DÜNYA BASINI
Ramazan’a günler kala Gazze’de ateşkes için umutlar tükeniyor
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.trAşağıda çevirisini okuyacağınız analiz, İsrail’in köklü yayın organlarından Haaretz’de yayınlandı. İsrail ile Hamas arasındaki olası bir ateşkes için umutlar tükenirken anlaşmaya varılmayan bir senaryoda İsrail’in ne yapabileceğine değinen analiz, ABD-İsrail ve İsrail savaş kabinesinin kendi içindeki anlaşmazlıklara ve olası çatışma noktalarına da mercek tutuyor:
***
İsrail Gazze’de Uluslararası Tepkilere Hazırlanırken Rehine Anlaşması İhtimali Düşük
Dönemin Savunma Bakanı Ehud Barak, 2011 yılında İsrail’i bekleyen “diplomatik tsunami”ye karşı uyarıda bulunmuştu. Bu gerçekleşmeyince, uyarıları Netanyahu’nun sadık adamları tarafından alaya alındı. Ancak Gazze’deki uzun süreli savaş göz önüne alındığında, İsrail’in şu anda karşı karşıya olduğu şey bu gibi görünüyor.
Amos Harel
Önümüzdeki hafta başında başlayacak olan Ramazan ayına yaklaştıkça, yakın zamanda yeni bir rehine anlaşması yapılacağına dair karamsarlık da artıyor.
Teorik olarak, Müslüman dünyasında şafaktan gün batımına kadar süren oruç ayı başladıktan sonra bile bir anlaşma yapılabilir ancak ABD yönetimi tarafından belirlenen hedef tarih buydu ve şu an itibariyle herhangi bir ilerleme görünmüyor. Görünüşe bakılırsa burada klasik bir müzakere dinamiği işliyor. Neredeyse her zaman, şans zayıf görünür ve arabulucular son dakikaya kadar iyimserlik yansıtmazlar.
Yine de ilerleme kaydedilmesini ummalıyız, ancak bu durumda İsrail ve Hamas’ın pozisyonları arasındaki farklılıklar hâlâ oldukça büyük ve şu anda her iki tarafta da bir anlaşmaya varmak için gerçek bir istek olup olmadığı şüpheli.
ABD Başkanı Joe Biden bu hafta asıl sorumluluğu Hamas’a yükledi. Biden’a göre İsrail; ABD, Mısır ve Katar tarafından ortaya konan plana olumlu yanıt verdi; şimdi Hamas’tan olumlu bir yanıt bekleniyor.
Ve bilindiği kadarıyla bu yanıt henüz gelmedi. Paris ve Kahire’de yapılan çok sayıda toplantı sırasında sunulan temel formül artık çok iyi biliniyor. İlk aşamada Hamas’ın 7 Ekim’de kaçırılan kadın, yaşlı, hasta ya da yaralı 35 kadar İsrailliyi serbest bırakması gerekiyor.
Bunun karşılığında İsrail’de tutuklu bulunan birkaç yüz Filistinli mahkûm serbest bırakılacak ve yaklaşık altı haftalık bir ateşkes ilan edilecek, bu süre zarfında kalan İsrailli rehinelerin serbest bırakılması için görüşmeler yapılacak (134 İsrailli Gazze Şeridi’nde tutuluyor; İsrail ordusu bunlardan 33’ünün öldüğünü açıkladı, ancak ölenlerin gerçek sayısı muhtemelen daha yüksek).
Taraflar arasında üç ana anlaşmazlık noktası var: İsrail’in serbest bırakacağı “ağır sıklet” mahkûmların sayısı, kalıcı ateşkese geçişin ve savaşın sona ermesinin niteliği ve Gazze’nin kuzeyine dönecek Filistinlilerin sayısı.
Müzakereler hakkında bilgi sahibi kaynaklara göre Hamas ilk aşamada eli kanlı 100 kadar mahkûmun -İsraillileri öldürmüş teröristler- serbest bırakılmasını talep ediyor.
Hamas daha sonra, İsrail Savunma Kuvvetleri’nin Gazze Şeridinden tamamen çekilmesi (yani savaşın fiilen sona ermesi ve Hamas hükümetinin ayakta kalması) karşılığında, kaçırılan onlarca İsraillinin cesediyle birlikte hâlâ hayatta olan rehinelerin geri dönüşünü içeren ikinci aşamaya geçmek istiyor. Ancak İsrail savaşın sonlanacağını taahhüt etmiyor.
Örgüt ayrıca Gazze’nin kuzeyinde yaşayan herkesin -çoğu IDF tarafından savaşta yok edilen- yaşadıkları bölgelere geri dönmesini talep ederken İsrail sadece kadın ve çocukların geri dönmesine izin vermeye hazır.
En ciddi sorun çatışmaların devam etmesiyle ilgili. Hamas, rehinelerin serbest bırakılmasının daha sonra savaş durumundan çıkmayı mümkün kılacak bir basamak ve aynı zamanda liderlerinin hayatları için bir sigorta poliçesi olduğuna inanıyor. İsrail bunu sağlamaya isteksiz.
Dahası, yeni bir anlaşmada ilk aşama kabul edilse bile, binlerce Filistinli tutsak karşılığında kaçırılan askerlerin, 50 yaşın altındaki erkeklerin ve cesetlerin iadesinin görüşüleceği ikinci aşamada müzakereler kopabilir.
Bu hafta IDF, Han Yunus’taki faaliyet alanını genişletti ve şehrin kuzeybatısında Katar hükümeti tarafından inşa edilen Hamad Towers mahallesine girdi.
Bu bölge, Nukhba güçlerinden çok sayıda teröristin orada bulunduğuna dair istihbarat bilgileri ışığında yeni bir hedef olarak belirlendi.
Gerçekten de bölgede onlarca Hamas mensubu tutuklandı ve onlarcası da IDF tarafından öldürüldü. Oradaki organize direniş çökmüş durumda. Han Yunus’ta Hamas’ın düzenli taburları kalmadı, sadece bağımsız hareket eden küçük gerilla birlikleri var.
Bununla birlikte, ordu yeni emirleri beklerken geçici işler için elinden geleni yapıyor gibi görünüyor. Savunma teşkilatı, Hamas’ın liderleri Yahya Sinvar ve Muhammed Deif’i bulma çabalarından vazgeçmiş değil. Han Yunus bölgesinde yer altında saklanacak yeni bir yer bulmuş olmaları ihtimali göz ardı edilemez.
Daha sonraki aşamada, bir anlaşma olmazsa, Ramazan ayının sonuna doğru kara operasyonunun nerede devam edeceği sorusu ortaya çıkacak: Şeridin merkezinde kalan mülteci kamplarında (Nuseyrat ve Deir el-Balah) ya da Refah’ta.
İkincisiyle ilgili zorluklar iyi biliniyor: sivil nüfusun yoğunluğu ve uluslararası toplumun sivillerin barışçıl bir şekilde ayrılmalarına izin verilmesi talebi. Yine de örgütün Refah’ta sahip olduğu dört taburun güçlü olduğu düşünülmüyor ve yıllar geçtikçe üst komuta kademelerinde yolsuzluk belirtileri var.
Refah’ı ele geçirmenin Sinvar ve Deif’in peşine düşmekle ortak bir yanı var: Hamas’ı yok etmeden ve Başbakan Binyamin Netanyahu’nun durmadan vaat ettiği “tam zafer” olmadan İsrail bir zafer görüntüsü arıyor.
Hamas’ın önde gelen isimlerine suikast düzenlenmesi, yenilgiye uğratmanın yerine geçebilir. Refah’ta yapılacak bir operasyon uzun, masraflı ve karmaşık olacak ama operasyon tamamlandıktan sonra İsrail, Hamas’ın askeri altyapısını Gazze Şeridi’nin tamamında çökerttiğini iddia edebilecek.
Ancak bir anlaşma ve ateşkes olmazsa Rusya ile Ukrayna arasındaki bitmek bilmeyen savaşın küçültülmüş bir versiyonu burada yaşanabilir.
İsrail iki cephede (Lübnan ve Gazze) bir yıpratma senaryosuyla karşı karşıya ve şu anda düşmanlıklara son verebilecek durumda değil. Hasımları büyük kayıplar verse ve somut yeni kazanımlar elde etmese de inatla savaşmaya devam ediyor.
Gecikmiş tsunami
İsrailli üst düzey yetkililerin ABD yönetimi yetkilileriyle yaptığı görüşmelerde öne çıkan husus, Washington’un özellikle Gazze’nin kuzeyinde geniş çaplı bir insani felakete sürüklenmekten duyduğu endişe.
Gazze’de bir yardım konvoyuna açılan ateş sonucu yüzden fazla Filistinlinin (bazıları IDF ateşiyle) öldüğü yardım kamyonları faciasından bu yana geçen bir hafta içinde, ABD’nin talebi üzerine Gazze’ye giren yardım miktarı artırıldı. Yardımların bir kısmı havadan atılıyor ve kısa süre içinde Batı’nın gözetiminde (Güney) Kıbrıs’tan bir deniz ikmal rotasının başlatılması bekleniyor.
ABD Başkanı Joe Biden, Gazze sahilinde her gün yüzlerce insani yardım sevkiyatının yapılmasına olanak sağlayacak bir limanın kurulacağını duyurmaya hazırlanıyordu.
Mısır’ın Refah sınırını ziyaret eden ABD Merkez Kuvvetler (CENTCOM) Komutanı Orgeneral Mike Kurilla, kamyon şoförleriyle yaptığı görüşmelerde bazı kamyonların haftalarca geciktiğini öğrendi. Amerikalılar İsrail’e bu gecikmelere bir son vermesi ve yardımların düzenli ve hızlı bir şekilde ulaştırılmasını sağlaması için baskı yapıyor.
2011 yılında o dönem savunma bakanı olan Ehud Barak, İsrail’i bekleyen “diplomatik tsunami”ye karşı uyarıda bulunmuştu. Bu gerçekleşmeyince uyarıları Netanyahu’nun sadık adamları tarafından alaya alındı. Ancak Gazze’deki uzun süreli savaş göz önüne alındığında, İsrail, şu anda ABD’deki Demokratlar ve bazıları bir Filistin devletinin tanınmasını teşvik etmek için sembolik eylemler düşünen Avrupa’daki sempatizan hükümetlerle karşı karşıya.
Hollanda ve son zamanlarda İngiltere de savaşın yürütülme biçimine yönelik iç eleştiriler ışığında, savaş sırasında İsrail’e savaş malzemesi ihracatına kısıtlamalar getirilmesini tartışmaya başladı.
Ayrıca savaş suçu iddiaları karşısında Avrupa’nın üst düzey IDF subaylarına karşı yasal işlem başlatma girişimlerine ilişkin endişeler de artıyor. Batı’daki liberal kamuoyunun çoğunluğu açısından 7 Ekim vahşeti bir süre önce unutulmuş gibi görünüyor; şu anda Gazze’deki açlık tehlikesi ve Refah’ta dolaşan bir milyon mülteci konuşuluyor.
Biden’ın da belirttiği gibi arka planda Ramazan ayının yarattığı tehlike var. Bir anlaşma yapılmaz ve savaşa ara verilmezse, Tapınak Tepesi’nde ve belki de tüm Arap dünyasında tansiyon yükselebilir ve savaşın başlangıcında olduğu gibi Arap başkentlerinde Filistinlilerle dayanışma için yeni bir gösteri dalgası tetiklenebilir.
Washington Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü’nün web sitesinde bu hafta yayınlanan bir makalede, Şin Bet’in eski araştırma müdürü Neomi Neumann, İsrailli yetkililerin ihtiyatlı davranmaması halinde, Ramazan ayında durumun ciddi şekilde kötüleşebileceğini belirtti.
Hamas son zamanlarda savaş alanlarını genişletmek amacıyla Tapınak Tepesi’ndeki camiye atıfta bulunarak “El Aksa tehlikede” kampanyasını hızlandırdı.
Neumann’a göre, Batı Şeria’da daha fazla sayıda Filistinli gencin Hamas tarafından çizilen şiddet yolunu benimsediği bir durumda, İsrail’in ABD’nin önerilerine karşı biraz esneklik göstererek Filistin arenasında alternatif, olumlu bir formülasyon olduğu fikrini yansıtması önemli.
Kamuoyunun ilgisizliği
Netanyahu’nun hükümetinin aşırı sağcı kanadıyla ittifakını koruma arzusu göz önüne alındığında bunun yakın gelecekte gerçekleşmesi pek olası değil.
İsrail’deki güvenlik kaynakları Washington ile anlaşmalar için olası bir açılımın varlığını seziyor. Onlara göre İsrail’in, iki devlet vizyonunu dışlamayan genel bir açıklaması, Washington’un Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde düşmanca kararları veto etmeye ve İsrail’e mühimmat ve yedek parça tedarik etmeye devam etmeye hazır olmasını sağlamak için yeterli olacak.
Savunma teşkilatı mühimmat stoklarını yakından takip ediyor ve savaş sırasında daha fazla askeri yardımın gelmesini sağlamak için Pentagon ile sürekli bağlantıyı sürdürmek için büyük çaba sarf ediyor. Bu endişe esas olarak kuzeye yönelik.
Birincisi, Hizbullah güçlerini bu hattan uzaklaştıracak diplomatik bir düzenleme bulunamazsa Lübnan sınırında daha ciddi bir kötüleşme hâlâ mümkün.
İkincisi, Biden yönetiminin İsrail-Suudi normalleşme anlaşmasını sağlamayı başardığı en iyimser senaryoda bile, İran’ın Lübnan arenasını alevlendirerek bunu engelleme girişimini hesaba katmak gerekiyor. (Hamas bunu daha önce iki kez yaptı: 1993’te Oslo Anlaşmalarını bozmak ve 7 Ekim’de İsrail-Suudi yakınlaşmasını engellemek için).
İsrail Amerikalılara kuzeyde siyasi bir çözümün aciliyetine dair yeterli anlayışı aşılamak için çaba sarf ediyor. Üst düzey bir Amerikalı, geçen günlerde bir düzine İsrailli tanıdığının kendisine Abu Ali Express isimli İsrailli bir blog yazarı tarafından yayınlanan ve İsrail’in Hizbullah’a karşı geniş çaplı bir savaş başlatmak zorunda kalacağı uyarısında bulunan bir yazı gönderdiğini anlattı.
Beyaz Saray’ın Netanyahu üzerinde baskı kurma çabalarının bir parçası olarak bu hafta Washington’a (ve ardından Londra’ya) çağrılan Savaş Kabinesi Bakanı Benny Gantz, yönetim yetkilileriyle yaptığı görüşmelerde İsrail’in tutumu, özellikle de insani yardımın ihmal edilmesi ve Refah’a girme planı nedeniyle eleştirilere maruz kaldı.
Washington sevkiyatın hızından rahatsız, Gazze’nin kuzeyindeki kaostan endişeli ve İsrail’in Ramazan’dan sonra sivil halkın güvenli tahliyesini sağlayacak düzenli bir plan olmaksızın Refah’ı işgal etmesinden korkuyor.
Washington Post’un askeri yorumcusu David Ignatius’un perşembe günkü haberine göre yönetim ilk kez İsrail’in Refah’ta koordinasyon olmaksızın operasyon yapması halinde elindeki bazı Amerikan silahlarını kullanmasını yasaklama olasılığını değerlendiriyor.
Amerikalılar İsrail’in nankörlüğü olarak algıladıkları şeye rağmen şimdiye kadar mühimmat tedarikinde somut kısıtlamalar getirmediler. Dünyada tank mermisi ve 155 mm top mermisi sıkıntısı (Ukrayna’daki savaş nedeniyle) ve Kongre’de Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasında Ukrayna, Tayvan ve İsrail’e yönelik muazzam bir savunma yardım paketinin onaylanmasını geciktiren felç edici anlaşmazlıktan kaynaklanan nesnel zorluklar vardı.
Amerikalılar ayrıca Gazze’deki savaşın, İran’ın Orta Doğu’da kendilerine karşı yürüttüğü gölge savaşın derinleşmesine yol açacak sonuçlarından da tedirgin.
New York Times köşe yazarı Thomas Friedman bu hafta General Kurilla ile Ürdün ve Suriye’deki ABD üslerine yaptığı iki günlük turdan izlenimlerini yazdı. Geçen birkaç ay içinde Irak’taki Şiilerden Yemen’deki Husilere kadar İran yanlısı milisler Amerikan ve diğer hedeflere yüzlerce insansız hava aracı, hassas füze ve balistik füze fırlattı.
Bugüne kadar üç ABD askeri öldürüldü ve 180’den fazla asker yaralandı (Husilerin Kızıldeniz bölgesindeki ticari gemilere yönelik saldırıları bu rakama dahil değil). Askerlerin ölümünün ardından ABD güçleri 40 kadar milis savaşçısını öldürdü ve ardından Irak’taki bir Şii milis liderine suikast düzenlendi.
Friedman, Gazze’de savaşın başlamasından 10 gün sonra İran’ın, ABD ordusunu Orta Doğu’dan çıkmaya zorlamak için vekilleri aracılığıyla Amerikalılara karşı koordineli bir saldırı başlatmaya karar verdiğini yazıyor. Saldırıya uğrayan üslerden bazıları Obama yönetiminin 2014 yılında ilan ettiği IŞİD’e karşı savaş çerçevesinde kurulmuştu. Friedman’a göre mevcut kampanya kontrolden çıkmaya meyilli. “Bu… bugün gezegenin herhangi bir yerindeki en tehlikeli oyun” diye yazıyor.
Arka planda ise İranlılar nükleer projelerini geliştirme yolunda adım adım ilerlemeye devam ediyor. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın son raporuna göre İran, bir hafta içinde bir nükleer silah üretebilecek düzeyde zenginleştirilmiş uranyum ve yaklaşık bir ay içinde de yedi bomba (İsrail istihbaratının geçmişte iki yıla kadar sürebileceğini tahmin ettiği, bombanın nükleer savaş başlığına takılması süreci de gerekecek) biriktirme kapasitesine sahip.
Geçmişte hemen hemen her konuşmasında İran’ın nükleer tehdidinden bahseden Netanyahu, artık İran’ın hamlelerine neredeyse hiç değinmiyor ki Biden yönetimi de bu konuda büyük bir kararlılık sergilemiyor.
Başbakan Gazze konusunda da pasif, yavaş ve inisiyatifsiz davranıyor gibi görünüyor. Bu hafta esas olarak Berliner-Naor soruşturma komisyonunun 2021’deki Meron Dağı faciasındaki kişisel sorumluluğuyla ilgili raporuna yönelik eleştirileri püskürtmekle meşguldü.
Raporun yayınlanması ve Netanyahu ailesinin (“Likud’un açıklaması” kılıfı altında) şiddetli tepkisi, bir sonraki mücadele olan 7 Ekim olaylarıyla ilgili soruşturmalar öncesinde bir test olarak görülmeli.
Netanyahu’nun ne kendi inisiyatifiyle ne de dış baskı altında istifa etmeye niyeti yok. Soruşturmanın düzenini kontrol etmeyi başarırsa, sonuçlarını da etkileyecek. Sorumluluğun ve suçun başkalarının üzerine atılacağı uzun bir siyasi ve hukuki mücadeleye hazırlanıyor gibi görünüyor.
Tüm bunlar kamuoyunda kayıtsızlıkla karşılanıyor. Medya dikkatleri başka yöne çekme taktiklerine kapılmış durumda ve sorumluluğun özünden ziyade duyurunun tarzı üzerinde duruyor.
Şaşırtıcı bir şekilde, belki de felaketin boyutları göz önüne alındığında, henüz kitleleri sokaklara dökecek büyük bir bilinç patlaması yaşanmadı. Bu da Gantz ve savaş kabinesindeki meslektaşı Gadi Eisenkot’un içine düştüğü tuzağı derinleştiriyor.
Şimdilik, tüm çekincelerine rağmen, Ramazan’dan kaynaklanan tehditler ve Lübnan’da bir alevlenme tehlikesi ışığında varlıklarına ihtiyaç duyulduğu inancıyla koalisyondan istifa etmiyorlar.
Son zamanlarda savaş kabinesi toplantılarında Netanyahu’ya karşı daha aykırı bir çizgi izliyorlar. Bir sonraki patlama noktası muhtemelen rehinelerle ilgili müzakerelere bağlı. Anlaşmayı ilerletecek önemli bir olasılık ortaya çıkarsa, Gantz ve Eisenkot ile başbakan arasında kamuoyu önünde bir çatışma görebiliriz.
İlginizi Çekebilir
-
Lübnanlı Bakan Harici’ye konuştu: ‘HTŞ’den beklentimiz iç meselelerimize karışmaması’
-
WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya
-
Gazze’de “ceset hattı”: Çocukları bile vuruyorlar
-
İsrail’den Suriye ve Gazze’de uzun süreli işgal sinyali
-
Kirillov suikasti, olası sonuçlar
-
Rusya’dan Ukrayna’ya şimdiye kadarki en büyük esir takası teklifi
Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.
Şam’a giden yollar
Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı, Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.
Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.
2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.
Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.
Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.
Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.
Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.
Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.
Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.
ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?
¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:
***
İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi
Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.
Yaroslav Trofimov
Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.
Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.
Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.
İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.
Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.
Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.
Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.
Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.
İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”
Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.
Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.
1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.
Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.
Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.
2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.
Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.
Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.
Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.
Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.
Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”
Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.
Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.
Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.
Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.
Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.
Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.
Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.
Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.
Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.
Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”
Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.
Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.
Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.
DÜNYA BASINI
Esad’dan sonra sırada İran mı var?
Yayınlanma
1 hafta önce14/12/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.
Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.
Sırada Tahran mı var?
İran’ın güç miti paramparça oldu
Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.
26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.
İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.
İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.
ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.
Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.
Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.
Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.
Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.
Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.
Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.
Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.
¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)
Lübnanlı Bakan Harici’ye konuştu: ‘HTŞ’den beklentimiz iç meselelerimize karışmaması’
Şam’a giden yollar
Hindistan ‘sessizce’ Kuzey Kore’de
AB liderleri, küresel ve bölgesel zorlukları ele almak üzere Brüksel’de toplandı
AfD’nin seçim programına kısa bir bakış
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU2 hafta önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye’de kim kazandı?
-
RUSYA2 hafta önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt
-
GÖRÜŞ4 gün önce
Kirillov suikasti, olası sonuçlar