Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Rashid Khalidi: Siyonizm, emperyalizmin şımarık üvey çocuğuydu

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz mülakat, Filistin ulusal kimliği ve Arap milliyetçiliği üzerine eserleri ile tanınan Filistin asıllı ABD’li tarihçi Rashid Khalidi ile Aksa Tufanı operasyonu üzerine yapıldı. Khalidi, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal etmesi ve sonrasında FKÖ’nün Beyrut’tan tahliyesinde bilfiil süreçte yer almış ve bu sürece ilişkin bilgilerini Beyrut tahliyesinde FKÖ’nün nasıl davrandığına ilişkin bir kitapta bir araya getirmişti. Khalidi’nin FKÖ ile ilişkisi öyleydi ki, Oslo görüşmelerinde örgüte danışmanlık da yapıyordu. Khalidi ile mülakat, yerleşimci sömürgeciliğe karşı mücadelede şiddetin doğası ve Filistin sorununda ‘iki devletli çözüm’e kadar birçok meseleye değiniyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


“Umutsuz bir durum daha da umutsuzlaşıyor”: Rashid Khalidi ile söyleşi

Rebecca Panovka ve Kiara Barrow
The Drift
24 Ekim 2023

Hamas’ın 7 Ekim’deki korkunç saldırısından bu yana, İsrail’in –hükümetimizin onayı ve maddi yardımlarıyla– Gazze Şeridinin tutsak sakinlerini bombaladığını ve bir milyondan fazla insanı yerinden ettiğini izledik. Dünyanın dört bir yanındaki protestocular İsrail’in uyguladığı şiddete karşı öfkelerini dile getirirken, Amerikan solunda da bir dizi tartışma yaşandı: İsrailli 1.400 kişinin ölümünün yasını tutmanın İsrail’in askeri vahşetini örtbas edip etmediği ya da üzüntüyü dile getirmemenin Hamas’a göz yummakla eşdeğer olup olmadığı; şu anda başvurulacak doğru tarihsel analojinin 11 Eylül mü, Cezayir bağımsızlık hareketi mi yoksa Güney Afrika’daki apartheid karşıtı kampanya mı olduğu; sokaklarda ya da kablolu TV haberlerindekilerin tarih konusundaki cehaletlerini ifşa edip etmedikleri üzerine.

Modern Ortadoğu Tarihi uzmanı ve yirmi yılı aşkın bir süredir Journal of Palestine Studies dergisinin editörlüğünü yapan Rashid Khalidi’den bir bakış açısı istedik. Columbia Üniversitesi’nde Edward Said Modern Arap Çalışmaları Profesörü olan Khalidi, aralarında son olarak The Hundred Years’ War on Palestine (2020) adlı kitabın da bulunduğu sekiz kitabın yazarıdır. Ayrıca 1990’lardaki barış görüşmeleri sırasında Filistinli müzakerecilere danışmanlık yapmıştır. Khalidi ile ABD’de, Ortadoğu’da ve başka yerlerde son haftalarda yaşanan olaylara verilen tepkiler, Siyonist projenin tarihi, geçmiş barış süreçleri ve genç aktivistlerin şu anda yapmasını dilediği ayrımlar hakkında konuştuk.

Son dönemde yaşanan olaylar ana akım söylemde daha önce benzeri görülmemiş ve geçmişten bir kopuşu temsil eden olaylar olarak tanımlanıyor. Durum ne ölçüde böyle? Eylül ayında Journal of Palestine Studies’de yazdığınız gibi, 2023 yılı Batı Şeria’daki Filistinliler için neredeyse yirmi yıldır yaşanan en kanlı yıl oldu. Şu anda gördüğümüz şey kaçınılmaz bir yangın mı?

Geçtiğimiz iki hafta içinde gördüklerimizi kimsenin tahmin edebileceğini sanmıyorum. Dünyanın en büyük ve tarihin en iyi istihbarat servislerinden birine sahip olan İsrail ordusunun ne olacağına dair hiçbir fikrinin olmaması –ki gelecekte bu istihbarat başarısızlığı üzerine soruşturma komisyonları ve savaş üniversiteleri tarafından çalışmalar yapılacaktır– kimsenin bunu tahmin edemeyeceğini göstermektedir. Bunu bilen tek kişiler bu saldırıyı başlatan kişilerdi. Aynı zamanda, işgal altındaki topraklarda ve İsrail’in içinde olup bitenlerin ayrıntılarına biraz olsun duyarlı olan herkes, er ya da geç bir tür patlamanın kaçınılmaz olduğunu varsayabilirdi. Hamas sadece Gazze’de faaliyet gösteren bir örgüt değildir, Hamas Filistin çapında bir örgüttür. Özellikle bu yeni hükümetin göreve gelmesinden bu yana, ama aynı zamanda bir önceki yıl, Batı Şeria’da öldürülen Filistinlilerin sayısının, yerleşimci saldırılarının sayısının, Harem-i Şerif’te, Mescid-i Aksa çevresinde Yahudi ibadeti düzenleme girişimlerinin sayısının arttığı gerçeğine karşı son derece duyarlıydılar. Yerleşimciler tarafından çalınan toprak miktarı da artıyordu. Son olarak, Batı Şeria’da büyük ölçüde göçebe nüfusun yaşadığı üç küçük köy topraklarından sürüldü.

Etnik temizlik, dünyanın dikkatini çekecek kadar yüksek olmayan, çok düşük bir kaynama seviyesinde devam ediyordu. Filistin sorununu, Filistinliler için siyasi ufku gömmek, Batılı ülkeler ve İsrail’in yanı sıra İsrail’in bazı Arap müttefiklerinin de başlıca çabası gibi görünüyordu. İsraillilere göre bu, mümkün olan tüm dünyaların en iyisiydi. Mekke’den Hayfa’ya uzanan demiryolu hatlarına sahip olacaktık; Suudi çölünde İsraillilerin eğlencelerine sahip olacaktık; sonsuza dek sevgi, dostluk, barış ve güvenlik düzenlemelerine sahip olacaktık. Ve tüm bunlar, Filistinliler süresiz olarak devam edecek bir İsrail işgalinin çizmesi altındayken yapılacaktı. Filistinlilerin hepsi bunu gördü. Elbette herkes Hamas gibi tepki vermedi. Ama herkes bunun giderek daha da umutsuzlaşan bir durum olduğunu, çıkarlarının ve haklarının sadece İsrail, ABD ya da Batılı müttefikleri tarafından değil, Arap ülkeleri tarafından da tamamen göz ardı edildiğini gördü.

CNN’i izlerseniz, İsrailli generallerin, Gazze’de apartmanların, üniversite kampüslerinin ve tahliye yollarının havaya uçurulduğu görüntülerin hemen ardından, İsrail’in sivil ölümlerden kaçındığını (ya da insani duygularla Filistinlilere ‘tahliye şansı’ verdiğini) iddia etmelerine izin verildiğini görürsünüz. New York Times Yayın Kurulu da aynı şekilde, İsrail’in uluslararası hukuka aykırı olarak binlerce insanın öldürülmesi emrini verdiğini gösteren haberlerle aynı sayfalarda “İsrail’in savunmak için savaştığı şey, insan hayatına ve hukukun üstünlüğüne değer veren bir toplumdur,” diye yazdı. Bu ana akım açıklamalar, görünürde kafa karıştırıcı ve medyanın İsrail hakkında dürüstçe haber yapma kabiliyetine dair bir referandum olarak son derece yabancılaştırıcı. Bu saldırıya ilişkin ana akım haberleri nasıl yorumluyorsunuz?

Biliyorsunuz, eskiden Sovyet Ortadoğu politikası hakkında yazardım ve o günlerde elimizdeki tek kaynaklar Pravda, Izvestia, Krasnaya Zvezda ve benzerleriydi. Bugün kendimi Soğuk Savaş dönemine geri dönmüş gibi hissediyorum ve New York Pravda Times ve Washington Izvestia Post, Biden yönetiminin ve onun yapışık ikiz müttefiki İsrail’in sözcülüğünü yapıyor. Ana akım medyanın çoğunda, esasen çok yoğun bir savaş propagandası buluyorum.

Hafızasız, tarihsiz, olgusuz bir çevremiz var; örneğin İsrail kabinesine yeni katılan emekli bir genelkurmay başkanının, Gadi Eisenkot adında bir adamın, Lübnan’ı dümdüz ettikleri sırada İsrail ordusunun Harekat Başkanı olduğu fark edilmiyor. Ve o dönemde ‘Dahiye doktrini’ adını verdiği bir doktrin geliştirdiğini söylemişti. İsrail Hava Kuvvetleri Dahiye mahallesinin tamamını dümdüz etti ve şöyle dedi: “Oraya orantısız güç uygulayacağız ve orada büyük hasar ve yıkıma neden olacağız. Bizim açımızdan buralar sivil köyler değil, askeri üslerdir.” Ayrıca ‘2006 yılında Beyrut’un Dahiye mahallesinde yaşananların İsrail’in ateş açtığı her köyde yaşanacağı’ sözünü verdi. Eisenkot artık bir bakan. Bu savaşı planlayanlardan biri de o. Size ne yaptığını söyledi: Uluslararası insancıl hukuka saygı duymuyor. Journal of Palestine Studies’de bu konuda bir makale yazdım. Şimdi, ortalama bir gazetecinin Journal of Palestine Studies okumasını bekler miydim? Ne yazık ki hayır. Mesele şu ki, bu tür şeyleri bilenler bile bu tür haberleri yapamıyor. Muhabirlerle sürekli konuşuyorum ve patronları tarafından ne tür hikayeler yazmalarının istendiğini biliyorum. Bazen, ara sıra, gazeteciler direnirler.

Bunun hükümet genelinde de yaşandığını görüyoruz; Dışişleri Bakanlığında ve başka yerlerde hükümet çalışanları ABD hükümetinin tutumuna kızgın. Bunu, yönetimlerden diktelerin geldiği üniversitelerde de görüyoruz. Bunu kamusal pozisyon alan şirketlerde de görüyoruz. Sanki ABD savaşta ve hepimiz hizaya gelmeli ve arkasında başkanın yürüdüğü İsrail’le aynı safta olmalıyız.

Bize çeşitli Filistinli gruplardan (F.Y. [Filistin Yönetimi], FKÖ, Hamas) ve bunların kökenlerinden bahsedin. Hamas’ı bir ‘terör örgütü’ olarak etiketlemek ve İsrail’in resmi sosyal medya grafiklerinde olduğu gibi IŞİD ile bir tutmak ne anlama geliyor?

ABD Başkanı –ülkedeki en yüksek ses, pek sesi çıkmıyor ama– Hamas’ı özellikle IŞİD ile karşılaştırdı. İşte, ‘katıksız kötülük’ yaşadık. İşte, ‘IŞİD’den daha kötü’ oldu. 11 Eylül karşılaştırmaları yaptık. Bu, kıyamet ölçeğinde gidebileceğiniz en yüksek nokta. Bu, Hamas’ın terörist olarak tanımlandığı ve başka bir şey olmadığı İsrail oyun kitabına uyuyor. Hamas Gazze’de hükümetti. Siyasi, sosyal, kültürel ve dini bir örgüttü.

Filistin siyaseti şu anda özellikle zor durumda. Eskiden Hamas’ın en büyük rakibi olan El Fetih, Ramallah’taki yozlaşmış ve beceriksiz Filistin Yönetimi ile olan ilişkisi nedeniyle düşüşte. Filistin Yönetimi, Arafat’ın 1993 Oslo Anlaşmalarından sonra operasyonlarını Filistin’e taşımasıyla başlattığı FKÖ’nün yerini almış durumda. Şimdi FKÖ can çekişiyor ve El Fetih de neredeyse can çekişiyor. FKÖ’nün bir stratejisi yok. Sözde diplomatik bir yaklaşıma ve şiddetsizliğe bağlı, fakat Filistinliler arasında neredeyse hiç destek yok, çünkü onlarca yıldır yerleşimler genişlerken ve Filistinliler giderek daha az alana sıkıştırılırken bu yaklaşımın hiçbir işe yaramadığını gördüler. Pek çok Filistinli, İsrail’in isteklerini yerine getirdiği ve dışarıdan desteklendiği için Filistin Yönetimi’nden nefret ediyor. Bu, Filistin siyasetinde 30’lu yıllardan beri süregelen bir durum: Filistinliler adına konuşma hakkını kendilerinde gören, Filistinlileri bölen, Filistinlileri zayıflatan ya da onlara müşteri gibi davranan Arap ülkelerinin ve yabancı güçlerin müdahalesi. Arap ülkeleri ve diğer ülkeler Filistinlileri ya da Filistinli örgütleri kendi amaçları doğrultusunda kullanmak istiyor.

F.Y. İsrail, ABD, Avrupa ve bazı Arap ülkeleri tarafından –altındaki payandaları tekmeledikleri sırada– destekleniyor. Hamas bölgesel güçler tarafından destekleniyor: Elbette İran, ama aynı zamanda Türkiye, Katar ve diğerleri. İran rejimi, Esad rejimi, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Mısır’ın hepsinin kendi hedefleri ve kendi ulusal çıkarları var. Filistinliler geçmişte bunun üstesinden geldiler ve bir yere varmak istiyorlarsa bunun üstesinden gelmek zorundalar. Ama bu kolay olmayacak. Yeni nesil liderliğin nereden geleceğini, Filistinlileri hedeflerine taşıyacak stratejinin nereden geleceğini bilmiyorum.

Filistin’deki mevcut dinamikleri bölgenin daha geniş bağlamı içinde nasıl konumlandırmalıyız? Pek çok ABD’li uzman Hamas’ın İsrail-Suudi normalleşmesini bozmayı amaçladığını iddia etti (örneğin ‘Aksa Tufanı Operasyonu’ etiketi bunun Mescid-i Aksa’ya yönelik saldırılara bir yanıt olduğunu gösteriyor). ABD’nin Suudi Arabistan gibi Arap vasal devletlerini desteklemesi Filistin kurtuluşunun pan-Arap siyasetiyle ilişkisini nasıl değiştirdi?

Bu saldırının planlayıcısı gibi görünen Hamas’ın askeri komutanı Muhammed Deif’in yaptığı açıklamayı okumanız ya da dinlemeniz yeterli. Bu saldırının ilk gününde hedeflerinin ne olduğunu söyledi. Mescid-i Aksa’nın etrafındaki Harem-i Şerif’i Yahudilerin ibadet alanı haline getirme girişimlerinden bahsetti. Mart ayında Kudüs’teyken şunu gördüm: İsrailli yerleşimci grupları, dindar yerleşimciler, sanırım sınır muhafızları ve polis eşliğinde, Magharibah kapısından, Fas Kapısı’ndan giriyorlar ve sonra Harem’in güneydoğu köşesinde, Aksa camisinden yaklaşık yirmi otuz metre uzakta dua ediyorlar. Her gün sabah namazından sonra ibadet edenleri dışarı atıyorlar: İbadet eden Müslümanları ve özellikle de gençleri. Herkesi kovuyorlar ve bu yerleşimci grupların gelip dua etmelerine izin veriyorlar. Bu gruplar giderek daha da büyüyor. Sukot sırasında, saldırıdan günler önce, binlerce yerleşimci cami yerleşkesinde toplu dua yapmak için geldi.

Elbette saldırı iki yıldır planlanıyordu, dolayısıyla bu sürecin son tırmanışının bununla hiçbir ilgisi yoktu, fakat bu bir toparlanma çağrısıydı. Yani bunu gerçekten isteyip istemedikleri ya da Filistin, Arap ve Müslüman kamuoyunu kazanmak için bir taktik olup olmadığı önemsiz. Açıkçası, bu bir motivasyon. Deif, Gazze’nin kuşatılması, Batı Şeria’nın giderek sömürgeleştirilmesi ve ilhak edilmesi ve İsrail hükümetinin Filistin sorunu yokmuş gibi hareket etmesi gibi diğer nedenleri sıraladı. Bu, Enver Sedat’ın 1977’de Kudüs’e gitmesinden bu yana Arap dünyasında normalleşmenin uzun yıllardır devam ettiğini söylemenin dolaylı bir yoluydu. Son zamanlarda İsrail ve Suudi Arabistan arasındaki flört, İsrailli bakanların Suudi Arabistan’a gidip dua etmesi ve Veliaht Prens’in İsrail-Suudi normalleşmesinin bir aşamada gerçekleşmesini dört gözle beklediğini söylemesi ile zirveye ulaştı. Buna İsrail’den orgazmik tepkiler geldi.

Filistin meselesinin sıradan Araplar ya da Arap ülkeleri için ne kadar önemsiz olduğundan bahseden tarih bilinci olmayan hiçbir cahil uzman bir daha asla ağzını açmamalıdır. Çünkü Mısır’da, Ürdün’de, Türkiye’de, Lübnan’da, Fas’ta, Bahreyn’de gösteriler gördük. Bunlardan bazıları kimsenin gösteri yapmasına izin verilmeyen diktatörlüklerdir. Kimsenin kendini ifade etmesine izin verilmiyor. Yine de Arap dünyasının dört bir yanında kamuoyu Filistinlilere destek için patladı. Muazzam gösteriler oldu. Yemen harap olmuş bir ülke, başarısız bir devlet. Bir iç savaş yaşıyorlar, Suudiler ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından yıllardır bombalanıyorlar ve sokaklarda Filistin için gösteri yapıyorlar.

Kahire’den Şam’a ve Halep’e kadar bir düzine Arap gazetesinde 1914’ten önce yayınlanmış, Filistin ve Siyonizm’den bahseden yaklaşık dört yüz gazete makalesi buldum. Arap dünyasındaki insanlar 110 yıl önce de bu konuda endişeliydi. ‘36-’39 Arap İsyanı sırasında da bu konuda endişeliydiler, Nakba sırasında da endişeliydiler ve o zamandan beri de bu konuda endişeliler. Arap hükümetleri bu endişeyi temsil etti mi? Nadiren. Asla. Bazen. Ama mesele bu değil. Bunlar demokratik olmayan rejimler –mutlak monarşiler ya da diktatörlükler– ve kendi kleptokrasileri, onlar tarafından zenginleştirilen insanlar ve onları silahlarla ya da diplomatik destekle iktidarda tutan yabancılar dışında hiç kimseyi ve hiçbir şeyi temsil etmiyorlar.

Bu sadece Arap dünyası ya da hatta Müslüman dünyası için geçerli değil. Amerikalılar, Avrupalılar, dünya GSYİH’sının çok büyük bir kısmını üreten ve muazzam bir medya erişimine, muazzam bir güce sahip olan beyaz yerleşimci sömürge balonu –uçak gemileri, borsalar, medya holdingleri– hâlâ kendilerini evrenin efendileri olarak görüyorlar. Onlar dünya nüfusunun küçük bir azınlığı. Hindistan, Çin, Endonezya, Pakistan, Bangladeş, Brezilya: bunlar dünyanın en büyük ülkelerinden bazıları ve oradaki insanlar bu konuda hiç de aynı görüşe sahip değiller. Burada, İsrail’i desteklemenin ulusal bir çıkar olduğuna karar veren Amerikan ve İngiliz hükümetleri ile uyumlu ve yozlaşmış bir medya tarafından üretilen sterilize edilmiş bir dünya görüşüne sahibiz. Bir de dünya var –gerçek dünya– tamamen farklı bir görüşte. Bu da Batı ile diğerleri arasındaki uçurumu derinleştiriyor. Bence bunu Ukrayna Savaşı başlattı. Dünyanın büyük bir kısmında kimse Ukrayna Savaşına ABD ve Avrupalı müttefiklerinin baktığı gibi bakmıyor, bu da [BM] Genel Kurul’un bu savaşa verdiği tepkide görülüyor. Bu, insanların Rusya’yı destekledikleri anlamına gelmiyor; sadece ABD ve en yakın müttefikleri ile –gayet anlaşılır bir şekilde– Ukraynalılar ve Doğu Avrupalılar gibi histerik, abartılı bir şekilde görmüyorlar. Şu anda Filistin’de yaşananlar bunu vurguluyor ve ABD ile müttefiklerinin gücünü, itibarını ve güvenliğini azaltacak. İnsan hakları ve demokrasiden bahseden Amerikalılar ileride en aşağılık, mide bulandırıcı ikiyüzlüler olarak muamele görecekler. Dünyanın geri kalanında kimse bu söylemlere inanmıyor, bunun da iyi bir sebebi var.

‘İşgal’ kelimesi İsrail söz konusu olduğunda Amerikan sözlüğünde yer almaz. İşgal, ‘barışın önünde bir engel’ değildir; Siyonist liderlerin Theodor Herzl’den bu yana yapmaya çalıştıkları gibi Filistin’i İsrail toprağı haline getirmek için tasarlanmış saldırgan, şiddetli bir dayatmadır. Dolayısıyla ABD, Ukrayna’nın işgalinden dem vurduğunda ve Biden’ın Oval Ofis konuşmasında yapmaya çalıştığı gibi Hamas ve Putin arasında bağlantı kurduğunda, Anglosfer’de ya cahil ya da beyni yıkanmış insanlar dışında kimse bunları yutmuyor. Ancak CBS’in yaptığı bir anket, Demokratların ve bağımsızların çoğunluğunun İsrail’e askeri yardım yapılmasına karşı olduğunu gösterdi; Amerikalıların çoğu bizi yönetenlerden çok daha mantıklı.

Siyonizm yerleşimci sömürgeci bir proje, fakat İsrail sömürge sonrası bir dönemde devlet oldu. Bu tarih hakkında ne düşünüyorsunuz ve mevcut durumu nasıl etkilemeye devam ediyor?

Tony Judt, İsrail’in ‘çok geç geldiğini’ ve bir anakronizm olduğunu yazmıştı. Mesele şu ki, on sekizinci yüzyılda başlatılmış olsaydı, başarılı olabilirdi. Beyaz Avrupalıların beyaz olmayan Avrupalı olmayanların sahip olmadığı haklara sahip olduğu ve herhangi bir toprak parçasını kendilerine mal edebilecekleri ve onunla ve yerli nüfusla istedikleri her şeyi yapabilecekleri şeklindeki zamanın ruhuna uygun olurdu. Kolomb’dan yirminci yüzyıla, hatta Birinci Dünya Savaşına kadar ormanın kuralı buydu.

Siyonizm, ilk yıllarında kendisini bir sömürge projesi olarak tanımlamaktan asla utanmadı. Ulusal bir projeydi ve şu an da öyledir. Aynı zamanda emperyalizmin şımarık üvey çocuğuydu. Herzl neden Kayzer’e [Alman İmparatoru Wilhelm] gidiyordu? İsrail’in ilk cumhurbaşkanı Chaim Weizmann neden İngilizlere gidiyordu? Bunlar ilgisiz, tarafsız, İsviçre benzeri güçler değildi, bunlar Siyonist proje için kirli işleri yapacak olan çağın büyük emperyal güçleriydi. Bu insanlar sömürgeci ve yerleşimci miydi? Kendilerine sömürgeci ve yerleşimci diyorlardı. ‘Yahudi Kolonizasyon Derneği’ antisemitik bir hakaret değildir, bu önemli kuruluşun kendisine verdiği isimdir. Elbette tüm bunlar göz ardı edilmiştir. Bugün ‘yerleşimci sömürgecilik’ demek, 21. yüzyılda hayal edilebilecek en vahşi batı benzeri mülksüzleştirme olan Batı Şeria’da olanları tanımlarken bile korkunç, korkunç bir şey.

Bu da beni ABD’nin yakın zamanda yaptığı ya da yapmaya çalıştığı şeye getiriyor. Görünüşe göre ABD hükümeti, İsrail’in Gazze Şeridindeki nüfusun bir kısmını ya da tamamını Mısır’a ve muhtemelen başka yerlere sürme planına ortak olmuştur. Antony Blinken’in bunu yaptığına şüphe yok; 1948’de başlatılan etnik temizliği tamamlamak üzere Filistinlileri ortadan kaldırmak için İsrail ile işbirliği yapıyordu.

Bu demografik bir savaştır. Siyonist harekette, Filistin’de ve Arap dünyasında 20’li ve 30’lu yıllardan itibaren herkes şunu anlamıştı: Arapları Yahudilerle değiştirirseniz Yahudi çoğunluğu elde edersiniz; bunu yapmazsanız Arap çoğunluğunuz olur. Bu sayıları azaltmak Siyonistlerin başlıca hedeflerinden biriydi ve öyledir. ABD’nin buna destek vermesi, muhtemelen bir savaş suçu olmasının yanı sıra, korkunçtur; kesinlikle ahlaksızca. Kovulan hiç kimsenin geri dönmesine izin verilmez. Her Arap, her Filistinli bunu bilir. Mısır’a sürülen hiç kimse Gazze’ye ya da Filistin’in başka bir bölgesine geri dönemez. Elbette bu insanların çoğu zaten yerlerinden edilmiş durumda. Bunlar 1948’de sürülen ve son 75 yıldır Gazze Şeridine hapsedilen güney Filistin halkıdır. Onları tekrar taşımak suç teşkil edecektir. Hükümetimiz de bunu yapmaya çalışmaktadır.

Suudiler ve Arap dünyasındaki diğer herkes tarafından desteklenen Mısır hükümeti –bazıları hoş, bazıları da hoş olmayan– çeşitli nedenlerle bunu reddetti: “Filistinlilere yönelik etnik temizliğinize ortak olmalıyız. Delirdiniz mi siz? Gerçekten tahtlarımızı ve servetlerimizi kaybetmemizi mi istiyorsunuz? İsrail ve ABD’nin ajanı olduğumuz için kendi halkımız tarafından devrilmemizi gerçekten istiyor musunuz?” Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah el-Sisi’nin Blinken’e ya da Veliaht Prens’in Blinken’e aslında böyle söylediğini sanmıyorum. Biden ile görüşmeyi bile reddettiler. Bunlar benim istisnasız karşı olduğum rejimler ama şunu söylemeliyim ki Başkan ile görüşmeyi reddederek doğru olanı yaptılar. Ve Blinken’in suratına hak ettiği iki tokadı atarak da doğru olanı yaptılar. Veliaht Prens onu on saat bekletti, Sisi de halka açık bir basın toplantısında onu azarladı. Bu, bölgede nelerin değiştiğinin bir işareti.

Oslo Anlaşmaları ve ilgili çabalara nasıl bakmalıyız? Barış yapmak için hiç meşru bir girişim oldu mu?

Bu konuda girişimler oldu, ancak iddia ediyorum ki hiçbiri işin özünü kavrayamadı. Asıl mesele, çoğunluğu Arap olan bir ülkede, çoğunluğu Yahudi olan egemen bir devlete nasıl sahip olunacağıdır. Madrid’de, Washington’da, Oslo’da ya da Camp David’de bunun bir yerleşimci sömürge süreci olduğu gerçeğine ya da şu anda orada biri tüm haklara sahipken diğeri neredeyse hiçbir hakka sahip olmayan iki halk olduğu gerçeğine saygı duyan bir çözüm hiç olmadı. Buna yaklaşmak için girişimler oldu ama bence eski Başbakan Yitzhak Rabin’in Ekim 1995’te Knesset’te söylediklerine geri dönebilirsiniz, bu konuda bile çok ileri gittiği için öldürülmeden önce, Oslo yoluyla oluşturulan herhangi bir Filistin oluşumunun ‘bir devletten daha az’ olacağı anlamına geliyordu. İsrail’in İsrail ve Filistin üzerinde güvenlik kontrolüne sahip olmaya devam edeceği her zaman ABD’nin bir varsayımıydı. Filistin devletinin egemen olmayacağı ve tarihi Filistin’in parçasının parçası olacağı, başka bir deyişle 1948 Savaşı sonunda kalan yüzde 22’nin bile değil, bundan daha azının olacağı her zaman varsayıldı. Rabin’in 92’de iktidara gelmesinden 95’teki suikastına kadar ve ardından Oslo on yılı olarak adlandırılan dönemin geri kalanı boyunca İsrail yerleşimlerini baş döndürücü bir hızla genişletti, daha fazla Filistin toprağını ele geçirdi ve Oslo Anlaşmaları ile alay etti ve Filistinlileri şu anda hepsi kapatılmış olan küçük Bantustan’lara sıkıştırdı.

“Filistinliler cömert bir barış planını reddetti,” diyenler sahada gerçekte neler olup bittiğine bakmıyor demektir. İsraillilerin başka hedefleri vardı; bunlardan biri işgal altındaki toprakların çoğuna kalıcı olarak yerleşmek, bir diğeri ise İsrail-Filistin’in tamamı üzerinde kalıcı kontrol sağlamaktı; bunların hiçbiri egemenlikle ya da devlet olmakla, hatta küçültülmüş devlet olmakla bağdaşmıyordu. Bunu görmek için Rabin’in son Knesset konuşmasını okumanız yeterlidir.

Yaygın bir Siyonist yaklaşım, Filistin yanlısı aktivizm veya savunuculuğun İsrail Devleti’nin var olma hakkını inkar ettiği ve ‘nehirden denize’ gibi sloganların kendilerinin soykırımcı olduğu yönündedir. Bunu nasıl okuyorsunuz?

İsrail’in var olma hakkı olduğuna inanmayan pek çok Filistinli var. İsrail halkı diye bir şeyin varlığına inanmayan pek çok Filistinli var ki bunun var olduğu açıkça ortada. İsrailliler bir halktır. Pek çok Filistinli, pek çok yerleşimci sömürge projesinin halklar yarattığının farkında değil. ABD’de bir yerleşimci sömürge projesinde yaşıyoruz. Orijinal yerli nüfusun bir parçası olmayan herkes yerleşimcidir. Fakat Mahmood Mamdani’nin Neither Settler nor Native [Ne Yerleşimci Ne Yerli] adlı kitabında sorduğu gibi, yerleşimciler ne zaman yerli olur? Bu siyasi açıdan çetrefilli bir soru, çünkü bir İsrail halkı olduğunu kabul etseniz ve halkların kendi kaderini tayin hakkı olduğunu söyleseniz bile, bu Filistin kimliğinin ve ulusal hakların inkarı, mülksüzleştirme, sürgün ve etnik temizlik sürecinin üzerine geliyor. Bu iki halkın nasıl uzlaşacağını anlayabilmeniz için tüm bunların anlaşılması ve ele alınması gerekir.

Az önce söylediklerim bir slogana ya da bahsettiğiniz türden ateşli propagandif iddialara sığdırılabilecek şeyler değil. Benim şahsen insanların İsrail topraklarını nehirden denize ya da başka bir yere kadar uzandığını düşünmeleriyle ilgili bir sorunum yok. Asıl soru, bunun ne gibi siyasi ve diğer sonuçları olacağıdır. Eğer bu bir halk için mutlak ve münhasır haklar ve başka bir halk için baskı anlamına geliyorsa, o zaman bunun kabul edilemez olduğu açıktır. Aynı şey Filistin için de geçerli olacaktır. “Nehirden denize kadar Filistin özgür olacaktır.” Bu ne anlama geliyor? Eğer Filistinlilerin artık baskı görmeyeceği ama İsraillilere de baskı yapmayacağı anlamına geliyorsa, bunun bir sorun teşkil etmeyeceğini umuyorum. Fakat yine de farklı Filistinlilerin bu konuda farklı görüşleri var. Ve bence İsrail hükümetlerinin uzun yıllar boyunca uyguladığı artan baskı ve saldırgan eylemler, Filistinlileri, gerçek bir Filistin egemenliği ve devletini içerdiği sürece açıkça adaletsiz olan iki devletli bir çözümü kabul etmeye istekli oldukları Oslo döneminde bulundukları yerden bugün bulundukları yere getirdi.

Son yıllarda ABD’deki ilericiler iki devletli bir çözüm yerine tek devletli bir çözüm olasılığına odaklandılar. Şu anki durum ışığında, tutumumuzu değiştirmeli miyiz? Tam bir umutsuzluk anında, her iki çözümden birini umut etmek için bir neden var mı?

Bu iki çözümden herhangi birinin şu anda mümkün olduğu konusunda kötümserim. İsrail ve ABD, 1967’den bu yana İşgal Altındaki Topraklar üzerinde kalıcı bir İsrail kontrolü sağlamak, bu topraklara giderek daha fazla yerleşmek ve İsrail’in 1967’de ele geçirdiği topraklarda hiçbir koşulda bağımsız bir Filistin devletinin ya da İsrail’e bağlı olmayan herhangi bir egemenliğin faaliyet gösteremeyeceğinden emin olmak için pratikte hararetle çalıştılar. Ve Batı Şeria’yı İsrail’e bağlamak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Her şeyi. Gazze’ye de yerleşmeye çalıştılar ama 2005 yılında bundan vazgeçtiler. Birleşik Devletler hükümeti bunun için para ödüyor ve bu süreci silahlandırıyor. Ağzının bir ucundan iki devletli çözümden bahsediyor ama İsrailli yerleşimci grupların 501(c)(3) olmasına (*) ve yerleşim projesine vergiden muaf yüz milyonlarca dolar aktarmasına izin veriyor. Filistinlilerin bu konuda bir şey yapmasını engelleyen İsraillileri silahlandırıyor ve Filistin’de devam eden bu yıkım, gasp, ilhak ve yıkıma diplomatik destek ve Güvenlik Konseyi’nde veto üstüne veto vererek işgali güçlendiriyor. ‘İki devletli çözümden’ bahsedenlerin çoğu bunu gerçekten kastetmiyor. 1967’de işgal edilen topraklar üzerinde bağımsız, egemen bir Filistin devletini kastetmiyorlar. Bir simülakr, bir Potemkin devletini (**) kastediyorlar. Kastettikleri bu. Ve bunu bile engellemek için mümkün olan her şeyi yapıyorlar.

Peki dökülen bunca kandan sonra bu iki halkı nasıl bir arada yaşatacaksınız? Ve korkarım ki dökülmeye devam edecek. Bilemiyorum. Kısa vadede herhangi bir çözüm konusunda iyimser olmak için özel bir neden olduğunu düşünmüyorum.

Öte yandan, 7 Ekim’e kadar herkes Arap dünyasının can çekiştiğini ve Filistin’i umursamadığını düşünüyordu. İşler çok ama çok çabuk değişti. İsrail halkı, özellikle sivil kayıplar ve aynı zamanda İsrail ordusunun güvenlik konusunda ortaya koyduğu tüm doktrinlerin çökmesi nedeniyle duyduğu öfke, keder ve kızgınlıkla intikam almaya kararlı. Açıkça görülüyor ki İsrail halkı güvende değil. Sadece Hamas hakkında değil, İsrail’in askeri yetenekleri hakkında da herkesin düşündüğü her şeyin yanlış olduğu açıktır.

Yani şu anda İsrailliler arasında barışa doğru bir yönelme olmayacak. Yas çok uzun bir süre daha devam edecek. İsrailliler yas tutuyor ve öfkeleniyorsa, Filistinliler de öyle. Şu anda Filistinli sivil kayıpların sayısı çok yüksek ve nihai rakamları hâlâ bilmiyoruz. Bunun üstesinden gelmek uzun zaman alacaktır. Ama bu da gelecekte değişebilir.

Fakat insan bir yerlerde birilerinin İsrail’in siyasi yaklaşımının tamamen iflas ettiğini söylemeye başlayacağını umuyor. Şiddet içeren bir karşılık beklemeden Filistinlileri şiddetle vurmaya devam edemezsiniz. Bu herhangi bir şeyi meşrulaştırmak için değil, sadece ezilen bir halka bu tür bir baskı uygularsanız, korkunç olabilecek, siyasi olarak yanlış veya ahlaki olarak yanlış olabilecek şekillerde ayaklanacağını açıklamak içindir. Eğer yoğun ve aralıksız bir baskı uygularsanız, patlamalar olacaktır.

Amerikan solu seçilmiş sol, aktivist sol, sol medya içindeki tartışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz? Solun kaçırdığı ya da dışarıda bıraktığı bir tarih var mı?

Bu benim için cevaplaması zor bir soru çünkü doğrudan temas halinde olduğum kişiler öğrenci aktivistler. Gençlerin kendilerini eğitme sürecinde olduklarını ve henüz tam olarak eğitimli ya da siyasi açıdan olgun görüşlere sahip olmadıklarını düşünüyorum.

Örneğin, bazı öğrenci aktivistler arasında gördüğüm bir argüman, tüm İsraillilerin yerleşimci olduğu ve bu nedenle sivillerin olmadığı yönünde. Eğer uluslararası insancıl hukuka saygınız varsa bunu söyleyemezsiniz. İsrail’in bir yerleşimci sömürge sürecinin sonucu olması, her İsrailli büyükannenin ve her İsrailli bebeğin bir yerleşimci olduğu ve dolayısıyla sivil olmadığı anlamına gelmez. Teknik olarak, bir anlamda, biz Amerikalılar hepimiz yerleşimciyiz, fakat bu bir Kızılderili kurtuluş hareketinin beyaz Amerikalı yerleşimci bebekleri veya beyaz Amerikalı yerleşimci büyükanneleri öldürmekte haklı olacağı anlamına gelmez. Evet, işgal altındaki topraklarda bulunan yerleşim birimlerindeki silahlı kişiler savaşçı olarak görülmelidir. Silahsız olanlar savaşçı değildir. Bu, insanların geliştirmesi gereken ayrım türüne bir örnektir.

Tarihsel olarak kurtuluş hareketlerinin sivilleri hedef almaktan kaçınmak konusunda dikkatli davranmadıklarını söylediğim için eleştirildim. Cezayir Savaşı’nda Zohra Drif ve Djamila Bouhired kafelere ve barlara bombalar koydular. Yargılandılar, hüküm giydiler, yıllarca hapiste kaldılar ve nihayetinde özgürlüklerine kavuştular. Onlar Cezayir’de ulusal kahramanlar ve her ikisi de Cezayir’i hâlâ yöneten askeri cuntaya karşı demokrasiyi şiddetle destekliyorlar. IRA’nın sivillere karşı yaptıkları hakkında konuşabilirsiniz, ANC’nin yaptıkları hakkında da konuşabilirsiniz. Bu konuda ulusal kurtuluşla ilgilenen insanlar arasında yapılması gereken çok önemli bir tartışma var. İrlanda’daki durumu yakından takip ediyorum ve insanlar bugün bunları sorguluyor. Bunu yapabiliyorlar çünkü 1998’den beri insanlar birbirlerini aynı hızda öldürmüyorlar, tanrıya şükür. Filistinlilerin şu anda içinde bulunduğu gibi bir durumun ortasında bunu yapmak zor ama aktivistlerin bu konular hakkında dikkatlice düşünmesi gerekiyor.

Öğrenci aktivistlere söyleyeceğim bir diğer şey de siyasi hedeflerinizin ne olduğunu anlamanız gerektiğidir. Eğer bunun bir yerleşimci sömürge projesi olduğuna inanıyorsanız, o zaman burada ABD’de ya da Batı Avrupa’da, bu sömürgenin metropolündesiniz ve ulusal kurtuluş hareketleri sadece –hatta bazen öncelikle değil– sömürgedeki savaş alanında kazanarak kazanmadı. Vietnamlılar Amerikalılarla bir çıkmazdaydı. Cezayirliler aslında savaş alanında kaybediyorlardı. IRA 1921’de askeri açıdan neredeyse son noktadaydı. Kısmen kazandılar çünkü metropolü kazandılar. İngilizler sonunda dedi ki, biz bu savaşta savaşmak istemiyoruz. Bu savaşta savaşamayız. Aynı şey Cezayir’de Fransızlara da oldu. Savaşı kazananlar sadece dağlardaki savaşçılar değildi. Bunun Cezayir’in kurtuluşunda çok önemli bir unsur, hatta olmazsa olmaz bir unsur olmadığını söylemiyorum ama Fransızlar Cezayirlileri öldürmek istemeye devam etseydi, savaş sonsuza kadar sürebilirdi. Fransızlar devam etmek istemedi, çünkü daha fazla kayıp vermek istemiyorlardı. Aynı şey Güney Afrika için de geçerli. Sadece townshiplerde (***) kazanmadılar; ANC kazandı çünkü ABD ve İngiltere’de kamuoyunu kazandılar.

Eğer bu teorik yapıya inanıyorsanız –sömürge ve metropol– o zaman aktivistlerin burada metropolde yaptıkları önemlidir. İnsanları kazanmak zorundasınız. Sadece en saf ya da en devrimci olduğunuzu ya da en uç şeyleri söyleyebildiğinizi ve devrimci kimliğinizi gösteremezsiniz. Açık bir siyasi amaç doğrultusunda bir şeyler yapıyor olmanız gerekir.


(*) 501(c)(3) ABD’deki kâr amacı gütmeyen kuruluşlardan biri. Bu tür şirket, tröst veya dernekler federal gelir vergisinden muaftır. (ç.n.)

(**) Potemkin devleti/köyü: Orijinal anlamıyla, Rusya imparatoriçesi Büyük Katerina’yı etkilemek için tasarlanmış sahte köyleri anlatmak için kullanılan terim. Bu köylerin tarihte gerçekten yapılıp yapılmadığı şüpheli olsa da, istenmeyen bir gerçeği gizlemek veya göz boyamak için dışarıya sunulan gösterişli işleri anlatır. (ç.n.)

(***) Township: Geçmişte Güney Afrika’da siyahilere ayrılan planlı kentsel yerleşim. (ç.n.)

DÜNYA BASINI

Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?

Yayınlanma

Lyon Üniversitesinde öğretim üyesi ve Washington Institute for Near East Policy’de uzman olarak çalışan coğrafyacı Fabrice Balanche, aşağıda yayınladığımız makalesinde Suriye’de HTŞ bağlantılı grupların Lazkiye, Tartus ve Humus’ta çoğunlukla Alevi sivillere yönelik gerçekleştirdiği katliamların izini sürüyor ve HTŞ’ye karşı silahlı isyanın, Alevi kasabalarına yönelik rastgele ve ölümle sonuçlanan mezhepçi müdahalelerin hemen ardından başladığına işaret ediyor. Balanche, yaşananların sorumlusunun Ebu Muhammed el-Colani lakaplı Ahmed eş-Şara olduğunu yazıyor. Fransız uzman, 7 Mart’ta yazdığı bir başka yazıda, katliamlar doruk noktasındayken, şöyle diyordu: “[Aleviler] Geçtiğimiz üç ay boyunca aşağılanma ve kötü muameleye maruz kaldılar. Cinayetler hâlâ çözülemedi ve devlet memurları ve askerler işlerini kaybetti. Kıyı kentlerinde, Humus’ta ve Şam’da bu topluluğa yönelik hakaret ve provokasyonlar olağan hale geldi.”


Şam’daki İslamcı rejimin resmi açıklamalarını tekrarlayan France Inter de dahil olmak üzere birçok medya kuruluşuna göre şiddet olaylarından “eski rejim destekçileri” sorumludur:

Askerlerin eski Esad rejiminin destekçileri tarafından saldırıya uğramasının ardından, Esad’ın kalesi olan Alevi bölgesinde 1.300’den fazla kişinin ölümüne yol açan bir şiddet dalgası yaşandı (Les massacres en région alaouite menacent la transition syrienne | France Inter), France Inter – 10 Mart 2025 Pazartesi, saat 8.17.

Gerçekte her şey 4 Mart’ta Lazkiye’de başladı. Önceki gece Lazkiye’nin işçi sınıfından bir Alevi bölgesi olan Datur yakınlarında Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) üyeleri öldürüldü. Bunun üzerine HTŞ bölgeyi kuşattı ve sabahın erken saatlerinde ağır silahlarla saldırdı. Lazkiye’de ve bu bölgede yaşayan tanıdıklarım haberi duyar duymaz beni aradı. Alevilere yönelik şiddetin çoktan başladığını kanıtlayan görüntüler ve videolar gördüm. Tepeden tırnağa silahlı İslamcılarla dolu kamyonetler bölgeyi boydan boya kat ediyor, binalara rastgele ateş açıyor ve bölge sakinlerine domuz diyorlardı. Birkaç minibüs cesetlerle dolu olarak bölgeden ayrıldı. 5 Mart Çarşamba günü helikopterler Banyas’ın doğusundaki Alevi köyü Daliye’ye bomba yağdırdı. Burası yüz kadar türbeye ev sahipliği yapan ve saygın şeyhlerin dini eğitim verdiği ünlü bir Alevi hac yeridir; Esad rejimine askeri kadro sağlayan bir köy değil. HTŞ’nin saldırısı Alevi toplumunu hedef aldı.

6 Mart Perşembe günü HTŞ ve müttefiklerine ait pikap kortejleri sahil bölgesine akın etti ve dağı ele geçirmeye çalıştı. İşte o zaman bazıları pusuya düşürüldü. Önceki rejimin eski askerleri ve istihbarat ajanları bu tehdit karşısında pasif kalmaya hazır değildi. Mahir Esad’ın dördüncü tümenindeki üst düzey subaylardan biri olan Tuğgeneral Giyas el-Dali liderliğinde Suriye sahilinde “Askeri Konsey” kurulduğunun açıklanması, bu geniş çaplı askeri operasyon için bir bahane oldu. Çünkü bu “Alevi ayaklanması” sahil bölgesini kontrol altına almaktan acizdir.

Sonuç olarak, dağlarda sivillerin öldürülmesi arttı, aynı zamanda Alevi mahallesi El-Kussur’un gerçek bir katliama sahne olduğu Banyas kasabasında da. Yüzlerce kişi öldürüldü. Bugün, 10 Mart’ta, geçici başkanın yatıştırıcı güvencelerine rağmen, önceki günlerde olduğu gibi aynı yöntem kullanılarak Kadmus çevresinde şiddet devam ediyor. 200 araçlık bir kortej belirli bir bölgeye doğru ilerliyor ve 20 ila 30 araçlık gruplara ayrılarak bir köyü işgal ediyor. Bütün aileler katlediliyor ve önlerine çıkan herkes öldürülüyor. Evler elbette tamamen soyuluyor. Bu gerçekten de HTŞ ve müttefikleri tarafından gerçekleştirilen bir dizi baskındı. Yeni rejimin güvenlik güçleri doğrudan sorumlu tutulmamak için doğrudan müdahil olmaktan kaçınıyor. Diğer cihatçı ve İslamcı grupların harekete geçmesine izin veriyorlar.

Eş-Şara ve HTŞ’nin suçluluğunu küçümsemeyi bırakmanın zamanı geldi. Bu operasyon dikkatlice Şam’dan planlanmıştır. Geçtiğimiz üç ay boyunca Aleviler faili meçhul cinayetlerin hedefi oldular ve ülkenin tüm kötülüklerinden sorumlu tutuldular. Suriye’de Sünni bir İslam Cumhuriyeti kurulmuştur; bu da halk için Esad rejimi kadar korkunç olacaktır. Fransa ve Avrupa, eski bir El Kaide yöneticisi olan Ebu Muhammed el-Colani olarak da bilinen eş-Şara’yı mutlak güç arayışında desteklememelidir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Ukrayna’da madene hücum

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz değerlendirme yazısı, Birleşik Krallık’ın küresel güvenlik stratejileri üzerine çalışan ve Batı sermayesini merkeze alan analizler üreten düşünce kuruluşu RUSI’den. Yazı, ABD’nin Ukrayna’nın maden kaynaklarını Batı tedarik zincirine entegre etme girişiminde karşılaştığı düşük emtia fiyatları, yatırım riskleri ve Çin’in piyasa hâkimiyeti gibi stratejik engellere odaklanıyor. Ancak ABD’nin Ukrayna’da madencilik sektörünü yönlendirme ve buradan jeopolitik kazanç sağlama hamlesi, yalnızca Çin’in bölgedeki etkisini kırmaya yönelik değil; aynı zamanda Amerikan sermayesinin jeopolitik çıkarlarını pekiştirmek ve krizleri fırsata çevirerek bölge ekonomisini küresel tekellerin denetimine açmak gibi daha derin bir dönüşümün parçası. Bu da Ukrayna’yı bir kez daha küresel güç mücadelesinde kendi kaderini tayin etme yetisini yitirerek, emperyal hesapların taşeron aktörlerinden biri olma rolüne mahkûm ediyor.


Ukrayna’nın maden zenginliğini ortaya çıkarmak, bir Trump anlaşmasından daha fazlasını gerektiriyor

Henry Sanderson
RUSI
28 Şubat 2025
Çev. Leman Meral Ünal

ABD, Çin etkisini sınırlandırmak amacıyla Ukrayna’nın maden gelirlerinden pay almaya hazırlanıyor; ancak piyasa koşulları, yatırım ve uygulama süreçlerini zora sokacağa benziyor.

İki ülke arasında yakın zamanda imzalanması beklenen anlaşma ile ABD, Ukrayna’nın maden kaynaklarından elde edilecek gelirlerden pay almayı garantilemiş görünüyor.

Bu hafta yayımlanan anlaşma metnine göre, nihai detaylar kesinleştikten sonra Ukrayna, doğal kaynaklarından elde edilecek olası gelirlerin yüzde 50’sini ABD-Ukrayna ortak yönetimli bir fona aktarabilecek.

Muhtemel ki her iki taraf da bu anlaşmadan stratejik faydalar sağlayacaktır. Ukrayna, madencilik endüstrisini geliştirme şansı elde ederken ABD, Çin’in, olası bir Rusya-Ukrayna barış anlaşması sonrası cevher kazancı elde etmesini engelleyecektir. Öte yandan, Çin yerine Batı tedarik zincirlerine entegre edilmiş bir Ukrayna’nın, Batılı karar alıcılar için önemli stratejik hedeflerden biri olduğunu söylemeye gerek yok herhalde.

Nitekim, Trump’ın ilk döneminde görev yapmış olan Cumhuriyetçi bir isim, ABD yönetiminin, kaynakları geliştirme amacından bağımsız olarak, yalnızca Çin’in bunları ele geçirmesini önlemek için bile böyle bir strateji izleyebileceğini belirtiyor. Anlaşmaya dair müzakereler ise, belirsiz yetkilerle donatılmış birden fazla ekibin kimi zaman aşırı taleplerde bulundukları, kimi zamansa agresif taktikler uyguladıkları haberlerinin gölgesinde geçiyor.

Çin’in pazar hakimiyetine karşı koymak

Ukrayna için bu sürecin başarılı olabilmesi, özel sektör yatırımlarını ülkeye ne denli çekebileceğine bağlı. Bu da Ukrayna’nın güvenliğinin ve diğer finansal desteklerin sağlanmasını gerektiriyor. Ancak maden projeleri her durumda, halihazırda fiyatların çok düşük olduğu Çin pazarlarıyla rekabet etmek durumunda kalacaktır. Tam da bu nedenle, Trump’ın öne sürdüğü gibi milyarlarca dolarlık gelir elde edilmesi pek de olası görünmüyor.

Ukrayna Jeoloji Araştırmaları Kurumu (USGS) eski başkanı Roman Opimakh’a göre Ukrayna, titanyum, grafit, lityum ve bazı başka nadir toprak cevherlerinin yanı sıra potansiyel olarak germanyumda da dünya pazarıyla rekabet edebilir bir pozisyonda.

Ancak bu cevherler, mevcut piyasa zorlukları düşünüldüğünde, önemli yatırımları gerektiriyor.

Elektrikli araba akülerinde kullanılan lityumu ele alalım. Ukrayna, ikisi cephe hattından uzakta olmak üzere üç potansiyel sert kaya lityum yatağına sahip: Dobra ve Polohivske yatakları.

Polohivske, Ukrayna’nın orta kesiminde, Kiev’in 200 mil [320 km] güneydoğusunda yer alıyor. Ruhsat sahibi ULM şirketi, 2028 yılında petalit cevherinden lityum konsantresi üretmeyi planlıyor. Ancak bataryada kullanılabilmesi için bu cevherin önce lityum karbonata, ardından ise batarya kalitesinde bir malzemeye dönüştürülmesi gerekecek.

Ukrayna aynı zamanda lityum-iyon bataryalar için gerekli olan grafit yataklarına da sahip. Avustralyalı Volt Resources şirketi, ülkede 1934’ten bu yana işletildiği belirtilen Zavalievsky madeninden grafit üretiyor. Ancak bu materyalin bataryalarda kullanılabilmesi için daha fazla işlenmesi gerekiyor. Şirket, bunu yapmak için ABD’de bir tesis kurmayı düşündüğünü, ancak bunun için ek sermaye gerektiğini kaydediyor.

Opimakh’ın tahminlerine göre sadece halihazırda keşfedilmiş lityum ve grafit yataklarını geliştirmek için dahi yaklaşık 1 milyar dolarlık yatırım gerekiyor.

Ancak lityum fiyatları 2022’den bu yana yüzde 80 oranında düştü; yatırımcılar bugün Avustralya gibi güvenli bölgelerde dahi yeni lityum arzına duyulan ihtiyacı sorguluyorlar. Bu durumda Ukrayna’ya yatırım yapmayı cazip kılacak ne gibi teşvikler sunulacak?

Trump’ın elektrikli araçlara karşı sabırsız tutumu

Politika yapıcıların, tasarılarını hayata geçirmeden önce önemli bir hazırlık süreci geçirmek zorunda oldukları görülüyor. ABD ve Avrupa, bu cevherlerin herhangi bir jeopolitik fayda sağlamasından önce, onları satın alacak sanayileri inşa etmeli; aksi takdirde bu kaynakların Çin’e yönelmesi riski ortaya çıkacak.

Fakat ABD’nin yenilenebilir enerji konusundaki mevcut yönelimi bu durumu biraz sekteye uğratıyor. Trump, Biden’ın elektrikli araçlara ve temiz enerjiye yönelik sübvansiyonlarını kaldırma taahhüdünde bulunmuştu; oysa bu sübvansiyonlar, Batı’da batarya fabrikaları ve temiz enerji tedarik zincirlerini oluşturmak için gerekli olan talep desteğini sağlıyordu.

Sonuç olarak Çin, arz ve talep üzerindeki hakimiyeti sayesinde bu madenlerin birçoğunun fiyatlarını hala etkin bir şekilde kontrol edebiliyor. En büyük maden tüketicisi olarak, Çin’in iç politikaları fiyatları doğrudan etkileyebilir. Ayrıca işlenmiş cevherlerin büyük bir tedarikçisi olarak piyasaları arz fazlası ile doldurma kapasitesine de sahip.

Elbette Pekin’in arkasına yaslanıp Batı dünyasını sessizce izlemesi beklenemez; zira yüksek teknoloji ürünleri üretiminde dünyaya liderlik etmek, Çin’in temel küresel stratejilerinden biri.

Trump’ın madenlere yönelik yaklaşımı, Çin’in uzun süredir dünyayı nasıl gördüğünü de yansıtıyor: Pekin, 2000’lerin başından ortalarına kadar, kaynak karşılığında kredi anlaşmaları yapma stratejisini öncülüğünü yaparak dirençli tedarik zincirleri oluşturmayı hedeflemişti.

Ancak ortada duran en büyük soru, ABD’nin jeopolitik hedeflerine ulaşmada özel sermayeyi nasıl dahil edeceğidir: Ukrayna’ya yatırım yapmaları için özel şirketlerin çok daha fazla desteklenmesi gerekecek.

Mevcut anlaşmada yer alan ve ABD’nin “istikrarlı ve ekonomik olarak müreffeh bir Ukrayna’nın geliştirilmesine yönelik uzun vadeli mali taahhüdü”nü sürdürdüğüne dair ifadeler yeterli olmayacaktır.

Örneğin, ABD Uluslararası Kalkınma Finans Kurumu’nun bahsi geçen projelere yatırım desteği sağlaması gerekecektir.

Avrupa da madencilik projelerinin finansmanına katkıda bulunmalıdır. Temmuz 2021’de Ukrayna ve AB, Hammaddelerde Stratejik Ortaklık Memorandumu’nu imzaladı. Fakat Avrupa, ABD’nin bu hafta imzaladığı anlaşmaya dahil edilmedi.

Ancak, Ukrayna’nın gelecekteki cevher gelirlerinden pay almak için bir anlaşma imzalamak, ABD’yi veya şirketlerini bu cevherlerin küresel piyasalardaki dalgalanmalarından korumaz ve yine Çin ile rekabet konusunda zafer garantisi vermez.

Trump’ın şekillendirdiği bu yeni dönemde, ABD’nin, bu hafta imzalanacak anlaşmanın mürekkebi kurumadan, stratejisini kararlılıkla hayata geçirebilecek direnç ve sürekliliği sağlaması gerekiyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Trump gümrük vergilerini uygulayamıyor

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: İktisatçı Michael Roberts’ın aşağıda çevirisini verdiğimiz makalesi, Donald Trump’ın gümrük tarifelerinin ABD ekonomisine vereceği zararı inceliyor. Nitekim, Trump Kanada ve Meksika’ya getirdiği gümrük vergilerinin önemli bir kısmından geri adım atmak zorunda kaldı. ABD Başkanının Kongre konuşmasında bu vergilerin tüketicilerde “küçük bir rahatsızlık” yaratacağı iddiası, gerçeğin bambaşka oluşuyla birlikte boşa düşüyor.


Trump’ın ‘küçük rahatsızlığı’

Michael Roberts
The Next Recession
5 Mart 2025

Görevdeki 100 günün ardından dün ABD Kongresinde konuşan Başkan Donald Trump, ABD’nin en büyük ticaret ortaklarından ithalata getirilen yeni gümrük vergilerinin “biraz rahatsızlık” yaratacağını iddia etti. Fakat yakında bunun sona ereceğini ve “gümrük vergilerinin Amerika’yı yeniden zenginleştirmek ve Amerika’yı yeniden büyük yapmakla ilgili olduğunu ” söyledi: “Bu gerçekleşiyor ve oldukça hızlı bir şekilde gerçekleşecek.”

Gerçekten de çok hızlı bir şekilde. Trump dün Kanada ve Meksika’dan ABD’ye ithal edilen mallara %25, Çin’den ithal edilen mallara ise %10 ek gümrük vergisi getirerek Amerika’nın en büyük üç ticaret ortağını önemli ölçüde daha yüksek bariyerlerle karşı karşıya bıraktı. Bu hamleler Pekin’in hemen tepkisini çekti ve Pekin 10 Mart’tan itibaren soya fasulyesi ve sığır etinden mısır ve buğdaya kadar ABD tarım ürünlerine %10-15 gümrük vergisi uygulayacağını açıkladı. Kanada da 107 milyar dolarlık ABD ithalatına, 21 milyar dolarlık ithalattan başlamak üzere, derhal gümrük vergisi getireceğini açıkladı. Başbakan Justin Trudeau, “Kanada bu haksız kararın cevapsız kalmasına izin vermeyecektir,” dedi. Ottawa’ya karşı uygulanan vergiler, %10’luk bir tarifeyle karşı karşıya olan Kanada petrol ve enerji ürünleri hariç %25 olarak belirlendi. Kanada, ABD’nin ham petrol ithalatının yaklaşık %60’ını gerçekleştiriyor.

Çin ayrıca ABD şirketlerini de hedef alarak on şirketi ulusal güvenlik kara listesine aldı ve diğer 15 şirkete ihracat kontrolü getirdi. Ayrıca ABD’li biyoteknoloji şirketi Illumina’nın gen dizileme ekipmanlarını Çin’e ihraç etmesini yasakladı. Pekin, Trump’ın ilk gümrük vergileri saldırısına yanıt olarak Illumina’yı geçen ay “güvenilmez kuruluşlar” listesine eklemişti.

Planlanan tüm gümrük vergileri ABD’nin gümrük vergisi oranını birkaç hafta içinde %20’nin üzerine çıkaracak ve bu oran Birinci Dünya Savaşı öncesinden bu yana görülen en yüksek oran olacak. Joseph Politano’nun da belirttiği gibi, ABD’nin 1,3 trilyon dolarlık ithalatını ya da ABD’ye getirilen tüm malların yaklaşık %42’sini kapsayan bu eylemlerin maliyeti muazzam ya da yaklaşık bir asır önceki meşhur Smoot-Hawley Yasası’ndan bu yana tek başına en büyük tarife artışı.

Gümrük vergileri ABD’de benzin, gübre, çelik, alüminyum, ahşap, plastik ve dahası gibi temel hammaddelerin fiyatlarını artıracak. Özellikle Meksika’dan gelen taze meyve ve sebzeler olmak üzere, bakkaliye ürünlerini bulmak zorlaşacak. Karmaşık entegre Kuzey Amerika tedarik zincirlerine –araçlar, bilgisayarlar, kimyasallar, uçaklar ve daha fazlası– dayanan imalat sektörleri, bu bağlantıların zorla koparılması halinde durma noktasına gelebilir. Üretimin özellikle Çin ve Meksika’da yoğunlaştığı telefonlar, dizüstü bilgisayarlar ve beyaz eşyalar için maliyetler artabilir. İhracatçılar artan hammadde maliyetleri, para biriminin değer kazanması ve yaklaşan misilleme gümrük vergileri nedeniyle zarar görecek ve bunların hepsi ABD iktisadi faaliyetlerini azaltacaktır.

Bu tarifelerin toplam maliyeti, ABD’li tüketicilerin ve işletmelerin ithal mal alımları için daha fazla ödeme yapmalarıyla 160 milyar doları bulacak ve daha fazlası da gelecek. Trump’ın salı günü aldığı önlemler, önerdiği önlemlerin yalnızca %40’ını oluşturuyor. Bir sonraki parti uygulamaya konulursa, ithalat maliyetini 600 milyar doların üzerine ya da GSYİH’nin %1,6’sına çıkaracak.

İthal mallara gümrük vergisi koymanın iktisadi argümanlarından biri yerli şirketleri yabancı rekabetten korumak. İthalatın vergilendirilmesiyle yurtiçi fiyatlar nispeten ucuzlar ve vatandaşlar harcamalarını yabancı mallardan yerli mallara kaydırarak yerli sanayiyi genişletir. Fakat bu argümanın çok az ampirik dayanağı vardır. New York Fed yakın zamanda artan gümrük vergilerinin yerli firmalar üzerindeki etkisini analiz etti. Çalışmada şu sonuca varıldı: “Küresel tedarik zincirlerinin karmaşık olması ve yabancı ülkelerin misilleme yapması nedeniyle gümrük tarifelerinin uygulanmasından kazanç elde etmek zordur. Ticaret savaşının açıklandığı günlerde borsa getirilerini kullanarak elde ettiğimiz sonuçlar, firmaların beklenen nakit akışlarında ve reel sonuçlarda büyük kayıplar yaşadığını gösteriyor. Bu kayıplar geniş tabanlı olup, Çin’e maruz kalan firmalar en büyük kayıpları yaşadı.

Dahası, Danimarkalı iktisatçı Jesper Rangvid’in de gösterdiği gibi, Trump sadece iki taraflı mal ticaretine bakıyor; hizmet ticaretini ve sermaye ile emekten elde edilen kazançları göz ardı ediyor. Öyle ki, ABD’nin en azından Avro bölgesine yaptığı hizmet ihracatından elde ettiği gelir ve bu bölgeye ihraç ettiği sermaye ve işgücü ücretlerinden elde ettiği getiri, mal ticaretindeki iki taraflı açığını telafi etmektedir. Avro bölgesinin ABD ile olan toplam ikili cari işlemler dengesi sıfıra yakındır.

Trump’ın gümrük vergisi yaylım ateşi ‘Amerika’yı yeniden büyük yapmak’ bir yana, ABD ekonomisini ve onunla birlikte diğer büyük ekonomileri resesyona sürükleme ihtimaline sahip. Kiel Enstitüsü, AB’nin ABD’ye ihracatının %15-17 oranında düşeceğini, bunun da AB ekonomisinde %0,4 oranında “önemli” bir daralmaya yol açacağını, ABD GSYİH’sinin ise %0,17 oranında küçüleceğini hesaplıyor. AB’nin misilleme gümrük vergileri uygulaması halinde, bu ekonomik zararı iki katına çıkaracak ve enflasyonu 1,5 puan artıracak. Almanya’nın ABD’ye mamul mal ihracatı neredeyse %20 oranında düşerek en kötü darbeyi alacak. Zaman içinde kaybedilen ihracatın tam büyüklüğü belirsiz olsa da (tedarik zincirlerinin yeniden kurulması zaman alacağından), bu vergilerin devam etmesi halinde ABD ile ticaret yapan büyük ekonomilerin GSYİH’lerinde önemli bir düşüş yaratması muhtemel.

ABD imalatı üzerindeki genel etki, ihracat kaybında GSYİH’nin yaklaşık %1’ini bulabilir.

Bu tahminlerden biri. Yale Üniversitesi iktisatçıları daha da ileri gidiyor. Planlanan %25’lik Kanada ve Meksika tarifeleri ile %10’luk Çin tarifelerinin yanı sıra halihazırda yürürlükte olan %10’luk Çin tarifelerinin etkisini modellediler. Bu tarifelerin, efektif ortalama tarife oranını 1943’ten bu yana en yüksek seviyeye çıkaracağını hesapladılar. Yurtiçi fiyatlar mevcut enflasyon oranına göre %1’in üzerinde artacak ki bu da 2024 yılında hane başına ortalama 1.600-2.000 dolar tüketici kaybına eşdeğerdir. ABD’nin reel GSYİH büyümesini bu yıl %0,6 puan düşürecek ve gelecekteki yıllık büyüme oranlarından %0,3-0,4 puan azaltarak yapay zeka infüzyonundan beklenen verimlilik kazanımlarını silecek.

ABD’deki Uluslararası Ticaret Odası [ICC] o kadar endişeli ki, Trump planlarından geri adım atmazsa dünya ekonomisinin 1930’lardaki Büyük Buhran’a benzer bir çöküşle karşı karşıya kalabileceğini düşünüyor. ICC Genel Sekreter Yardımcısı Andrew Wilson, “Derin endişemiz, bunun bizi 1930’ların ticaret savaşı bölgesine sokan aşağı doğru bir sarmalın başlangıcı olabileceği,” diyor. Dolayısıyla Trump’ın önlemleri “küçük bir rahatsızlığın” çok ötesine geçebilir .

Yeni gümrük tarifelerinin açıklanmasından önce bile ABD ekonomisinin bir miktar yavaşladığına dair önemli işaretler vardı. Artan ithalat tarifelerinin etkisi resesyon için bir kırılma noktası olabilir. Wall Street de böyle düşünüyordu. Trump gümrük vergisi önlemlerini açıkladığında, Trump’ın seçim zaferinden bu yana ABD borsasında elde edilen tüm kazançlar silindi.

Birkaç hafta içinde ABD ekonomisine ilişkin söylem, ABD ekonomisinin “istisnailiğinden” büyümede ani bir gerilemeye ilişkin endişeye dönüştü. Perakende satışlar, imalat, reel tüketici harcamaları, konut satışları ve tüketici güveni göstergelerinin hepsi son bir iki ay içinde düşüş gösterdi. 2025’in ilk çeyreği için reel GSYİH büyümesine ilişkin konsensüs tahminleri artık sadece yıllık %1,2.

Atlanta Fed’in yakından takip edilen mevcut GSYİH ŞİMDİ izleyicisi ise tam bir daralma öngörüyor.

ABD imalatı bir yıl ya da daha uzun bir süredir durgunluk içinde fakat imalat faaliyetlerine ilişkin son göstergelerde endişe verici olan bir diğer husus da maliyetlerdeki önemli artış. ISM Başkanı Timothy Fiore, “Şirketler yeni yönetimin tarife politikasının ilk operasyonel şokunu yaşarken talep azaldı, üretim dengelendi ve personel çıkarma devam etti. Tarifeler nedeniyle hızlanan fiyat artışı, yeni siparişlerin birikmesine, tedarikçi teslimatlarının durmasına ve imalat envanterinin etkilenmesine neden oldu,” diyor. Yeni siparişler Mart 2022’den bu yana en büyük düşüşü göstererek daralma bölgesine girdi ve üretim keskin bir şekilde yavaşladı. Buna ek olarak, fiyat baskıları Haziran 2022’den bu yana en yüksek seviyeye çıktı.

Fakat pandeminin sona ermesinden bu yana ABD ekonomisinin sözümona istisnailiği her zaman istatistiksel bir yanılsamaydı. Bir çalışma, birçok Amerikan hanesi için istihdam, ücretler ve enflasyonla ilgili gerçek hikayeyi ortaya koyuyor. İlk olarak, resmi rakamlara göre neredeyse rekor düzeyde düşük olan işsizlik oranı sadece %4,2. Fakat bu rakam, ara sıra iş yapan evsiz insanları da istihdam edilmiş olarak kabul ediyor. İşsizlere yarı zamanlı iş dışında bir iş bulamayanlar ya da yoksulluk ücreti (kabaca 25.000 dolar) alanlar da dahil edilirse, bu oran aslında %23,7. Başka bir deyişle, bugün Amerika’da neredeyse her dört çalışandan biri işlevsel olarak işsizdir. Resmi medyan ücret 61.900 dolar. Fakat işgücündeki herkesi takip ederseniz, yani yarı zamanlı çalışanları ve işsiz iş arayanları dahil ederseniz, medyan ücret aslında yılda 52.300 dolardan biraz fazla. “Medyan ücretle çalışan Amerikalı işçiler, geçerli istatistiklerin gösterdiğinden %16 daha az kazanıyor.” 2023 yılında resmi enflasyon oranı %4,1 idi. Fakat gerçek yaşam maliyeti bunun iki katından daha fazla arttı: tam %9,4. Bu da 2023 yılında satın alma gücünün medyan olarak %4,3 düştüğü anlamına geliyor.

Avrupalı liderlerin Trump’ın gümrük vergisi hamlelerine ve Rusya’ya karşı savaşında Ukrayna’yı desteklemekten açıkça geri çekilmesine cevabı, daha fazla savaş hazırlığı gibi görünüyor. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsüne göre, küresel savunma harcamaları geçen yıl 2,2 milyar dolara ulaşarak rekor kırarken, Avrupa’da ise 388 milyar dolara yükselerek ‘soğuk savaş’tan bu yana görülmemiş seviyelere ulaştı. Financial Times’ın liberal Keynesyen iktisat gurusu Martin Wolf, “Savunma harcamalarının önemli ölçüde artması gerekecek,” diyor. “Bu harcamanın 1970’lerde ve 1980’lerde Birleşik Krallık GSYİH’sinin %5’i ya da daha fazlası olduğunu unutmayın. Uzun vadede bu seviyelerde olması gerekmeyebilir: modern Rusya Sovyetler Birliği değil. Yine de, özellikle ABD’nin çekilmesi durumunda, inşa sırasında bu kadar yüksek olması gerekebilir.

Bunun bedeli nasıl ödenecek? “Eğer savunma harcamaları kalıcı olarak artırılacaksa, hükümet yeterli harcama kesintisi bulamazsa, ki bu da şüpheli, vergilerin arttırılması gerekir.” Fakat endişelenmeyin, tanklara, askerlere ve füzelere yapılan harcamalar aslında bir ekonomi için faydalıdır, diyor Wolf. “Birleşik Krallık gerçekçi bir şekilde savunma yatırımlarının ekonomik getirilerini de bekleyebilir. Tarihsel olarak savaşlar inovasyonun anası olmuştur.” Wolf daha sonra İsrail ve Ukrayna’nın savaştan elde ettiği kazanımlara ilişkin harika örneklerden bahsediyor: “İsrail’in “startup ekonomisi’ ordusunda başladı. Ukraynalılar şimdi dron savaşında devrim yarattılar.” Savaşın getirdiği yeniliklerin insani maliyetinden bahsetmiyor Wolf: ”Ancak asıl önemli olan nokta, savunmaya önemli ölçüde daha fazla harcama yapma ihtiyacının, her ikisi de doğru olsa da, sadece bir gereklilikten ve sadece bir maliyetten daha fazlası olarak görülmesi gerektiği. Eğer doğru şekilde yapılırsa, bu aynı zamanda iktisadi bir fırsattır.” Yani savaş iktisadi durgunluktan çıkış yolu.

Almanya’nın müstakbel Şansölyesi Friedrich Merz de (son seçimleri kazandıktan sonra) aynı hikayeyi benimsedi. Hükümetin hesaplarını ‘dengelemek’ için herhangi bir ekstra mali harcamaya karşı çıktığı seçim kampanyasından tam bir dönüş yaparak, şimdi Avrupa’nın en büyük ekonomisini canlandırmak ve yeniden silahlandırmak için Almanya’nın ordusuna ve altyapısına yüz milyarlarca dolarlık ekstra fon enjekte etme planını destekliyor. Yeni bir düzenleme ile GSYİH’nin %1’inin üzerindeki savunma harcamaları, hükümetin borçlanmasını sınırlayan “borç freninden” muaf tutularak Almanya’nın silahlı kuvvetlerini finanse etmek ve Ukrayna’ya askeri yardım sağlamak için sınırsız miktarda borçlanmasına izin verilecek. Ayrıca, altyapı için on yıl boyunca sürecek 500 milyar avroluk bir fon oluşturmak üzere bir anayasa değişikliği yapmayı planlıyor. Birdenbire silahlanma ve askeri girişimler için bol miktarda nakit ve borçlanma imkanı ortaya çıktı.

İngiltere’nin planı, dünyanın yoksul ülkelerine yönelik yardım programını keserek ‘savunma’ harcamalarını iki katına çıkarmak. Trump ayrıca ABD’nin dış yardımlarını da dondurdu. Küresel borç 2024 yılında 7 trilyon dolar artışla 318 trilyon dolara ulaştı. Küresel borcun küresel GSYİH’ye oranı son dört yılda ilk kez yükseldi; yani borç nominal GSYİH’den daha hızlı artarak GSYİH’nin %328’ine ulaştı. Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF), borç yükleri artmaya devam eden yoksul ülkelerin büyük bir baskı altında olduğu uyarısında bulundu. Bu ekonomilerdeki toplam borç 2024 yılında 4,5 trilyon dolar artarak, gelişmekte olan piyasaların toplam borcunu tüm zamanların en yüksek seviyesi olan GSYİH’nin %245’ine çıkardı. Bu yoksul ekonomilerin birçoğu bu yıl 8,2 trilyon dolarlık rekor bir borcu çevirmek zorunda ve bunun yaklaşık %10’u yabancı para cinsinden; bu da finansmanın kesilmesi halinde hızla tehlikeli bir hal alabilecek bir durum. Yani önümüzde daha fazla savaş ve daha fazla yoksulluk var.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English