Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Rusya Çin’den ne bekliyor?

Yayınlanma

Çin-Rusya ilişkileri genellikle sadece jeopolitik açısından değerlendiriliyor. NATO yanlısı jeopolitikçiler şöyle bakıyorlar: felaket, Rusya ve Çin arasında bir blok kuruluyor, durdurmalıyız. Asyacı jeopolitikçiler de şöyle bakıyorlar: yaşasın, Rusya ve Çin arasında bir blok kuruluyor, desteklemeliyiz.

Her ikisi de yanlış. Nesnelliği olmayan bir disiplin olarak jeopolitik, tamamen siyasidir, ama siyasetin kendisi de tamamen sınıfsaldır.

Dış ilişkiler içerideki sınıf kompozisyonunun eseridir ve ona etkide bulunur; ama bir ülkeyle (Çin) sürdürülen dış ilişkilerin içerideki sınıf kompozisyonunu böylesine doğrudan ilgilendirdiği Rusya’dan başka bir ülke daha zor bulunur.

Dört başlıkta bakalım: işçi sınıfı, küçük ve orta burjuvazi, büyük burjuvazi, Kremlin.

İşçi sınıfının büyük bir bölümünün temsilcisi olma niteliğini koruyan Komünist Partisi için Çin, küresel bir NEP anlamına gelmekle kalmaz, Rusya’da kapitalist restorasyona yol açan problemlerin ideal çözümünü de temsil eder. Bu öyle büyük önem taşıyor ki, Komünist Partisi geçen kasım plenumu raporunda “Çin Deniz Feneri” başlığıyla özel bir bölüm açmıştı. RFKP Merkez Komitesi orada, (Çin’de) “hızlı iktisadi büyümenin kapitalist sınıfların iştahına değil bütün halkın menfaatlerine hizmet ettiğini” vurgulamış, Si Tsinpin’in şu sözlerini hatırlatmıştı: “Biz reformları hiç de Çin’in özgüllüklerini taşıyan bir sosyalizm kötü olduğu için değil, bu sosyalizm daha da iyi olsun diye derinleştiriyoruz.” RFKP aynı yerde, ÇKP’nin yönetici rolünün de altını çizmişti: “SSCB’nin trajik tecrübesi, komünist partisinin yönetici rolünden vazgeçilmesinin kaçınılmaz olarak toplumu kaosa sürüklediğini ve kapitalist restorasyona yol açtığını gösterdi.” Dolayısıyla RFKP’ye göre ÇKP’nin iktidarda kalması ülkenin sosyalist geleceğinin de garantisidir. RFKP, Çin yönetiminin en temel ideolojik-siyasi ilkelerinin savunulmasını görev sayıyordu: “Çin’in özgüllükleri”, “sosyalist devletin çokyönlü modernizasyonu”, çevre meselesine yapılan güçlü vurgu; Çin’in “jeopolitik” stratejisinin ana kavramları: “insanlığın ortak kaderi”, “tek kuşak tek yol”; bu stratejinin teşkilat organları: “emperyalist küreselleşmeye karşı sağlam bir denge” oluşturma potansiyeli sunan ŞİÖ, BRICS, vb.

Plenum raporunun ilgili bölümünün en dikkat çekici ifadesi ise, son cümleleriydi: “Çin Halk Cumhuriyeti’nin tecrübesi evrensel bir önem kazanmış bulunuyor. Bu tecrübe derin bir inceleme ve yararlanmayı hak ediyor. Rusya yetkililerinin Çin’deki iktisadi, sosyal ve bilimsel-teknolojik gelişmeden öğrenecekleri işte bunlardır. Gerçek bir egemenliği sadece bu garanti eder.”

Küçük ve orta burjuvazi için NEP, “azami iktisadi hürriyetten” (bu, Putin’in 24 Şubat’tan beri ekonomiyle ilgili hemen bütün konuşmalarında kullandığı bir postüladır) başka Rusya tarihinin en demokratik kesitine, Rusya aydınının asr-ı saadetine geri dönüş demektir. Bu, küçük burjuvazinin yükselmesinin önüne hiçbir engel konulmadığı bir dönemdir.

NEP’in önemi nedir? Lenin’in RKP(b) 10’uncu kongresinde NEP’i duyurduğu 15 Mart 1921’in arifesindeki durumu hatırlayalım: iç savaş Ukrayna’dan Sibirya’ya kadar devam ediyor, devrim için alarm zillerini çalan Kronştadt ayaklanması kısa bir süre önce bastırılmış, Petrograd ve Moskova fabrikaları çalışmıyor çünkü yakıt yok, kitlesel açlık kapıda, “savaş komünizmi” özellikle köylülük üzerindeki ağır yüküyle iktisadi bir felaket hazırlamış… Böyle bir ortamda NEP, devletin dış ticaret tekeli altında küçük ve orta burjuvazinin sermaye birikimine imkân sağlıyor, iç savaşın kazanılmasının maddi şartları hazırlanıyor, ülke 1914’ten beri ilk defa normalleşiyor. Aslında fiilen 1920’de uygulanmaya başlayan NEP hukuken 1931 sonunda yerini sanayileşmeye bıraktığında ülke tamamen başka bir görünümdeydi: savaşın deklase ettiği işçi sınıfının yerine yenisi doğmuş, sağda solda NEP zenginleri daha da yükselmenin yollarını arıyor; bütün Rusya tarihinin en demokratik dönemi.

Orta burjuvazi açısından mevcut durum daha ayrıntılı incelenmeli. 24 Şubat’tan önceki orta burjuvazi büyük oranda deklase oldu, geleneksel olarak Navalnıy vb. liberal muhalefeti destekleyen bu kesim, servetlerinin büyüklüğüne göre, yeterince varlıklı değilse eski Sovyet ülkelerine, biraz daha iyi durumdaysa Türkiye’ye, kendi sınıfının tepesindeyse de Birleşik Arap Emirlikleri veya Avrupa’nın güney sahillerine göçtü. Bunlar yanlarında, aynı siyasi programı savundukları, küçük burjuvazinin görece müreffeh ve daha az gelecek kaygısı duyan bir kesimini de (bilişim uzmanları) götürdü.

Gidenlerin bu ikinci halkası gerçekten de bir sorun teşkil ediyor, zira yaptırımların önemli bir bölümü Rusya’nın teknolojik gelişme altyapısını hedef alıyordu. Aslında aklıevvel “ultra-yurtseverler” (veya “urra-yurtseverler”) dışında hemen herkes bu durumun teknolojik gelişme potansiyeli açısından yarattığı tehdidin farkındaydı; Komünist Partisi’nin Birleşik Rusya’daki “urracılara” karşı çıkarak bu insanların geri dönüşü için şartları yaratmayı telkin etmesi dikkat çekicidir. Ama ilk halkanın, orta burjuvazinin ortadan kalkması bir sorun olmaktan ziyade büyük bir fırsat teşkil ediyordu, zira böylelikle yeni bir orta burjuvazi oluşturulmasının önü açıldı.

24 Şubat sonrası sürecin içeride sınıf kompozisyonuna yaptığı en önemli, en “devrimci” etki budur. Böylece liberal muhalefetin sınıfsal temeli ortadan kalkarken yeni orta burjuvazi tarafsız-bonapartist devlet talebiyle Kremlin’in neredeyse kayıtsız şartsız destekçisi haline geldi.

Putin’e verilen desteğin sınıfsal temeliyle ilgili somut bir araştırmaya rastlamadım. Anketler yapılırken gelir durumu sorulsa bile bunlar (mesela VTSiOM’un çalışmalarında) sonuçlara yansımıyor. Ancak 24 Şubat’tan sonra Putin’e olan destekteki muazzam artışın (5 Aralık 2021’de yüzde 63,5’ten 3 Nisan 2022’de yüzde 81,6’ya çıktı, o zamandan beri de sadece 2 defa yüzde 78’e düştü) bu yeni orta burjuvazinin tutumuyla ve küçük burjuvazinin artan desteğiyle de ilişkilendirilmesi gerektiğinden kuşku duymuyorum. Bu kesim, ister içeride küçük ve orta ölçekli sanayiyle, ister perakende veya toptan ticaretle, ister dış ticaretle uğraşsın, teknoloji, ithalat girdisi ve mamul madde ihtiyacında ve ihracatta Çin’e bağımlı. Çin, bu orta burjuvazinin gözünde, KP için olduğu gibi ideolojik bir “deniz feneri” değilse bile siyasi olarak ideal bir bonapartizm örneği olarak görülüyor.

Büyük burjuvazi için Çin’le ilişkiler hem potansiyel hem de tehdit anlamına gelir. Potansiyel çok açık: batıda yaptırımlarla kapanan dış pazarlar doğuda hâlâ açık ve eğer burjuvazi üretime devam edecekse bunu ancak doğuya açılarak yapabilir. Ama çok fazla “eğer” var. Birincisi, batı ile cepheleşme büyük burjuvazinin tercihi değildi; tersine, “eğer” Kremlin Ukrayna tehdidi yüzünden eyleme geçmeseydi, büyük burjuvazinin komprador niteliği desteklenirdi, böylece ne batı pazarı ortadan kalkardı, ne de istifçi eğilimleri üretkenliğinden çok daha fazla olan burjuvazi böylesine büyük kayba uğramaz, troyka kontrolündeki offshore hesapları sorunsuz işlemeye devam ederdi. Dolayısıyla, çatışmanın sona erdirilmesi ve troyka ile yeni bir sulh dönemine girilmesi büyük burjuvazinin tercihidir, ama iktidar mekanizmalarından büyük ölçüde dışlanmış olan ve dışlanmaya devam eden burjuvazi bu amacına ulaşabilecek güçte değil. İkincisi, doğu pazarı istifçi eğilimlere karşı devlet denetiminin artması anlamına da gelir. Doğru, bir yandan Rusya’nın bakirliği içinde (uluslararası şirketlerin uzaklaşması bu bakir niteliği güçlendiriyor) üretken burjuvazi için büyük imkânlar sunar. Ama diğer yandan bu imkânlar bağımsız değildir ve burjuvaziyi devlet denetiminden başka devlet planlamamasına da mecbur edebilir. Herhangi bir ülkede burjuvazinin üretken veya istifçi olması bir tercih değildir, bu onun niteliğini tayin eden tarihi şartların ve bu niteliği tahkim eden dünya kapitalist sisteminin gereği olarak öyledir. Tarihi olarak, Rusya’da büyük burjuvazinin ortaya çıkışı (Sovyetler Birliği’nde kapitalist restorasyon) onu böyle şekillendirmiştir. Küresel olarak, neredeyse tamamen finanslaşmaya dayanan neoliberal dünya sistemi bugün gırtlağından nefes değil ölüm hırıltıları yükseliyor olsa bile herhangi bir çevre ülkesinin burjuvazisine mali bağımlılıktan başka imkân vermiyor.

Gene de büyük burjuvazinin bir bölümü bu çoklu denklemden, Kremlin’le çatışmaya girmeksizin, ama mümkün olduğunca siyasi bağımsızlık elde ederek çıkmaya çalışıyor.

Deripaska’nın Credit Suisse kriziyle ilgili söyledikleri çok dikkat çekicidir. Bu kurnaz ve zeki (iki niteliğe nadiren birlikte rastlanır) oligark, Credit Suisse’in arkasından UBS’nin de tepetaklak yuvarlanacağını, çünkü Amerikan Merkez Bankası’nın faizleri “delice” artırarak “çok ileriye gittiğini” söylüyor. Deripaska’ya göre batı ekonomisi “fazlasıyla pazar ekonomisi” ve ciddi bir dengesizliğe tahammülü yok; ama Moskova’nın da “sevinmesi için erken”. Çin’e gelince, tam da bu süreçte Amerikan Maliye Bakanlığı’nın hazine kâğıtlarını satmaya başlayarak “Amerikan ekonomisine bıçağı saplayabilir”. Bu yüzden batının (ifadenin kabalığından ötürü bağışlayın) “donunu indirip Çinlilerin önünde eğilmesi gerek”.

Bu sözlerin meali şöyle yapılabilir: biz de “fazlasıyla pazar ekonomisi” olmaktan çıkmak istiyoruz (büyük burjuvazinin sınırsız tekelleşme eğilimini yansıtıyor; böylelikle orta burjuvazinin yükselişini de engeller), bunun için devlete katılmalıyız. Demek ki Deripaska, ısrarlı talebini (devletin burjuvaziye açılması) devam ettiriyor. “Offshore istifçisi kötü burjuvalar gibi değil, iyi ve üretken burjuva” rolü oynamaya çalışıyor ve bunu iktidar katında itibar ve ikbal kazanmak için yapıyor. Ama uluslararası ilişkiler açısından da sunduğu çözüm, bütünüyle sistem içi bir çözüm: bizim de Çin gibi bolca Amerikan hazine tahvilimiz olsaydı onları felç edebilirdik!

Kremlin’in durumu son derece özgün, zira (devamlı vurguladığım gibi) bonapartist nitelikleri belirleyici. Jeopolitikle karşılaştığımız ve bu yalancı disiplinin sınıf çatışmalarının gerçek muhtevasını örttüğü yer de burası: mesele sadece Kremlin’in jeopolitik tercihlerinden veya jeopolitik mecburiyetlerinden ibaretmiş sanılıyor. Bütün bunları tetikleyen ülke içi ve uluslararası sınıf ilişkileri (içeride sınıf kompozisyonu, dışarıda troykanın hâkim olduğu neoliberal dünyada gelişme imkânlarının tamamen silinmiş olması) gölgede kalıyor.

Bu, yalancı disiplinin işlevsiz olduğu anlamına gelmez. Jeopolitik küçük devletler için bütünüyle yıkıcı sonuçlar doğurur, ama büyük devletler için gayet işlevsel olabilir, zira uluslararası meselelerde kararlar almak için uluslararası ilişkilerin gerçek muhtevasına (sınıflara) bakmaya gerek yok. Bu anlamda, Kremlin açısından mesele “ideolojik” değil, bütünüyle işlevseldir. Sosyalizmin de Kremlin için bir yönetme kültüründen, özgül bir yönetim biçiminden ibaret olması, bu işlevselliği besler.

Çin, bu işlevselliği temsil ediyor.

Putin’in dün Si Tsinpin’i Kremlin’deki gayriresmi kabulünde söylediği şu sözleri, Kremlin’in yaklaşımının son derece samimi bir ifadesi saymak gerek:

“Çin’de gayet etkin bir iktisadi kalkınma ve devleti güçlendirme sistemi kuruldu. Bu, başka ülkelerde olduğundan çok daha etkin. Bu aşikâr bir olgu.”

Belli belirsiz bir hayranlık da seziliyor. Tıpkı Komünist Partisi’nin Çin’de, Sovyetler Birliği’nde kapitalist restorasyona yol açan şartlardan çıkış yolunu görüyor olması gibi, Kremlin de iktisadi kalkınma, güçlü devlet ve işlevsel yönetim görüyor. Bu, tıpkı Komünist Partisi için olduğu gibi Kremlin için de bir ideal çözüm formülüdür. İstikrarlı bir kalkınmayı garanti eden, içeride sosyal çatışmayı önleyen, devletin tayin edici rol oynadığı bir model: Kremlin için Çin’in özü budur. Bu modelin adının ne olduğu, hangi ideolojik ilkelere dayandığı bir önem taşımıyor. Bu model ancak küçük ve orta burjuvazinin “azami iktisadi hürriyete” sahip olması, işçi sınıfının gelir ve refah seviyesinin korunması ve mümkün olduğunca yükseltilmesi, büyük burjuvazinin de dizginlenmesiyle mümkün olur. Modelin kilidi, siyasetin tayin ediciliğinde yatar. Bu, Kremlin’in Sovyet tecrübesinden öğrendiği şeydir aynı zamanda: Putin birçok yerde, Sovyet sistemini dağıtan şeyin Komünist Partisi tekelinin ortadan kalkması olduğunu vurgulamıştı. Bu doğru vargının, Komünist Partisi’nin yukarıda alıntıladığım görüşüyle bütünüyle örtüşmesi tesadüf değildir.

Diğer sınıflar açık ve kesin bir şekilde Kremlin’in arkasında durduklarına göre burada sorun, büyük burjuvazinin nasıl dizginleneceğidir.

“Rusya…”da Rotenbergler üzerinde önemle durmuştum. Bu, özel bir durum olmaktan ziyade yeni bir eğilimi temsil eder; Deripaska’nın (ve başkalarının da) devlet adamlığı hülyalarının tatmini için bir yol olabilir ama bundan memnun kalmayacakları da açık. Özetle, formül şudur: büyük şirketler devletin büyük hissedar olduğu, “stratejik sektör” olarak tanımlanan konsorsiyumlara katılmaya zorlanır; bu, şirket sahibi oligarkın hareket serbestliğini ortadan kaldırır ve devlet planlamasına uymak zorunda bırakır; bir çeşit rüşvet olarak da oligarkın kendisine sadece yetkileri daraltılmış bir tür CEO işlevi yüklenir. Mülkiyet ilişkisine hukuken dokunulmaz, ama kontrol ve planlama derinleştirilir.

GÖRÜŞ

Trump’ın barometresi İsrail

Yayınlanma

HASAN BÖGÜN

Cumhuriyetçi Parti’nin ve adayı Donald Trump’ın ezici üstünlüğüyle sonuçlanan 5 Kasım ABD seçimlerinin sonrasında ortaya çıkan tabloyu maddeler halinde analiz edelim.

1. Yürütme, yasama, yargı bütün erklerin Cumhuriyetçi Parti’nin eline geçtiği ender görülen bir sonuç ortaya çıktı. Denetim mekanizmaları işlemeyecek ve Amerikan toplumu çatışmalara varacak denli bölünmüş durumda. Hem dikey (federal hükümet ile eyaletler arasında), hem yatay (iki tarafın dayandığı sokak güçleri arasında) keskin bölünme…

ABD tarihinin belki de 1865 iç savaşından sonraki en zor dönemi…

2. Trump, çok iddialı bir yargı gibi görünse de, gerçekte kendisinden başka hiç kimseyi temsil etmiyor. Bir programı, onu bırakın bir program zihniyeti bile yok.

Emlak spekülasyonlarından ve yasal boşlukları değerlendirerek vergi kaçırmaktan milyarlar kazanan bir işadamı. New York Times gazetesine göre, 2016 ve 2017 yıllarında sadece 750’şer dolar gelir vergisi ödemiş. Manhattan Ceza Mahkemesi 2023 Ocak’ında Trump’ın emlak şirketine, vergi dolandırıcılığı yaptığı suçlamasını sabit görerek 1 milyon 61 bin dolar para cezası verdi.

Amerika’yı nasıl “yeniden büyük” yapacağının resmi…

HERKESİN MAGASI KENDİNE

3. Sözü açılmışken “Amerika’yı yeniden büyük yap!” (MAGA) sloganını açalım: O slogan, otomotiv fabrikaları kapandığı için nüfusu 2 milyondan 700 bine düşen Detroit halkının yüreğinde başka telleri titreştirir; 290 bin dolar hastane faturası alan yaşlı kadının yüreğinde başka; 314 milyar dolarlık servetini büyük ölçüde mali sektörden kazanmış olan dünyanın en zengini Elon Musk’ın yüreğinde başka; bizzat Trump’ın yüreğinde başka; Cumhuriyetçi Parti kodamanlarının yüreğinde başka…

Bu kadar farklı titreşimler nasıl akord oldu? Onu yapan da Trump değil; sloganın, eğer bir mucit atanacaksa, mucidi Cumhuriyetçi Ronald Reagan idi. Garantisi, Vietnam yenilgisinin moral bozukluğunu terapiden geçirerek Reagan’a seçim kazandırdı.

Ama Reagan Amerika’yı büyük yapmadı, tersine küçülttü. Bir örnek verelim: 1975 yılında ABD gemi inşa sanayisi küresel çapta birinciydi, şimdi 19. sırada. ABD Donanma Enstitüsü’ne göre ABD’nin ticari gemi inşa kapasitesi küresel toplamın yalnızca yüzde 0,13’ünü oluşturuyor.

Reagan 1981’de başkan olunca, savaş gemileri üretimini artırmak için ticari gemi inşasını destekleme programını iptal etti. Ticari gemi inşa sanayisi çöktü. Sanayide çalışan 40 bin dolayında nitelikli işçi işten çıkarıldı.

Amerika Gemi İnşaatçıları Konseyi Başkanı Matthew Paxton, gerilemenin gemi inşasını destekleyen sanayileri de etkilediğini söylüyor. Gemi inşası çelik, motor, elektronik, boya, kablo ve başka birçok ürün gerektiriyor.

ABD çelik fabrikalarının halen ülke çapında yaklaşık yüzde 70 kapasiteyle çalıştığını belirten Çelik İşçileri Sendikası (USW) Başkanı David McCall’a göre, gemi inşa sanayisini yeniden canlandırmak için, çelik imalatı altyapısına kapsamlı yatırımlarla genişletilmesi gerekli. Böylesi yatırımların sonuçlarını almak, 10 yıl değilse bile beş yıldan fazla sürer.

Sektörün ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücü de yok. ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu verilerine göre, 2022 ile 2023 yıllarında Amerikan gemi mühendislerinin ve tasarımcılarının sayısında artış olmadı.

ABD işgücü sorununu çözmek için Güney Kore ve Japonya gibi müttefiklerine yöneliyor. Deniz Kuvvetleri Bakanı Carlos Del Toro, bir araya geldiği bu iki ülke gemicilik sektörü yetkililerini ABD’de daha fazla üretim yapmaya teşvik etti.

Dememiz o ki, Trump ve Cumhuriyetçi kodamanlar için MAGA, amigonun bağırttırdığı “Ole ole ole cimbom” her maç günü nasıl bir iş görüyorsa o işi gördü, yeni seçime kadar bir köşede bekleyebilir.

PARA VE DÜDÜK

4. OpenSecrets adlı kuruluşun raporuna göre, Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin başkan ve Kongre adaylarına toplam 15,9 milyar dolar bağış yapılmış. Bağışların neredeyse üçte ikisi milyarderlerden. Forbes’un verilerine göre, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i 83, Trump’ı 52 milyarder desteklemiş.

Harris’i destekleyenler arasında Michael Bloomberg, Bill Gates, Melinda French Gates, Laurene Powell Jobs, Reed Hastings, Dustin Moskovitz ve diğerleri var. Trump’a ise, Musk dışında bankacı Timothy Mellon, Miriam Adelson gibi isimler para akıtmış.

Harris 1,6 milyar dolar, Trump 1,1 milyar dolar toplamış.

Şimdi gelin de “Seçimde 10 milyon harcadım, karşılığını almayacak mıyım” diyen rahmetli siyasetçimizi hatırlamayın! “Ama orası Amerika. Hem Musk’ın ihtiyacı mı var” diyenler çıkarsa, tek bir yanıt alırlar: Nasreddin Hoca evrenseldir!

Bu manzara aslında MAGA’nın anlamını da açıklıyor. Seçim, Amerikan demokrasisi denilen durumun, daha da ötesi bütün sistemin tamamen çürümüş olduğunu gösterdi. Musk, açıkça medyada ilan ederek, her seçimde başka partiye oy veren eyaletlerde, 1 milyon dolar karşılığında Trump’a oy satın aldı.

ABD’de seçimlerde paranın konuşması yeni bir şey değil. ABD’nin nasıl yönetileceğine ilişkin programlar tartışılmaz ve oylanmaz. Seçmenler, reklam şirketlerinin tıpkı ayakkabı, cep telefonu, otomobil vs pazarlar gibi pazarladığı sloganlardan (MAGA) birini ve sermaye gruplarının parayla desteklediği siyasetçilerden birini tercih eder.

Demokrasinin temel ölçütlerinden biri olan seçme ve seçilme hakkı, düpedüz milyonlarca doların döndüğü ticari bir faaliyete dönüşmüş durumda. Her ticari faaliyette olduğu gibi, seçimlerde de varlıkların aslan payını elinde tutan çok küçük bir azınlığın (yüzde 1) üstün çıkacağı açık. Musk’un “piyangosu” tüy dikti!

Bizde belediyelerin kömür, yağ vs dağıtmasına ağız dolusu laf edenler (ki o tepkiler doğru ve haklıydı) sus pus!

TRUMP NE YAPACAK?

5. Başta Cumhuriyetçi Parti Trump’ın adaylığına soğuk baktı. Partinin Bush ailesi gibi ağırlıklı grupları Trump’ın aday yapılmasına karşı çıktılar. Karşı çıkanlar arasında ilk dönem yardımcısı Mike Pence bile vardı. Bu yüzden parti bölünmeler yaşadı.

Trump, 6 Ocak 2021’deki Kongre Binası baskınıyla  çevresinde giderek genişleyen militan bir çember oluşturdu. Bu çemberi Cumhuriyetçi Parti’ye kendisini kabul ettirmek için pazarlık kozu olarak kullandı. Suikast girişimi olayı militan çemberi daha da büyüttü.

Parti, zamanla militan havanın yarattığı ivmeyi saptadı ve Trump’ın adaylığına yeşil ışık yaktı. Fakat hükümeti kurma yetkisini elinden alıp çevresini kuşatarak… Tek tabanca Trump’ın buna ne itirazı olabilirdi?

Partinin hükümete yerleştirdiği en kritik isim, Başkan Yardımcısı seçilen Ohio Senatörü James David Vance’dır. İkinci kritik isim Dışişleri Bakanı olacağı belirtilen Florida Senatörü Marco Rubio…

Doğuştaki adı James Donald Bowman olan Vance’nın yaşamı, bir tür sıfırdan doruğa tırmanma öyküsü. Ohio’nun yoksul köyünden çıkıp mali sermaye kodamanlığına yükselmiş. Risk sermayesi (tefeciliğin nazikçesi) şirketi var. Hillbilly Elegy (Köylü Ağıdı) adlı romanı, bir bakıma çocukluğunu anlatıyor.

Vance’ı kritik yapan bu durum: Bir yandan seçimde Trump’a oy veren en alt sınıfların desteğini sağlam tutmak, bir yandan da seçimde daha çok Demokratları destekleyen mali sermaye gruplarıyla bağları güçlendirmek… Trump yönetimi, şu karışık dönemde bu iki desteğe çok ihtiyaç duyacak.

Ayrıca Trump’ın yaşı oldukça ileri; ne olur ne olmaz! Vance hem beklenmedik durumlara karşı hazırda dursun, hem gelecek seçimlerde lazım olur.

Rubio’nun Dışişleri Bakanlığı, dünya açısından pek hayırlı olmaz. Ukrayna’daki savaş ABD açısından kaybedilmiştir, tırmanma beklenmez. Ortadoğu’da ve Pasifik’te o denli iyimser olmamalı.

Trump’ın savaş istemediğinden söz edilir. Ama Çin’le tedarik sistemini yok edecek, dünya ekonomisini çökertecek, özellikle en alttaki ülkeleri daha da aşağıya bastıracak, yoksulluğu ve açlığı şiddetlendirecek ticaret savaşını tırmandırmanın, insani ölümler dışında silahların kullanıldığı savaştan ne farkı var? Çin düşmanlığıyla bilinen Rubio, bu bakımdan Trump’ı dizginlemek yerine kamçılayabilir.

Yine de bu cihette esasen yeni bir şey yok; Çin ile ticaret savaşı ABD’nin devlet politikası. İç çatışmayı yatıştırma aracı aynı zamanda…

Ekonomisi bitme noktasına gelen, halkı ülkeden kaçan, Binyamin Netanyahu’nun deyişiyle sekiz cephede savaşan ve hiçbirisini kazanamayan, soykırımcı damgası yiyen İsrail’in geri dönüşü yok. Çıkış yolu da… Tek kurtuluşu ABD’yi İran’a saldırtmak.

Rubio da Trump gibi İran düşmanı ve İsrail yanlısı. Ve bakan yapılmak istenmesi, Cumhuriyetçi Parti’nin politikasını açıklıyor. Bu durum her türlü senaryoya kapıyı açık bırakıyor.

Vance, Rubio ve öteki isimlere bakarak şu sonucu çıkarabiliriz: Ocak’ta başlayacak yönetim ilk dönemindeki gibi Trump iktidarı olmayacak, ABD’nin en kurumlaşmış örgütü Cumhuriyetçi Parti’nin iktidarı olacak. Neo-conlar Cumhuriyetçi fidelikte yetişmişti; asıllarına rücu etmeleri, haysiyetsizliğin pek dert edilmediği ABD’de zor değil.

Peki Trump’ın öngörülemezliği ve patavatsızlıkları? Onları laf kalabalığına getirmek de Trump ile kimyası uyuşan X’in (eski twitter) sahibi Musk’ın kendisine biçtiği misyon olsa gerek.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Filistinlilerin Arap-İslam zirvesine mesajları

Yayınlanma

Halkımız, haklarının neredeyse yok edildiği ve unutulmaya çalışıldığı onlarca yıllık baskıya katlandı. Oslo sonrası dönemde Filistin liderliği müzakere yolunu tercih ettiğinde, yerleşim yerlerinin genişlemesi hız kazandı, ulusal bağımsızlığın temelleri ise bölünme, izolasyon ve uzun süren ablukaların altında aşındı. Bugün işgal, tırmanan Siyonist aşırıcılığa, Yahudileştirme girişimlerine ve Filistin varlığını marjinalleştirme ve ortadan kaldırma çabalarına bir yanıt olarak 7 Ekim’de başlayan Filistin ayaklanmasını istismar ederek tarihi Nakba’yı tamamlamaya çalışıyor. Halkımızın çıkarlarına hizmet etmeyen bölgesel ve uluslararası boyutları olan geniş bir koalisyon tarafından desteklenen bu varoluşsal sorun bize çabalarımızı ortak ilkeler etrafında birleştirme görevi yüklüyor. Bu barbarca saldırılara, sınırlı kaynaklara ve düşmanla olan güç dengesizliğine rağmen, Filistin halkının direniş ve kararlılığına yaslanarak dayanışma içindeyiz. Eğer bu çabalar koordine edilirse, işgale karşı siyasi ve hukuki izolasyonunu derinleştirecek, ekonomik krizlerini ağırlaştıracak bir karşı baskı uygulayabiliriz. Bu da işgali ve müttefiklerini saldırganlığı durdurmaya zorlamak için bir fırsat sağlar ve halkımızın devam eden mücadelesini güçlendirir.

Bugün Filistin halkı, Gazze Şeridi’ne yönelik soykırım ve etnik temizlik boyutlarına ulaşan en şiddetli Siyonist saldırılardan biriyle karşı karşıya. Resmi olmayan istatistikler, savaşın başlangıcından bu yana şehit olan Filistinlilerin sayısının 186.000’i aştığını, saldırıların çevre ve sağlık üzerinki yıkımının bu sayıya doğrudan katkıda bulunduğunu gösteriyor. Bu senaryo, Allah korusun, işgal ordusu aracılığıyla ya da işgal hükümetinin resmi desteğiyle Filistin şehir ve köylerine saldıran radikal yerleşimciler aracılığıyla Batı Şeria’da tekrarlanabilir.

Tarihsel olarak, Filistinliler Batı’nın Doğu Sorunu’na yaklaşımının bedelini en ağır şekilde ödedi. Bu yaklaşımın sonuçları bizim için felaket oldu: Bu süreç, topraklarımızın Siyonist hareket tarafından ele geçirilmesine yol açmakla kalmadı aynı zamanda bir yerleşimci devletin kurulmasının da önünü açtı. Bu savaşta Arap ve İslam ülkeleri, büyük bir sorumlulukla hareket ederek direnişi terörizm olarak nitelendiren uluslararası sınıflandırmaları reddederek onu bir ulusal kurtuluş hareketi olarak sunmakta ısrarcı oldular.

Arap ve İslam ülkeleri, bölgesel düzeyde ortak kader ve ortak düşmana karşı ortak güvenlik ihtiyacı konusunda artan bir farkındalıkla, uluslararası forumlarda davamızı desteklemede güçlü rol oynadılar. Bu dayanışma, Riyad’da toplanan ve Filistin meselesine Filistin halkının meşru hak ve arzularıyla uyumlu bir çözüm şekillendirmede uluslararası bir çerçeve olması beklenen Arap-İslam Zirvesi’nin Bakanlar Komitesi’nin çalışmaları yoluyla davamıza destek açısından çok önemli bir adımdır.

Uluslararası alanda, daha önceki krizlerden farklı olarak, halkımıza karşı işlenen soykırım ve insanlığa karşı suçları kınayan ve Birleşmiş Milletler’deki sağlam pozisyonlara yansıyan net uluslararası duruşlar gördük. Dünya uluslarının ve halklarının bu tutumlarını takdir ediyoruz ve Filistin devletinin uluslararası meşruiyet temelinde kurulmasına giden yolu, Filistinlilerin yüzyılı aşkın mücadelesinin bir sonucu ve tarihi ve siyasi kökleri olan haklarının yeniden canlandırılması olarak görüyoruz. 1922’den bu yana Filistin devletinin temelleri atılmıştır ve İngiliz ve Siyonist komplolarına rağmen Filistin, dünya haritasındaki siyasi önceliğini korumaktadır.

Bugün, 150’den fazla ülke, Genel Kurul’un Taksim Planı (181 sayılı Karar), 1988’de Filistin devletinin ilan edildiği Cezayir Deklarasyonu ve 1967 sınırları dışındaki yerleşimlerin yasadışı sayılmasına ilişkin Güvenlik Konseyi kararları gibi uluslararası kararlara dayanarak Filistin devletini tanıyor. En son karar, İsrail’in Filistin’deki politika ve uygulamalarının hukuki sonuçlarına ilişkin olarak Genel Kurul tarafından Uluslararası Adalet Divanı’ndan talep edilen istişari görüşün ardından, İsrail’in “işgal altındaki Filistin topraklarındaki yasadışı varlığına” 12 ay içinde son vermesini talep ediyor. Bu karar, Filistin davasının elde ettiği kazanımları gösteren ve işgal devletinin giderek artan siyasi izolasyonunu vurgulayan ezici bir destekle -24 lehte, 14 aleyhte ve 43 çekimser oyla- kabul edildi.

İşgalden kaynaklanan egemenliğin önündeki engellere rağmen, Filistin devleti yasal bir gerçeklik olmaya devam ediyor. Günümüzdeki uluslararası çabaların, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde uluslararası güçlerin bizim aleyhimize Siyonist bir siyasi yapı kurulmasını destekleyen gidişata karşı, bu tarihsel ve kökleşmiş hakları yeniden canlandırmaya yönelik olduğunu görüyoruz.

“İki Devletli Çözümün Hayata Geçirilmesi için Uluslararası İttifak” adıyla ileriye dönük olarak başlatılan bu girişimler, Filistin devletinin sadece var olma hakkını müzakere etmek yerine, kuruluşunu organize etmeye yönelik doğrudan adımları kapsıyor. Bu, bölgesel güvenlik ve uluslararası barış için önemli bir adım; küresel sistemi dengelemek ve bazen dini veya kültür boyutu taşıyan jeopolitik çatışmaların yayılmasını önlemek için gerekli bir yoldur.

Filistin devletinin kurulmasına yönelik diplomatik ve siyasi çabalar, savaşın sona erdirilmesi, sivillerin korunması, insani yardımın kolaylaştırılması ve saldırının etkilerinin tazminat ve yeniden inşa yoluyla giderilmesine yönelik çabalarla uyumlu olmalı. Eş zamanlı olarak, Filistinlilerin bölgesel güvenlik ve küresel barış ilkeleriyle uyumlu egemen bir devlet için gerekli önkoşulları tamamlama çabaları da yoğunlaştırılmalı.

Bu çabaların ortasında, Filistinli güçlerin bu girişimlere içtenlikle yanıt vereceği ve yönetim, seçimler ve “ertesi gün” olarak adlandırılan meseleler üzerindeki anlaşmazlıkları aşmaya hazır olduğu açıktır. Filistinlilerin tutumları, bu anlaşmazlıkların artık geçmişte kaldığını ve geleceğe odaklanmanın, ulusal ruh ve dayanışma zemininde Filistin devletini kurma ve yönetme yeteneğini artırdığını göstermektedir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Trump’ın zaferine dünyadan karmaşık tepkiler

Yayınlanma

Yazar

6 Kasım’da, 2024 ABD başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday ve eski Başkan Donald Trump, ezici bir farkla zafer kazanarak Beyaz Saray’a dört yıl aradan sonra geri döndü ve ABD’nin 47. Başkanı oldu. Aynı zamanda, Cumhuriyetçi Parti Senato ve Temsilciler Meclisi’nde de çoğunluğu elde etti. Trump’ın tartışmalı bir şekilde devletin başına dönmesi ve Cumhuriyetçi Parti’nin yasama, yürütme ve yargı organlarında mutlak bir hakimiyet kurma potansiyeli, dünya genelindeki gözlemcilerin “Amerika değişti!” ve dolayısıyla “dünya da değişecek!” yorumlarına yol açtı.

2024 ABD başkanlık seçimleri, dramatik ve sürprizlerle dolu bir süreç olarak dikkat çekti. Demokratların mevcut başkanı Joe Biden, sağlık sorunları nedeniyle kampanyanın ortasında yarıştan çekildi. Trump, yoğun bir muhalefetle karşılaşmasına ve bir suikast girişiminden sağ kurtulmasına rağmen başarılı bir geri dönüş yapmayı başardı. Demokrat adaylığı üstlenen Başkan Yardımcısı Kamala Harris, başlarda anketlerde önde gitse de seçim günü ağır bir yenilgi aldı. Bu dramatik iktidar değişimi, Demokrat Parti’nin yerleşik iç ve dış politikalarının köklü bir şekilde tersine çevrileceği beklentisini doğurdu ve ABD’de ve dünyada sevinçten hayal kırıklığına kadar uzanan tepkilere yol açtı.

Muhakkak ki ABD’deki Cumhuriyetçiler coşkulu; ilk kampanyasında şüpheyle bakmalarına rağmen Trump’ı desteklemeyi seçtiler ve bu strateji 312’den fazla (ön tahminler) seçici kurul oyu ile tarihi bir zafer getirdi. Trump, görevden ayrıldıktan sonra seçimle Beyaz Saray’a dönen ikinci ABD Başkanı oldu. Cumhuriyetçi Parti, ayrıca Kongre’nin her iki kanadında ve pek çok eyalet hükümetinde de kontrolü sağlamaya hazırlanıyor; halihazırda muhafazakâr yargıçların çoğunlukta olduğu Yüksek Mahkeme ise Cumhuriyetçi ideallere yakın bir duruş sergiliyor.

Trump’ın zaferi, mali destekçileri, tabanındaki destekçileri, sanayi işçileri ve çiftçiler arasında büyük bir sevinç yarattı. Bu gruplar, Trump ve Cumhuriyetçi Parti’nin “Önce Amerika” doktrinini benimsiyor ve Demokratların başlattığı girişimlerin tersine çevrilerek önümüzdeki dört yıl boyunca somut faydalar sağlanmasını bekliyor.

Öte yandan, Demokratlar derin bir hayal kırıklığı içinde. Beyaz Saray’daki dönemleri, Cumhuriyetçi yükselişle ani bir şekilde sona erdi ve bu, onların üç devlet erkinde de etkilerini kaybetmeleriyle sonuçlanacak tarihi ve utanç verici bir yenilgi olarak görülüyor.

Azınlık grupları, göçmenler, sol eğilimli ilericiler, yenilenebilir enerji sektörü ve mevcut düzenin temsilcileri de Trump ve muhafazakâr güçlerin geri dönüşüyle hüsrana uğramış durumda. Trump’ın geri dönüşünün, azınlık ve göçmen haklarını kısıtlaması ve ABD siyasetinde Trump’ın etkisinin derinleşmesine yol açması bekleniyor. Cinsel özgürlük ve genişleyen trans hakları hareketleri gibi ilerici sosyal hareketlerin sert baskılarla karşılaşacağı öngörülüyor, ayrıca yeşil ve temiz enerji girişimlerinin ivmesi de durabilir. Mevcut düzenin temsilcileri, Trump yönetiminin Amerikan hukuk sistemini daha da zorlayarak süper-yürütme yetkileri oluşturma peşinde olmasından endişe ediyor.

ABD’deki izolasyonist gruplar ise bu seçim sonucunu Biden’ın küreselci yaklaşımının reddi ve Trump ile Cumhuriyetçilerin dünya görüşünün yeniden zaferi olarak kutluyor. “Yeniden Büyük Amerika” ve “Önce Amerika” söylemleriyle, ABD’nin değerler temelli ittifaklardan ve uluslararası sorumluluklardan uzaklaşarak ticaret ve kendi çıkarlarını ön planda tutan bir rotaya gireceği tahmin ediliyor. Bu da, dünyanın önde gelen gücünün geleneksel sorumluluklarını azaltarak Amerikan hegemonyasının gerileme sinyallerini verebilir.

Buna karşılık, küreselciliğin savunucuları derin bir endişe içinde. Trump’ın ilk dönemi, küreselleşmeyi, ittifak ağlarını ve Amerika’nın Batı dünyasındaki liderliğini sarsmıştı. Biden yönetimi tarafından bu unsurları yeniden tesis etmek için kaydedilen mütevazı ilerlemenin de şimdi tersine dönmesi muhtemel, bu da Pax Americana (Amerikan Barışı) fikrinin savunucularını büyük hayal kırıklığına uğratıyor.

Amerika’nın uluslararası müttefikleri de Trump’ın siyasi yönelimleri ve geçmişteki eylemlerini bildiklerinden, tepkilerinde bölünmüş durumda. Birçok kişi, “Trump 2.0” döneminde ABD politikalarının daha da radikal ve kutuplaştırıcı bir yöne kayacağından endişe ediyor. Demokrat yönetimlere özgü uzlaşı ve ılımlılık yaklaşımının artık yerini daha sert bir çizgiye bırakması ihtimali, bu endişeleri artırıyor.

Özellikle, Trump ile benzer ideoloji ve liderlik özelliklerine sahip bazı ABD müttefikleri ve ortakları ise onun dönüşünü memnuniyetle karşılıyor. Avrupa’da, aşırı sağ hareketler ve AB karşıtı görüşler (Euroskeptikler) bu durumdan özellikle hoşnut. Beyaz üstünlüğü, azınlık karşıtlığı, göçmen karşıtlığı, küreselleşme karşıtlığı ve çevreye dönük girişimlere direnç gibi ortak görüşleri, Trump’ın politikalarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Trump’ın Brexit’i desteklemesi ve ilk zaferi, Avrupa’daki aşırı sağ güçleri cesaretlendirmişti; şimdi ise zaferle Beyaz Saray’a dönüşü, bu grupları daha da canlandırarak, neo-faşist hareketlere yeni bir enerji ve ivme kazandıracak gibi görünüyor.

Trump’ın iktidara dönüşü, onun ideolojik tarzını yansıtan Güney Amerikalı liderler tarafından büyük ihtimalle coşkuyla karşılanacak. Bu liderlerin başında, bir yıl önce göreve gelen ve sık sık “Arjantin’in Trump’ı” olarak anılan Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei ile, iki yıl önce görevden ayrılan ancak siyasi geri dönüş planlarını kararlılıkla sürdüren Brezilya’nın eski devlet başkanı Jair Bolsonaro geliyor. Her iki lider de Trumpizmin yeniden yükselişinin, Latin Amerika genelinde kendi siyasi etkilerini ve yönetim modellerini güçlendireceğine inanıyor.

Buna karşılık, geleneksel Avrupa düzeninin temsilcileri, küreselciler, AB entegrasyonunu savunanlar ve transatlantik ilişkilerin destekçileri, Trump’ın dönüşünü endişeyle izliyor. Trump’ın önceki başkanlık döneminde Avrupa Birliği’ni zayıflatması, aşırı sağ hareketleri cesaretlendirmesi, NATO üyelerine savunma harcamalarını artırmamaları durumunda ittifaktan çekilme tehdidiyle baskı yapması ve pek çok çok taraflı anlaşma ile uluslararası sözleşmeden tek taraflı olarak ayrılması hâlâ hafızalarda. Özellikle Kovid-19 pandemisi sırasında Trump’ın Avrupa ile hava ve deniz bağlantılarını keserek geleneksel müttefiklerini adeta yüzüstü bırakması, Avrupa’da unutulmuş değil. Günümüzde Avrupa liderleri, Trump’ın dönüşüyle iki yeni endişeyle karşı karşıya: Trump, Avrupa ile bir ticaret savaşı başlatmak için gümrük vergileri uygulayabilir ve Avrupa ülkelerini ABD’den yüksek fiyatlarla petrol ve doğalgaz almaya zorlayabilir.

Avrupa’daki Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili tepkiler de benzer şekilde karmaşık. İkinci bir Trump yönetimi, ABD-Rusya, ABD-Avrupa ve Rusya-Avrupa ilişkilerinin dinamiklerini değiştirebilir; bu da NATO’nun çatışmaya müdahil olma derecesini azaltarak Avrupa’nın askeri yükümlülükleri daha bağımsız bir şekilde üstlenmesini gerektirebilir.

Rusya ise Trump’ın dönüşünü büyük ihtimalle memnuniyetle karşılayacaktır. Trump, daha önce Başkan Vladimir Putin’in güçlü liderlik tarzına hayranlığını dile getirmiş ve Rusya-Ukrayna savaşına hızlı bir çözüm bulmayı savunarak ABD-Rusya ve Avrupa-Rusya ilişkilerinin normalleşmesini amaçladığını ifade etmişti. Eğer Trump, Ukrayna’ya yapılan askeri yardımı azaltır veya Avrupa ülkelerini Ukrayna’nın çıkarlarını feda etmeye zorlarsa, şu anda savaş alanında avantaj sahibi olan Rusya, zafer yolunda daha hızlı ilerleyebilir. Bu ihtimali gören Avrupa ülkeleri, ABD’nin desteğinin azalması durumunda ortak savunma sağlamak amacıyla Ukrayna ile güvenlik anlaşmaları imzalamaya başladı bile.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, kendisini bir kez daha “en karanlık saatlerinde” bulabilir. Trump’ın kısa süre önce ortaya çıkan “barış planı”, askeri yardımı sürdüreceğini vaat etse de Rusya ile Ukrayna arasında 1280 kilometre uzunluğunda bir askerden arındırılmış bölge oluşturulmasını ve Ukrayna’nın önümüzdeki 20 yıl boyunca NATO’ya katılmasının yasaklanmasını öngörüyor. Kore Ateşkes Anlaşması’na benzer bir ateşkes modeli çerçevesinde, iki tarafın mevcut cephe hatlarında çatışmaları durdurması ve uzun süreli bir çıkmaza girilmesi söz konusu olabilir.

ABD’nin Orta Doğu’daki ortakları da Trump’ın dönüşüne ilişkin bölünmüş durumda, fakat bu bölgede net bir kazanan ve memnuniyetsiz birkaç taraf bulunuyor. Bugünkü Orta Doğu, dört yıl öncesinden oldukça farklı; bölge ülkeleri giderek daha fazla özerklik arayışında ve artık yalnızca ABD’nin müdahalesine bel bağlamak yerine, İslam içi diyalog ve uzlaşmayı ön planda tutuyorlar; İsrail bu durumun istisnası olarak öne çıkıyor.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve güçlü İsrail aşırı sağı, Trump’ın yeniden seçilmesini kuşkusuz büyük bir memnuniyetle karşılıyor. Trump’ın İsrail’e olan güçlü desteği ve İran ile Filistin’e karşı beslediği düşmanlık, İsrail’in Washington’da güvenilir bir müttefik bulacağına işaret ediyor. Bu destek, bölgede Demokrat yönetimin sabrının azaldığı bir dönemde İsrail açısından kritik bir önem taşıyor. Trump’ın yeniden iktidara gelmesiyle İsrail’in, ABD desteğini maksimum düzeyde kullanarak pek çok stratejik cephede hedeflerine daha güvenle ulaşması bekleniyor. Trump, ABD’yi Orta Doğu çatışmalarına doğrudan dâhil etmeye istekli olmasa da İsrail’in karşıtlarını taviz vermeye zorlamak için baskı taktikleri uygulayabilir.

Filistinliler için ise Trump’ın dönüşü, sıkıntılarının daha da derinleşmesi anlamına geliyor. Filistinliler, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasını, “Yüzyılın Anlaşması” ile onları dışlamasını, Filistin Kurtuluş Örgütü ile diplomatik ilişkileri düşürmesini, iktisadi ve insani yardımı askıya almasını ve UNRWA’dan, örgütün Filistin yanlısı duruşu nedeniyle çekilmesini hâlâ hatırlıyor.

İran da Trump’ın dönüşüyle artan askeri, diplomatik ve iktisadi baskılarla karşı karşıya kalacak ve İsrail ile doğrudan bir çatışma ihtimali yükselecek. İran halkı, Trump’ın ilk döneminde Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) çekilmesini ve sonrasında uygulanan sıkı yaptırımları unutmuş değil. 2020’de Trump’ın talimatıyla İran Devrim Muhafızları Ordusu komutanı General Kasım Süleymani’nin hedef alınarak öldürülmesi ve buna misilleme olarak ABD’nin Orta Doğu’daki üslerine yapılan füze saldırıları, İran’ın kolektif hafızasında derin izler bıraktı.

Suudi Arabistan ise Trump’la görece sıcak ilişkisine rağmen, dönüşü konusunda sevinçten ziyade endişe taşıyabilir. Riyad, Filistin davası konusunda pragmatizm ile ahlaki sorumluluklar arasında karmaşık bir ikilem yaşıyor. Krallık, İsrail’den uzak durmayı ve İran’la yakınlaşmayı seçmiş durumda. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’nin baskısıyla “nakit kaynağı” gibi muamele görmekten ve Amerikan silahlarını satın almaya zorlanmaktan endişe ediyor ki bu, Trump’ın ilk döneminde sık sık karşılaşılan bir durumdu. Trump’ın ABD’nin enerji ihracatını artırarak piyasayı petrol ve doğalgazla doldurma planları da yeni bir Amerikan-Suudi enerji rekabeti potansiyelini artırabilir ve ilişkilerde daha fazla gerginliğe yol açabilir.

Asya-Pasifik bölgesinde de tepkiler karmaşık, hatta ABD’nin bazı müttefikleri arasında bile bölünme söz konusu. Trump, Biden’a kıyasla ortaklık yerine kazancı önceleyen bir yaklaşım sergiliyor; ABD’nin iktisadi ve ticari çıkarlarına daha fazla odaklanarak, askeri ittifakları ve jeostratejik taahhütleri ikinci planda tutuyor.

Kuzey Kore, Trump’ın dönüşüyle Biden yönetiminin “stratejik ihmal” politikasından uzaklaşılarak üç zirveyle yakalanan diyaloğun yeniden canlanmasını umabilir. Kim Jong-un ile Trump arasında gerçekleşen bu zirveler, ABD-Kuzey Kore ilişkilerinin normalleşmesi adına umut verici adımlar olarak görülmüştü, ancak Kovid-19 pandemisi, karşılıklı güvensizlik ve siyasi değişimler nedeniyle bu süreç tıkanmıştı. Yeni Trump yönetimi, bugüne kadar tamamlanamayan bu diplomatik girişimi yeniden alevlendirebilir.

Güney Kore ve Japonya ise Trump’ın muhtemel politikalarından tedirgin. Trump’ın, müttefiklerinden savunma harcamalarını artırmalarını talep etmesi ve ithal mallara gümrük vergisi uygulaması gibi geçmişteki baskıları, bu ülkeleri ABD-Çin rekabeti karşısında stratejik pozisyonlarını yeniden gözden geçirmeye itebilir ve hassas bir diplomatik denge riskini beraberinde getirebilir.

Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Vietnam, Singapur ve Hindistan gibi ülkeler de Trump’ın, transaksiyonel yaklaşımıyla stratejik ortaklıklarını geri plana itmesinden endişe duyuyor. Bu durum, Hint-Pasifik bölgesinde iktisadi çıkarların güvenlik ittifaklarının önüne geçtiği bir dinamik yaratabilir.

Çin ise, her iki büyük Amerikan partisince “birincil rakip” olarak görülüyor ve Trump’ın önceki döneminde uyguladığı agresif stratejilere aşina. Pekin, Trump’ın dönüşüne ne sevinçle ne de endişeyle yaklaşıyor; yeni yönetim değişikliğine sakin bir tutum sergiliyor. Trump’ın askeri angajmanlarda temkinli ama ticaret, teknoloji ve finans alanlarında agresif bir rekabet başlatma eğiliminde olduğu biliniyor. İkinci bir Trump döneminde askeri çatışmalara yol açma ihtimali düşük görünse de iktisadi savaşın tırmanması ve ticari çekişmeler ile Çin yatırımlarına yönelik kısıtlamaların artması beklenebilir.

7 Kasım’da Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Başkan Yardımcısı Han Zheng, başkan seçilen Trump ve yardımcısı J.D. Vance’e tebrik mesajları göndererek Çin’in ikili ilişkilerde tutarlı prensiplerini vurguladı ve diyalog beklentilerini dile getirdi. Trump liderliğinde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl şekilleneceği, dünya barışı ve güvenliğinin belirleyici unsurlarından biri olacak ve küresel ilginin odak noktası haline gelecektir.

ABD’deki liderlik değişimiyle en büyük kayıplardan biri, Tayvan bağımsızlık hareketi savunucuları olabilir. Cumhuriyetçi Parti’nin platformunda Tayvan’a dair savunma taahhütlerinin olmaması dikkat çekiyor. Trump, daha önce Tayvan’dan güvenlik sağlamak için GSYİH’nın yüzde 10’unu “koruma bedeli” olarak talep etmişti; bu, Tayvan’ın güvenliği konusunda da pragmatik ve ticari bir yaklaşımın sinyalini veriyor.

Biden yönetiminin, Tayvan Yarı İletken Üretim Şirketi’ni (TSMC) “Made in America” modeline geçirme çabası, Tayvan’ın temel endüstrilerine zarar verirken, daha fazla zorluğu da beraberinde getiriyor. Trump’la yakın ilişkileri olan ve “Tek Çin” ilkesini destekleyen Elon Musk, kısa süre önce uzay-havacılık tedarikçilerini Tayvan’dan parça alımını durdurmaya teşvik etmişti. Bu adım, Musk’ın Çin pazarına olan bağlılığını yansıtırken, Trump’ın Tayvan politikasının da Musk’ın stratejik çıkarlarına paralel olabileceğine işaret ediyor. Bu durumda, Tayvan bağımsızlık hareketinin önde gelen isimlerinden William Lai gibi liderler, siyasi ve iktisadi olarak büyük bir belirsizlikle karşı karşıya kalacak.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English