Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Prabhat Patnaik Nijer krizini yazdı: Duraksayan dekolonizasyon

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Darbeden sonra komşu ülkelerin müdahale tehdidine rağmen Nijerliler, Fransız sömürgesine karşı protestolarını sürdürüyor. Protestolar ilk kurbanlarını verdi. Geçen hafta çarşamba günü darbe yönetimi, Fransız birliğini garnizonlarına saldırmak ve beş askeri öldürmekle suçladı. Paris inkâr ediyor.

Bu protestolar Nijer söz konusu olduğunda tehlikeli hadiseler. Kasım 2021’de, ülkenin Tere kasabası civarında sivillere ateş açılmasıyla sona eren gösteride iki kişi öldü ve yirmi kişi de yaralandı. Daha sonra olay hasır altı edildi.

Darbenin hemen ardından Nijer’e işgal tehdidinde bulunan ECOWAS’ın üyelerinden Fildişi Sahili’nin devlet başkanı Alassane Ouattara, yaptığı açıklamada “Bazı ülkelerin silahlı kuvvetlerinin bir kısmı Fildişi Sahili’ne gönderilecek. Fildişi Sahili daha sonra bir tabur konuşlandıracak. Genelkurmay Başkanına birlikleri hazırlamaya başlaması talimatını verdim bile,” dedi. Müdahale hazırlığının, devrilmesi aynı Fransızlar tarafından aktif olarak desteklenen Laurent Gbagbo’dan sonra iktidara gelen devlet başkanı tarafından duyurulması dikkat çekici. Benin, Senegal ve Nijerya işgale katılmaya hazır görünüyor. Sonuncusu olmasaydı, kuvvetler Nijer, Mali ve Burkina Faso koalisyonu ile neredeyse eşit olacaktı.

Ancak ECOWAS’ın başkanlığını yürüten Nijerya’da geçen hafta sadece diplomasi konuşuldu. Parlamento bile asker konuşlandırılmasına izin vermedi: “ECOWAS’ın eylemi çifte standarttır, zira hem taarruza hazırlandığınızı söyleyip hem de müzakere edemezsiniz. Müdahale hakikaten gerçekleşir ve başarılı olursa, bunun arkasındaki güçlere daha büyük bir şey için fırlatma rampası verecektir. Daha yumuşak, esnek ve Fransa da dahil olmak üzere Batı’nın çıkarlarına boyun eğen bir Bazoum 2.0’a sahip olacaklar.”

Cezayir de bir şeyler biliyor gibi görünüyor. Ülke önceki hafta hava sahasını Fransız askeri uçaklarına kapattı: “Nijerya ordusu harekattan sorumlu olsa bile, imkanları bir avantajı garanti etmek için yeterli değil. Hava ve lojistik kapasiteleri ve istihbaratları eksik olacaktır. Henüz özel bir talepte bulunulmadı. Fakat Paris böyle bir desteği göz ardı etmiş gibi görünmüyor.”

Togo Devlet Başkanı Silvanus Olympio’nun suikasta kurban gittiği 1963 yılından Muammer Kaddafi’nin 2011’deki ölümüne kadar geçen sürede Afrika ülkelerinin yarısında devlet başkanları ya zor yolla devrildi ya da suikasta uğradı. Belli ki bu kanlı gelenek Fransız Senatosunu düşündürmüş ve Senato bu hafta Macron’a bir mektup yazdılar: “Bugün Nijer, dün Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Burkina Faso; tamamı Fransa’yı, Fransız askerlerini ve Fransız şirketlerini reddediyor. Bu hareket, Fildişi Sahili ve Senegal gibi bize yakın görünen ülkelerde bile gösterilerin ve Fransız karşıtı eylemlerin gerçekleştiği Sahra altı Afrika’da büyüyor. Kuzey Afrika’da da hayal kırıklığı var.”

Fransızların sorumlu tutulduğu garnizon saldırısında, Timbuktu kentini Nijer’in müttefiki Mali’den alma yemini veren El Kaide bağlantılı Nusret el-İslam vel-Müslimin’in saha komutanları kaçtı. Eski radikal Tuareg kabilesi lideri Rissa Ag Bula ise Nijer Devlet Başkanı Bazoum’u yeniden iktidara getirmek için bir direniş konseyi kurulduğunu söyledi.

Nijerli darbecilerin Bazoum’u öldürmekle tehdit ederek açık sözlülük sergilemesi de Amerikalı diplomatların müdahaleyi teşvik etmesinde kolaylaştırıcı oldu. Tehdit, Ukrayna projesinin mimarlarından olan ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Victoria Nuland’ın iki yıl içinde Niamey’e yaptığı üçüncü ziyarete Nuland şunları söyledi: “Yetkili kişilere oraya gitme arzumuz olmadığını, ancak bizi gitmeye zorlayabileceklerini çok açık bir şekilde ifade ettim. Onlardan dikkatli olmalarını ve anayasal düzene geri dönmelerini talep ettik.”

Hemen ardından Pentagon, darbecilerden bazılarının ABD’de askeri eğitim aldığını açıkladı. Örneğin General Salifu Modi, ABD Hava Kuvvetlerindeki mevkidaşı James Krisel’i yakından tanıyor. Nuland’ın muhatabı Musa Barmu da önce Georgia’daki Fort Benning’de, üç yıl sonra da Washington’daki Ulusal Savunma Üniversitesi’nde eğitim gördü.

Washington, geçen yıl Niamey’e USAID aracılığıyla “iyi yönetişim”, gıda güvenliği ve sağlık hizmetleri projeleri için 400 milyon dolar vaat etmişti. Elbette Washington’un bu ülkede ekonomik nedenlerle itaatkâr bir yönetime ihtiyacı yok, bu yüzden Niamey’den çok fazla şey gelmiyor. AB’ye daha fazla sıvılaştırılmış gaz satmak ve Nijer’den geçmesi beklenen Trans-Sahra boru hattı aracılığıyla Avrupa’yı gazdan mahrum bırakmak çok daha kârlı.

Siyasi etki de önemli. ABD’nin eski Sahel Özel Temsilcisi Peter Pham, Batı’nın bölgede o kadar da birlik içinde olmadığını yazıyor: “Avrupalı müttefikler ABD ile ortak değerleri ve çıkarları paylaşsalar da her konuda aynı fikirde değiller. Bunu unutmamalıyız ve Ukrayna’daki savaş devam ettiği sürece açık bir çatlak istemiyoruz.”

ECOWAS’ın ablukası nedeniyle gıda taşıyan kamyonlar Nijer’e ulaşamıyor. Enerji eksikliği o kadar ileri gidiyor ki başkentteki sokak lambaları geceleri kapatılıyor. Ülkeye 130 megawatt elektrik ve tarım için kilometrelerce sulanan arazi kazandırabilecek Kandaji 2 hidroelektrik santrali gibi kilit projeler askıya alındı. Bir de AB’nin Nijerya karşıtı yaptırımlar geliştirme hamlesi var. AB’nin Sahel Özel Temsilcisi durumdan epey hoşnut: “Yaptırımlar etkisini göstermeye başladı: ilaç ve gıda sıkıntısı var ve elektrik eskisinden daha sık kesiliyor. Eğer cuntanın zayıflamasını istiyorsak yaptırım baskısını sürdürmeliyiz.”

Nijer’i hedef alan ablukanın ardında yatan kâr hırsı hemen herkes tarafından görülüyor. Pazartesi günü Nijer’de 35 bin kişi Fransız karşıtı darbeyi desteklemek için toplandı. Economist tarafından yaptırılan bir ankete göre, uranyum ve altın zenginliği on yıllardır parmaklarının arasından Avrupa’ya akan ülkede yaşayanların neredeyse yüzde 80’i darbe planını onaylıyor.

Bağımsız Nijer’in ilk Cumhurbaşkanı Amani Diori, bu yüzdelerin oranını değiştirmeye çalışmış ve tabii ki bu da onun düşüşüyle sonuçlanmıştı. İşgal tehdidi baki. NATO’nun Avrupa’daki eski komutanı James Stavridis’in de belirttiği üzere, büyük bir Afrika savaşı için yüksek bir potansiyel söz konusu.

Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Duraksayan dekolonizasyon

Prabhat Patnaik
Peoples Democracy
20 Ağustos 2023

Tabii kaynaklarının kontrolünü metropol sermayesinden almak ve korumacı duvarlar ardında sanayi kurmak için dirijist [devlet güdümlü ekonomi] rejimler kuran eski sömürge dünyasının büyük bir kısmı, neo liberal ekonomik düzen aracılığıyla emperyalist hegemonyaya yeniden asimile edilmeye çalışıldı; ancak bu dünyanın bir kısmında dekolonizasyonun kendisi hiçbir zaman tamamlanamadı. Batı Afrika’daki eski Fransız sömürgeleri bu kesime ait. Yerli personel Fransız yöneticilerin yerini almış olsa da Fransız hegemonyasından ve dolayısıyla metropol hegemonyasından geçici olarak bile kurtulamadılar.

Fransız birlikleri bu ülkelerin her birinde konuşlu bulunmaya devam etti ve para birimleri olan CFA frangının (1945’te tedavüle sokudu) eski Fransız frangıyla (ve daha sonra avro ile) sabit bir döviz kuruna sahip olduğu Fransa ile bir para birimi birliğine bağlıydılar, üstelik bu döviz kuru her zaman biraz fazla değerli tutuldu. Herhangi bir para birliğinde, aşırı değerli para birimine sahip olan kesim daha az rekabetçi hale gelir ve Almanya’nın “yeniden birleşmesinden” sonra Doğu Almanya’da olduğu gibi sanayisizleşme ve işsizliğe maruz kalır. Frankofon Afrika örneğinde, Fransa ile aşırı değerli döviz kuru üzerinden para birliği, bu ülkeleri kalıcı bir sanayi yokluğuna mahkûm etti: Fransa’dan ithal etmek her zaman daha ucuz olduğu için (ki bu da Fransa’ya daimî tutsak bir pazar sağlıyordu) hiçbir sanayi malı hiçbir ülkede yerli olarak üretilemedi. Öte yandan, bu ülkelerden ihraç edilen ana mallar uluslararası piyasada belirli sabit dolar (ve dolayısıyla frank) fiyatlarından satılmak zorundaydı ve aşırı değerli para birimi, bu ülkelerin birincil mal piyasalarında uluslararası düzeyde rekabet edebilmeleri için yerel ücretlerin uygun şekilde aşağıya doğru ayarlanması gerektiği anlamına geliyordu. Dolayısıyla net sonuç, yerli nüfusun ücret oranları açısından kazançlı değil, istihdam açısından kayıplı olmasıydı (bunun da ücret oranları üzerinde ikinci dereceden etkileri oldu). Kısacası bu ülkeler kalıcı bir az gelişmişlik ve yoksulluk durumuna mahkûm oldular.

Fakat hepsi bu kadar da değildi. Sömürge Hindistan’da olduğu gibi döviz rezervlerinin büyük bir kısmı (en az yüzde 50’si) Fransa’da tutuldu ve bu da Paris’in elindeki döviz kaynaklarını artırdı. Fransız para birimiyle sabit döviz kurunu korumak için, para politikalarının Fransa’nınkiyle uyumlu olması ve bunun için de Fransız para otoriteleri tarafından kontrol edilmesi gerektiği düşünülüyordu; bu da iktisadi kalkınmayı başlatmak için gereken olası bir aracı cephaneliklerinden çıkarıyordu.

Bu tuhaf durum, siyasi olarak demokratik bir cephe arkasında hileli seçimlerden darbelere ve hatta suikastlara kadar çeşitli tedbirlerle sürdürüldü. En çarpıcı vaka, 1983 yılında Burkina Faso’da iktidara gelen ve Fransız birliklerinin ülkesinden çıkmasını isteyen Burkinalı subay, Marksist devrimci ve pan-Afrikanist Thomas Sankara’nın durumuydu. Şu anda Afrika’da ikonik bir figür olan Sankara, emperyalizm adına çalıştığı iddia edilen ve daha sonra ülkenin devlet başkanı olarak yerine geçen kendi ortaklarından biri tarafından öldürüldü. Batı Afrika’nın Batı taraftarı liderlerinin egemen olduğu, statükoyu koruma ve dolayısıyla emperyalizmin davasını ilerletme sorumluluğunu üstlenen ECOWAS (Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu) adlı bir teşkilat kuruldu.

Ancak son zamanlarda Frankofon Afrika’nın pek çok ülkesinde emperyalizm karşıtı popüler bir yükseliş söz konusu. Gine, Mali, Çad ve Burkina Faso’da son birkaç yıl içinde Fransız askerlerinin ülkelerinden çıkmasını isteyen yeni anti-emperyalist hükümetler iktidara geldi; hatta Mali’de Fransız askerlerini ülkeden defetmeyi başardılar.

Nijer bu gruba katılan en son ülke. Bu gruptaki ülkelerin hükümetleri darbe yoluyla iktidara geldi ve Nijer örneğinde darbe, seçilmiş bir hükümete karşı yapıldı. Bu durum, emperyalist ülkelerin yeni kurulan bu tür hükümetleri “anti-demokratik” olarak nitelendirmesine olanak tanıdı; fakat emperyalist ülkeler, sağcı ve emperyalizm yanlısı rejimler kuran darbelere karşı benzer bir tutum sergilemiyor.

Bu emperyalist ikiyüzlülüğün ironisi yakın zamanda oldukça barizdi. Nijer’deki yeni hükümet, ülkede konuşlu Fransız askerlerinin sayısının artırılmasını talep edecek kadar Batı ve ABD taraftarı olan seçilmiş Cumhurbaşkanı Bazoum hükümetine karşı silahlı kuvvetlerin elit bir kesimi olan Cumhurbaşkanlığı Muhafızlarının darbesiyle iktidara geldi. ABD’nin neo-con Dışişleri Bakan Yardımcısı Victoria Nuland, yeni Nijer hükümetini demokrasiye saygı göstermeye ve Bazoum’u yeniden iktidara getirmeye “ikna etmek” için ABD’de askeri eğitim almış olan darbe liderlerinden biriyle görüşmeye gitti. Oysa aynı Victoria Nuland, 2014 yılında Ukrayna’da, ülkenin seçilmiş Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç’i iktidardan uzaklaştıran darbenin tertip edilmesinden doğrudan sorumluydu ve bu hadise, ülkedeki mevcut trajik savaşa yol açan olaylar zincirini başlatmıştı. Başka bir deyişle emperyalist kaygı gerçekte demokrasi için değil, emperyalist hegemonyanın sürdürülmesi için.

Frankofon ülkelerdeki seçilmiş hükümetleri savunan argüman istisnai görünebilir; fakat gerçek şu ki, emperyalizm yanlısı pek çok Batı Afrikalı politikacı, Fransız hükümeti ve Fransız ticari çıkarları ile işbirliği yaparak devasa bir kişisel servet biriktiriyor ve bu sonuncusu da ülkelerinin değerli tabii kaynaklarını sömürmesine izin veriyordu (örneğin Nijer, Fransa’nın elektrik üretmek için ihtiyaç duyduğu zengin uranyum yataklarına sahip); bu büyük haksız servetle oy satın alıyor ve ayrıca hile yaparak seçimleri kazanmayı başarıyorlar. Kısacası “seçilmiş” hükümetler halk desteğine sahip yapılar değil; kendilerini iktidarda tutmak için seçimleri manipüle eden yozlaşmış politikacılar tarafından oluşturuluyorlar.

Öte yandan, bu ülkelerin pek çoğunda ordunun bazı kesimleri devrimci ve yurtsever fikirlerin gerçek merkezini oluşturuyor. Nijer’deki darbenin, Batılı kamuoyu araştırmalarına göre bile ezici çoğunluğu Fransa’nın ülkelerinden çıkmasını isteyen yerli halk tarafından büyük bir memnuniyetle karşılanması şaşırtıcı değil.

Seçim süreciyle ilgili yolsuzluk en açık şekilde, seçilmiş Devlet Başkanı Bola Tinubu’nun ABD’de olduğu sırada arkadaş olduğu bir grup uyuşturucu kaçakçısı adına kara para aklama işlemleri yaparak büyük bir servet biriktirdiği iddia edilen çağdaş Nijerya örneğinde görülüyor (MROnline, 12 Ağustos). Nijerya’ya döndüğünde kendisini ülkenin en zengin siyasetçileri arasında buldu ve iddialara göre oy satın alarak kendisini ülkenin devlet başkanı seçtirdi. Nijerya’daki ABD büyükelçiliği ile her zaman yakın temas halinde oldu ve Nijer darbesinden sonra tek taraflı yaptırım uygulayarak Nijerya’dan bu ülkeye elektrik akışını kesmeye karar verdi. Ayrıca ECOWAS’ın mevcut başkanı olarak bu örgütü Nijer’in mevcut anti-emperyalist rejimiyle karşı karşıya getirmeye çalıştı. Devlet Başkanı sıfatıyla, Nijer’in seçilmiş eski cumhurbaşkanı görevine iade edilmediği takdirde ECOWAS’ın Nijer’e askeri müdahalede bulunacağını açıkladı.

Onun açısından ne yazık ki ve Frankofon Afrika’daki anti-emperyalist güçler açısından neyse ki, kendi ülkesinin senatosu Nijer’e askeri müdahaleyi onaylamadı. Gine, Burkina Faso ve Mali, Nijer’e karşı herhangi bir askeri müdahale olması halinde kendilerinin de Nijer’in yeni hükümetini savunmak için askeri müdahalede bulunacaklarını beyan ettiler.

Ancak tüm bunlara rağmen ECOWAS askeri müdahale planlarından vazgeçmiş değil ve Nijer’in sınırlarına asker yığıldığına dair haberler geliyor. Dolayısıyla Frankofon Afrika savaşın eşiğinde ama eğer bir savaş olacaksa, bu emperyalizm tarafından, daha başta durdurulmuş olan dekolonizasyon sürecini ilerletmek isteyen ülkelere karşı yürütülen bir vekalet savaşı olacaktır. Emperyalist ülkelerin Nijer’e karşı askeri müdahaleyi kısa bir süre düşündükten sonra bu fikirden vazgeçmeleri ve ECOWAS’ın kendi vekilleri olarak askeri müdahale planlarına devam etmesine izin vermeleri önemli.

Frankofon Afrika’daki yeni rejimlerin emperyalizme karşı mücadelelerinde kendilerine yardımcı olması için Rusya’ya başvurmaları ve Sovyetler Birliği’nin üçüncü dünyanın anti-emperyalist mücadelesinde oynadığı role sık sık atıfta bulunmaları da önemli. Sovyetler Birliği ne yazık ki artık yok ve Rusya onun ideolojik halefi olmaktan çok uzak; fakat emperyalizme karşı kendisini farklı bir eylem alanında savunduğu için bunun hala inandırıcılığı var.

DÜNYA BASINI

FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir

Yayınlanma

Trump-selman

Financial Times’tan Andrew England’ın kaleme aldığı bu makale, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemine dair bölgesel beklentileri ve endişeleri ele alıyor. Trump’ın İsrail yanlısı politikalarını dengelemede Suudi Arabistan’ın kilit rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Makaleye göre Trump’la yakın ilişkisi ile bilinen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın diplomatik manevraları, Filistin meselesinin çözümünde merkezi rol oynayabilir. Riyad, Filistin devletine giden bir plan olmadan İsrail ile normalleşmenin mümkün olmayacağını açıkça deklare etmesine rağmen İsrail’in bu çözüme giden yolu kapamış olması ise Trump’ın önündeki en büyük engel…

***

Orta Doğu, Trump’ı dizginlemesi için Suudi Arabistan’a güveniyor

Andrew England

Trump’ın aşırı İsrail yanlısı bir gündem izleyeceğinden korkan Arap ülkeleri, Donald Trump ile ilişkisini ve bölgedeki siyasi ağırlığını kullanarak Suudi Arabistan’ın, Trump’ın Ortadoğu politikalarını dengelemesini umuyor.

Trump’ın kilit pozisyonlara bir dizi ateşli İsrail yanlısı ve İran karşıtı şahin aday atamasının ardından Arap yetkililer yeni yönetimin İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etme, Gazze’yi işgal etme ya da Tahran’la gerilimi tırmandırma hamlelerini onaylayabileceğinden endişe ediyor.

Ancak yetkililer, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Trump ile olan ilişkisini, başkanın finansal anlaşmalara olan ilgisini ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açacak “büyük pazarlık” yapma arzusunu kullanarak, yeni yönetimin bölgedeki politikalarını yumuşatabileceğini umuyor.

Bir Arap diplomat, “Bölgedeki kilit aktör, Trump’la bilinen ilişkileri nedeniyle Suudi Arabistan, dolayısıyla ABD’nin yapmaya karar verebileceği herhangi bir bölgesel eylemin kilit noktası olacak” dedi.

Bir başka Arap yetkili de Prens Muhammed’in Trump’ın İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye yönelik politikalarını ve daha geniş anlamda Filistin meselesini etkilemede “kilit” rol oynayacağını ve İsrail’le normalleşme potansiyelini bir koz olarak kullanacağını söyledi.

Yetkili, “Suudi Arabistan, Trump’ın Gazze ve Filistin’le nasıl başa çıkacağını büyük ölçüde etkileyebilir. Bölgedeki pek çok ülke bundan sonra ne olacağı konusunda endişeli” dedi.

Trump’ın ilk başkanlık döneminde, Suudi Arabistan onun “alışveriş odaklı” yönetim tarzını ve bölgesel rakibi İran’a karşı yürüttüğü “maksimum baskı” kampanyasını destekledi. Suudi ajanların 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesinin ardından diğer Batılı liderler Krallığın fiili liderine soğuk davranırken Trump, Prens Muhammed’in yanında durdu.

Trump, İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için “nihai anlaşmayı” yapacağını da iddia etmişti. Ancak damadı Jared Kushner tarafından yürütülen bu planlar başarısız oldu. Filistinliler ve Arap devletleri, önerilerin İsrail lehine fazlasıyla taraflı olduğunu düşündü. Trump ayrıca Filistin’e yardımı kesti, Washington’daki diplomatik misyonlarını kapattı, ABD Büyükelçiliği’ni statüsü tartışmalı olan Kudüs’e taşıdı ve işgal altındaki Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıdı. Öte yandan, Trump, BAE ve üç Arap ülkesinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği “İbrahim Anlaşmaları”na da aracılık etti.

Trump geçen ay bir Suudi televizyon kanalı olan El Arabiya’ya verdiği demeçte başkanlığı döneminde ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin büyük harflerle “MÜKEMMEL” olduğunu söyledi.

“Kral’a büyük saygı duyuyorum, Muhammed’e de büyük saygı duyuyorum; gerçekten harika bir iş çıkarıyor, o tam bir vizyoner” dedi.

ABD Başkanı Joe Biden göreve geldikten sonra Riyad, Trump ile bağlarını sürdürdü. Veliaht Prens Muhammed’in başkanlık ettiği Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu (PIF), Kushner’in kurduğu özel sermaye fonuna 2 milyar dolar yatırım yaptı.

PIF’in yöneticisi Yasir al-Rumayyan, hafta sonu New York’ta düzenlenen bir UFC dövüşünde Trump ile ön sırada oturdu. Ayrıca, Trump’a ait golf sahaları, PIF’in en dikkat çeken spor girişimlerinden biri olan LIV Golf etkinliklerine ev sahipliği yaptı.

Ancak Prens Muhammed, Biden’ın göreve gelmesinden bu yana Suudi Arabistan’ın bölgesel politikalarını yeniden ayarladı. Riyad, 2023 yılında İran ile diplomatik ilişkileri yeniden kurdu özellikle Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının bölgede bir dizi çatışmayı tetiklemesinin ardından sürdürdüğü yumuşama politikası izlemeye devam etti.

Biden yönetiminin, Suudi Arabistan ile ABD arasında bir savunma anlaşmasını içeren üçlü bir anlaşma kapsamında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini hedefleyen planı, savaş nedeniyle sekteye uğrasa da ABD, Suudi Arabistan’ı krize yönelik herhangi bir bölgesel çözümde kritik bir aktör olarak görmeye devam ediyor.

Ancak Riyad, Filistinlilerin ölü sayısı arttıkça İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümetine yönelik eleştirilerini sertleştirdi.

Ekim ayında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Riyad’da düzenlenen bir basın toplantısında, İsrail ile normalleşmenin, “Filistin devletine dair bir çözüm bulunana kadar gündemde olmadığını” söyledi.

Prens Muhammed de geçen hafta Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam zirvesinde İsrail’i Gazze’de “soykırım” yapmakla suçlarken, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşı ve İran’a yönelik saldırılarını kınadı.

Diplomatlar ve analistler, Veliaht Prens Muhammed’in konuşmasını, Müslüman dünyasının İsrail’in askeri saldırılarını kınamada ve bir Filistin devleti kurulmasına destek verme konusunda birleştiği mesajı olarak yorumladı. Salı günü Riyad, “İsrail’in Batı Şeria üzerinde egemenlik kurmaya yönelik aşırılık yanlısı açıklamalarını” da kınadı.

Trump seçim kampanyası sırasında Orta Doğu’ya barış getirme ve savaşı sona erdirme sözü vermişti. Ancak İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee ve Orta Doğu temsilcisi olarak atadığı emlak kralı Steven Witkoff da dahil adaylarının çoğu ateşli birer İsrail yanlısı.

Trump, buna rağmen İbrahim Anlaşmaları’nı genişletmek istediğini belirterek Al-Arabiya’ya şunları söyledi: “Çerçeve zaten hazır, tek yapılması gereken bunu yeniden devreye sokmak ve bu çok hızlı gerçekleşebilir. Eğer kazanırsam bu kesinlikle bir öncelik olacak… sadece Ortadoğu’da barışı sağlamak… Bu olacak” dedi.

İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinde Suudi Arabistan kilit bir rol oynayabilir. Ancak Arap yetkililer, Trump’ın bunu ancak Netanyahu’ya, Filistin devleti kurulmasına yönelik tavizler vermesi için baskı yaparak başarabileceğine inanıyor. Bu, İsrail Başbakanı’nın şiddetle karşı çıktığı bir mesele.

Bir diğer Arap diplomat ise, “Trump’ın şu anda Ortadoğu’da Suudi Arabistan’dan daha çok ihtiyaç duyduğu başka bir aktör yok. Trump, kendisine sunulmuş hazır anlaşmalardan kredi almayı seven biri. Eğer Muhammed bin Selman ona bir anlaşma sunarsa, bu bir olasılık olabilir, hatta tek olasılık olabilir” yorumunda bulundu.

Arap yetkililer de Gazze’deki yıkımın neden olduğu öfkenin, Filistin davasını yeniden bölgesel gündemin en üst sırasına taşıması nedeniyle Trump’ın Filistinlileri göz ardı etmesinin daha zor olacağını umuyor. Liderler çatışmanın kendi halklarının bazı kesimlerini, özellikle de Prens Muhammed’in ana seçmen kitlesi olan gençleri radikalleştirmesinden endişe ediyor.

İlk Arap diplomat “Trump’ın Gazze’deki savaşı sona erdirmesi gerekecek ve bunu yapmak için de ertesi günü ele alması gerekiyor” dedi: “Filistin meselesine odaklanmadan bölgesel çözüm işe yaramaz. Suudi Arabistan açıkça belirtti ki, bir Filistin devleti kurulmadıkça normalleşme bir seçenek değil.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat: Rusya’dan hangi karşılık beklenebilir?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya topraklarına yönelik uzun menzilli füzelerin kullanılmasına izin verme kararı, Rusya’nın olası tepkilerini gündeme taşıdı. İsviçre Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli yarbay ve siyasi ve askeri strateji analisti Ralph Bosshard, Rusya’nın tepkisinin genelde ihtiyatlı ve kademeli olacağını, ancak uluslararası sulardaki veya üçüncü ülkelerdeki İngiliz ve Fransız hedeflerinin vurulabileceğini belirtiyor. Buna karşın, NATO’nun 5. Maddesi’ni devreye sokacak bir saldırının pek olası olmadığı ifade eden Bosshard, Ukrayna’nın Batı’dan aldığı silahlarla elde edebileceği askeri başarıların sınırlı kalacağını, çünkü Rusya’nın buna yönelik hazırlık yaptığını söylüyor. Ayrıca, Rusya’nın komuta merkezlerini sık sık yer değiştirdiğini ve geniş lojistik ağını koruma kapasitesine sahip olduğunu vurgulayan uzman, Batı’nın uzun menzilli silahlarının, savaşın seyrini kökten değiştirme potansiyelinin olmadığını, asıl belirleyicinin Rusya ve Çin liderlerinin kararları olduğunu ifade ediyor. Bosshard’a göre, Biden’ın bu kararını görev süresinin sonunda alması, Trump yönetimini zora sokma ve kendi dönemini daha güçlü bir şekilde kapatma çabası olarak yorumlanabilir. Moskova’nın şu ana kadar temkinli hareket ettiğini belirten Bosshard, Kremlin’in Batı’ya temkinli mesajlar verdiğini ve bu gerilimin medya üzerinden yönetildiğini dile getiriyor.


Rusya’dan nasıl bir askeri karşılık bekleyebiliriz? İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat

Éva Péli, NachDenkSeiten

Görev süresi sona ermekte olan ABD Başkanı Joe Biden, ABD’nin uzun menzilli füzelerinin Rusya topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasına izin verdi. Bu kapsamda, daha önce uygulanan kısıtlamalar kaldırıldı ve Beyaz Saray da bunu resmî olarak teyit etti. İsviçreli askerî uzman Ralph Bosshard, bu kararın muhtemel sonuçlarını NachDenkSeiten’a değerlendirdi.

Éva Péli: Joe Biden’ın bu açıklaması askerî açıdan nasıl değerlendirilmeli? Rusya’dan beklenen askerî tepki nedir ve bu tepki kimlere (ABD, İngiltere, Fransa ya da Ukrayna) yönelebilir?

Ralph Bosshard: Ruslar, Ukrayna topraklarındaki hedeflere dönük saldırıların yanı sıra, uluslararası sularda, denizaşırı varlıklarda ya da üçüncü ülkelerde bulunan İngiliz ve Fransız askerî hedeflerini vurma alternatifine de sahip. Fakat üçüncü ülkelerdeki operasyonlar büyük ihtimalle bazı kısıtlamalarla karşılaşacaktır. Şu ana kadar çatışan taraflar birbirlerinin uydularını hedef almaktan kaçındılar, zira bu durum Pandora’nın kutusunu açabilir. Uydu hedefleme şu an için bir tabu gibi görünüyor. Bu konuda silahlanma kontrolü müzakereleri için fırsatlar bile olduğunu düşünüyorum.

Batı tarafından Ukrayna’ya şu ana kadar sağlanan kısa ve orta menzilli silahlarla Ukrayna, mevcut en acil askerî sorunlarını çözmeyi deneyebilir.

Bu sorunlardan biri, Rusya’nın FAB adı verilen ağır uçak bombalarının, iyi inşa edilmiş saha tahkimatlarını imha etmek için kullanılması. 2014-2022 yılları arasında inşa edilen ve betonla güçlendirilmiş bu tahkimatlar artık Ruslar tarafından her yerde aşılmış durumda. Şimdi ise Ukrayna birlikleri, özellikle yerleşim yerlerinde bu tahkimatları savunarak pozisyonlarını korumaya çalışıyor. FAB bombaları yönlendirme modülleriyle donatılmış olup yaklaşık 70 kilometre uzaklıktan bırakılabiliyor. Ruslar bu bombaları artık oldukça hassas bir şekilde kullanıyor. Bu bombaların taşıyıcıları, taktik bombardıman uçaklarıdır ve bu uçaklar 170-200 kilometre derinlikteki hava üslerinden operasyon düzenler. Eğer bu hava üsleri, Batı menşeli uzun menzilli silahların menziline girerse, Ruslar daha gerideki üslerden operasyon yapmaya başlayacaktır. Moskova’daki Genelkurmay Akademisi’ndeki eğitimim sırasında Su-24 tipi cephe bombardıman uçaklarını hesaba katarak planlama yapıyorduk. Bugün kullanılan Su-34 uçaklarının menzilinin Su-24’lerden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Geriye çekilerek operasyon düzenlemek Ruslar açısından sorunsuz olacaktır.

Rusya’nın lojistik destek hatlarını ve cepheye asker taşınmasını kesintiye uğratmak, yalnızca belirli hedef kategorilerine karşı yoğun ve sistematik saldırılarla mümkün. Bunlar, mesela mühimmat veya yakıt depoları gibi tesisler ya da demir yolu ağı olabilir. Ruslar, lojistik tesislerini geniş bir alana yayabilir ve Donbass’taki sıkı demir yolu ağından faydalanabilir. Ayrıca bu ağ, ek demir yolu hatlarıyla daha da güçlendirilebilir. Bu görev, Rusya ordusunda bulunan demir yolu birliklerine ait. Ukraynalıların bu ağı kesintiye uğratması için ciddi bir çaba göstermesi ve çok sayıda füze kullanması gerekecektir. Fakat Ukrayna’nın savaş uçakları ve roketatarlarıyla cepheye ne kadar yaklaşabileceği belli değil.

Bununla beraber yer hedeflerine yönelik saldırılar da karmaşık bir hedefleme süreci gerektirir. Ruslar, geçerli operasyon prosedürlerine göre, komuta merkezlerini günlük olarak değiştirir. Son zamanlarda Rusya’nın komuta merkezlerinin imha edildiğine dair neredeyse hiç haber duymadım.

Temel olarak Rusya ordusunun operasyon prosedürleri, düşman tarafından kısa ve orta menzilli silahların kullanılmasını öngörüyor. Ruslar bu tür bir duruma hazırlanmış durumda ve eğitimlerini buna göre aldılar. Dolayısıyla, Batı tarafından tedarik edilen kısa ve orta menzilli silahlarla Rusya Silahlı Kuvvetlerine baskı uygulanması ancak geçici bir etki yaratacaktır.

İlave olarak, Ukraynalılar, askerlerin moralini artırmak amacıyla sembolik açıdan önemli hedeflere saldırabilirler. Ancak bu tür saldırıların kalıcı bir askerî etkisi olmayacaktır. Bunun aksine, yalnızca askerî hedeflere yönelik saldırıların Ukraynalıların moraline etkisi sınırlı kalacaktır.

Bütün bu süreçte hedeflerin kontrolü Batı’nın –özellikle de ABD’nin– elinde. Ukraynalılar, saldırıların gerçekleşmesi için gerekli olan seyrüsefer, iletişim ve istihbarat araçlarına doğrudan erişime sahip görünmüyor. Özellikle en yeni sistemler için üretici firmalardan teknik destek alınması gerektiği de anlaşılıyor. Bu araçların kullanımıyla Biden, Rusya’nın ilerleyişini yavaşlatabilir ve muhtemel bir çöküşü –en azından Trump’ın göreve başlamasına kadar– erteleyebilir. “Benim gözetimimde olmadı,” anlayışı burada geçerli gibi görünüyor.

Bu kararlar ışığında müzakereli çözüm şansı nasıl değerlendirilebilir?

Bu kararların müzakereli çözüm şansını ciddi ölçüde etkileyeceğini düşünmüyorum. Ukrayna’daki savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğini Batı’nın silah sevkiyatları belirlemeyecek. Batı’nın “mucize silahları” olarak lanse edilen sistemler, Şubat 2022’den bu yana savaşın gidişatında kayda değer bir değişiklik yaratamadı. Daha önce belirttiğim üzere ATACMS, Storm Shadows ve diğer benzeri sistemler de bu savaşın kaderini kökten değiştiremeyecek. Bu savaş, Şi Cinping ve Vladimir Putin’in “tamam yeter” dedikleri zaman sona erecek. Genel manada, Rusya veya Çin ile Batı adına bir savaşa girmeye hazır olan herkesin uyarıyı almış olması gerektiğini düşünüyorum.

Eylül ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Batı’nın uzun menzilli silahlarını Rusya’ya karşı kullanmasının, NATO ülkelerinin Ukrayna’daki çatışmaya doğrudan katılımı anlamına geleceğini söylemiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Eğer savaşı Ukrayna topraklarından Doğu’ya taşırlarsa, savaş orada sona ermeyecek; zira savaş Batı’yı da içine alacak.”

NATO’nun, Putin’in öngördüğü bu muhtemel tepkiye nasıl hazırlanacağı büyük bir soru işareti. Şu anda Fransızlar ve İngilizler açısından, Bab el-Mandeb Boğazı ya da İran kıyıları civarındaki sularda savaş gemilerini konuşlandırmaktan bir süreliğine kaçınmak daha uygun olabilir. Hatta diğer deniz bölgelerinden de uzak durmaları gerekebilir. Bunun yanı sıra, Batı Avrupa’daki deniz tabanında bulunan tesislere karşı dikkatli olunması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim.

Almanya’nın kendi topraklarına dönük bir saldırı beklentisi içinde olmadığını, sivil savunma alanında neredeyse hiçbir tedbir alınmamış olmasından anlayabiliriz. Halka, evlerinin bodrumlarını temizlemeleri ve kendilerine bol şans dilemeleri yönünde tavsiyeler dışında, Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un (SPD) elle tutulur bir hazırlık sunmadığı aşikâr. Oysa, bir ülkeye ve halkına zarar vermek için artık çok daha farklı araçlar mevcut.

Uzun zamandır Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un daha akıllı bir strateji izlediğini düşünüyorum. Kendisi, gereksiz yere ve erken bir dönemde risk alarak öne çıkmaktan kaçınıyor. Ancak ne yazık ki etrafında zayıf bir hükûmet ekibi var. Geçtiğimiz yıl Federal Meclis’te eleştirdiğim Ulusal Güvenlik Stratejisi, son derece zayıf bir metindi. Ama o zaman bile CDU/CSU muhalefetinin sunacak daha fazla aklı yoktu.

ABD Başkanı Joe Biden, daha önce bu tür füzelerin Rusya’daki hedeflere karşı kullanılmasına izin vermeyeceğini belirtmişti, zira bunun üçüncü dünya savaşına yol açabileceğinden endişe duyuyordu. Fakat görev süresinin sonlarına yaklaşırken, Biden’ın artık böyle bir senaryodan korkmadığı anlaşılıyor. Peki, bu süreçte ne değişti?

Biden’ın bu kararı, Trump ekibi ile Putin yönetimi arasında halihazırda yapılmış olması muhtemel anlaşmayı bozmayı amaçlıyor. Bu stratejiyle, Putin’in öyle bir tepki vermesi hedefleniyor ki, bu tepki Trump’a savaşın devam etmesinden başka bir seçenek bırakmasın. Şu anki durumda Ruslar, Amerikan tesislerine veya birliklerine saldırmaktan kaçınıyor; böyle bir adımın Trump yönetimiyle ilişkileri doğrudan etkileyebileceğini biliyorlar.

Fransa ve İngiltere’nin bu denkleme dahil edilmesi, savaşın Trump’ın göreve gelmesinden sonra da devam etmesini garanti altına alma stratejisinin bir parçası. Biden, bu noktada Fransa ve İngiltere’nin büyük güç olma heveslerini ustaca kullanıyor. Ancak hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hem de İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Rusya’nın muhtemel misilleme hamlelerinin, Trump’ın göreve başlamasından sonra özellikle onları hedef alacağının farkında. Bu nedenle, durum ciddileştiğinde İngiltere ve Fransa’nın, deyim yerindeyse, “görünmezlik moduna geçeceğini” düşünüyorum.

Rusya’nın mevcut stratejisinde NATO’nun 5. Madde’sini (bir üyeye yapılan saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış sayılmasını öngören madde) devreye sokacak bir durumdan kaçınması önemli. Bu nedenle Rusya, NATO topraklarında herhangi bir hedefe saldırmayacaktır. Bunun yerine, İngiltere ve Fransa’nın ana vatanı dışındaki tesislere saldırılar düzenleyerek, bu ülkelerin güçlerini koruyamayacaklarını göstermeye çalışabilir. Nitekim, Rusya’nın birkaç gün önce Ukrayna’daki hedeflere dönük kombine füze ve drone saldırılarını yeniden başlatması, Moskova’nın misilleme yeteneğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik bu saldırılar, iyi korunan hedeflere karşı dahi başarılı bir şekilde yapılabiliyor. Bu da Rusya’nın mevcut gelişmeleri önceden öngördüğünü ve buna hazırlıklı olduğunu gösteriyor.

Açık konuşmak gerekirse, ABD’nin Rusya’ya, belirli saldırılardan önce uygun kanallar aracılığıyla uyarılarda bulunması bile beni şaşırtmaz. Bu tür bir iletişim, savaşı daha büyük bir tırmanıştan koruma amaçlı bir tedbir olabilir.

Genel olarak Kremlin’in her zamanki gibi, temkinli ve ihtiyatlı bir şekilde tepki vereceğini düşünüyorum. Ancak Putin’in basında zaman zaman “nükleer tehdit” kartını oynaması, Biden’ı başarısız bir lider gibi gösterme stratejisinin bir parçası. Bu durum, Biden’ın sırf egosu uğruna, görev süresinin son anlarında bir nükleer savaşı riske atmış bir başkan olarak algılanmasına neden olabilir. Öte yandan Trump, bu retoriği kullanarak kendisini barışın ve gerilimi düşürmenin mimarı olarak sunabilir. Bu da Trump’ın söylemsel bir üstünlük elde etmesine yol açabilir. Lütfen, benden Biden’ın liderlik becerilerine övgüler dizmemi beklemeyin. Bu bağlamda, onun kararlarının stratejik etkisi tartışmaya aşikâr.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in, ABD Başkanı Joe Biden’ın uzun menzilli füzelerle ilgili kararını medyada duyurmasından rahatsız olduğu iddiaları basında geniş yankı buldu. Uzmanlar, bu açıklamayı ABD yönetiminin Rusya’yı saldırılardan önce bilgilendirerek bir tırmanışı önleme çabası olarak yorumluyor. Peki, bu durum nasıl değerlendirilmeli?

Burada Zelenskiy için “isteğe göre bir menü” hazırlanmadığını açıkça görebiliyoruz. Ukrayna’nın lideri, kendisine sunulan yardımı olduğu gibi kabul etmek zorunda. “Büyük aktörler” sahnede kararları alırken, Ukrayna ancak bu oyunun bir parçası olabilir. Biden, bir yandan gerilimi artıracak bir açıklama yaparken, diğer yandan tansiyonu düşürme çabası içinde görünüyor. Kararını kamuoyuna duyurarak, esasen Rusya’ya dolaylı bir uyarı göndermiş ve onları bir nebze rahatlatmış oldu. Biden, bu saldırıların Zelenskiy’in istediği gibi sürpriz bir şekilde gerçekleştirilmesine izin verebilirdi; fakat bu, şu anki stratejiyle uyuşmuyor.

Bu durum, günümüz savaşlarının “medya savaşı” karakterini bir kez daha gözler önüne seriyor. Batı, medya hakimiyetinin her savaşta üstünlük sağlayacağını varsayıyor. Bu anlayış büyük ölçüde, ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan kalma travmasına dayanıyor. Ancak bu medya savaşı içinde, Ukrayna lideri Zelenskiy’in stratejik kararlarının Rusya’nın lehine olabilecek etkiler doğurabileceği bir gerçek. Örneğin, Çernigov oblastına (Ukrayna ordusunun Kuzey Harekât Komutanlığı’nın önemli bir merkezi) asker kaydırılması, mevcut durumu Zelenskiy açısından daha da kötüleştirebilir.

Bu aşamada Ukrayna’nın, moral artırıcı bir başarıya ihtiyacı var. Bunun için Rusya’ya birkaç füze saldırısı gerçekleşebilir ve bu saldırılar daha sonra stratejik zaferler olarak lanse edilebilir. Ancak bu hamlelerin kalıcı bir askerî etkisi olup olmayacağı belli değil. Öte yandan, Trump ve Kuzey Kore güçleri hakkındaki spekülasyonlarla bir “ihanet hikayesi” hazırlığının şimdiden yapılmış olması dikkat çekici.

Biden’ın kararını basın yoluyla duyurması, aslında planın en kritik parçalarından biriydi. Bu ilan, Biden’ın başkanlık dönemi boyunca elde ettiği zayıf başarı karnesini toparlama çabasının bir parçası. Kabil’deki kaotik çekilme sonrası yaşanan utanç verici süreç, Biden’ın hanesine yazılmıştı. Buna rağmen, 2021’in aralık ayında Rusya’nın sunduğu güvenlik garantileri teklifini küçümseyip reddetme cesaretini göstermişti. Şubat 2022’den itibaren ise, ABD’nin Kiev’deki müttefikinin darbeler almasına seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi, kalan iki aylık görev süresinde, bu tabloyu tersine çevirmek ve daha iyi bir izlenim bırakmak için çabalıyor.

Fakat Biden’ın, dünyayı bir nükleer savaşa sürükleme gibi bir niyet taşımadığı bariz. Bu, Biden’ın planlarının bir parçası değil. Bilakis, mevcut hamleleri hem içeride hem de uluslararası arenada itibarını artırmaya yönelik bir girişim olarak okunmalı.

Biden’ın uluslararası sahnedeki zayıflığı, yakın zamanda Peru’daki zirvede daha da belirgin hale geldi. Aile fotoğrafında Biden’ın arka ve dış köşelere yerleştirilmesi, sembolik olarak onun düşen önemini gözler önüne serdi. Üstelik, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in, Trump ile iyi bir şekilde çalışabileceğini söylemesi, Biden’a dolaylı bir mesaj göndererek onunla artık çalışmak istemediğini ima etmişti. Bu durum, Biden’ın uluslararası alandaki pozisyonunu daha da zayıflattı.

Biden, görev süresinin kalan iki ayında daha fazla aşağılanmak istemiyorsa, şimdi hızlı ve etkili hamleler yapmak zorunda. Kendi döneminin, özellikle Jimmy Carter’ın başkanlığının son dönemine benzeyen bir şekilde sona ermesini istemediği belli.

Biden’ın ABD’nin uzun menzilli silahları için genişletilmiş hedeflerine ilişkin kararını hangi biçimde aldığına dair bilginiz var mı? Bu bir başkanlık kararnamesi, resmi bir hükümet kararı ya da yalnızca Kiev’e (ve kiminle) yapılan bir telefon görüşmesi şeklinde mi? Ve bugüne kadar silahların menzil sınırlaması nasıl sağlandı, yalnızca teknik bir yöntemle mi yoksa bir emirle mi?

Bu tür detayları elbette yalnızca doğrudan taraf olanlar bilir. Ancak kararın uygulanmasının üçlü bir işbirliğiyle gerçekleştirilmesi muhtemel. Amerikan, İngiliz ve Fransız askerleri saldırıları muhtemelen birlikte planlayacak. NATO kurumlarının bu süreçte pek bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Zira tecrübelere göre, büyük devletler stratejik varlıklarını paylaşmayı tercih etmez; bu, genelde herkesin kendi önceliğine göre hareket ettiği bir alan. Bu kapsamda özel harekât birlikleri, stratejik silahlar, uydu ve istihbarat bilgileri gibi yalnızca hükümet düzeyinde erişilebilen araçlar yer alır. Dolayısıyla, bu tür bir işbirliğinin halihazırda kurulmuş olması pek muhtemel değil. Belki bu süreç sıfırdan oluşturulmak zorunda kalabilir.

Şimdi bir hedefleme süreci başlatılması gerekiyor. Bu süreç, durum değerlendirmesinden hedef seçimine ve etkinlik analizine kadar uzanıyor. Bunun içinde istihbarat toplama, iletişim ve navigasyon uyduları yer alıyor. Bu uyduların bazıları muhtemelen doğru yörüngeye henüz yerleştirilmiş değil. Hazırlık çalışmalarına elektronik harp alanındaki tedbirler de dâhil. Geçtiğimiz ay Rusya’nın birkaç şehrinde bizzat şahit oldum ki, Ruslar GPS sinyallerini engelliyor ve hatta zaman zaman yanıltıcı sinyaller yayıyor. Yani, GPS cihazları yanlış konumlar tespit ediyor. Bu sapmaların 15 kilometreye kadar ulaştığını gözlemlemiştim.

Tüm bu süreç, devlet başkanlarının ya da başbakanların –Biden, Starmer ve Macron’un– silahlı kuvvetlerin başkomutanı sıfatıyla verdiği bir planlama talimatını gerektiriyor. Ön hazırlıkların, yani muhtemel planların ne kadar ilerlemiş olduğuna bağlı olarak, oldukça uzun sürebilecek bir planlama sürecinin başlatılması gerekebilir. Hangi hedeflere saldırılacağı konusunda Ukraynalılar belki önerilerde bulunabilir ama son söz büyük ihtimalle Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlara ait olacaktır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:

***

Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil

Gideon Levy

“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.

“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.

Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”

Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.

İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.

Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.

Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.

Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.

Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…

Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.

Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English