Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Ramazan’a günler kala Gazze’de ateşkes için umutlar tükeniyor

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz, İsrail’in köklü yayın organlarından Haaretz’de yayınlandı. İsrail ile Hamas arasındaki olası bir ateşkes için umutlar tükenirken anlaşmaya varılmayan bir senaryoda İsrail’in ne yapabileceğine değinen analiz, ABD-İsrail ve İsrail savaş kabinesinin kendi içindeki anlaşmazlıklara ve olası çatışma noktalarına da mercek tutuyor:

***

İsrail Gazze’de Uluslararası Tepkilere Hazırlanırken Rehine Anlaşması İhtimali Düşük

Dönemin Savunma Bakanı Ehud Barak, 2011 yılında İsrail’i bekleyen “diplomatik tsunami”ye karşı uyarıda bulunmuştu. Bu gerçekleşmeyince, uyarıları Netanyahu’nun sadık adamları tarafından alaya alındı. Ancak Gazze’deki uzun süreli savaş göz önüne alındığında, İsrail’in şu anda karşı karşıya olduğu şey bu gibi görünüyor.

Amos Harel

Önümüzdeki hafta başında başlayacak olan Ramazan ayına yaklaştıkça, yakın zamanda yeni bir rehine anlaşması yapılacağına dair karamsarlık da artıyor.

Teorik olarak, Müslüman dünyasında şafaktan gün batımına kadar süren oruç ayı başladıktan sonra bile bir anlaşma yapılabilir ancak ABD yönetimi tarafından belirlenen hedef tarih buydu ve şu an itibariyle herhangi bir ilerleme görünmüyor. Görünüşe bakılırsa burada klasik bir müzakere dinamiği işliyor. Neredeyse her zaman, şans zayıf görünür ve arabulucular son dakikaya kadar iyimserlik yansıtmazlar.

Yine de ilerleme kaydedilmesini ummalıyız, ancak bu durumda İsrail ve Hamas’ın pozisyonları arasındaki farklılıklar hâlâ oldukça büyük ve şu anda her iki tarafta da bir anlaşmaya varmak için gerçek bir istek olup olmadığı şüpheli.

ABD Başkanı Joe Biden bu hafta asıl sorumluluğu Hamas’a yükledi. Biden’a göre İsrail; ABD, Mısır ve Katar tarafından ortaya konan plana olumlu yanıt verdi; şimdi Hamas’tan olumlu bir yanıt bekleniyor.

Ve bilindiği kadarıyla bu yanıt henüz gelmedi. Paris ve Kahire’de yapılan çok sayıda toplantı sırasında sunulan temel formül artık çok iyi biliniyor. İlk aşamada Hamas’ın 7 Ekim’de kaçırılan kadın, yaşlı, hasta ya da yaralı 35 kadar İsrailliyi serbest bırakması gerekiyor.

Bunun karşılığında İsrail’de tutuklu bulunan birkaç yüz Filistinli mahkûm serbest bırakılacak ve yaklaşık altı haftalık bir ateşkes ilan edilecek, bu süre zarfında kalan İsrailli rehinelerin serbest bırakılması için görüşmeler yapılacak (134 İsrailli Gazze Şeridi’nde tutuluyor; İsrail ordusu bunlardan 33’ünün öldüğünü açıkladı, ancak ölenlerin gerçek sayısı muhtemelen daha yüksek).

Taraflar arasında üç ana anlaşmazlık noktası var: İsrail’in serbest bırakacağı “ağır sıklet” mahkûmların sayısı, kalıcı ateşkese geçişin ve savaşın sona ermesinin niteliği ve Gazze’nin kuzeyine dönecek Filistinlilerin sayısı.

Müzakereler hakkında bilgi sahibi kaynaklara göre Hamas ilk aşamada eli kanlı 100 kadar mahkûmun -İsraillileri öldürmüş teröristler- serbest bırakılmasını talep ediyor.

Hamas daha sonra, İsrail Savunma Kuvvetleri’nin Gazze Şeridinden tamamen çekilmesi (yani savaşın fiilen sona ermesi ve Hamas hükümetinin ayakta kalması) karşılığında, kaçırılan onlarca İsraillinin cesediyle birlikte hâlâ hayatta olan rehinelerin geri dönüşünü içeren ikinci aşamaya geçmek istiyor. Ancak İsrail savaşın sonlanacağını taahhüt etmiyor.

Örgüt ayrıca Gazze’nin kuzeyinde yaşayan herkesin -çoğu IDF tarafından savaşta yok edilen- yaşadıkları bölgelere geri dönmesini talep ederken İsrail sadece kadın ve çocukların geri dönmesine izin vermeye hazır.

En ciddi sorun çatışmaların devam etmesiyle ilgili. Hamas, rehinelerin serbest bırakılmasının daha sonra savaş durumundan çıkmayı mümkün kılacak bir basamak ve aynı zamanda liderlerinin hayatları için bir sigorta poliçesi olduğuna inanıyor. İsrail bunu sağlamaya isteksiz.

Dahası, yeni bir anlaşmada ilk aşama kabul edilse bile, binlerce Filistinli tutsak karşılığında kaçırılan askerlerin, 50 yaşın altındaki erkeklerin ve cesetlerin iadesinin görüşüleceği ikinci aşamada müzakereler kopabilir.

Bu hafta IDF, Han Yunus’taki faaliyet alanını genişletti ve şehrin kuzeybatısında Katar hükümeti tarafından inşa edilen Hamad Towers mahallesine girdi.

Bu bölge, Nukhba güçlerinden çok sayıda teröristin orada bulunduğuna dair istihbarat bilgileri ışığında yeni bir hedef olarak belirlendi.

Gerçekten de bölgede onlarca Hamas mensubu tutuklandı ve onlarcası da IDF tarafından öldürüldü. Oradaki organize direniş çökmüş durumda. Han Yunus’ta Hamas’ın düzenli taburları kalmadı, sadece bağımsız hareket eden küçük gerilla birlikleri var.

Bununla birlikte, ordu yeni emirleri beklerken geçici işler için elinden geleni yapıyor gibi görünüyor. Savunma teşkilatı, Hamas’ın liderleri Yahya Sinvar ve Muhammed Deif’i bulma çabalarından vazgeçmiş değil. Han Yunus bölgesinde yer altında saklanacak yeni bir yer bulmuş olmaları ihtimali göz ardı edilemez.

Daha sonraki aşamada, bir anlaşma olmazsa, Ramazan ayının sonuna doğru kara operasyonunun nerede devam edeceği sorusu ortaya çıkacak: Şeridin merkezinde kalan mülteci kamplarında (Nuseyrat ve Deir el-Balah) ya da Refah’ta.

İkincisiyle ilgili zorluklar iyi biliniyor: sivil nüfusun yoğunluğu ve uluslararası toplumun sivillerin barışçıl bir şekilde ayrılmalarına izin verilmesi talebi. Yine de örgütün Refah’ta sahip olduğu dört taburun güçlü olduğu düşünülmüyor ve yıllar geçtikçe üst komuta kademelerinde yolsuzluk belirtileri var.

Refah’ı ele geçirmenin Sinvar ve Deif’in peşine düşmekle ortak bir yanı var: Hamas’ı yok etmeden ve Başbakan Binyamin Netanyahu’nun durmadan vaat ettiği “tam zafer” olmadan İsrail bir zafer görüntüsü arıyor.

Hamas’ın önde gelen isimlerine suikast düzenlenmesi, yenilgiye uğratmanın yerine geçebilir. Refah’ta yapılacak bir operasyon uzun, masraflı ve karmaşık olacak ama operasyon tamamlandıktan sonra İsrail, Hamas’ın askeri altyapısını Gazze Şeridi’nin tamamında çökerttiğini iddia edebilecek.

Ancak bir anlaşma ve ateşkes olmazsa Rusya ile Ukrayna arasındaki bitmek bilmeyen savaşın küçültülmüş bir versiyonu burada yaşanabilir.

İsrail iki cephede (Lübnan ve Gazze) bir yıpratma senaryosuyla karşı karşıya ve şu anda düşmanlıklara son verebilecek durumda değil. Hasımları büyük kayıplar verse ve somut yeni kazanımlar elde etmese de inatla savaşmaya devam ediyor.

Gecikmiş tsunami

İsrailli üst düzey yetkililerin ABD yönetimi yetkilileriyle yaptığı görüşmelerde öne çıkan husus, Washington’un özellikle Gazze’nin kuzeyinde geniş çaplı bir insani felakete sürüklenmekten duyduğu endişe.

Gazze’de bir yardım konvoyuna açılan ateş sonucu yüzden fazla Filistinlinin (bazıları IDF ateşiyle) öldüğü yardım kamyonları faciasından bu yana geçen bir hafta içinde, ABD’nin talebi üzerine Gazze’ye giren yardım miktarı artırıldı. Yardımların bir kısmı havadan atılıyor ve kısa süre içinde Batı’nın gözetiminde (Güney) Kıbrıs’tan bir deniz ikmal rotasının başlatılması bekleniyor.

ABD Başkanı Joe Biden, Gazze sahilinde her gün yüzlerce insani yardım sevkiyatının yapılmasına olanak sağlayacak bir limanın kurulacağını duyurmaya hazırlanıyordu.

Mısır’ın Refah sınırını ziyaret eden ABD Merkez Kuvvetler (CENTCOM) Komutanı Orgeneral Mike Kurilla, kamyon şoförleriyle yaptığı görüşmelerde bazı kamyonların haftalarca geciktiğini öğrendi. Amerikalılar İsrail’e bu gecikmelere bir son vermesi ve yardımların düzenli ve hızlı bir şekilde ulaştırılmasını sağlaması için baskı yapıyor.

2011 yılında o dönem savunma bakanı olan Ehud Barak, İsrail’i bekleyen “diplomatik tsunami”ye karşı uyarıda bulunmuştu. Bu gerçekleşmeyince uyarıları Netanyahu’nun sadık adamları tarafından alaya alındı. Ancak Gazze’deki uzun süreli savaş göz önüne alındığında, İsrail, şu anda ABD’deki Demokratlar ve bazıları bir Filistin devletinin tanınmasını teşvik etmek için sembolik eylemler düşünen Avrupa’daki sempatizan hükümetlerle karşı karşıya.

Hollanda ve son zamanlarda İngiltere de savaşın yürütülme biçimine yönelik iç eleştiriler ışığında, savaş sırasında İsrail’e savaş malzemesi ihracatına kısıtlamalar getirilmesini tartışmaya başladı.

Ayrıca savaş suçu iddiaları karşısında Avrupa’nın üst düzey IDF subaylarına karşı yasal işlem başlatma girişimlerine ilişkin endişeler de artıyor. Batı’daki liberal kamuoyunun çoğunluğu açısından 7 Ekim vahşeti bir süre önce unutulmuş gibi görünüyor; şu anda Gazze’deki açlık tehlikesi ve Refah’ta dolaşan bir milyon mülteci konuşuluyor.

Biden’ın da belirttiği gibi arka planda Ramazan ayının yarattığı tehlike var. Bir anlaşma yapılmaz ve savaşa ara verilmezse, Tapınak Tepesi’nde ve belki de tüm Arap dünyasında tansiyon yükselebilir ve savaşın başlangıcında olduğu gibi Arap başkentlerinde Filistinlilerle dayanışma için yeni bir gösteri dalgası tetiklenebilir.

Washington Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü’nün web sitesinde bu hafta yayınlanan bir makalede, Şin Bet’in eski araştırma müdürü Neomi Neumann, İsrailli yetkililerin ihtiyatlı davranmaması halinde, Ramazan ayında durumun ciddi şekilde kötüleşebileceğini belirtti.

Hamas son zamanlarda savaş alanlarını genişletmek amacıyla Tapınak Tepesi’ndeki camiye atıfta bulunarak “El Aksa tehlikede” kampanyasını hızlandırdı.

Neumann’a göre, Batı Şeria’da daha fazla sayıda Filistinli gencin Hamas tarafından çizilen şiddet yolunu benimsediği bir durumda, İsrail’in ABD’nin önerilerine karşı biraz esneklik göstererek Filistin arenasında alternatif, olumlu bir formülasyon olduğu fikrini yansıtması önemli.

Kamuoyunun ilgisizliği

Netanyahu’nun hükümetinin aşırı sağcı kanadıyla ittifakını koruma arzusu göz önüne alındığında bunun yakın gelecekte gerçekleşmesi pek olası değil.

İsrail’deki güvenlik kaynakları Washington ile anlaşmalar için olası bir açılımın varlığını seziyor. Onlara göre İsrail’in, iki devlet vizyonunu dışlamayan genel bir açıklaması, Washington’un Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde düşmanca kararları veto etmeye ve İsrail’e mühimmat ve yedek parça tedarik etmeye devam etmeye hazır olmasını sağlamak için yeterli olacak.

Savunma teşkilatı mühimmat stoklarını yakından takip ediyor ve savaş sırasında daha fazla askeri yardımın gelmesini sağlamak için Pentagon ile sürekli bağlantıyı sürdürmek için büyük çaba sarf ediyor. Bu endişe esas olarak kuzeye yönelik.

Birincisi, Hizbullah güçlerini bu hattan uzaklaştıracak diplomatik bir düzenleme bulunamazsa Lübnan sınırında daha ciddi bir kötüleşme hâlâ mümkün.

İkincisi, Biden yönetiminin İsrail-Suudi normalleşme anlaşmasını sağlamayı başardığı en iyimser senaryoda bile, İran’ın Lübnan arenasını alevlendirerek bunu engelleme girişimini hesaba katmak gerekiyor. (Hamas bunu daha önce iki kez yaptı: 1993’te Oslo Anlaşmalarını bozmak ve 7 Ekim’de İsrail-Suudi yakınlaşmasını engellemek için).

İsrail Amerikalılara kuzeyde siyasi bir çözümün aciliyetine dair yeterli anlayışı aşılamak için çaba sarf ediyor. Üst düzey bir Amerikalı, geçen günlerde bir düzine İsrailli tanıdığının kendisine Abu Ali Express isimli İsrailli bir blog yazarı tarafından yayınlanan ve İsrail’in Hizbullah’a karşı geniş çaplı bir savaş başlatmak zorunda kalacağı uyarısında bulunan bir yazı gönderdiğini anlattı.

Beyaz Saray’ın Netanyahu üzerinde baskı kurma çabalarının bir parçası olarak bu hafta Washington’a (ve ardından Londra’ya) çağrılan Savaş Kabinesi Bakanı Benny Gantz, yönetim yetkilileriyle yaptığı görüşmelerde İsrail’in tutumu, özellikle de insani yardımın ihmal edilmesi ve Refah’a girme planı nedeniyle eleştirilere maruz kaldı.

Washington sevkiyatın hızından rahatsız, Gazze’nin kuzeyindeki kaostan endişeli ve İsrail’in Ramazan’dan sonra sivil halkın güvenli tahliyesini sağlayacak düzenli bir plan olmaksızın Refah’ı işgal etmesinden korkuyor.

Washington Post’un askeri yorumcusu David Ignatius’un perşembe günkü haberine göre yönetim ilk kez İsrail’in Refah’ta koordinasyon olmaksızın operasyon yapması halinde elindeki bazı Amerikan silahlarını kullanmasını yasaklama olasılığını değerlendiriyor.

Amerikalılar İsrail’in nankörlüğü olarak algıladıkları şeye rağmen şimdiye kadar mühimmat tedarikinde somut kısıtlamalar getirmediler. Dünyada tank mermisi ve 155 mm top mermisi sıkıntısı (Ukrayna’daki savaş nedeniyle) ve Kongre’de Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasında Ukrayna, Tayvan ve İsrail’e yönelik muazzam bir savunma yardım paketinin onaylanmasını geciktiren felç edici anlaşmazlıktan kaynaklanan nesnel zorluklar vardı.

Amerikalılar ayrıca Gazze’deki savaşın, İran’ın Orta Doğu’da kendilerine karşı yürüttüğü gölge savaşın derinleşmesine yol açacak sonuçlarından da tedirgin.

New York Times köşe yazarı Thomas Friedman bu hafta General Kurilla ile Ürdün ve Suriye’deki ABD üslerine yaptığı iki günlük turdan izlenimlerini yazdı. Geçen birkaç ay içinde Irak’taki Şiilerden Yemen’deki Husilere kadar İran yanlısı milisler Amerikan ve diğer hedeflere yüzlerce insansız hava aracı, hassas füze ve balistik füze fırlattı.

Bugüne kadar üç ABD askeri öldürüldü ve 180’den fazla asker yaralandı (Husilerin Kızıldeniz bölgesindeki ticari gemilere yönelik saldırıları bu rakama dahil değil). Askerlerin ölümünün ardından ABD güçleri 40 kadar milis savaşçısını öldürdü ve ardından Irak’taki bir Şii milis liderine suikast düzenlendi.

Friedman, Gazze’de savaşın başlamasından 10 gün sonra İran’ın, ABD ordusunu Orta Doğu’dan çıkmaya zorlamak için vekilleri aracılığıyla Amerikalılara karşı koordineli bir saldırı başlatmaya karar verdiğini yazıyor. Saldırıya uğrayan üslerden bazıları Obama yönetiminin 2014 yılında ilan ettiği IŞİD’e karşı savaş çerçevesinde kurulmuştu. Friedman’a göre mevcut kampanya kontrolden çıkmaya meyilli. “Bu… bugün gezegenin herhangi bir yerindeki en tehlikeli oyun” diye yazıyor.

Arka planda ise İranlılar nükleer projelerini geliştirme yolunda adım adım ilerlemeye devam ediyor. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın son raporuna göre İran, bir hafta içinde bir nükleer silah üretebilecek düzeyde zenginleştirilmiş uranyum ve yaklaşık bir ay içinde de yedi bomba (İsrail istihbaratının geçmişte iki yıla kadar sürebileceğini tahmin ettiği, bombanın nükleer savaş başlığına takılması süreci de gerekecek) biriktirme kapasitesine sahip.

Geçmişte hemen hemen her konuşmasında İran’ın nükleer tehdidinden bahseden Netanyahu, artık İran’ın hamlelerine neredeyse hiç değinmiyor ki Biden yönetimi de bu konuda büyük bir kararlılık sergilemiyor.

Başbakan Gazze konusunda da pasif, yavaş ve inisiyatifsiz davranıyor gibi görünüyor. Bu hafta esas olarak Berliner-Naor soruşturma komisyonunun 2021’deki Meron Dağı faciasındaki kişisel sorumluluğuyla ilgili raporuna yönelik eleştirileri püskürtmekle meşguldü.

Raporun yayınlanması ve Netanyahu ailesinin (“Likud’un açıklaması” kılıfı altında) şiddetli tepkisi, bir sonraki mücadele olan 7 Ekim olaylarıyla ilgili soruşturmalar öncesinde bir test olarak görülmeli.

Netanyahu’nun ne kendi inisiyatifiyle ne de dış baskı altında istifa etmeye niyeti yok. Soruşturmanın düzenini kontrol etmeyi başarırsa, sonuçlarını da etkileyecek. Sorumluluğun ve suçun başkalarının üzerine atılacağı uzun bir siyasi ve hukuki mücadeleye hazırlanıyor gibi görünüyor.

Tüm bunlar kamuoyunda kayıtsızlıkla karşılanıyor. Medya dikkatleri başka yöne çekme taktiklerine kapılmış durumda ve sorumluluğun özünden ziyade duyurunun tarzı üzerinde duruyor.

Şaşırtıcı bir şekilde, belki de felaketin boyutları göz önüne alındığında, henüz kitleleri sokaklara dökecek büyük bir bilinç patlaması yaşanmadı. Bu da Gantz ve savaş kabinesindeki meslektaşı Gadi Eisenkot’un içine düştüğü tuzağı derinleştiriyor.

Şimdilik, tüm çekincelerine rağmen, Ramazan’dan kaynaklanan tehditler ve Lübnan’da bir alevlenme tehlikesi ışığında varlıklarına ihtiyaç duyulduğu inancıyla koalisyondan istifa etmiyorlar.

Son zamanlarda savaş kabinesi toplantılarında Netanyahu’ya karşı daha aykırı bir çizgi izliyorlar. Bir sonraki patlama noktası muhtemelen rehinelerle ilgili müzakerelere bağlı. Anlaşmayı ilerletecek önemli bir olasılık ortaya çıkarsa, Gantz ve Eisenkot ile başbakan arasında kamuoyu önünde bir çatışma görebiliriz.

DÜNYA BASINI

Avrupa’nın depremi: Popülist bir geri tepme

Yayınlanma

Avrupa’nın depremi

Štefan Auer
Prospect
15 Haziran 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Deprem epey uzun zamandır bekleniyordu. Geniş ölçekte tahmin de ediliyordu. Fakat yaşananlar yine de pek çok kişiyi şaşırttı. Avrupa entegrasyonuna şüpheyle yaklaşan siyasi güçlerin Avrupa Parlamentosu seçimlerinde elde ettiği olağanüstü başarı kıtayı önemli ölçüde değiştireceğe benziyor. AB’nin en üst düzey görevleri için kaotik bir müzakere ve at pazarlığı dönemine girilirken, Avrupa’nın on yıl sonra nerede olacağını tahmin etmek, on gün içinde nasıl bir şekil alacağını tahmin etmekten belki de çok daha kolay görünüyor.

Ayrı kimliklere sahip halklar Avrupa siyaset sahnesine çıkma tehdidinde bulundukça daimî bir birliğin fikri dahi ortadan kalkıyor. “Halklar” ifadesini kasti olarak çoğul olarak kullanıyorum zira birçok Avrupa yanlısı akademisyen ve yorumcunun kabul etmeyi reddettiği bir gerçeği en baştan söylemek istiyorum: Avrupa, ulus devlete benzer bir siyasal yapı teşkil etmiyor. Bunun yerine, 27 ayrı demosu olan 27 üye devletten oluşuyor. Bu durum, Oxfordlu akademisyen Kalypso Nicolaidis tarafından savunulan öncü bir kavram olan “demoikrasi”den farklı bir anlama geliyor. Nicolaidis Avrupa’yı “hem devletler hem de yurttaşlar olarak anlaşılan, birlikte yöneten ama tek olmayan bir halklar birliği” olarak görmek istiyor. Ancak böyle bir Avrupa, nihai otorite sorununu göz ardı ettiği için özellikle kriz zamanlarında işleyemez hale geliyor. Böylesi bir siyasal yapıda egemen kim olacaktır? İstisnaya kim karar verecektir? Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu sorulara yanıt olarak gerçek anlamda egemen bir Avrupa’nın yaratılmasını savunuyor. İşte tam da bunun için Macron ve Alman mevkidaşı Şansölye Olaf Scholz mayıs ayında “Avrupa’mız ölümlüdür” ve “Bu zorluğun üstesinden gelmeliyiz” diye yazmışlardı.

Ne var ki bu zorluğun üstesinden gelemediler ve bana kalırsa Avrupa’nın geleceğini şekillendirecek bir konumda da olmayacaklar. Scholz’un iktidardaki Sosyal Demokrat Partisi (SDP) oyların yalnızca yüzde 14’ünü alarak aşırı sağcı ve Avrupa şüphecisi Almanya için Alternatif’in (AfD) ardından üçüncü sırada yer aldı. Fransa’da da Macron’un Rönesans partisi sadece yüzde 15 oy alabildi ki bu oran Marine Le Pen’in Ulusal Birlik (RN) partisinin yarısından daha az bir oy almış olduğu anlamına geliyor. Ancak pek çok açıdan, bu Avrupa seçimleri değil, 27 (ayrı) ulusal seçim demek. Hukukçu Alberto Allemano’nun da ifade ettiği gibi, bu seçimlerde “insanların ulusal adaylar çıkaran, ulusal gündemler sunan ulusal partilere oy verdiğini gördük.”

Allemano teşhislerinde haklı olsa da reçetelerinde yanılıyor. Zira halen Avrupa’nın daha da Avrupalılaştırılması çağrısında bulunuyor. “Seçimleri gerçekten Avrupa düzeyinde yaparsanız, bir Avrupa demosu yaratacak ve bu da bir Avrupa demokrasisinin doğmasına yol açacaktır. Mükemmel olmayacak, tartışmalar devam edecek, ancak insanlar seslerini duyuracak ve Avrupa giderek daha demokratik hale gelecek”, argüman bu şekilde ilerliyor. Oysa bunlar bir işe yaramaz. Avrupa’da demokrasiyi kurtarmak için, siyasal yapılar daha fazla Avrupalılaştırılmamalı, tersine ulusallaştırılmalıdır. Zaten bu durmak bilmeyen Avrupalılaşma süreci bizi şimdi bulunduğumuz yere getirdi: Yalnızca liberalizme karşı değil, demokrasiyi mümkün ve sürdürülebilir kılan temel ilke ve değerlere karşı popülist bir geri tepme.

Önümüzdeki yıllarda bu seçimler Avrupa için önemli bir dönüm noktasını teşkil edecek ve AB’nin kendini uluslarüstü, yarı egemen bir federasyona dönüştürme hedeflerinin sonunu işaret edecek gibi görünüyor. Gittiğimiz Avrupa, sadece Brexit referandumundan önce David Cameron’ın talep ettiğine değil, aynı zamanda mevcut Avrupa Birliği’nin oluşturulmasına karşı çıkan Margaret Thatcher’ın savunduğuna da çok daha yakın olacak. Cameron hem AB dışından hem de içinden gelen göçün daha fazla kontrol edilmesini istemişti, Thatcher ise bilindiği üzere ulus devletler Avrupa’sı için mücadele etmişti. Kendisinin 1988’de Bruges’deki [Avrupa Birliği’ne binlerce bürokrat yetiştirmiş olan] Avrupa Koleji’nde yaptığı bir konuşmada ifade ettiği gibi, “Avrupa, birbirini daha iyi anlayan, birbirini daha çok takdir eden, birlikte daha çok şey yapan fakat ortak Avrupa çabamız kadar ulusal kimliğimizi de yücelten bir milletler ailesi olsun”.

Thatcher’ın mesajı bugün Birlik genelinde -memnuniyetsizliklerini ana akım uzlaşıya karşı çıkan sağ ya da sol partilere oy vererek ifade eden- seçmenler arasında yankı bulacaktır. Bu, seçmenlerin tek tek üye ülkelerdeki kaygıları arasındaki büyük farklılıkları küçümsemek anlamına gelmiyor. Ama Avrupa her zaman farklı halklar için farklı anlamlar ifade etmiştir, ki bu kurucu altı ülke olan Belçika, Fransa, Batı Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda için dahi geçerlidir. Sadece Fransa ve Almanya arasındaki farklılıkları düşünün. Fransız elitleri Avrupa projesini Fransa’yı büyütmek için bir araç olarak görürken, birçok Alman için Avrupa’nın amacı İkinci Dünya Savaşı esnasında barbarlığa sürüklenen uluslarının itibarını yeniden kurabilmekti. Tam da bu doğrultuda Almanya, gücünü gizleyebilmek amacıyla Avrupa’yı kullandı.

Fransa’daki seçim sonrası gelişmeler, eğer ihtiyacımız varsa, iç politikanın ne denli merkezi olduğunu bize yeniden hatırlatıyor. Sayısız iç soruna rağmen Macron epey yakın bir zamana kadar Avrupa’nın lideri olarak görülüyordu. Partisinin Avrupa Parlamentosu oylamasındaki kötü performansının ardından erken seçim çağrısında bulunması, onun sonunu hızlandıracaktır. Marine Le Pen’in Ulusal Birlik’i Fransa Ulusal Meclisi’nde salt çoğunluğu elde etmesi de ya da buna yaklaşması durumunda, Macron’un sosyal tabanı büyük ölçüde eriyecektir. Bu da demek oluyor ki artık Fransa ve -daha önemlisi- Avrupa açısından güvenilir bir lider olarak görülmeyecektir.

Buna karşılık, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri partisi (Fratelli d’Italia – FdI) ulusal oylardaki en büyük payı (yüzde 29) topladı. Bu durum, Avrupa Parlamentosu’ndaki parti grubunun toplam büyüklüğüne (ana akım merkez sağ parti, bir merkez sol parti ve Macron’un Renew Europe partisinden sonra dördüncü sırada yer almasına) rağmen Meloni’nin demokratik itibarını ve demokratik referanslarını daha da güçlendirdi. Böylece Avrupa yenilenecek fakat Meloni ve takipçilerinin bir süredir savunduğu doğrultuda. Yani, Avrupa’yı egemen kılmak yerine, üye devletler ulusal egemenliklerini Avrupa’dan geri kazanmaya çalışacaklar. Hem kolektif olarak hem de tek tek ulus devletler olarak, göç üzerinde daha fazla kontrol sağlamanın yanı sıra ulusal ekonomileri üzerinde (bir miktar) kontrol sağlamak için bastıracaklar.

Brüksel ve diğer Avrupa başkentlerinde Donald Trump’ın olası yeniden iktidarının hayaleti dolaşıyor. Ukrayna’daki durum ise vahametini koruyor. Rusya’nın ülkeyi yok etme konusundaki arzusu azalmış görünmüyor. Ancak yetkilerin bir kısmının kurucu üye devletlere geri verildiği bir Avrupa, Ukrayna için her zaman kötü haber demek değil. Bir bütün olarak AB, zor durumdaki bu ülkeye sürekli bol kepçeden söz verip ama vaat ettiğinin çok altında verdi. Ukrayna’nın kararlı destekçileri genellikle üye devletler ve AB dışındaki ülkeler, yani ABD ve İngiltere olmuştur. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte de bu ülkelerin rolü hem NATO içinde hem de NATO’nun dışında daha da önemli hale gelecektir.

Peki ya egemen Avrupa? Hatırlayın, dünyada kendi çıkarlarını önceleyecek ve savunacak bir Avrupa? Bağımsız, özerk, dirençli, ABD ve Çin de dahil olmak üzere diğer büyük güçlerden bağımsız bir Avrupa? İşte o Avrupa zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir gelecek düşüydü. Gücünü ve güvenilirliğini yeniden kazanmak için Avrupa’nın kendi vatandaşlarına karşı daha duyarlı olması gerekiyor. Bunun da ulus-devletler düzeyinde başarılması, oluşmakta olan uluslarüstü bir yönetimden çok daha olasıdır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

WSJ: Biden yönetimi Gazze’de savaş sürerken kuzeydeki sorunu aşmayı umuyor

Yayınlanma

ABD, Gazze’deki başarısız ateşkes diplomasisinden sonra şimdi de gerilimin iyice tırmandığı Lübnan cephesinde yine başarısız olacağı baştan belli bir diplomasi yürütüyor. İsrail ile Hizbullah’ın topyekûn savaşa girmesini engellemek için İsrail, Lübnan ve bölgedeki diğer ülkelerle temasta. Washington, Hizbullah defalarca ilan etmesine rağmen Gazze’deki kriz devam etse de İsrail-Hizbullah krizini çözebileceğini düşünüyor. Tıpkı Kızıldeniz’de bombalayarak Husileri durdurabileceğini umduğu gibi…

***

Biden yönetimi, İsrail ile Hizbullah arasındaki daha geniş bir savaşı önlemek için çabalıyor

Beyaz Saray’ın diplomatik atağı, Gazze’de ateşkes sağlanması için haftalarca süren başarısız baskıların ardından geldi

Michael R. Gordon

ABD’li yetkililer, Biden yönetiminin İsrail ile Hizbullah arasında Lübnan’ın güneyinde giderek kötüleşen sınır çatışmalarını azaltma çabasının, ABD’nin Gazze’de ateşkes sağlamakta karşılaştığı güçlükler nedeniyle büyük zorluklarla karşılaştığını söylüyor.

İki cephe arasındaki bağlantılar, İran’ı da içine çekebilecek ve çatışmaları Gazze’nin çok ötesine taşıyabilecek geniş çaplı bir savaşı önlemeye çalışan Beyaz Saray’ın karşı karşıya olduğu diplomatik çıkmazın altını çiziyor.

Beyaz Saray, İsrail’in kuzey sınırındaki gerilimin azaltılmasının Gazze’de sağlanması zor bir ateşkese bağlı olamayacağı konusunda ısrar ediyor ve Hamas’a güneydeki çatışmaları durdurmayı kabul etmesi için haftalarca süren başarısız baskının ardından kuzeydeki gerilimi yatıştırmak için büyük bir diplomatik çaba sarf ediyor.

Ancak ABD tarafından “terörist” olarak tanımlanan ve Hamas’ın önemli bir müttefiki olan Hizbullah’ın son haftalarda İsrail’in kuzeyine yönelik roket ve insansız hava aracı saldırılarını yoğunlaştırması, tehdidi sona erdirme ve kuzeye tahliye edilmek zorunda kalan 70.000 kadar vatandaşını geri gönderme sözü veren İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu hükümeti üzerindeki baskıyı arttırdı.

Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, bu ayın başlarında Beyrut’tan yaptığı bir televizyon konuşmasında İsrail’i “ülkede hiçbir yer roketlerimizden korunamaz” diye uyardı.

Biden yönetiminden üst düzey bir yetkili çarşamba günü gazetecilere yaptığı açıklamada “Nasrallah’ın mantığı… her şeyin Gazze’ye bağlı olduğu ve Gazze’de ateşkes sağlanana kadar İsrail’e ateşin durmayacağıdır. Açıkçası bu mantığı tamamen reddediyoruz” dedi.

ABD özel temsilcisi Amos Hochstein’ın Hizbullah’ın sınırdan geri çekilmesini de içeren bir anlaşma yapma çabaları şu ana kadar sonuçsuz kaldı.

İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant bu hafta Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon yetkilileriyle üst düzey görüşmeler için Washington’da bulunduğu sırada Hochstein ile Lübnan konusunda iki kez görüştü.

Gallant, salı günü gazetecilere yaptığı açıklamada, “İsrail kuzeydeki güvenlik durumunu değiştirecek bir çözüm bulmak istiyor. Savaş istemiyoruz ama her türlü senaryoya da hazırlıklıyız. İsrail sınırında Hizbullah birliklerini ve askeri oluşumlarını kabul etmeyeceğiz. Kuzey toplumlarımıza yönelik tehditleri kabul etmeyeceğiz” dedi.

Hochstein geçen hafta üst düzey yetkililerle görüşmek üzere Lübnan’a yaptığı ziyaret sırasında Netanyahu ile de görüştü.

İsrail ve Hizbullah, İran’a bağlı milislerin Filistinli hareket Hamas’ın Gazze’de savaşa yol açan saldırılarını desteklediği 7 Ekim’den bu yana karşılıklı ateş açıyor. Hem Hizbullah hem de İsrail düşmanlıklarını daha büyük bir çatışmaya dönüştürme konusunda isteksiz davranırken, her ikisi de çatışmayı tırmandırabileceklerinin sinyallerini veriyor.

Bu ayın başlarında Hizbullah, Hayfa’daki İsrail limanı üzerinde uçan bir keşif uçağına ait olduğunu söylediği bir video yayınladı. Bir başka Hizbullah insansız hava aracı da aşağı Celile üzerinde İsrail güçleri tarafından düşürüldü.

İsrail güçleri ise Hizbullah komutanlarına karşı hava saldırıları düzenliyor. Geçen hafta İsrail ordusu Hizbullah’a karşı olası bir askeri operasyon planını onayladı ancak operasyon için hükümetin onayı gerekiyor.

İsrail için Hizbullah’a karşı savaşmak, Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaştan çok daha zorlu bir görev olacak. Uzmanlar Lübnanlı grubun 150.000’den fazla roket ve füzeden oluşan bir cephaneliği olduğunu ve bunların bir kısmının İsrail’in füze savunma sistemlerine rağmen Tel Aviv ve İsrail’in diğer şehirlerine ulaşabileceğini tahmin ediyor.

İsrail ordusuna göre Hizbullah çatışmanın başlamasından bu yana İsrail’e 5.000’den fazla roket, tanksavar füzesi ve patlayıcı insansız hava aracı fırlattı. Grubun açıklamalarına dayanan bir çeteleye göre Ekim ayından bu yana en az 338 Hizbullah savaşçısı öldürüldü. Lübnanlı yetkililere ve Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Ofisi’ne göre en az 95 Lübnanlı sivil de öldürüldü.

İsrail’in kuzey sınırına odaklanan ve kâr amacı gütmeyen bir araştırma merkezi olan Alma Araştırma ve Eğitim Merkezi’ne göre, evlerinden olan binlerce kişiye ek, çatışmalar nedeniyle en az 17 İsrail askeri ve dokuz sivil öldürüldü.

Üst düzey ABD’li yetkililer Hizbullah, İsrail ve İran’ın Gazze’deki yıkımı gölgede bırakacak kapsamlı bir savaş istemediklerine inandıklarını söylerken, bazıları da iki taraf arasında tırmanan gerilimin kontrolden çıkmasından korkuyor.

Trump döneminde Dışişleri Bakanlığı’nın Orta Doğu’dan sorumlu üst düzey yöneticisi olarak görev yapan David Schenker, “Yeni bir Hizbullah-İsrail savaşının yıkıcı sonuçlarından ve İran’ın da savaşa katılma ihtimalinden endişe duyan Biden yönetimi, nihayetinde kaçınılmaz olabilecek bir çatışmayı ertelemek için büyük diplomatik çaba sarf ediyor” dedi.

ABD’li yetkililer diplomatik çabalarının durmadığı konusunda ısrarlı.

Üst düzey bir yönetim yetkilisi gazetecilere yaptığı açıklamada “Devam eden bir diplomatik sürecimiz var. İsrailliler, Lübnanlılar ve diğerleriyle oldukça yoğun istişarelerde bulunuyoruz” dedi.

Mevcut ve eski yetkililere göre ABD’nin gerilimi düşürmek için önerdiği fikirler arasında Lübnan Silahlı Kuvvetleri’nden birkaç bin askerin Hizbullah’ın boşalttığı sınır bölgelerine taşınması ve bu askerlerin sınırdan yedi kilometre geri çekilmesi yer alıyor. Schenker buna ek olarak, halihazırda güney Lübnan’da konuşlanmış olan BM barış gücünün de genişletilebileceğini söyledi. Schenker, Hizbullah’ın geri çekilmesi karşılığında İsrail’in de Lübnan üzerinde savaş uçakları ve insansız hava araçları uçurmayı azaltmayı kabul edeceğini söyledi.

Amerikalı yetkililer, gerilimi azaltma anlaşmasına uyması için Hizbullah üzerindeki baskıyı artırmak amacıyla, diplomatik çabaların başarısızlığa uğraması halinde Washington’un İsrail ordusunu geri çekecek konumda olmayacağı uyarısında bulundu.

Üst düzey bir yönetim yetkilisi “İsrail’i ve ulusal güvenlik çıkarlarını… Hizbullah gibi gruplara karşı savunmasını tamamen destekliyoruz” dedi.

Ancak Genelkurmay Başkanı Hava Kuvvetleri Generali CQ Brown pazar günü gazetecilere yaptığı açıklamada ABD ordusunun İsrail’i Hizbullah’ın büyük bir saldırısına karşı, İran’ın balistik füzeler ve insansız hava araçlarıyla saldırdığı Nisan ayında ülkeyi koruduğu kadar başarılı bir şekilde savunamayacağını söyledi.

ABD ve diğer ülkelerin yardımıyla İsrail, İran ve milis müttefikleri tarafından ateşlenen 300’den fazla insansız hava aracı ile balistik ve seyir füzelerinin neredeyse tamamını durdurdu. Ancak Brown, Hizbullah’ın elinde çok sayıda kısa menzilli roket bulunduğunu, bunların ABD tarafından engellenmesinin zor olacağını ve İran’ın tepkisini tetikleyebileceği uyarısında bulundu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Fyodor Lukyanov ile mülakat: Ermenistan-Türkiye ilişkilerinin normalleşmesi ve hatta belki de daha fazlası mümkün

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Ermenistan ile Azerbaycan arasında sınır belirleme çalışmaları nisan ayı sonunda başladı. Bu bağlamda geçen hafta Gazah bölgesine bağlı Bağanis Ayrım, Aşağı Eskipara, Heyrimli ve Kızılhacılı Bakü’nün kontrolüne geçti. Geçen haftalarda buna tepki olarak Ermenistan’da “Vatan Adına Tavuş” hareketi Tavuş kasabasından Erivan’a yürüyüş başlattı. Devamında Erivan’da oturma eylemleri düzenlendi ve hadise çok sürmedi.

Karabağ artık Ermenistan’ın hakimiyetinden çıktı ve talep ettiği “güvenlik kuşağı” defteri kapandı. Aşağıda tercümesi verilen mülakatta Valday Uluslararası Tartışma Kulübü Araştırma Direktörü Fyodor Lukyanov, Erivan ile Ankara arasında yakın zaman içinde pirüpak bir sayfa açılmasını göz ardı etmediğini söylüyor.


Lukyanov: Ermenistan için Avrupa’daki tek seçenek Türkiye

Hayk Halatyan

Verelq.am

21 Haziran 2024

Ermenistan-Rusya ilişkilerindeki mevcut kriz ne kadar ileri gidebilir? Moskova, Ermenistan’ın Batı ile yakınlaşmasına nasıl bakıyor? Rusya ile siyasi ilişkileri yeniden düşünmek ve aynı zamanda Ermenistan açısından son derece faydalı olan iktisadi ilişkileri sürdürmek mümkün mü? Ermenistan açısından Avrupa entegrasyonu ne kadar gerçekçi?

Russia in Global Politics dergisinin genel yayın yönetmeni, Rusya Dış ve Savunma Politikası Konseyi Başkanlık Divanı Başkanı ve Valday Uluslararası Tartışma Kulübü Araştırma Direktörü Fyodor Lukyanov, bu ve daha fazlasını yanıtladı.

Ermenistan-Rusya ilişkilerindeki mevcut kriz nereye kadar gidebilir? Ve Moskova, Ermenistan’ın Batı ile yakınlaşmasına nasıl bakıyor?

Kriz vektörel. Ermenistan yönetiminin net bir yol seçtiğini ve bunu tutarlı bir şekilde sürdürdüğünü kabul etmelisiniz. Bu sadece pratik yönlerle ilgili değil, aynı zamanda sembolizmle de ilgili. Buça ziyareti ve benzerleri, sinyaller açık. Bu açıdan süreç geri döndürülemez görünüyor.

Konuyla çok ilgili olmasam da Rusya’nın şu anda son derece temkinli davrandığını söyleyebilirim. Diplomatik adımlar atıldı, büyükelçi istişareler için geri çağrıldı, açıklamalar yapıldı. Fakat genel manada Rusya’nın benzer durumlarda —Gürcistan, Moldova ya da başka yerlerde— nasıl tepki verdiğini biliyoruz. Şimdiye dek böyle bir şey görmedik, bu nedenle “aktif gözlem pozisyonunun” bir süre daha devam edeceğini düşünüyorum.

KGAÖ’ye gelince, mesele açık görünüyor: Ermenistan’ın bu örgüte ihtiyacı yok. Halihazırda bu sadece Rusya’nın alanına ait olmanın sembolik bir işaretiydi. Fakat kilit nokta, Rusya’nın Ermenistan’daki askeri üssü olacaktır. Ermeni tarafı üssün geri çekilmesini talep ederse Rusya buna uymak zorunda. Bu muhtemelen Ermenistan ile ilişkilerin kayda değer ölçüde yeniden düzenlenmesine yol açacaktır.

Rusya’nın bu tutumunun nedeni nedir? Ukrayna’da Batı ile yaşadığı çatışma nedeniyle Ermenistan ve Güney Kafkasya’daki nüfuzu için mücadele edecek kaynaklara sahip değil mi? Ya da sadece bu nüfuzu elinde tutmak için bir irade eksikliği mi var? Ermenistan’daki pek çok uzman, Rusya’nın Ermenistan’dan ve bölgeden çekilmeye hazır olduğuna inanıyor.

Rusya’nın çekilmeye hazır olduğunu söylemek abartı olur. Elbette şu anda başka öncelikler daha öncelikli. Bunlar gerçekleşmediği sürece diğer her şey ikinci planda kalır. Dahası, Rusya’da Ermenistan’daki süreçlerin vektörel bir şekilde ilerlediği, ancak henüz sonuçlanmadığı yönünde bir his var gibi görünüyor. Bundan sonra ne olacağı sadece Ermenistan’daki gelişmelere değil, aynı zamanda bölgedeki duruma da bağlı: Türkiye’nin ve Avrupa’nın tutumu vb.

Bence Rusya, krizden henüz ciddi bir şekilde etkilenmemiş olan Ermenistan ile iktisadi ilişkilerin daha önemli olduğunu varsayıyor. Şu anda Rusya için tüm iktisadi ilişkiler önemli. Eğer ABD Dışişleri Bakan Yardımcısının son ziyareti iktisadi iş birliği fırsatlarının keskin bir şekilde azalmasına yol açarsa ve Ermenistan, ABD’nin baskısı altında yaptırımları daha sıkı bir şekilde uygularsa, o zaman elbette çıkar sorunu da ortaya çıkar.

Ermenistan makamlarının ve onlara bağlı uzman çevrelerin açıklamalarında, Rusya ile siyasi ilişkilerin yeniden gözden geçirilebileceği, ancak Ermenistan’ın lehine olan iktisadi ilişkilerin sürdürülebileceği fikri sıklıkla dile getiriliyor. Bu ne kadar gerçekçi?

Bunu tahayyül etmek zor. Diğer ülkelerle benzer bir şey yapmaya yönelik önceki tüm teşebbüsler genelde kötü neticelendi. Öte yandan, Rusya’da belli bir yaklaşım değişikliği var gibi görünüyor. Daha önce soyut jeopolitik çıkarlar her zaman ağır basarken, şimdi en azından somut iktisadi çıkarlarla birlikte değerlendiriliyor. Yakın insani bağlar göz önünde bulundurulduğunda Ermenistan, açık provokasyonlara girişmediği sürece Rusya’nın Ermeni tarafına yönelik sert adımlar atmayacağını göz ardı etmiyorum.

Asıl mesele, Batılı ortakların Ermenistan’dan ne talep edeceği. Eğer Rusya ile iktisadi ilişkilerin gerekliliğini anlıyorlarsa, bu bir şeydir. Fakat Amerikalılar ve Avrupalılar, “Eğer Avrupa rotasını takip ediyorsanız, o zaman tutarlı bir şekilde takip edin,” derlerse, o zaman…

Ermenistan makamlarının ve onlara bağlı uzman çevrelerin aktif olarak sözünü ettiği Ermenistan’ın Avrupa’ya entegrasyonu ne kadar gerçekçi?

Ermeni diasporasının bir seçim faktörü olarak önemli bir rol oynadığı Fransa dışında, Avrupa’daki her muhafazakârın Ermenistan’ın Avrupa’ya entegrasyonuna yönelik adımlar atılması gerektiğini anlamadığını düşünüyorum. Bence mesele daha ziyade Ermeni toplumunun, siyasi zümresinin ve bir bütün olarak Güney Kafkasya’nın dinamiklerinde yatıyor. Kesin olarak söyleyebileceğim bir şey varsa o da son on yıllardaki deneyimlerin coğrafi olarak entegrasyon alanından kopuk bir ülkenin entegre olamayacağını gösterdiğidir. Bu işe yaramaz.

Ermenistan için teorik olarak erişilebilir tek Avrupa seçeneği Türkiye’dir. Bu komşu ülke de uzun süredir AB üyeliğine aday. Yalnızca birkaç yıl önce, bunun herhangi bir ihtimali ortadan kaldırdığını söylerdim. Bugün artık böyle düşünmüyorum, zira Erivan’ın yaklaşımının nasıl kökten değiştiğini görebiliyoruz. Bir zamanlar tamamen düşünülemez olarak kabul edilen şey gerçek oldu. Dağlık Karabağ’dan vazgeçilmesi herhangi bir şoka neden olmadı.

Bu nedenle, Avrupa ile entegrasyona doğru gidişin, Ermenistan söz konusu olduğunda Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesi ve hatta belki de daha fazlası anlamına geleceği ihtimalini göz ardı etmiyorum. Esasında Ermenistan, bu iktisadi etki alanına girebilir. Tarihi göz önüne alarak bu tamamen düşünülemez gibi görünse de yakın geçmişte düşünülemez gibi görünen pek çok şey artık gerçeğe dönüştü. Ancak bu Avrupa entegrasyonu ile aynı şey değil.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English