratejik Vizyonu
Sürekli olarak siyasi saldırılara ve ihanetlere maruz kalmasına rağmen Hizbullah, Lübnan’da önemli bir güç olmaya devam ediyor. Hizbullah, olumsuz koşullara uyum sağlama ve karmaşık siyasi manevralar yapma yeteneğini defalarca kanıtladı.
Hizbullah Genel Sekreteri Naim Kasım’ın yakın zamanda vurguladığı gibi, Hizbullah’ın yaklaşımı yalnızca askeri direnişe dayanmıyor; durumun gerekliliklerine göre şekillenen daha geniş bir stratejik vizyon içeriyor. Hizbullah, Orta Doğu’daki değişen güç dengelerini anlamakta ve Lübnan’ın çıkarlarını korumak için buna uygun hareket ediyor.
Lübnan’ın Geleceği İçin Önemli Sorular
Yeni cumhurbaşkanı Joseph Aoun, seçilmesinde etkili olan ABD, Suudi Arabistan ve müttefiklerinin etkisiyle hareket ederek ülkedeki mevcut bölünmeleri derinleştirecek politikalar mı izleyecek yoksa Lübnan’ın egemenliğini ve iç istikrarını mı öncelik olarak değerlendirecek?
Mayıs 2022’de yapılan genel seçimlerden bu yana yeni bir hükümet kurulamadı ve hala seçim öncesi görevde olan başbakan ve kabine geçici olarak yönetimde. Aoun, Lübnan’ın parçalanmış siyasi yapısında bir başbakan seçip bir hükümet kurmak zorunda. Bu süreç, siyasi gruplar kilit bakanlıkları ele geçirmeye çalışırken yine gecikmelere neden olabilir ve mevcut geçici hükümetin görev süresini uzatabilir.
Lübnan Ordusu’nda Joseph Aoun’dan sonra Genelkurmay Başkanlığına kimin gelecegi kritik bir karar. Bu karar, Lübnan’ın iç güvenliği ve Batı ile Hizbullah arasında kurulacak hassas dengenin geleceği açısından büyük etkiler yaratacak. Özellikle İsrail ile yapılan 60 günlük ateşkesin bitimine günler kala Lübnan Ordusu’nun Litani Nehrinin güneyinde UNIFIL askerleri ile güvenliği sağlayabilmesi konusunda endişeler artarken, ordunun başına gelecek yeni isim kritik önem taşıyor. Yine Ulusal Anlaşmaya göre Genelkurmay Başkanı’nın Maruni Hristiyan olması gerekiyor.
Joseph Aoun Neden Şimdi Seçilebildi?
İki yıldır seçilemeyen Aoun neden şimdi seçimi kazandı? Bunun en önemli nedeni Lübnan’da Hizbullah’ın zayıflaması, Esad rejiminin düşmesi ve direniş ekseninin genel olarak güç kaybetmesidir. İkinci nedeni ise, güneyde, Bekaa Vadisi’nde ve özellikle Beyrut’ta yakın zamanda yaşanan savaş nedeniyle büyük yıkıma uğrayan bölgelerin yeniden inşası için uluslararası fon ve desteğe duyulan ihtiyaçtır.
Hizbullah’ın adayı olan Süleyman Franjieh ya da diğer adaylardan biri cumhurbaşkanı seçilseydi, uluslararası destek ve fonların gelmesi pek olası değildi. Riyad ve Washington’un bu durumu bir baskı aracı olarak gördüğü açık. Uluslararası toplumun üzerinde uzlaştığı bir cumhurbaşkanı seçilmeden bu desteğin sağlanması pek olası görünmüyordu. Bunun ötesinde, Esad’ın düşüşüyle birlikte Lübnan’ın içten içe çöküş yaşayan, kurumları iflas etmiş, dünyadan izole bir ülke haline gelmesinin, bölgedeki yöneticiler için bir tehdit oluşturduğu açıkça görülüyor.
Lübnan’ın yeni cumhurbaşkanı, derin bir şekilde bölünmüş siyasi ortamda ve yoğun dış müdahale altında göreve geliyor. Bu seçim, ülkenin liderlik dinamiklerinde bir değişimi temsil etse de, hükümetin kurulması, iç ve dış çıkarlar arasındaki dengeyi sağlama ve iç istikrarı koruma gibi zorluklar hala büyük önem taşıyor. Lübnan’ın geleceği, liderlerinin hizipçiliği aşarak ülkenin egemenliğini ve birliğini önceliklendirme becerisine bağlı olacak.
Yazı dizisi: Rusya ekonomisinin dönüşümü – 1
Suriye’de rejim değişikliği ve büyük güçlerin sorumluluğu
OnlyFans feminizm kılığına bürünmüş sömürüdür
CIA ve MI6, IŞİD’i nasıl yarattı?
Endonezya Dışişleri Bakanı BRICS’e katılımı savundu, BM’de reform çağrısı yaptı
Çok Okunanlar
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Birbiri ardına yaşanan uçak kazaları: Neler oldu?
-
AMERİKA2 gün önce
Kaliforniya yangınları: San Francisco büyüklüğünde bir alan yok oldu
-
AMERİKA2 gün önce
Kaliforniya’daki yangınların yol açtığı zarar 150 milyar dolara ulaştı
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
‘Nihai barıştan bahsetmek için henüz erken’
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Yaklaşan mütareke: daha büyüğüne hazırlık – 2
-
ASYA2 hafta önce
Kopuşun yılı: 2024’te KDHC’de neler oldu?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Yaklaşan mütareke: daha büyüğüne hazırlık – 1
-
GÖRÜŞ2 gün önce
Bölgede değişen dinamikler ve PKK sorunu