Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Post-Sovyet coğrafyasında milli mesele – 3: Kazakistan

Yayınlanma

Milli meselede Rusya ve Belarus’un durumu yeterince açıktı. Baltık kendi içinde bir bütünlük gösteriyordu, dolayısıyla her bir ülkeyi ayrı ayrı inceleyip uzatmaya gerek yoktu. Ama Orta Asya cumhuriyetleri öyle değil; bu ülkelerde mesele çok daha kompleks, ancak hepsini ayrı ayrı incelemek yazıyı çok fazla şişirecek. Bunun yerine, içlerinden sadece birini ve en önemlisini ele almakla yetineceğim: Kazakistan’ı.

Kazakistan’daki Rus etnisitesinin toplam nüfusa oranı Estonya ve Letonya’daki kadar yüksek değil; bu iki ülkede yüzde 24 kadar olduğu halde Kazakistan’da nüfusun yüzde 15’i. Ne var ki sorun iki açıdan daha derin. Birincisi, Kazakistan’ın toplam nüfusu içindeki payları görece az olsa bile, nüfusları orta halli bir büyükşehri pek az aşan Baltık ülkeleriyle karşılaştırılamayacak kadar çok: 3 milyondan fazla. İkincisi, Baltık ülkelerinde Rus etnisitesinin oranı 1989’dan beri ancak yüzde 5-10 kadar azaltılabildiği halde Kazakistan’da 1989’da yüzde 37,8’den (6,3 milyon) 2022’de yüzde 15’e (3 milyon) düştü. Yüzde 52 azaldı!

Bu ikincisini tetikleyen şey, büyük ölçüde ülkenin tarihidir.

Post-Sovyet coğrafyasında milli mesele – 2: Baltık

Tarih

Bugün artık genellikle hatırlanmıyor. Sovyetler Birliği 1922’de dört cumhuriyet tarafından kurulmuştur: Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti, Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Belarus Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Kafkasya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti. İlkini biliyoruz. İkincisi, aslında daha aralık 1917’de ayrılmış bulunan Ukrayna’da 1919’da ilan edilmişti. Üçüncüsü, Rusya SFSC’nden 1919’da ayrılmıştı. En karmaşık tarihlerden birine sahip olan dördüncüsü ise aslında daha iç savaşın başında ayrılmış olan Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan’ın birleşmesiyle ve Rusya KP(b) MK Kafkas Bürosu tarafından 1921’de ilan edilmişti.

1924-1925’te onlara daha sonra Özbekistan ve Türkmenistan SSC adlarını alacak olan Buhara ve Horezm Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri katıldı. Bunların ilki Rusya SFSC’nden 1920’de, ikincisi ise 1921’de ayrılmıştı. 1924’te Rusya SFSC bünyesinde kurulan Tacikistan Özerk SSC, 1929’da ayrıldı, birkaç ay sonra Tacikistan SSC, yedinci birlik cumhuriyeti oldu. 1936 anayasasıyla birlikte Kafkasya SFSC tekrar kurucu parçalarına ayrıldı ve bunların her biri de birlik cumhuriyeti kabul edildiler. Aynı yıl Kırgızistan ve Kazakistan Özerk SSC’leri Rusya SFSC bünyesinden ayrıldılar ve birlik cumhuriyetlerine katıldılar. Böylece 11 birlik cumhuriyeti ortaya çıktı.

Sonrasına değinmeyeceğim.

Bu tablo bize şunu hiç değilse ima ediyor: eğer 1940’ta ve esas itibariyle Kızıl Ordu’nun bu ülkelere girmesiyle birliğe katılan üç Baltık ülkesi ve Moldova’yı bir kenara koyarsak (öyle olduğu için bunlarda milliyetçi eğilimlerin çok daha güçlü olması beklenir zaten), birliğe en geç katılan iki ülke Kazakistan ve Kırgızistan’dır. Üstelik Kırgızistan daha 1924 gibi erken bir tarihte ilk defa Rusya SFSC bünyesinde özerk bölge haline gelirken Kazakistan ancak 1925’te Kırgızistan’dan ayrılarak gene Rusya bünyesinde özerk SSC ilan edilmiştir.

Demek ki birliğin çekirdek cumhuriyetlerinin en genci Kazakistan’dır.

Sınırlar

Hâkim milletin köklü bir geçmişe sahip olduğu ülkelerde sınırların çizilmesi her zaman problemlidir. Eğer bu ülkeler federasyon oluşturarak merkezi bir devlet idaresi altına girerlerse, sınırların nereye çizildiğinin önemi kalmayabilir; Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi “sınırlar … yüksek derecede merkezileşmiş tek bir ülke çerçevesinde konvansiyonel nitelik” (Putin’in tanımıdır bu) taşıdığı sürece esasen sadece fiktiftir. Putin bu sınır çizimlerini “bolşeviklerin keyfiyeti” diye tanımlar. Tamamen yanlış değildir bu; bolşevikler milli meseleyi çözmek için sınır manipülasyonlarını çokça kullanmışlardır. Ne var ki manipülasyonların amacı da birlik devletini kurmaktır ve başarılı olmuştur.

Özetle. Sovyetler Birliği’nde birliğin güvencesi “SBKP’nin öncü rolüydü” (bu da Putin’in tanımıdır). Bu dizinin ilk bölümünde gördüğümüz gibi, Gorbaçov önderliğinde parti, devleti daha 1989’da işlevsiz hale getirmiş bulunuyordu; zira parti, öncü rolünü kaybetmişti. Böylece, ülke dağıldığında, o eski fiktif sınıflar gerçek haline gelince (bir kez daha Putin’in aslında siyasi bir eylem programı olan, “Rusların ve Ukraynalıların tarihi birliği üzerine” başlığını taşıyan o makalesinden alıntı yapacağım):

“… 1991’de bütün bu topraklar, en önemlisi de buralarda yaşayan insanlar bir anda kendilerini yurtdışında buldular. Ve tarihi vatandan gerçekten de koparılmış oldular.”

Putin parçalanmadan sonra ortaya çıkan bu durumu çözmek için, ayrılma hakkının reddini değil, ayrılma kararıyla birlikte birlik anlaşması da hukuki geçerliliğini kaybettiğine göre her giden ülkenin “gelirken getirdikleriyle” gitmesi gerektiğini söyler. Bu güçlü bir mantıktır; gerçekten de, örneğin Kazakistan’da daha birlik anlaşmasının imzalandığı 1936’da Rusların nüfusunun yüzde 50’yi aştığı kuzey ve doğu oblastleri veya şehirleri ayrılık sırasında yeni sınır tespitine konu olabilirdi. 1926 nüfus sayımına göre bu sırada dört vilayet ve bir okrugdan oluşan Kazakistan özerk SSC’nde Kazak nüfusu toplamın ancak yarısını oluşturuyordu; bir vilayet ve okrugda ise ancak yüzde 30-35 kadardı. Ama (1990’lı yıllarda Rusya’nın tam bir dumur halinde bulunduğuna gözlerimizi kapasak bile) sorun şurada yatar: büyük Sovyet milletinin parçası olarak Kazak milletinin gelişmesi de ancak Sovyet birliği içinde gerçekleşmiştir. Yani kimin gelirken neyi getirdiği tespit edilebilse bile (neredeyse imkânsız bir görev!) 70 yıllık ortak tarih yeni şartlar yaratmıştır. Bütün bunlar mevcut durumu tanımaktan başka bir yol bırakmaz; Putin’in makalesinde de bu vurgulanır.

Yönetim

Kazakistan pek çok açıdan Rusya’dan pek az farklılık taşımıştır. Daha faşist Alman saldırısı sırasında fabrikaların, atölyelerin, taşınabilecek her şeyin işgal bekleyen bölgelerden tahliye edilerek doğuya, esas itibariyle de Kazakistan’a taşınmasından itibaren gitgide hızlanarak işlemiştir bu süreç. Dahası, Kazakistan parti yönetimi de üst düzey parti yönetimi için adeta kadro okulu olmuştur. Kapitalist restorasyon sonrası Kazakistan’ın olanca gerici bonapartist iktidar yapısına rağmen gene de bölgede ciddi bir istikrar adası olarak kalabilmiş olması, belki de bu sayededir.

Kazakistan anayasası, denebilir ki, milli mesele konusunda dünyanın en demokratik anayasalarından biridir, zira devleti bir etnik topluluğa bağlamaz. Adeta Rusya anayasası devlete adını veren etnisite ile diğerleri arasındaki ilişkileri nasıl düzenlediyse, Kazakistan anayasası da onu örnek almış gibidir. Girişinde şöyle denir: “Biz, ortak kaderin birleştirdiği Kazakistan [Kazak değil — H.Y.] halkı, kadim Kazak topraklarında bir devletlilik oluşturarak, kendimizi hürriyet, eşitlik ve rıza ideallerine bağlı barışsever bir sivil toplum olarak tesis ederek … işbu anayasayı kabul ediyoruz.” 7/1’de “Kazakistan Cumhuriyeti’nde devlet dilinin Kazakça olduğu” söylenir ama 7/2’de “devlet teşkilatlarında ve yerel özyönetim organlarında resmi olarak Kazakçanın yanı sıra Rusça da kullandıkları” vurgulanır. 7/3, bu ikisini isimlerini anmadan “Kazakistan halkının dilleri” olarak tanımlar ve devletin “bu dillerin eğitim ve geliştirilmesi için şartları yaratmakla” sorumlu olduğunu da belirtir.

Bunun etnik grupların oranlarından başka son derece nesnel bir temeli daha var: yakın tarihli bir araştırmaya göre Kazakistan’da nüfusun yüzde 84’ü Rusça biliyor ve konuşuyor.

Ruslar

Sovyet geçmişi Rus etnisitesi tarafından ideolojik-siyasi olarak eksiksiz savunuluyor değildir; Kazakistan Rusları da elbette baştan sona komünist değillerdir. Kaldı ki Kazakistan Komünist Partisi 2015’te yasal bir siyasi parti olarak tasfiye edilmiştir. Bununla birlikte Kazakistan yönetimi Baltık’tan çok daha ustadır; burada bir siyasi partinin tasfiye edilmesi, onun yasal siyasi parti olarak kimliğinin sona erdiği anlamına gelir, ama bu bir yasaklama değildir. Kanun karşısında Komünist Partisi yoktur; ama bu hiç de komünistlerin bütün faaliyetlerinin takibat altında tutulacağı ve hele ki komünistlerin baskıya maruz kalacağı anlamına gelmez. Bu, Rus etnisitesiyle ve Sovyet geçmişiyle ilişkili her şeyde de geçerlidir; bunlarla ilgili normatif düzenlemelere gidilmemiştir, Lenin heykelleri sökülmemiştir veya bu siyasi bir kampanya olarak örgütlenmemiş, tekil örnekler olarak kalmıştır, çünkü söküldüğünde bunun ister istemez derusifikasyon da olacağı bilinir.

Ülkenin batısındaki Zıryanovsk’ta (yeni adı Altay) yaşanan tam da budur. Burası, Doğu Kazakistan oblastinin orta halli bir kasabasıdır. Oblast Kazakistan’ın küçük bir resmini andırır; 1989’da nüfusun yüzde 52’si Rus etnisitesindendi; bu oran günümüzde yüzde 36’ya düşmüştür. Altay’da ise oran hâlâ çok yüksektir; 2019 nüfus sayımına göre 66 bin kişilik kasabanın yüzde 77’si Rus etnisitesindendir.

Böyle bir şehirde Lenin heykelinin yıkılması (tamirat sırasında kazayla düştüğü ileri sürüldü yerel idare tarafından) cesareti bile aslında çok şey söyler. Gerilim büyümemiştir, ancak idare olası sonuçların farkındadır. Bu nedenle savcılık tarafından heykelin yıkılmasına karşı hızla soruşturma açılmıştır; suçlama şudur: “devletin koruması altına alınmış tarih, kültür, doğa komplekslerinin yahut tesislerinin bilinçli olarak yok edilmesi yahut zarar verilmesi”. (Cezası 3-7 yıl arasında.)

Sovyet geçmişi Rus etnisitesi tarafından ideolojik-siyasi olarak eksiksiz savunuluyor değildir, bunların tamamı komünist de değildir; ama burada milli meselede en çok dikkat çeken birinci faktör, Kazakistan’daki Rus etnisitesi açısından Sovyet tarihinin Rus milli kimliğiyle artık tamamen örtüşmesidir. Başka deyişle, ideolojik-siyasi değil ama tarihi-duygusal bir bütünlük var. Kazakistan’daki Rus etnisitesinin büyük bölümü, Sovyet tarihini Rusya’da bile olduğundan çok kendi tarihi bilir. Bu nedenle bu ülkede yaşayan Ruslar arasında milli aidiyet duygusu çok daha güçlüdür. Bir önceki yazıda ele aldığım Baltık’ta sorun iktidarın bilinçli provokasyon siyaseti nedeniyle çok daha yakıcı olduğu halde aidiyet duygusu bu boyutta değildir, zira Avrupa kültürü çok daha yoğun nüfuz etmiştir; ama Kazakistan, birçok açıdan Donbass’taki Rusların milli aidiyet duygularını hatırlatır.

Bunun aşınmaya aday olup olmadığı, Kazakistan’a hicret etmiş orta burjuvazinin bu ülkenin yerlisi Ruslar üzerindeki etkisi, şimdilik bir soru işareti.

Denge ve dengesizlik

Demek ki Baltık’ta dekomünizasyon ve derusifikasyon bir ve aynı şeyken, Kazakistan’da bunu teşvike yönelik normatif düzenlemeler değil, tersine, bunu önlemeye yönelik düzenlemeler yapılmıştır. Bunu bonapartist Nazarbayev ustalığı saymak gerek; devlet Nazarbayev’in damgasını öylesine derinden taşımaktadır ki, adeta onun kurumsal sureti haline gelmiştir. Nazarbayev’in tasfiyesi de bu sureti değiştirmiş değildir.

Ancak bu hiç de milli çatışmaları tetikleyebilecek bir Kazak şovenizminin kışkırtılmadığı anlamına gelmez. Bu noktada birçok maddi ve ideolojik faktör rol oynar. En başta (ocak olayları sırasında “Kazakistan’da manzara” başlığıyla yazdığım yazıya atıfta bulunacağım):

“… Sovyetler Birliği’nin çekirdek bölgelerinden biri olması, petrol ve doğalgaz zenginliği, muazzam altyapısı, Sovyetler Birliği sonrası Rusya’yı bile geride bırakan kapitalistleşme, emperyalist sermayenin petrol ve doğalgaz sektörüne yatırımları, bununla birlikte görece istikrar, bonapartist Nazarbayev diktatörlüğünde kimi oligarkların iktisadi ve siyasi sistemden tasfiyesi, bununla birlikte antikomünist baskılar, keza turancılık eğilimleri ve kimi etkili siyasetçilerin Türkiyeli faşistlerle ortaklıkları, son olarak da ülkedeki geniş Rus azınlığa yönelik yer yer pogrom niteliği alan saldırılara rağmen Rusya ile ilişkilerin kopmazlığı …”

Bugün bunlara, deklase olmuş eski navalnıycı orta burjuvazinin kısmi seferberlik sonrası kaçtığı ülkeler arasında Kazakistan’ın özel bir yeri olduğunu eklemek gerek; zira bu burjuvazi mesela güney ve batı hicret merkezlerinde artık iktisadi değil sadece ideolojik bir güçtür (liberal muhalefetin durumunu ele aldığımda önemli durmuştum bunun üzerinde), ama Kazakistan’da aynı zamanda maddi bir güçtür, çünkü bu ülkeyle Rusya arasında yaptırımların etrafından dolanmaya yönelik, iki tarafın da kendi menfaatine saydığı küçük ve orta çaplı ticaret sürüyor.

Turancı faşist eğilimlerin gücünü de küçümsememek gerek. Bu eğilimler Nazarbayev döneminde milli meseleyi kaşıma pahasına ama kontrollü şekilde kullanıldı. Geçen yıl ocak olaylarında da önemli bir rol oynadılar bunlar; özellikle olayların ikinci aşamasında Nazarbayev yanlısı provokasyonlara giriştiler. İçlerinden pek çoğu olayların bastırılmasıyla birlikte tutuklandı. Tokayev’in iktidarını sağlamlaştırdıkça bu turancı eğilimleri tamamen tasfiye etmesi beklenirdi; ama hiç değilse benim izlenimim, tam aksi istikamette: hayır, devlet (demin dediğim gibi) Nazarbayev’in tam bir kişisel sureti, dolayısıyla sınıf ilişkileri, emperyalizmle ilişkiler, şark pragmatizmi (ama şarkta genellikle olduğunun aksine köylü kurnazı değil zekice), ideolojik ilişkiler… bunlar eksiksiz korunuyor. Dolayısıyla, turancı faşist hareket gücünden hiçbir şey kaybetmiş değil.

Üstelik, kabul etmek gerek ki, Tokayev bu iktidar mücadelesini Rusya’nın desteğiyle kazandı. Sadece KGAÖ’nün olayları bastırmak için çağrılmasından ve ardından hızla ülkeden ayrılmasından söz etmiyorum. Benim için çok daha önemli gösterge, geçen yıl şubat ayı başında Rusya hükümeti tarafından Gazprom Yönetim Kurulu’na aday gösterilen Nazarbayev’in damadı Timur Kulibayev’in iki hafta geçmeden (yani 24 Şubat’tan önce) adaylıktan çıkarılması ve yerine Gerhard Schröder’in aday gösterilmesiydi. Neden Schröder sorusunun cevabı bu yazıyı ilgilendirmiyor; ama Kulibayev’den vazgeçilmesinin amacı yeterince açıktı.

Diğer faktörler

Birkaç hafta önce Rusya’nın Alma-Ata Başkonsolosu Yevgeniy Bobrov, aslında konsolosların yapmaktan genellikle kaçındığı bir şey yaptı ve (kuşkusuz bakanlığın onayı ve belki talimatıyla) Kazakistan’da Rusçaya yönelik tutumla ilgili TASS’a beyanat verdi. Uzunca bir alıntı yapmaya değer; şöyle diyordu:

“Rusçanın kullanım ve öğrenim seviyesinde belirgin bir düşüş gözlemleniyor. Bu görüngünün objektif nedenleri var; Rus nüfusun yüzde 15,2’ye düşmesi; ancak Eğitim Bakanlığı’nın devlet müfredatınını Kazakçaya göre değiştirmeye yönelik belli tutumu. … Rusça eğitim veren okullar ve sınıflar son yıllarda azaltılıyor. Kazakça eğitim gören birinci sınıf öğrencilerine yönelik ‘Rusça’ dersinin programdan çıkarılması da toplumda belli bir endişe yarattı. … Pedagoji enstitülerinin Rusça uzman hazırlayan fakültelerinin azaltılması kadro potansiyelinin sınırlanmasına yol açıyor. Bu derslerde genel öğretmen açığı 20 bin kişiyi buluyor.”

Bobrov bunları, ülkedeki Rus etnisitesinin sosyal statüsünün güçlendirilmesi için değil, “Kazakistan milletinin birliğinin güçlendirilmesi için” söylediğini de vurgulamıştı.

Bobrov bu (aslında gayet masum ve makul) açıklamasıyla Kazakistan yönetiminin şimşeklerini çekti; Rusya Bobrov’u geri çağırmak zorunda kaldı.

* * *

Post-Sovyet coğrafyasında milli mesele – 1: Giriş ve Rusya

Bu yazı dizisinin tanıtımında belirttiğim gibi, genel olarak Orta Asya ve özel olarak da Kazakistan meselesi son derece komplekstir. Üzerinde durmaya devam etmek gerek; zira ne tek bir yazıyla anlaşılabilir yahut anlatılabilir, ne de (daha önemlisi) az çok kalıcı bir fotoğrafı çekilebilir; çünkü son derece dinamik ve sürekli değişiyor. Ben burada sadece temel dinamiklerden biri olarak milli mesele üzerinde durdum. Ancak hiç sözünü etmediğim bir dizi başka faktörü de unutmamak gerek:

— Çin-Kazakistan ilişkileri.

— Kazakistan yönetiminin Rusya’nın etrafından dolanırken batıya rusofobi pazarlama ihtiyacı.

— Rusya’nın Kazakistan’dan yaptığı paralel ithalatın boyutu ve geleceği.

— Kazakistan’ın Rusya ile ticarette batıyla irtibatlı spekülasyon niyetinin önüne geçebilecek bir Kuzey-Güney koridorunun yakın zamanda tam kapasite işler hale gelmesi ihtimali.

— Kazakistan yönetiminin kendi etki alanını genişletmek için Rusya’nın etki alanını daraltma ihtiyacı; bu çerçevede petrolden başka (bu, bir de Hazar sorunu yaratıyor) Rusya hububatının spekülatörlüğünü yapmaya yönelik girişimler.

Bütün bu konular, üzerinde özel olarak çalışılmasını bekliyor.

GÖRÜŞ

Batka’nın Belarus’u

Yayınlanma

Yazar

2020’deki neoliberal karşıdevrim girişimi sırasında Belarus üzerine iki hafta arayla, olayları etraflıca incelemeye çalışan iki yazı yazdım. Bunların ilkinde (Belarus’taki gelişmeler üzerine) lümpen proletaryanın neoliberal hareketin milis kuvveti haline geldiğini vurguladım ve işçi hareketinin önderliksiz olmasına rağmen örgütlü olduğunu ve karşıdevrim girişimine karşı çıktığını belirttim. Aynı yazıda 17 Ağustos’ta, yani karşıdevrim girişiminin en kızgın olduğu bir anda Lukaşenko ile Putin arasındaki telefon görüşmesine de değindim. Görüşme Lukaşenko’nun talebiyle yapılmıştı: “… iki lider, eğer zaruret doğarsa Belarus’a yardım konusunda mutabakata vardılar. Açıkça belirtmemekle birlikte bunun askeri yardımı da kapsadığı anlaşılıyor. Lukaşenko… ‘Belarus hükümetinin ilk talebiyle birlikte Belarus Cumhuriyeti’nin güvenliğini temin etmek üzere çok yönlü yardımda bulunacağı’ hususunda Rusya hükümeti ile anlaştıklarını bildirdi.” Başka deyişle Rusya yönetimi Belarus’a, tıpkı bir buçuk yıl sonra Kazakistan’da yapacağı gibi, karşıdevrim girişimini bastırmak için her türlü yardımda bulunacağı teminatında bulunmuştu ve tam da bu, Lukaşenko’nun 1994’ten beri 26 yıldır süren iktidarını bu anda halkın da desteğiyle korumasına yardımcı olmuştu. Kuşkusuz, emekçi halkın desteği sayesinde — ancak bu destek olayların başından itibaren ortaya çıkmış değildi, dahası olayların başında halk henüz tarafsızlığını koruyordu, zira (o yazıda çevirisine yer verdiğim) Belarus işçi kolektifinin açıklamasında ifade edildiği gibi: “Seçimlerdeki hilelerden, güvenlik kuvvetlerinin şiddetinden öfkeye kapıldınız. Kötü çalışma şartları ve düşük ücretlerden, yalanlardan ve adaletsizlikten, kanunsuzluktan ve haksızlıktan yorgun düştünüz.” Açıklamada birçok insanın muhalefete sırf Lukaşenko’dan bıktığı için oy verdiği, ancak karşı tarafın da “emekçi halk için çöküş ve sefalet getirecek olan radikal piyasa reformlarının temsilcisi” olduğu vurgulanıyordu. Halk ancak neoliberal karşıdevrim tehlikesiyle yüzyüze kaldığında Lukaşenko’yu kerhen desteklemişti.

Karşıdevrim girişiminin gücünü kaybettiği sırada yazdığım ikinci yazımda (Belarus ve renkli “devrim”e dair) Belarus işçi hareketinin “dağınıklık ve örgütsüzlüğüne rağmen etkili bir muhalefet yürüttüğünü” vurguladım. Burada bir kez daha karşıdevrim girişiminin bastırılmasında Rusya’nın rolü üzerinde durdum ve Putin’in 27 Ağustos açıklamasına yer verdim. Rusya devlet başkanı bu açıklamada Lukaşenko’nun kendisinden Rusya silahlı kuvvetlerinden bir ihtiyat kuvveti oluşturulmasını ve bu kuvvetin Belarus’ta olayların kontrolden çıkması halinde kullanılmasını istediğini söylüyordu. Aynı yerde, 29 Ağustos’ta yapılan Belarus Yurtsever Güçlerinin 2020 Seçimlerinden Sonra Ülkedeki Durumla İlgili Konferansı sonuç bildirgesini de özellikle inceledim. Ülkenin bütün sol güçlerini bir araya toplayan Konferans, demokratik bir anayasa, emekçilerden yana bir iktisat siyaseti ve Rusya ile birlik (“Birlik Devleti”) için halkoylamasını savunuyordu. Bu sonuncusu özellikle dikkat çekicidir, zira Lukaşenko, Birlik devleti anlaşmalarına rağmen ısrarla ağırdan alıyordu.

* * *

Batka, halk dilinde babalık anlamına gelen bir kelime. Papazlara da öyle derler. Sıfatı olduğu kişinin aile büyüğü gibi itibar sahibi olduğunu gösterir. Lukaşenko’nun lakabı aynı zamanda.

Batka’nın siyaseti çok uzun bir süre içeride sosyal devlet dışarıda Rusya ve batı arasında Rusya’dan yana bir denge siyasetiydi. Bu siyaset esas itibariyle 1996’da Lukaşenko’nun batı yanlısı Yüksek Sovyet’e karşı iktidar mücadelesi sırasında şekillenmişti. Ancak 2020’de karşıdevrime doğru kimi dalgalanmalarla birlikte dışarıda batıcılık ve içeride kapitalist “reformlar” ağır basmaya başlamıştı. Halkın “kötü çalışma şartları ve düşük ücretlerden, yalanlardan ve adaletsizlikten, kanunsuzluktan ve haksızlıktan yorgun düşmesinin” nedeni buydu.

Karşıdevrim girişimi bunu bir süreliğine tersine çevirdi. Ne var ki en azından bu yılın ortalarından beri içeride başkanlık seçimleri yaklaşırken yeni ittifak arayışları, dışarıda “çokvektörlülük” arayışı, ve en az bunlar kadar önemlisi, ihracata dayalı Belarus ekonomisinin yaptırımlar yüzünden alarm sinyali vermesi, bana öyle geliyor ki, Batka’nın siyasetinde yeni bir dalgalanma yaratıyor.

Belarus’ta 26 Ocak’ta başkanlık seçimleri yapılacak. Lukaşenko elbette yedinci dönem adaylığını koyacak. Birkaç gün önce Belarus Yüksek Seçim Komisyonu, Batka’dan başka altı adayın daha seçimlerde yarışacağını açıkladı. Bir şansları olduğundan değil. Birincisi, Batka yeterince güçlü bir liderdir ve Belarus’ta hiç kimsenin Lukaşenko karşısında elle tutulur bir şansı olamaz; ama ikincisi, seçimler meşruiyet vasıtasıdır ve bu adaylar fiilen ancak Lukaşenko’nun yeni bir seçim zaferinin meşruiyetine hizmet edecek.

Her ülkenin siyasi kültürü farklı, Belarus da fazlasıyla nevi şahsına münhasır. Yani sorun seçimlerin bu şekilde cereyan edecek olması değil. Sorun şu: Lukaşenko “milleti birleştirmek” (veya, bu siyasi kavramın yerli karşılığını kullanırsak, “milli mutabakat”) sağlama adına bütün siyasi kesimleri kapsayacak yeni bir ortam hazırlamaya çalışıyor.

Siyasette kavramlar nesnel durumu değil siyasi tercihleri yansıtır. Milli mutabakat da öyle. Eğer 2020’de karşıdevrim girişiminin halk tarafından bastırılmasının halkın birliğini sağladığını söylerseniz bunun anlamı emekçilerin yönetime katılmasını, örgütlenmesini, taleplerinin karşılık görmesini, kamu sektörünün güçlenmesini hedefliyorsunuz demektir. Yok eğer 2020 karşıdevrim girişiminin milli birliği parçaladığını söylüyorsanız bu tamamen başka bir anlam taşır.

“Milli mutabakat” daima ve her yerde milli birliğin parçalanmış olduğu kabulüne dayanır; bunun gerçek anlamı ise daima ve her yerde siyasi mekanizmalar üzerindeki nüfuzu zayıflayan burjuvaziyi tekrar tayin edici güç haline getirmektir. Yani milli mutabakat daima ve her yerde emekçi halk kitlelerinin birliğini değil burjuvazinin sarsılan hegemonyasını pekiştirmeyi ve emekçi halkı bu projeye yedeklemeyi hedefler. Belarus’ta da, öyle görünüyor ki, durum bu; siyasi stratejisi ABD ve AB tarafından hazırlanan, taktik yönetimi ise Polonya tarafından yapılan 2020 karşıdevrim girişimiyle milli birliğin bozulmuş olduğu varsayılıyor. Bunun da iki sonucu var: birincisi, Belarus siyasi jargonunda batı yanlısı muhalifler için kullanılan milliyetçi “zmar”lara alan açılması, ikincisi de “çokvektörlülük” adına bütün sandalyelerde birden oturma siyasetinin güç kazanması.

2020, Lukaşenko’nun “çokyönlülüğünün” hemen ardından patlak vermişti. Bunun anlamı Rusya ile ilişkilerin batı lehine rölantiye alınmasıydı. Oysa Belarus’un bağımsız (ve başarılı) kalkınma siyasetinin teminatı Rusya ile iyi ilişkilerdi. Karşıdevrim bastırıldıktan sonra toplanan Belarus Yurtsever Güçlerinin Konferansı da bunun altını çiziyordu.

Ama Lukaşenko yönetimi şimdi bir kez daha ağır ağır aynı noktaya dönüyor.

Son bir yıldır dikkat çekici bir dizi gelişme var.

İçeride: 2020 karşıdevriminin başlıca manivelası olan Polonya merkezli Nexta adlı telegram kanalının elebaşısı, BÇB milliyetçisi (karşıdevrimin bayrağı beyaz-kırmızı-beyaz olduğu için bu kelimelerin Belarusçasının baş harfleriyle öyle denir) Roman Protaseviç “pişmanlık getirdiği” gerekçesiyle serbest bırakıldı. Protaseviç yeni rolüne pek hevesle uyum sağlamış olmalıydı ki BAE’ye gitmesine ve orada, Rusya’daki liberal muhalefetin tanınmış isimlerinden Kseniya Sobçak’la röportaj yapmasına da izin verildi. Bu yılın başından beri “birlik devleti” ve Rusya yanlılarına karşı bir dizi tutuklama ve yasaklama, bu eski hükümlü yeni gözdenin Belarus liberal muhalefetiyle “milli mutabakat” inşa çalışmasında rol aldığına işaret ediyor.

Rusya ile ilişkilerde: Lukaşenko Kiev kuvvetlerinin Kursk oblastine saldırısından kısa bir süre önce Ukrayna sınırındaki kıtalara çekilme emri verdi. Bu emir Belarus sınırında Kiev’in elinin rahatlamasına yardımcı oldu. Lukaşenko ancak ekim ortasında, Kiev rejiminin Belarus sınırına sevkiyatlarını gerekçe göstererek sınıra birlik sevk edileceğini açıkladı. Ağustos ortasında Ukrayna’da artık “nazi filan olmadığını” söyledi: “Orada artık bu nazilerden yok. Ukrayna denazifike oldu. Orada kalan birkaç kuduz nazi var ama onlar da artık moda değil.” Eğer öyleyse Rusya’nın Ukrayna harekatının deklare edilmiş üç temel talebinden biri olan denazifikasyon tamamlanmış demektir. Bu da Kremlin’e “artık bitirin” demenin başka bir yoludur. Üçüncüsü, Lukaşenko eylül ortasında Donetsk Halk Cumhuriyeti başkanı Puşilin ile görüşmesinde muhatabına “Ukrayna’yla da Donetsk cumhuriyetiyle aynı ilkeler üzerinde işbirliğine hazır olduğunu” söyleyiverdi.

Rusya ile ilişkiler meselesi ve birlik devleti projesi neoliberal muhalefetle halk güçleri arasındaki çatışmanın en belirgin şekilde ortaya çıktığı alan. Bunun başlıca nedeni, neoliberal muhalefetin programının Rusya ile bütün ilişkileri koparmaya dayanıyor olması. Bu muhalefetin karşıdevrim girişiminin arifesinde yayınladığı “Belarus İçin Reanimasyon Reform Paketi” başlıklı belge fiyat liberalizasyonu ve özelleştirmelerden başka Rusya’yla tam bir kopuşu da vazediyordu. Bunlar bütün eski Sovyet ülkelerinde neoliberal karşıdevrim girişimlerinin hiç şaşmaz iki halkasıdır. Belarus solu ise tam bu nedenle Rusya ile ilişkilerin güçlendirilmesinden ve birlik devletinden yanadır. Yukarıda değindiğim Konferansın sonuç bildirgesinden başka Belarus Komünist Partisi XIV’üncü kongre MK raporunda da vurgulanmıştı bu ve hiç de KP’nin “Kremlin’e angaje” olduğu anlamına gelmiyordu.

Belaruslu gazeteci Nadejda Sablina, Harici’de geçen hafta yayınlanan ve Belarus Halk Meclisi’ni incelediği yazısında ülkesi için “istikrarlı bir kalkınma ve öngörülebilir bir gelecek döneminin sona erdiğini”, ülkesinin emperyalizmin saldırganlığı yahut ABD ve NATO’nun Rusya’ya karşı savaşının içine çekilmesi tehdidiyle karşı karşıya olduğunu, ihracata dayalı ekonominin de yaptırımlardan olumsuz etkilendiğini vurgulamıştı. Sablina’ya göre bütün bunlar iktidarın merkezde toplanma eğilimini güçlendiriyor.

Bu şartlarda siyasi önderliğin tutumu daha tayin edici hale gelir. Batka’nın 2020 karşıdevriminin arifesinde olduğu gibi hem içeride hem dışarıda bütün sandalyelerde birden oturma siyaseti 2020’dekinden farklı bir sonuç üretir mi, bilmiyorum.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Hindistan ile Kanada arasındaki diplomatik drama zirvede

Yayınlanma

Hindistan-Kanada draması son perdede Haziran 2023’te Khalistan yanlısı figür Hardeep Singh Nijjar’ın Kanada’da öldürüldüğü dönemde başlıyor. Khalistan hareketi Hindistan’da ayrı bir Sih vatanının kurulmasını talep ediyor. Hindistan’da kanlı ve şiddetli bir geçmişi var. Şu anda Khalistan’ın birçok destekçisi Kanada’da yaşıyor. Hindistan Kanada’dan Khalistan hareketine karşı sert önlemler almasını istiyor, ancak Kanada bunu yapmıyor ve bu da büyük bir gerginlik noktası. Geçtiğimiz yıl bu gerginlikler patlak verdi. Eylül 2023’te Kanada Başbakanı Justin Trudeau şok edici bir kamuoyu açıklaması yaptı. Sih topluluğu lideri Hardeep Nijjar’ın ölümünde Hindistan hükümet ajanlarının parmağı olduğunu iddia etti. Hindistan Khalistanlı gruplara karşı çıkıyor ve onlarla savaşıyor VE Kanada gibi ülkelerin bunlarla etkili bir şekilde başa çıkmadığına inanıyor ANCAK Hindistan’ı alenen bir suikast ile suçlamak çok ileri bir adımdı.

Hindistan Trudeau’nun “saçma” olarak nitelediği iddialarını öfkeyle reddetti. Bu durum Hindistan ve Kanada arasında büyük bir diplomatik dramaya yol açtı. Her iki ülke de birbirlerinin diplomatlarını sınır dışı etti ve genel olarak son bir yıldır iki ülkenin birbirlerine karşı öfkesi zirve yapıyor. Ve 14 Ekim’de işler iyice çığırından çıktı. Kanada Hindistan’a, Kanada’da Khalistanlılara yönelik saldırılar ile ilgili davalarda birkaç Hint diplomatın soruşturulduğunu bildirdi. Kanada’nın söyledikleri: Hint diplomatlar ve istihbarat yetkilileri yurtdışındaki Khalistanlıları öldürmek için gangster Lawrence Bishnoi ile birlikte çalışıyor. Dahası Kanada, Hindistan İçişleri Bakanı Amit Shah gibi üst düzey politikacıların Khalistanlılara yönelik şiddete izin verdiğini söylüyor. Ve bu kanıtı Hindistan’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Ajit Doval’a sunduğunu iddia ediyor. Hindistan, Kanada’nın hala gerçek bir kanıt sunmadığına inanıyor. 14 Ekim’de Yüksek Komiseri Sanjay Verma (Kanada’daki en yüksek Hint diplomatı) olmak üzere Kanada’dan birkaç diplomatı geri çekti. Hindistan’ın bu hamlesi Kanada’nın Hint diplomatların Hardeep Nijjar suikastı davasına ilişkin bağlantıları nedeni ile soruşturulduğunu belirtmesinin ardından geldi. Kanada hükümetini Hint diplomatları koruyamamakla suçladı. Hindistan ayrıca Kanada’yı açıkça ayrılıkçı Khalistan hareketlerini desteklemekle suçladı. Ayrıca Hindistan’ın küresel itibarını karalama girişimleri nedeni ile Başbakan Justin Trudeau’yu doğrudan eleştirdi. Dahası üst düzey Kanadalı diplomatları da Hindistan’dan sınırdışı etmesi ile İlişki artık fiilen öldü…

Anlatılar savaşı böyle tırmanmaya devam ettikçe söz konusu olan bu drama Hindistan ve Kanada arasındaki ticaretten göçe kadar her şeyin ciddi şekilde etkilenebileceği anlamına geliyor. Kanada için yaptırımlar gibi ilave önlemler de masada. Hindistan da çıkarlarını korumak için gerekeni yapacağını söyledi. İki ülke arasında durum gerçekten kritik bir noktada. Kanada şu anda çoktan diplomatik atağa geçmiş durumda. Başbakan Trudeau, konu ile ilgili İngiltere Başbakanı Keir Starmer ile görüştü. Dışişleri Bakanı üst düzey Amerikalı ve Batılı yetkililer ile temas halinde. Kuşkusuz Hindistan da kendi anlatısının geçerliliğini sağlamak için çalışacaktır AMA Ayrıca, Kanada artık Hindistan’ı bir “siber tehdit düşmanı” olarak görüyor Kİ bu da muhtemelen diplomatik baskıyı artırma girişimi: Ekim sonlarında Kanada hükümetinin yayımladığı Ulusal Siber Tehdit Değerlendirme raporu Hindistan’dan gelen siber tehditlere dikkati çekmiş; Hindistan’ı Rusya, Çin ve İran ile birlikte düşman olarak listelemişti…

Hindistan ile Kanada arasındaki diplomatik gerginlik ciddileşti ancak bu durum birdenbire kötüleşmedi. Krizin 10 yıllık bir arka planı var. 2015’ten başlayalım. Trudeau’nun Kanada Başbakanı olduğu dönem bu. 2015 yılında Başbakan Modi’nin başarılı ziyaretinin ardından göreve geldi. Geçtiğimiz on yıl boyunca Kanada Başbakanı Stephen Harper, Hindistan ile daha güçlü bir ilişki kurulması yönünde çaba sarf etmişti. 2010 yılında Harper, Serbest Ticaret Anlaşması müzakerelerinin başlatılmasına yardımcı oldu. Ayrıca 2015 yılında Hindistan ile Kanada’nın uranyum satmayı kabul ettiği bir nükleer anlaşma imzaladı. Harper ayrıca 2011’i Kanada’da “Hindistan Yılı” ilan etti. Dolayısıyla Trudeau’nun güçlü bir ikili ilişki devraldığını söylemek yerinde olur.

Seçim kampanyası sırasında Trudeau’nun Liberal Partisi Hindistan ile daha yakın ticari ilişkiler kurulması çağrısında bulunuyor ancak onun Hindistan politikası hakkında fazla bir şey bilinmiyordu Kİ Trudeau’nun Harper’ın oluşturduğu ivmeyi değerlendiremediği yönünde bir algı oluştu. 2016 yılında Kanada Yüksek Komiseri Nadir Patel, ilişkinin “otomatik pilota” alınıp alınmadığı konusunda sorulara maruz kalıyordu. Otopilot ilişkide görünürde bir ilişki var ancak bağlantı eksikliği yaşayan daha az öncelikli bir ilişki bu. Bunun nedeni yorumcuların Trudeau’nun başbakan olarak ilk yılında Hindistan’ı ihmal ettiğini düşünmesiydi. Hint medyasına göre serbest ticaret anlaşmasına ilişkin müzakereler de yavaşlamıştı.

Trudeau’nun 2018’deki Hindistan ziyareti, 2017’deki ziyareti sırasında Çin ile ticaret anlaşması yapma çabalarının başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından geldi. Daha önce de belirtildiği gibi yorumcular arasındaki spekülasyonların bir kısmı Trudeau’nun Çin’e odaklandığı, Hindistan’ın ise nispeten düşük bir önceliğe sahip olduğu yönündeydi. 2018 yılında Trudeau ilişkiyi ileriye taşımak amacı ile Hindistan’a gitti ancak bu en hafif deyiş ile tartışmalı bir ziyaretti Kİ 1986’da bir Hindistan Kabine bakanını öldürmeye çalışmaktan suçlu bulunan Jaspal Atwal, Kanada Yüksek Komiserliği’nden bir akşam yemeği daveti almıştı. Atwal, Khalistan yanlısı hareketin bir parçasıydı. Davet hemen iptal edildi ancak Hindistan’da çoktan büyük bir kamuoyu öfkesine yol açmıştı. Hindistan ve Kanada yeni yatırımlar ve terörle mücadele konusunda ortak bir işbirliği çerçevesi açıklarken bu olay ziyareti gölgede bıraktı. Kanada, terörle ilgili ortak çerçevede ilk kez Babbar Khalsa International gibi Khalistan yanlısı terör gruplarından söz etti. Bu, Kanada’nın “Khalistan terörüne karşı yumuşak imajını” değiştirmeye çalıştığı umudunu doğurdu. Bu olmayacaktı…

Hint medyası 2018’de Kanada’nın Khalistan aşırıcılığını kamu güvenliğine yönelik bir tehdit olarak tanımlayan bir rapor yayımladığını bildirdi. ANCAK siyasi olarak aktif olan ve Liberal Parti’nin büyük destekçileri olan bu gruplardan baskı geldi Kİ Trudeau hükümeti bu baskıya boyun eğdi. Raporun bir sonraki versiyonunda Khalistan/Sih aşırıcılığına ilişkin tüm ifadeler kaldırıldı. Hint yetkililer bu geri adımdan dolayı büyük hayal kırıklığına uğradı. 2020’de devam eden çiftçi yasası protestoları hakkında Trudeau’nun yaptığı yorumlar ile işler daha da kötüleşti. Hindistan bu müdahaleye karşı çıktı.

Trudeau’nun partisi 2021’de parlamentodaki çoğunluğunu kaybetti. Yeni Demokrat Parti lideri Jagmeet Singh ile koalisyon kurdu. Singh, Khalistan yanlısı bir mitingde konuştu ve 1984 isyanlarını “soykırım” olarak nitelendirdi. Kİ kendisi Hindistan’a kuşku ile yaklaşan önemli bir isim olarak tanınıyor. Savunma ve ticaret alanındaki ilişkiler büyümeye devam ederken siyasi gerginlikler de derinleşiyordu. 2023’te aşırılık yanlısı Amritpal Singh’e yönelik insan avı, yetkililerin interneti kapatmasına yol açtı. Jagmeet Singh, gerginliği artıran “acımasız” önlemleri kınadı. Baskılar, Kanada’daki Hindistan Yüksek Komiserliği’ne karşı protestolara ve iddia edilen sis bombalarının kullanılmasına yol açtı. Khalistan yanlısı gruplar da saldırıyı yücelten propaganda yayınladılar. Ayrıca Hardeep Singh Nijjar’ın ölümü ile ilgili olarak belirli Hint diplomatlara saldıran belirli propaganda da yayınladılar. Diplomatlarına yönelik bu saldırılar Delhi’yi kızdırdı. Kanadalı yetkililerin harekete geçmemesine öfkelenen Hindistan Dışişleri Bakanı S Jaishankar, Kanada’yı “oy bankası siyaseti” uygulamakla suçladı. Ancak Kanada hükümeti Nijjar’ın ölümü ile ilgili iddiaların doğru olduğunu düşünüyordu.

Eylül 2023’te Kanada Başbakanı Justin Trudeau kamuoyu önünde Hint hükümet yetkililerini Nijjar’ı öldürme planına dahil olmakla açıkça suçladı. Ancak Hindistan’a iddialarına ilişkin belirli bir kanıt sunmadı. Bu durum gerginliğe ve birkaç Kanadalı diplomatın Hindistan’dan çekilmesine yol açtı. Ticaretten göçe kadar Hindistan-Kanada ilişkisinin neredeyse tamamı durma noktasına geldi. Hindistan, Kanada’yı Khalistan yanlısı gruplara göz yummakla suçladı. Kanada, Hindistan’ın bu dava ile ilgili harekete geçmesini talep etti. Yani şu sıralar yaşananlar zaten istikrarsız olan ilişkiyi altüst etti.

Kanada’nın Hindistan’ın ayrılıkçılık ve terörizm konusundaki kırmızı çizgilerine karşı kasıtlı körlüğü, doğal bir partner pahasına diaspora siyasetine öncelik verdiğini ortaya koyuyor Kİ Sih diasporası ve Sih ayrılıkçı hareketi yani Khalistan hareketi Kanada’da ve Kanada siyasetinde ciddi ölçüde etkin ve etkili. Ve 2025 yılı sonlarında da Kanada seçimleri var. Bu demek oluyor ki bu drama bir süre daha zirvelerde gezinecektir. Ancak Hindistan artık jeopolitikada “nominal bir oyuncu” değil. Gerekirse Kanada ile ilişkisinin dağılmasına dahi izin verecektir…

Bir de madalyonun başka yüzü var:

Hindistan’ın Kanada takıntısı “odadaki büyük fili” görmezden geliyor. İlk iddianame Amerika’da bildirildi. Büyük olasılıkla Kanada’yı uyaran Amerika’ydı. Beş Göz ülkelerinin hepsi Kanada’ya desteklerini ifade ettiler. Kanada’daki çekişme daha kamuoyuna açık, ancak Amerika’daki suçlamalar daha ciddi. Hindistan’ın sertliğini gösterebileceğini iddia eden herkes için şu rahatsız edici soru var: Kanada’ya karşı sert konuşmalar acaba konu gerçek büyük güçler ile başa çıkmaya geldiğinde yüksek perdeden ses yükseltme dozunun azaltıldığı gerçeğinden yalnızca bir dikkat dağıtma mı?..

Amerika da bir Hint istihbarat yetkilisinin geçen yıl Amerika-Kanada çifte vatandaşı Sih ayrılıkçı Gurpatwant Singh Pannun’a yönelik (başarısız) suikast planlarını yönettiğini iddia etmiş, kısa süre önce açıklanan iddianamede Amerika Hindistan’ın dış istihbarat servisi Araştırma ve Analiz Kanadı (R&AW) eski çalışanı Vikash Yadav’ı New York’ta Sih ayrılıkçıya karşı düzenlenen komployu yönetmek suçundan hukuki işlem başlatmıştı. Ve Amerika’daki iddianame Kanada ve Hindistan arasındaki gerginliğin tekrar tırmandığı bir döneme denk geliyordu…

Amerika’daki durum nasıl gelişmişti?

Trudeau’nun Kanada Parlamentosu’nda Hindistan’a yönelik iddialarından yalnızca iki ay sonra Amerikalı yetkililer Nikhil Gupta isimli bir Hint vatandaşına Amerika topraklarında bir Amerikan vatandaşını öldürmesi için bir katil tutmaya çalıştığı iddiası ile dava açmıştı. Başkan Biden’dan kamuoyuna açık bir yorum duyulmadı ancak Amerika Federal Mahkemesi’nde açılan iddianame oldukça suçlayıcıydı. Hindistan —Kanada’nın benzer suçlamalarına verdiği yanıta tezat oluşturacak bir biçimde— Amerika’nın kaygılarını “saçma” olarak görmedi ve anlamlı bir eylemde bulunma sözü verdi. Ve Amerika’nın Hindistan ile paylaştığı bilgileri araştırmak için üst düzey bir soruşturma başlattığını duyurdu. Dolayısıyla Amerika tarafında —Kanada’dakinin aksine— dava herhangi bir diplomatik drama olmadan ilerledi. Son olarak Amerika yetkilileri FBI tarafından engellenen kiralık katil komplosundaki rolü nedeni ile eski bir Hint istihbarat görevlisi Vikash Yadav’a karşı suçlamalarda bulunurken Amerika sözcüleri her fırsatta hem Hindistan’ın Kanada soruşturmasında işbirliği yapması gerektiğinde hem de Amerika’nın anlamlı bir hesap verebilirlik görmek istediğinde ısrar ediyorlar. Dahası, hedef olan Gurpatwant Pannu Hindistan hükümetine karşı bir hukuk davası açtı ve Ajit Doval’ı onu öldürme planının arkasındaki kişilerden biri olarak suçlarken Modi hükümetinin soruşturma için kurduğu üst düzey ekip yakın zamanda Amerika’yı ziyaret ediyor ve Hindistan Parlamentosu veya Hindistan halkı ile paylaşmadığı soruşturma bulgularını paylaşıyordu ANCAK Amerika’dan “Amerika Birleşik Devletleri bu soruşturmadan anlamlı bir hesap verebilirlik çıkana kadar kesinlikle tatmin olmayacak” yanıtını aldı.

Aynı konu hakkında Kanada ve Amerika’dan gelen iki ayrı suçlama ve bunlara Hindistan’dan giden iki farklı yanıt: Birine “kavgacı” bir duruş benimserken diğerine çok daha sakin ve işbirlikçi…

Peki Neden?

Birincisi Hindistan sistemde yani dünya politikasında kendinin Kanada’dan çok daha güçlü ve etkili olduğuna inanıyor.

İkincisi Hindistan Kanada’ya kıyasla Amerika’yı çok daha güçlü bir devlet ve çok daha fazla ihtiyaç duyulan bir ortak olarak görüyor.

Üçüncüsü Batılı ülkelerin Kanada için Hindistan ile büyüyen ilişkilerini baltalamayacağını varsayıyor.

Dördüncüsü Kanada’nın Hindistan’a çok fazla ekonomik zarar veremeyeceğini düşünüyor.

Ayrıca Amerika’nın Nikhil Gupta’ya yönelik  kolayca reddedilemeyecek yasal süreçleri başlatarak Hindistan’ı köşeye sıkıştırması da Hindistan’dan gelen tepkilerdeki farklılıkta önemli bir faktör. Kİ buna karşı diğer tarafta ise kamuya açık alanda hiçbir kanıt sunulmayan basit suçlamalara eşdeğer Kanada’nın çabaları var.

ANCAK Amerika tarafındaki gelişmeler ile paralel olarak dikkate alınırsa, Hindistan’ın Kanada’ya yönelik inkarları inandırıcılığından ödün veriyor. Dolayısıyla Hindistan’ın Kanada’ya karşı “kavgacı” duruşu onun Batılı politika seçkinleri arasındaki sempatikliğini zayıflatırken Amerika’ya karşı “işbirlikçi” duruşu ise onu ancak Küresel Güney’in gözünde zayıf göstermeye yarıyor…

***

Bu arada, Hardeep Singh Nijjar ayrılıkçı Sih örgütü Khalistan Kaplan Gücü’nün (KTF) —Hindistan’ın iddiasına göre— beyni-lideri iken Gurpatwant Singh Pannun bir diğer bağımsız Khalistan fikrini savunan Adalet için Sihler (SJF) isimli örgütün kurucusu ve lideri. Bunlar Hindistan’da yasaklı örgütler ve her iki isim de Hindistan hükümeti tarafından terörist olarak niteleniyor.

Okumaya Devam Et

AVRUPA

İsveç’te halka ‘savaşa hazırlık’ broşürü dağıtıldı: Sivillere ne öğretiliyor?

Yayınlanma

Yazar

İsveç’te beş milyondan fazla aileye, ‘Krizin veya Savaşın Gelmesi Durumunda’ başlıklı bir broşür gönderilecek. 

Broşür, İsveç Sivil Acil Durum Ajansı (MSB) tarafından hazırlandı ve dağıtımına dün (18 Kasım) başlandı. 

Halkı savaş ya da kriz durumlarına hazırlamak amacıyla dağıtılan ve en başında “Bu broşür İsveç’teki tüm evlere gönderilmektedir” ifadelerinin yer aldığı bu broşür aslında yeni değil, içeriği güncellenmiş bir broşür.

İsveç, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana benzer broşürler dağıtıyor. En son 2018 yılında, 57 yıllık bir aranın ardından dağıtılmıştı. 

Dağıtımına dün başlanan son broşürün içeriğinin ise 3’te 1 oranında artırıldığı belirtiliyor. 

32 sayfalık broşürde savaş, doğal afetler veya siber saldırılar gibi olağanüstü durumlara nasıl hazırlık yapılacağına dair talimatlar yer alıyor.

Broşürün giriş sayfasında şu ifadeler yer alıyor:

“İsveç Halkına

Zor bir dönemde yaşıyoruz. Çevremizde savaşlar sürüyor. Terör, siber saldırılar ve yanıltıcı bilgiler bizi zarar vermek ve etkilemek için kullanılıyor.

Tehditlere karşı koymak için birlik olmamız ve ülkemizin sorumluluğunu üstlenmemiz gerekiyor. Saldırıya uğrarsak, İsveç’in bağımsızlığını ve demokrasisini savunmak için hep birlikte mücadele etmeliyiz.

Dayanıklılık, her gün ailemiz, iş arkadaşlarımız, dostlarımız ve komşularımızla birlikte inşa ettiğimiz bir güçtür.

Bu broşürde, kendinizi nasıl hazırlayabileceğinizi ve kriz ya da savaş durumunda ne yapmanız gerektiğini öğreneceksiniz.

Siz, İsveç’in hazırlık gücünün bir parçasısınız.”

Broşür, İsveç’in savaş hazırlıkları ve halkın yapması gerekenler 21 alt başlığa ayrılmış. Bu başlıklar savunma, hazırlık seviyesi, savunma yükümlülükleri, uyarı sistemleri, hava saldırıları, evde hazırlık, tahliye, sığınaklar, psikolojik savunma, dijital güvenlik, terör saldırısı, hava koşulları, bulaşıcı hastalıklar, ekstra desteğe ihtiyaç duyanlar, evcil hayvanı bulunanlar, çocuklar ve önemli telefon numaraları gibi maddelerden oluşuyor.

“Belirsiz bir dünya hazırlık gerektirir” ifadeleriyle başlayan yönergede, “İsveç’e yönelik askeri tehdit arttı ve en kötüsüne, silahlı saldırıya hazırlıklı olmalıyız” ifadelerine yer veriliyor. 

‘Kar amacı gütmeyen kuruluşlar ve dini topluluklar’

Halka savaş durumunda ‘direnişin olmadığına dair haberlere inanmamaları’ salık verilirken, insanlardan ‘savunma kapsamında misyonları olan örgütlere’ katılmaları tavsiye ediliyor. Bu bağlamda, ‘kar amacı gütmeyen kuruluşlarla dini toplulukların da önemli katkılarda bulundukları’ vurgulanıyor.

İsveç’in savunma stratejisinin tarif edildiği bölümde ise, önceki bildirilerden farklı olarak ‘NATO üyesi ülke’ vurgusu yapılıyor ve “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” sloganına yer veriliyor. 

Herhangi bir saldırı durumunda, hangi sinyalin ne anlama geldiği detaylı bir şekilde aktarılan broşürde, hava saldırısı ve benzeri durumlarda halkın sığınak, barınak, tünel, metro istasyonu gibi yerlere sığınabileceği aktarılıyor. 

Broşürde ayrıca, halktan savaş durumunda kullanılmak üzere gerekli su ve erzağı biriktirmeleri söyleniyor ve insanların bunları idareli kullanabilmesine yönelik yönergeler yer alıyor. Aynı şekilde, insanların iletişim kurabilecekleri ve güncel haberleri alabilecekleri elektronik gereçlerin çalışması için detaylı bir tarif yapılıyor. 

Savaş durumunda yaşama dair detaylı bilgi aktarılan broşürde ‘tuvalet eğitimi’ bile var. “Sular kesildiğinde hijyeninize dikkat edin” ifadelerinin yer aldığı broşürde, “Sifonunu çekemesen bile tuvalete işeyebilirsin” ifadelerine yer veriliyor.

MSB ayrıca, halkın sığınabilecekleri barınakların mavi üçgenli turuncu bir kareye sahip bir işarete sahip olduğu bilgisini veriyor.

 

Psikolojik savunma

Broşürün dikkat çekici bir diğer başlığı ise, ‘Psikolojik Savunma’ bölümü. Bu bölümde MSB, ‘yabancı güçlerin’ sosyal medyada dezenformasyon yaptığını öne sürerek şu açıklamaya yer veriyor:

“Yabancı güçler ve İsveç dışındaki diğer aktörler bizi etkilemek için dezenformasyon, yanıltıcı ve propaganda kullanıyor. Etkileme girişimleri günlük olarak, çoğunlukla çevrimiçi ortamda ve sosyal medyada gerçekleşiyor. Amaç güvensizlik yaratıp kendimizi savunma irademizi kırmak.”

Aynı bölümde yer alan “Yalnızca güvenilir kaynaklardan geldiğini bildiğiniz bilgileri paylaşın ve yetkililerden teyit edilmiş bilgi isteyin” notu ise, hazırlıkların sıcak savaştan da önce, şimdiden başladığını gösterir nitelikte. 

Uzun şifreler ve ulusal güvenlik

‘Dijital güvenlik’ bölümündeyse, “Bilgilerinizi hem evde hem de işte güvenli bir şekilde ele alarak İsveç’in dayanıklılığının güçlendirilmesine katkıda bulunursunuz” notuyla, vatandaşlardan uzun şifreler oluşturmaları ve bilgilerini USB belleklerde yedeklemeleri isteniyor. 

Broşürde yer almayanlar

Söz konusu broşür sivillere yönelik olsa da, İsveç’in savaş hazırlıkları sığınak ve önemli numaralar listesinden çok daha fazlası. 

İsveç, NATO’ya resmen katıldığı Mart 2024’ten bu yana hem doğal olarak, hem de İsveç siyasetinin politik yönelimi gereği Atlantik güvenlik stratejisinin hızlı ve istekli bir paydaşı oldu. 

Son olarak, İsveç ve Birleşik Krallık arasında CV90 zırhlı araçlarının bilişim teknolojisi modernizasyonuna yönelik, bütçesi 24 milyon euro’ya varan bir anlaşma yapıldı. İsveçli MilDef şirketi, dayanıklı BT ekipmanlarının temini için BAE Systems ile bir sözleşme imzalayarak savaş koşullarında iletişim ve yönetim güvenilirliğini artırmayı hedefliyor.

Bir zamanlar ‘tamamen tarafsız politikalarıyla’ tanınan İskandinav ülkelerinin ‘barış yanlısı’ söylemleri, keskin bir şekilde saldırgan ve hatta savaşçı bir söylemle değiştiriliyor. 

Bu yıl içerisinde, İsveç Sivil Savunma Bakanı Carl-Oskar Bolin, 8 Ocak’ta Sälen’de düzenlenen yıllık güvenlik konferansında yaptığı konuşmada, ‘savaşın İsveç’e yarın gibi erken bir tarihte gelebileceğini’ söylemişti. İsveçlileri aktif bir şekilde hazırlanmaya ve her an saldırı beklemeye çağıran Bolin’e, Silahlı Kuvvetler Başkomutanı Mikael Büden de destek vererek, “Doğu Avrupa’da olup bitenlerin sadece bir başlangıç olduğunu” söylemişti. 

Devam eden enformasyon savaşı nedeniyle çok gündeme gelmese de, Washington, 2024 yılını Kuzey Avrupa’nın neredeyse tüm ülkeleriyle yeni ikili anlaşmalar imzalayarak, mevcut anlaşmaları yenileyerek, yerel askeri üsleri ve hava alanlarını kullanma ve buralara silah yerleştirme fırsatı elde ederek tamamlıyor. 

Örneğin, 5-14 Mart tarihleri arasında düzenlenen Nordic Response-24 tatbikatı başta ABD olmak üzere ittifak birliklerinin bölgede konuşlanmasını ve Norveç, İsveç ve Finlandiya’da ortak bir operasyonu içeriyordu. 

Bir NATO üyesi olarak İsveç de, savunma harcamalarını GSYİH’sinin yüzde 2’sine çıkarma hedefini çoktan önüne koydu. Ancak ülkenin askerileşmesi bununla sınırlı değil. 

İsveç, NATO’ya resmen katılımından birkaç ay önce, 5 Aralık 2023 tarihinde ABD ile önemli bir savunma işbirliği anlaşması imzaladı. 

ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin ve İsveç Savunma Bakanı Pal Jonson tarafından imzalanan anlaşma Amerikan kuvvetlerine İsveç’te belirli konuşlanma bölgelerine erişim ve ekipman konumlandırılması imkanı tanıyor. 

Ayrıca, ülkenin güneybatı kesiminde bulunan Göteborg deniz üssü ve İsveç’in tek hava savunma alayının konuşlandığı Halmstad kenti de kritik bir konumda. Burada, tatbikatların bir parçası olarak, Kuzey Denizi’nden Baltık Denizi’ne uzanan ve Danimarka takımadalarından geçen önemli ulaşım yollarının korunması tatbik edildi. Bu adımlar, Norveç’e artık sığmayan ABD askeri askeri stoklarının bir kısmının İsveç’e, bir kısmının da Finlandiya’ya aktarılması anlamına geliyor.

İsveç neden önemli?

İsveç’in kuzeyindeki Lulea’da büyük bir hava üssü bulunuyor. Vidsel yakınlarında İsveç Hava Kuvvetleri’ne ait 2.300 metre uzunluğunda bir piste sahip 5 bin kilometrekarelik bir askeri havacılık test alanı, Vidsel füze alanı ve savunma şirketi Enator Miltest’in füze alanı bulunuyor. Bu pist aynı zamanda nükleer silah taşıma kapasitesine sahip ABD F-35 savaş uçaklarını barındırabilecek kapasitede. 

Ayrıca, İsveç’in en kuzeyinde, yani Kuzey Kutup Dairesi’nde bulunan Kiruna kasabasında da bir sivil ‘uzay limanı’ (Esrange Uzay Merkezi) var ve burası da ABD’nin yetki alanına devredilen nesneler listesinde yer alıyor. Ülkenin orta kesiminde bulunan Östersund şehri de dikkat çekici özelliklere sahip. Bu bölge, büyük olasılıkla, askeri teçhizatın, yakıt ve yağlayıcıların depolanması için kullanılacak.

İsveç’in dönüşümü ne anlama geliyor?

İsveç’in ‘savaşçı’ dönüşümü yalnızca İsveç’le ilgili değil. 

Yalnızca son bir yılda askeri alanda yaşanan bu gelişmeleri alt alta koyduğumuzda, karşımıza ABD’nin Doğu Avrupa ve İskandinavya bölgesini Rusya ile savaşa hazırladığı gerçeği ortaya çıkıyor. 

Böyle bir hazırlığın en önemli ayağı, kamuoyunun hazırlanması. Yalnızca iki ay önce, Litvanya da aynı İsveç gibi, vatandaşlarına savaş durumuna hazırlık broşürü dağıtmıştı.

İttifakların genişlediği, askeri harcamaların ve ikili anlaşmaların arttığı, bölgenin hızla sıcak savaşa sürüklendiği bu tabloda, Avrupa halklarına ise ellerine tutuşturulan broşürlerle nasıl saklanacağını öğrenmek düşüyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English