Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Rusya’da yapısal değişim zorunluluğu: Petrol-gaz ekonomisinden nasıl çıkılır?

Yayınlanma

Bu yazıda Rusya’da devletin en büyük iki ihracat kaleminin dün, bugün ve yarınından yola çıkarak gelişmelerin bütçeye etkisi ve iktisat stratejisinde kaçınılmaz değişiklik ihtiyacı üzerinde duracağım.

İlkin, aşağıdaki en önemli kavramlardan birine, “uzak ülkelere” açıklama getirmek gerekli. Eski Sovyet ülkelerinin tamamı, BDT’de olup olmadıklarına bakmaksızın yakın yabancı ülkeler sayılır. Bunların dışında kalan bütün ülkeler de uzak yabancı ülkeler olarak değerlendirilir. Grafiklerimiz ve hesaplamalarımız sadece uzak yabancı ülkeleri kapsıyor. Bunun ezici çoğunluğunu ise Çin’i düştükten sonra Avrupa ülkeleri oluşturuyor. Dolayısıyla varacağımız sonuçlar, Rusya’nın iki ana ihracat ve bütçenin iki ana gelir kaynağında (petrol ve doğalgaz) batı yaptırımlarının sonuçlarını yansıtacak.

Uzun yazılardan hoşlanmayan okur için peşinen söyleyelim. Rusya, 2021’i baz alırsak eğer, bu yıl petrol ve petrol ürünleri ihracatının yüzde 35-40’ını, doğalgaz ihracatının da yarısını kaybediyor. Ama kayıp sadece bundan ibaret değil; enerji fiyatları 2022’nin ilk yarısındaki derin kriz yüzünden Rusya’nın gelirini hatırı sayılır şekilde artırmıştı, ama şimdi durum tersine döndü; petrol ve petrol ürünlerine yapılan indirimler ise piyasa fiyatının neredeyse yarısına yaklaşıyor.

Doğalgaz

Aşağıdaki grafiğin nasıl çizildiğine, hangi verilerin neden ve nasıl kullanıldığına ve tahminlere dair açıklamalarla başlayalım.

Federal Gümrük Hizmetleri (FTS) nisan ayından beri “yanlış değerlendirmelerden, spekülasyonlardan ve tutarsızlıklardan” kaçınmak için istatistikleri yayınlamıyor; dolayısıyla 2022’nin resmi verileri yok. 2023’te Avrupa’ya sadece (Ukrayna üzerinden transit olarak) 30 milyar metreküp gaz ihracatı bekleniyor. Mavi Akım’dan hâlihazırda yüzde 80 kapasiteyle gaz basılıyor; yani bu hat üzerinden azami 16 milyar metreküp geçebilir. Çin’e ise azami 23-24 milyar metreküp basılabilir.

Türkiye’nin Rusya’dan geçtiğimiz yıl ne kadar doğalgaz aldığı açıklanmadı. Ama Uşakov 18 Temmuz’da, yılın ilk yarısında 12,8 milyar metreküp gaz basıldığını (7,1 Mavi Akım, 5,7 Türk Akım) söylemişti. Bununla birlikte Çin’e ve (Baltık’ın da dâhil olduğu “yakın ülkeler” hariç) Avrupa’ya yapılan ihracat tutarı belli; bunlara dayanarak Türkiye’ye yapılan ihracatı 21,70 milyar metreküp olarak hesapladım. Bu, Kommersant’ın Türkiye gümrük idaresinden aktardığı rakamla da örtüşüyor: 21,50 milyar metreküp.

Gazprom verileriyle Federal Gümrük İdaresi (FTS) verileri tam olarak örtüşmez. Gazprom’un ihracat rakamları her zaman FTS’nin rakamlarından daha büyüktür. 2021’de de böyle oldu: Gazprom (Novak’ın 28 Aralık’taki açıklamasına göre) uzak ülkelere 185,1 milyar metreküp ihraç etti, ama FTS’ye göre boru hatlarından uzak ülkelere toplam ihracat 170 milyar metreküptü. Ben tabloda Gazprom verilerini esas aldım. Bununla birlikte doğalgazın yıllık ortalama fiyatlarında Merkez Bankası verilerini kullandım. Ancak Merkez Bankası da, tıpkı FTS gibi, 2022 ve sonrası ortalamalarını istatistiklerine girmedi. Bu nedenle 2022 doğalgaz fiyatları ortalaması olarak ICE verilerine dayanarak RİA’nın aktardığı hesaplamalardan yararlandım: 1000 metreküpü 1260,8 dolar.

2023 için ise iki ayrı fiyat seti seçtim. İlki, yıl boyunca fiyatların buna yakın belli bir istikrar kazanacağı varsayımıyla 2022’nin son günü fiyatları: 844,3 dolar. İkinci durumda ise Avrupa’da kış ve bahar boyunca havaların mevsim normallerinin çok üzerinde seyredeceği, rüzgârın rekor hızını sürdüreceği, Brüksel’in Katar’la uzun vadeli petrol anlaşması yapacağı, Cezayir’le ilişkileri düzelteceği, ABD’nin tekel kârı yerine makul fiyatlar koyacağı gibi bir dizi varsayımla (bunların tamamının gerçekleşmesi mümkün olmasa bile) fiyatların yarıya düşeceğini kabul edeceğim.

2023’e dair tahminlerimde ihracatın yüzde 30 kadar daha azalacağı ve 70-75 milyar metreküpe düşeceği öngörüsüne dayandım. Eğer böyle olursa bu yıl Avrupa ülkeleri ABD’den, Rusya’dan aldıklarından iki kattan fazla doğalgaz alacaklar.

Novak’ın 28 Aralık’taki açıklamasına göre gaz ihracatı geçen yıl 100,9 milyar metreküp oldu. Bu, tarihi bir diptir: 1990’da 110 milyar metreküptü. Miller 16 Ocak’ta, Çin’e ihraç edilen gaz miktarının 15,5 milyar metreküp olduğunu söyledi; ancak Neftegaz 2 Ocak’ta, sözleşme yükümlülüklerinin artmasına dayanarak 18,2 milyar metreküp olarak değerlendirilebileceğini açıklamıştı. Grafikte bu ikincisini esas alıyorum.

Miller, 2025’e kadar Çin’e gaz ihracatının yıllık 48 milyar metreküpü bulacağını da söyledi. Ama grafikten görüleceği gibi bu durumda bile (hiç değilse şimdilik) kaybedilen Avrupa pazarının doğuda telafi edilmesi mümkün değil.

Sıvılaştırılmış gazı tablolara dâhil etmedim. Bu ihracat kısmen artabilir. 2022’de Avrupa’ya toplam 15,7 milyon ton, Asya’ya da 16 milyon tona yakın sıvılaştırılmış gaz ihraç edildi. Bu, yaklaşık 44 milyar metreküp doğalgaza denk düşer. Önemsiz değil, ama batı teknolojisine bağımlılıktan başka nakliye ve tankerlerde sigorta-reasürans zorlukları yüzünden 2023’te bu seviyenin üzerine çıkması zor görünüyor, dolayısıyla ek bir gelir sağlaması beklenemez. Kaldı ki Rusya-Avrupa boru hatlarının toplam potansiyel kapasitesinin Kuzey Akım 1 ve 2 NATO operasyonuyla yok edilmeden önce 180-200 milyar metreküp seviyesinde olduğunu hatırlarsak, sıvılaştırılmış gaz ihracatındaki artışın yakın zamanda buna yaklaşması da mümkün değil.

2023’te Çin, Belarus ve Türkiye’nin toplam talebi, çok iyimser olunursa, 60 milyar metreküpü bulabilir; ama bu, Gazprom’un toplam arz kapasitesinin çeyreğinden daha az. Demek ki en iyimser tahminlerle tablo şöyle: Rusya 2021’de bütün dünyaya yaklaşık 240 milyar metreküp doğalgaz satışı yapmıştı, ama 2023’te sıvılaştırılmış doğalgaz ihracı azami 45, “dost olmayan” ülkelere boru hatları üzerinden satış 30 ve tarafsız ülkelere satış da 60 milyar metreküp olabilir.

Petrol

Petrole bakalım.

Grafiği aynı dönem için (2013-2023) hazırlayacağım; ancak Çin, Türkiye ve Hindistan verilerini almayacağım. Şu üç nedenle:

1) Veri seti eksik. Bununla birlikte hiç değilse Çin’in 2022’ye kadar istikrarlı bir alıcı olduğu belli (70-72 milyon ton arasında).

2) Türkiye’nin alımına dair rakamlarda, en azından 2020 itibariyle Rusya ve Türkiye kaynakları arasında uyumsuzluk var.

3) Hindistan 2022’ye kadar görece önemsiz bir alıcıydı; ama 2022’de Rusya petrolünün yurtdışına çıkarılmasında en önemli duraklardan biri haline geldi; Rusya’nın Hindistan’a petrol ihracatı da 24 Şubat’tan önce yüzde 1’den mayıs ayında yüzde 18’e fırladı. Hindistan, Türkiye, Singapur, hatta BAE bile Rusya petrolünü işleyip başka ülkelerin petrolüyle karıştırarak menşeini belirsizleştirip satıyorlar. Ancak bunların, Rusya’nın karşı yaptırım kararının uygulanmaya başlanacağı 1 Şubat’tan sonra nasıl davranacakları meçhul. Dolayısıyla, verileri bu üç ülkeye göre tanımlamak hiçbir somut fikir vermeyecek.

Bununla birlikte hampetrol ihracatı rakamları ve yıllık ortalama petrol fiyatı üzerinden toplam gelir, bizi aydınlatacak.

Tabloyu tıpkı doğalgazda olduğu gibi “uzak ülkelerin” verilerine ve kendi tahminlerime göre tamamladım. 2023’te, doğalgazda olduğu gibi, Ural petrolünün varil fiyatı için iki ayrı tahminde bulundum: 40 dolar ve 60 dolar. Bunlar Merkez Bankası’nın mayıs ayında açıkladığı senaryolara uygun. Ural petrolünün fiyatı, 60 dolarlık tavan fiyat da dikkate alınırsa, muhtemelen bu ikisi arasında gerçekleşecektir. 2023’te “uzak ülkelere” petrol ihracatını da 200 milyon ton olarak tahmin ettim. Buna göre Rusya, Avrupa’ya yapılan hampetrol ihracatının yüzde 90’ını yaptırımlarla birlikte kaybedecek; bu ihracattan nakdi kaybı ise 40 ile 70 milyar dolar arasında olabilir.

Yaptırımların ve ambargonun uygulanmasına dair teknik ayrıntılara girmeyeceğim; ancak en genel haliyle (kara ve deniz ticareti için) 6-8 aylık dönemde aşamalı olacağını belirtmek gerek. Neden Avrupa pazarının yüzde 100’ünü kaybetmediğinin cevabı da burada yatıyor: Avrupalı think-tank kuruluşu Bruegel’in verilerine göre Rusya’nın Avrupa’ya petrol ve petrol ürünleri ihracatının dörtte üçü deniz yoluyla, sadece dörtte biri boru hatları üzerinden yapılıyor. Bu ikincisinde en büyük alıcılar arasındaki Almanya ve Polonya ithalatı kestiler; Macaristan hükümeti ise tam bir yasağı bloke etti. Slovakya ve Çekiya, Orbán’a minnettar olmalılar, zira onun sayesinde Macaristan’dan başka bu iki ülkenin de Rusya’dan petrol boru hatları açık kalacak.

Öte yandan sigorta ve reasürans yasağı, Hindistan ve Çin’e ihracatı doğrudan doğruya vuruyor; dolayısıyla eğer bu soruna istikrarlı bir çözüm bulunmazsa (şimdilik bulunan kısmi çözüm, reasüransları Rusya Milli Reasürans Şirketi’nin yapması) toplam ihracatın daha da düşmesi olası. Demek ki tıpkı doğalgazda olduğu gibi petrolde de Avrupa’da kaybedilen pazarın Asya istikametine çevrilmesi, bugünden yarına gerçekleşmeyecek bir şey.

Benim hesaplarımdaki kayıp beklentisi genel tahminlerle de örtüşüyor: AlfaBank 50 milyar, Reuters 40,8-54 milyar, Energy Aspects ise 60 milyar dolar kayıp beklediğini duyurmuştu. İhraç edilen petrol hacmini artırılırsa bu daha iyimser bir noktaya çekilebilir, bu da yaptırımların etrafından dolanmak için kullanılan yollar çeşitlendirilirse pekâlâ mümkün. Ne var ki Ural petrolü satış fiyatının 40-60 dolar dolayından yukarı çıkması pek olası görünmüyor.

Bu iki tablo 2023’le ilgili çok kritik bir duruma işaret ediyor: Rusya’nın petrol ve doğalgaz gelirlerinin, petrol ürünleri ve sıvılaştırılmış gazı katmadan, 89,3 milyar dolarla 149,4 milyar dolar arasında olmasını bekleyebiliriz. Bu, bir önceki yıla göre 106-166 milyar dolar arasında daha az gelir demektir.

Bütçe

2022 bütçe kanunuyla belirlenen bütçe gelirleri 25 trilyon rubleydi; ama geçen yıl hazineye yaklaşık 2,5 trilyon ruble fazla gelir girdi. Gene de bütçe harcamaları bu artışın üzerindeydi; Maliye Bakanı Siluanov yılsonu basın toplantısında “30 küsur trilyon ruble” harcama yapıldığını duyurdu. Gelir artışı, Ural petrolündeki büyük indirime rağmen (üçüncü grafik bize bunu gösteriyor) 5 Aralık’a kadar petrol fiyatlarının geçen yılın çok üzerinde, doğalgaz gelirlerinin de yüksek fiyatlar yüzünden rekor seviyede olmasından kaynaklanıyordu. Giderdeki daha büyük artış ise Ukrayna harekâtının doğrudan (askeri harcamalar) sonucu olmaktan başka harekâta katılanlara, ailelerine ve en genelde de düşük gelirlilere devlet sübvansiyonunun artmasından kaynaklandı. (Geleneksel olarak fazla veren bütçe, nisan ayında ilk defa açık verdi; yıl boyunca açıkları Gazprom ve Rosneft kapattı.)

Maliye Bakanlığı 2023-2025 bütçesini Ural petrolünün varil fiyatının bu yıl 70,1, 2024’te 67,5 ve 2025’te de 65 dolar olacağı varsayımına göre hazırlamıştı. Ancak beklentinin en azından bu yıl gerçekleşmeyeceği neredeyse kesin. Ural petrolü hemen her zaman indirimli satılır zaten, ama indirim miktarı genellikle birkaç doları aşmazdı. Oysa 24 Şubat’tan sonra muazzam farklar ortaya çıktı; o tarihten yılsonuna kadar ortalama indirim yüzde 30 civarında. Temmuz-ekim aralığında indirim oranı (yüzde 20-25) belli bir istikrar yakalamıştı, ama 5 Aralık’ta tavan fiyat ilanının ardından hızla tekrar yükseldi; 30 Aralık’tan beri de (bugün 20 Ocak) günlük yüzde 45-55 arasında. Üstelik halen 60 dolarlık tavan fiyatın altında seyrediyor. Oysa geçtiğimiz yılın Ural fiyat ortalaması 76,09 dolardı.

Doğalgazda da benzer bir durum var. 2023-2025 bütçe tasarısına düşülen açıklama notuna ve 2024-2025 planlama dönemine ilişkin resmi tahmine göre 2023’te doğalgaz ihracatı (uzak ve yakın ülkeler toplamı) bir önceki yıla göre yüzde 31 düşerek 142 milyar metreküp, önümüzdeki iki yıl boyunca da yıllık 125 milyar metreküp olacak. Ancak bu rakamlar fazla iyimser kabul edilmeli, zira eğer uzak ülkelere yapılacak ihracat tahminlerdeki gibi 70-75 milyar metreküp olursa, bu yıl boru hatlarından toplam doğalgaz ihracatı 90-93 milyar metreküpe kadar düşebilir.

Maliye Bakanlığı’nın en makul tahminlerine göre 2023’te Ural petrolünün varil fiyatı 50 dolar kalır ve günlük 10 milyon varil üretiminin üzerine çıkılmazsa bütçeye en az 2,1 trilyon ruble daha az petrol ve gaz geliri girecek; bütçe açığı ise planlanan 2,9 trilyon (GSYH’nın yüzde 2’si) yerine 5 trilyon rubleyi bulabilir. (Bu açığı hampetrolden başka petrol ürünleri, doğalgaz, kömür vb. de etkileyecek.)

Maliye Bakanlığı açığı, eğer Ural petrolü fiyatları 62-63 dolar seviyesinde olursa, burjuvazinin vergi yükünü artırmadan, Milli Varlık Fonu’ndan yuan satışlarıyla ve tahvil basarak kapatmayı planlıyor. Başaramaz veya indirimli petrol fiyatı daha da düşerse, alternatifleri şunlar: karbon ve gübrede “aşırı kâra” el koymak (Kremlin’in optimal çözümü bu; Putin’in 7 Eylül’de Doğu Ekonomik Forumu’nda yaptığı konuşmayı yorumlarken daha ayrıntılı incelemiştim); devlet şirketlerinin temettülerinde bütçenin payını artırmak (“mali bloğun” optimal çözümü bu); yeni vergi düzenlemesi yapmak. Bu sonuncusunda Kremlin, büyük burjuvazinin yükünü artırarak kitlelerin refah seviyesini dengede tutmayı veya mümkünse devlet yardımlarıyla yükseltmeyi optimal çözüm sayar; “mali blok” ise dolaylı vergileri artırarak halkın sırtına yüklemeyi tercih eder. Başka deyişle, bütçe açığını kapatmanın yolu ya burjuvaziden geçer ya da halktan. Böylece “gücü yetenlerle gücü yetmeyenler” arasındaki “çatışmalı ittifak” devam eder.

Sonuç

Kuşkusuz bunlar gene de sadece tahmin. Ancak yeterince açık olan tek bir şey var: geleneksel iktisat modelinin (petrol ve doğalgaz ekonomisi) işlemesi giderek imkânsız hale geliyor. Ekonomide yapısal bir değişiklik kaçınılmaz. Bu iki kanaldan yapılabilir: ya devlet iktisadi faaliyetin giderek daha geniş bir alanını kontrol eder, ya da orta ve büyük özel sermaye üretken olmayan ticaretten veya ihracata yönelik hammadde üretiminden iç pazara yönelik sınai üretime kayar.

İkinci kanal, kapitalizmin konsolidasyonuna yardımcı olabilir, ama Rusya’da özel sermayenin komprador niteliği dikkate alınırsa anayolun bu olması beklenemez. Bir yan yol olarak kalacaktır; nitekim yabancı sermayenin Rusya dışına çıkarak bıraktığı boşluk burjuvazi için iştah açıcı. Bunlar kapanan veya satış bekleyen yabancı finans ve sınai kuruluşlarını ele geçirmek için refleks geliştiriyorlar, nitekim rublenin son bir aydır değer kaybının bir nedeni de satın almalar için döviz ihtiyacının doğması. Ama sermayenin komprador niteliği gene de ağır basıyor; büyük burjuvazi, arkasına “mali bloğun” desteğini alarak, geçen yılın ilk üç çeyreğinde bütçe gelirlerinin yüzde 10’u kadar bir tutarı, 2,5 trilyon rubleyi yurtdışına çıkarmayı başardı. Öte yandan, yapısal değişiklik için ikinci kanalın kullanılması, burjuvazinin siyasi gücünün tahkim ve takviyesine de yol açar; bu ise bonapartizme tehdit anlamına gelir. Ve son olarak, ikinci kanal, en büyük hammadde ihracatçısı olan devletin gelirlerini artırmaz; bu da yapısal problemi büyütür. Dolayısıyla devletin yapısal değişikliğin motoru olmaktan başka seçeneği yok.

GÖRÜŞ

Filistinlilerin Arap-İslam zirvesine mesajları

Yayınlanma

Halkımız, haklarının neredeyse yok edildiği ve unutulmaya çalışıldığı onlarca yıllık baskıya katlandı. Oslo sonrası dönemde Filistin liderliği müzakere yolunu tercih ettiğinde, yerleşim yerlerinin genişlemesi hız kazandı, ulusal bağımsızlığın temelleri ise bölünme, izolasyon ve uzun süren ablukaların altında aşındı. Bugün işgal, tırmanan Siyonist aşırıcılığa, Yahudileştirme girişimlerine ve Filistin varlığını marjinalleştirme ve ortadan kaldırma çabalarına bir yanıt olarak 7 Ekim’de başlayan Filistin ayaklanmasını istismar ederek tarihi Nakba’yı tamamlamaya çalışıyor. Halkımızın çıkarlarına hizmet etmeyen bölgesel ve uluslararası boyutları olan geniş bir koalisyon tarafından desteklenen bu varoluşsal sorun bize çabalarımızı ortak ilkeler etrafında birleştirme görevi yüklüyor. Bu barbarca saldırılara, sınırlı kaynaklara ve düşmanla olan güç dengesizliğine rağmen, Filistin halkının direniş ve kararlılığına yaslanarak dayanışma içindeyiz. Eğer bu çabalar koordine edilirse, işgale karşı siyasi ve hukuki izolasyonunu derinleştirecek, ekonomik krizlerini ağırlaştıracak bir karşı baskı uygulayabiliriz. Bu da işgali ve müttefiklerini saldırganlığı durdurmaya zorlamak için bir fırsat sağlar ve halkımızın devam eden mücadelesini güçlendirir.

Bugün Filistin halkı, Gazze Şeridi’ne yönelik soykırım ve etnik temizlik boyutlarına ulaşan en şiddetli Siyonist saldırılardan biriyle karşı karşıya. Resmi olmayan istatistikler, savaşın başlangıcından bu yana şehit olan Filistinlilerin sayısının 186.000’i aştığını, saldırıların çevre ve sağlık üzerinki yıkımının bu sayıya doğrudan katkıda bulunduğunu gösteriyor. Bu senaryo, Allah korusun, işgal ordusu aracılığıyla ya da işgal hükümetinin resmi desteğiyle Filistin şehir ve köylerine saldıran radikal yerleşimciler aracılığıyla Batı Şeria’da tekrarlanabilir.

Tarihsel olarak, Filistinliler Batı’nın Doğu Sorunu’na yaklaşımının bedelini en ağır şekilde ödedi. Bu yaklaşımın sonuçları bizim için felaket oldu: Bu süreç, topraklarımızın Siyonist hareket tarafından ele geçirilmesine yol açmakla kalmadı aynı zamanda bir yerleşimci devletin kurulmasının da önünü açtı. Bu savaşta Arap ve İslam ülkeleri, büyük bir sorumlulukla hareket ederek direnişi terörizm olarak nitelendiren uluslararası sınıflandırmaları reddederek onu bir ulusal kurtuluş hareketi olarak sunmakta ısrarcı oldular.

Arap ve İslam ülkeleri, bölgesel düzeyde ortak kader ve ortak düşmana karşı ortak güvenlik ihtiyacı konusunda artan bir farkındalıkla, uluslararası forumlarda davamızı desteklemede güçlü rol oynadılar. Bu dayanışma, Riyad’da toplanan ve Filistin meselesine Filistin halkının meşru hak ve arzularıyla uyumlu bir çözüm şekillendirmede uluslararası bir çerçeve olması beklenen Arap-İslam Zirvesi’nin Bakanlar Komitesi’nin çalışmaları yoluyla davamıza destek açısından çok önemli bir adımdır.

Uluslararası alanda, daha önceki krizlerden farklı olarak, halkımıza karşı işlenen soykırım ve insanlığa karşı suçları kınayan ve Birleşmiş Milletler’deki sağlam pozisyonlara yansıyan net uluslararası duruşlar gördük. Dünya uluslarının ve halklarının bu tutumlarını takdir ediyoruz ve Filistin devletinin uluslararası meşruiyet temelinde kurulmasına giden yolu, Filistinlilerin yüzyılı aşkın mücadelesinin bir sonucu ve tarihi ve siyasi kökleri olan haklarının yeniden canlandırılması olarak görüyoruz. 1922’den bu yana Filistin devletinin temelleri atılmıştır ve İngiliz ve Siyonist komplolarına rağmen Filistin, dünya haritasındaki siyasi önceliğini korumaktadır.

Bugün, 150’den fazla ülke, Genel Kurul’un Taksim Planı (181 sayılı Karar), 1988’de Filistin devletinin ilan edildiği Cezayir Deklarasyonu ve 1967 sınırları dışındaki yerleşimlerin yasadışı sayılmasına ilişkin Güvenlik Konseyi kararları gibi uluslararası kararlara dayanarak Filistin devletini tanıyor. En son karar, İsrail’in Filistin’deki politika ve uygulamalarının hukuki sonuçlarına ilişkin olarak Genel Kurul tarafından Uluslararası Adalet Divanı’ndan talep edilen istişari görüşün ardından, İsrail’in “işgal altındaki Filistin topraklarındaki yasadışı varlığına” 12 ay içinde son vermesini talep ediyor. Bu karar, Filistin davasının elde ettiği kazanımları gösteren ve işgal devletinin giderek artan siyasi izolasyonunu vurgulayan ezici bir destekle -24 lehte, 14 aleyhte ve 43 çekimser oyla- kabul edildi.

İşgalden kaynaklanan egemenliğin önündeki engellere rağmen, Filistin devleti yasal bir gerçeklik olmaya devam ediyor. Günümüzdeki uluslararası çabaların, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde uluslararası güçlerin bizim aleyhimize Siyonist bir siyasi yapı kurulmasını destekleyen gidişata karşı, bu tarihsel ve kökleşmiş hakları yeniden canlandırmaya yönelik olduğunu görüyoruz.

“İki Devletli Çözümün Hayata Geçirilmesi için Uluslararası İttifak” adıyla ileriye dönük olarak başlatılan bu girişimler, Filistin devletinin sadece var olma hakkını müzakere etmek yerine, kuruluşunu organize etmeye yönelik doğrudan adımları kapsıyor. Bu, bölgesel güvenlik ve uluslararası barış için önemli bir adım; küresel sistemi dengelemek ve bazen dini veya kültür boyutu taşıyan jeopolitik çatışmaların yayılmasını önlemek için gerekli bir yoldur.

Filistin devletinin kurulmasına yönelik diplomatik ve siyasi çabalar, savaşın sona erdirilmesi, sivillerin korunması, insani yardımın kolaylaştırılması ve saldırının etkilerinin tazminat ve yeniden inşa yoluyla giderilmesine yönelik çabalarla uyumlu olmalı. Eş zamanlı olarak, Filistinlilerin bölgesel güvenlik ve küresel barış ilkeleriyle uyumlu egemen bir devlet için gerekli önkoşulları tamamlama çabaları da yoğunlaştırılmalı.

Bu çabaların ortasında, Filistinli güçlerin bu girişimlere içtenlikle yanıt vereceği ve yönetim, seçimler ve “ertesi gün” olarak adlandırılan meseleler üzerindeki anlaşmazlıkları aşmaya hazır olduğu açıktır. Filistinlilerin tutumları, bu anlaşmazlıkların artık geçmişte kaldığını ve geleceğe odaklanmanın, ulusal ruh ve dayanışma zemininde Filistin devletini kurma ve yönetme yeteneğini artırdığını göstermektedir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Trump’ın zaferine dünyadan karmaşık tepkiler

Yayınlanma

Yazar

6 Kasım’da, 2024 ABD başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday ve eski Başkan Donald Trump, ezici bir farkla zafer kazanarak Beyaz Saray’a dört yıl aradan sonra geri döndü ve ABD’nin 47. Başkanı oldu. Aynı zamanda, Cumhuriyetçi Parti Senato ve Temsilciler Meclisi’nde de çoğunluğu elde etti. Trump’ın tartışmalı bir şekilde devletin başına dönmesi ve Cumhuriyetçi Parti’nin yasama, yürütme ve yargı organlarında mutlak bir hakimiyet kurma potansiyeli, dünya genelindeki gözlemcilerin “Amerika değişti!” ve dolayısıyla “dünya da değişecek!” yorumlarına yol açtı.

2024 ABD başkanlık seçimleri, dramatik ve sürprizlerle dolu bir süreç olarak dikkat çekti. Demokratların mevcut başkanı Joe Biden, sağlık sorunları nedeniyle kampanyanın ortasında yarıştan çekildi. Trump, yoğun bir muhalefetle karşılaşmasına ve bir suikast girişiminden sağ kurtulmasına rağmen başarılı bir geri dönüş yapmayı başardı. Demokrat adaylığı üstlenen Başkan Yardımcısı Kamala Harris, başlarda anketlerde önde gitse de seçim günü ağır bir yenilgi aldı. Bu dramatik iktidar değişimi, Demokrat Parti’nin yerleşik iç ve dış politikalarının köklü bir şekilde tersine çevrileceği beklentisini doğurdu ve ABD’de ve dünyada sevinçten hayal kırıklığına kadar uzanan tepkilere yol açtı.

Muhakkak ki ABD’deki Cumhuriyetçiler coşkulu; ilk kampanyasında şüpheyle bakmalarına rağmen Trump’ı desteklemeyi seçtiler ve bu strateji 312’den fazla (ön tahminler) seçici kurul oyu ile tarihi bir zafer getirdi. Trump, görevden ayrıldıktan sonra seçimle Beyaz Saray’a dönen ikinci ABD Başkanı oldu. Cumhuriyetçi Parti, ayrıca Kongre’nin her iki kanadında ve pek çok eyalet hükümetinde de kontrolü sağlamaya hazırlanıyor; halihazırda muhafazakâr yargıçların çoğunlukta olduğu Yüksek Mahkeme ise Cumhuriyetçi ideallere yakın bir duruş sergiliyor.

Trump’ın zaferi, mali destekçileri, tabanındaki destekçileri, sanayi işçileri ve çiftçiler arasında büyük bir sevinç yarattı. Bu gruplar, Trump ve Cumhuriyetçi Parti’nin “Önce Amerika” doktrinini benimsiyor ve Demokratların başlattığı girişimlerin tersine çevrilerek önümüzdeki dört yıl boyunca somut faydalar sağlanmasını bekliyor.

Öte yandan, Demokratlar derin bir hayal kırıklığı içinde. Beyaz Saray’daki dönemleri, Cumhuriyetçi yükselişle ani bir şekilde sona erdi ve bu, onların üç devlet erkinde de etkilerini kaybetmeleriyle sonuçlanacak tarihi ve utanç verici bir yenilgi olarak görülüyor.

Azınlık grupları, göçmenler, sol eğilimli ilericiler, yenilenebilir enerji sektörü ve mevcut düzenin temsilcileri de Trump ve muhafazakâr güçlerin geri dönüşüyle hüsrana uğramış durumda. Trump’ın geri dönüşünün, azınlık ve göçmen haklarını kısıtlaması ve ABD siyasetinde Trump’ın etkisinin derinleşmesine yol açması bekleniyor. Cinsel özgürlük ve genişleyen trans hakları hareketleri gibi ilerici sosyal hareketlerin sert baskılarla karşılaşacağı öngörülüyor, ayrıca yeşil ve temiz enerji girişimlerinin ivmesi de durabilir. Mevcut düzenin temsilcileri, Trump yönetiminin Amerikan hukuk sistemini daha da zorlayarak süper-yürütme yetkileri oluşturma peşinde olmasından endişe ediyor.

ABD’deki izolasyonist gruplar ise bu seçim sonucunu Biden’ın küreselci yaklaşımının reddi ve Trump ile Cumhuriyetçilerin dünya görüşünün yeniden zaferi olarak kutluyor. “Yeniden Büyük Amerika” ve “Önce Amerika” söylemleriyle, ABD’nin değerler temelli ittifaklardan ve uluslararası sorumluluklardan uzaklaşarak ticaret ve kendi çıkarlarını ön planda tutan bir rotaya gireceği tahmin ediliyor. Bu da, dünyanın önde gelen gücünün geleneksel sorumluluklarını azaltarak Amerikan hegemonyasının gerileme sinyallerini verebilir.

Buna karşılık, küreselciliğin savunucuları derin bir endişe içinde. Trump’ın ilk dönemi, küreselleşmeyi, ittifak ağlarını ve Amerika’nın Batı dünyasındaki liderliğini sarsmıştı. Biden yönetimi tarafından bu unsurları yeniden tesis etmek için kaydedilen mütevazı ilerlemenin de şimdi tersine dönmesi muhtemel, bu da Pax Americana (Amerikan Barışı) fikrinin savunucularını büyük hayal kırıklığına uğratıyor.

Amerika’nın uluslararası müttefikleri de Trump’ın siyasi yönelimleri ve geçmişteki eylemlerini bildiklerinden, tepkilerinde bölünmüş durumda. Birçok kişi, “Trump 2.0” döneminde ABD politikalarının daha da radikal ve kutuplaştırıcı bir yöne kayacağından endişe ediyor. Demokrat yönetimlere özgü uzlaşı ve ılımlılık yaklaşımının artık yerini daha sert bir çizgiye bırakması ihtimali, bu endişeleri artırıyor.

Özellikle, Trump ile benzer ideoloji ve liderlik özelliklerine sahip bazı ABD müttefikleri ve ortakları ise onun dönüşünü memnuniyetle karşılıyor. Avrupa’da, aşırı sağ hareketler ve AB karşıtı görüşler (Euroskeptikler) bu durumdan özellikle hoşnut. Beyaz üstünlüğü, azınlık karşıtlığı, göçmen karşıtlığı, küreselleşme karşıtlığı ve çevreye dönük girişimlere direnç gibi ortak görüşleri, Trump’ın politikalarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Trump’ın Brexit’i desteklemesi ve ilk zaferi, Avrupa’daki aşırı sağ güçleri cesaretlendirmişti; şimdi ise zaferle Beyaz Saray’a dönüşü, bu grupları daha da canlandırarak, neo-faşist hareketlere yeni bir enerji ve ivme kazandıracak gibi görünüyor.

Trump’ın iktidara dönüşü, onun ideolojik tarzını yansıtan Güney Amerikalı liderler tarafından büyük ihtimalle coşkuyla karşılanacak. Bu liderlerin başında, bir yıl önce göreve gelen ve sık sık “Arjantin’in Trump’ı” olarak anılan Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei ile, iki yıl önce görevden ayrılan ancak siyasi geri dönüş planlarını kararlılıkla sürdüren Brezilya’nın eski devlet başkanı Jair Bolsonaro geliyor. Her iki lider de Trumpizmin yeniden yükselişinin, Latin Amerika genelinde kendi siyasi etkilerini ve yönetim modellerini güçlendireceğine inanıyor.

Buna karşılık, geleneksel Avrupa düzeninin temsilcileri, küreselciler, AB entegrasyonunu savunanlar ve transatlantik ilişkilerin destekçileri, Trump’ın dönüşünü endişeyle izliyor. Trump’ın önceki başkanlık döneminde Avrupa Birliği’ni zayıflatması, aşırı sağ hareketleri cesaretlendirmesi, NATO üyelerine savunma harcamalarını artırmamaları durumunda ittifaktan çekilme tehdidiyle baskı yapması ve pek çok çok taraflı anlaşma ile uluslararası sözleşmeden tek taraflı olarak ayrılması hâlâ hafızalarda. Özellikle Kovid-19 pandemisi sırasında Trump’ın Avrupa ile hava ve deniz bağlantılarını keserek geleneksel müttefiklerini adeta yüzüstü bırakması, Avrupa’da unutulmuş değil. Günümüzde Avrupa liderleri, Trump’ın dönüşüyle iki yeni endişeyle karşı karşıya: Trump, Avrupa ile bir ticaret savaşı başlatmak için gümrük vergileri uygulayabilir ve Avrupa ülkelerini ABD’den yüksek fiyatlarla petrol ve doğalgaz almaya zorlayabilir.

Avrupa’daki Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili tepkiler de benzer şekilde karmaşık. İkinci bir Trump yönetimi, ABD-Rusya, ABD-Avrupa ve Rusya-Avrupa ilişkilerinin dinamiklerini değiştirebilir; bu da NATO’nun çatışmaya müdahil olma derecesini azaltarak Avrupa’nın askeri yükümlülükleri daha bağımsız bir şekilde üstlenmesini gerektirebilir.

Rusya ise Trump’ın dönüşünü büyük ihtimalle memnuniyetle karşılayacaktır. Trump, daha önce Başkan Vladimir Putin’in güçlü liderlik tarzına hayranlığını dile getirmiş ve Rusya-Ukrayna savaşına hızlı bir çözüm bulmayı savunarak ABD-Rusya ve Avrupa-Rusya ilişkilerinin normalleşmesini amaçladığını ifade etmişti. Eğer Trump, Ukrayna’ya yapılan askeri yardımı azaltır veya Avrupa ülkelerini Ukrayna’nın çıkarlarını feda etmeye zorlarsa, şu anda savaş alanında avantaj sahibi olan Rusya, zafer yolunda daha hızlı ilerleyebilir. Bu ihtimali gören Avrupa ülkeleri, ABD’nin desteğinin azalması durumunda ortak savunma sağlamak amacıyla Ukrayna ile güvenlik anlaşmaları imzalamaya başladı bile.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, kendisini bir kez daha “en karanlık saatlerinde” bulabilir. Trump’ın kısa süre önce ortaya çıkan “barış planı”, askeri yardımı sürdüreceğini vaat etse de Rusya ile Ukrayna arasında 1280 kilometre uzunluğunda bir askerden arındırılmış bölge oluşturulmasını ve Ukrayna’nın önümüzdeki 20 yıl boyunca NATO’ya katılmasının yasaklanmasını öngörüyor. Kore Ateşkes Anlaşması’na benzer bir ateşkes modeli çerçevesinde, iki tarafın mevcut cephe hatlarında çatışmaları durdurması ve uzun süreli bir çıkmaza girilmesi söz konusu olabilir.

ABD’nin Orta Doğu’daki ortakları da Trump’ın dönüşüne ilişkin bölünmüş durumda, fakat bu bölgede net bir kazanan ve memnuniyetsiz birkaç taraf bulunuyor. Bugünkü Orta Doğu, dört yıl öncesinden oldukça farklı; bölge ülkeleri giderek daha fazla özerklik arayışında ve artık yalnızca ABD’nin müdahalesine bel bağlamak yerine, İslam içi diyalog ve uzlaşmayı ön planda tutuyorlar; İsrail bu durumun istisnası olarak öne çıkıyor.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve güçlü İsrail aşırı sağı, Trump’ın yeniden seçilmesini kuşkusuz büyük bir memnuniyetle karşılıyor. Trump’ın İsrail’e olan güçlü desteği ve İran ile Filistin’e karşı beslediği düşmanlık, İsrail’in Washington’da güvenilir bir müttefik bulacağına işaret ediyor. Bu destek, bölgede Demokrat yönetimin sabrının azaldığı bir dönemde İsrail açısından kritik bir önem taşıyor. Trump’ın yeniden iktidara gelmesiyle İsrail’in, ABD desteğini maksimum düzeyde kullanarak pek çok stratejik cephede hedeflerine daha güvenle ulaşması bekleniyor. Trump, ABD’yi Orta Doğu çatışmalarına doğrudan dâhil etmeye istekli olmasa da İsrail’in karşıtlarını taviz vermeye zorlamak için baskı taktikleri uygulayabilir.

Filistinliler için ise Trump’ın dönüşü, sıkıntılarının daha da derinleşmesi anlamına geliyor. Filistinliler, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasını, “Yüzyılın Anlaşması” ile onları dışlamasını, Filistin Kurtuluş Örgütü ile diplomatik ilişkileri düşürmesini, iktisadi ve insani yardımı askıya almasını ve UNRWA’dan, örgütün Filistin yanlısı duruşu nedeniyle çekilmesini hâlâ hatırlıyor.

İran da Trump’ın dönüşüyle artan askeri, diplomatik ve iktisadi baskılarla karşı karşıya kalacak ve İsrail ile doğrudan bir çatışma ihtimali yükselecek. İran halkı, Trump’ın ilk döneminde Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) çekilmesini ve sonrasında uygulanan sıkı yaptırımları unutmuş değil. 2020’de Trump’ın talimatıyla İran Devrim Muhafızları Ordusu komutanı General Kasım Süleymani’nin hedef alınarak öldürülmesi ve buna misilleme olarak ABD’nin Orta Doğu’daki üslerine yapılan füze saldırıları, İran’ın kolektif hafızasında derin izler bıraktı.

Suudi Arabistan ise Trump’la görece sıcak ilişkisine rağmen, dönüşü konusunda sevinçten ziyade endişe taşıyabilir. Riyad, Filistin davası konusunda pragmatizm ile ahlaki sorumluluklar arasında karmaşık bir ikilem yaşıyor. Krallık, İsrail’den uzak durmayı ve İran’la yakınlaşmayı seçmiş durumda. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’nin baskısıyla “nakit kaynağı” gibi muamele görmekten ve Amerikan silahlarını satın almaya zorlanmaktan endişe ediyor ki bu, Trump’ın ilk döneminde sık sık karşılaşılan bir durumdu. Trump’ın ABD’nin enerji ihracatını artırarak piyasayı petrol ve doğalgazla doldurma planları da yeni bir Amerikan-Suudi enerji rekabeti potansiyelini artırabilir ve ilişkilerde daha fazla gerginliğe yol açabilir.

Asya-Pasifik bölgesinde de tepkiler karmaşık, hatta ABD’nin bazı müttefikleri arasında bile bölünme söz konusu. Trump, Biden’a kıyasla ortaklık yerine kazancı önceleyen bir yaklaşım sergiliyor; ABD’nin iktisadi ve ticari çıkarlarına daha fazla odaklanarak, askeri ittifakları ve jeostratejik taahhütleri ikinci planda tutuyor.

Kuzey Kore, Trump’ın dönüşüyle Biden yönetiminin “stratejik ihmal” politikasından uzaklaşılarak üç zirveyle yakalanan diyaloğun yeniden canlanmasını umabilir. Kim Jong-un ile Trump arasında gerçekleşen bu zirveler, ABD-Kuzey Kore ilişkilerinin normalleşmesi adına umut verici adımlar olarak görülmüştü, ancak Kovid-19 pandemisi, karşılıklı güvensizlik ve siyasi değişimler nedeniyle bu süreç tıkanmıştı. Yeni Trump yönetimi, bugüne kadar tamamlanamayan bu diplomatik girişimi yeniden alevlendirebilir.

Güney Kore ve Japonya ise Trump’ın muhtemel politikalarından tedirgin. Trump’ın, müttefiklerinden savunma harcamalarını artırmalarını talep etmesi ve ithal mallara gümrük vergisi uygulaması gibi geçmişteki baskıları, bu ülkeleri ABD-Çin rekabeti karşısında stratejik pozisyonlarını yeniden gözden geçirmeye itebilir ve hassas bir diplomatik denge riskini beraberinde getirebilir.

Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Vietnam, Singapur ve Hindistan gibi ülkeler de Trump’ın, transaksiyonel yaklaşımıyla stratejik ortaklıklarını geri plana itmesinden endişe duyuyor. Bu durum, Hint-Pasifik bölgesinde iktisadi çıkarların güvenlik ittifaklarının önüne geçtiği bir dinamik yaratabilir.

Çin ise, her iki büyük Amerikan partisince “birincil rakip” olarak görülüyor ve Trump’ın önceki döneminde uyguladığı agresif stratejilere aşina. Pekin, Trump’ın dönüşüne ne sevinçle ne de endişeyle yaklaşıyor; yeni yönetim değişikliğine sakin bir tutum sergiliyor. Trump’ın askeri angajmanlarda temkinli ama ticaret, teknoloji ve finans alanlarında agresif bir rekabet başlatma eğiliminde olduğu biliniyor. İkinci bir Trump döneminde askeri çatışmalara yol açma ihtimali düşük görünse de iktisadi savaşın tırmanması ve ticari çekişmeler ile Çin yatırımlarına yönelik kısıtlamaların artması beklenebilir.

7 Kasım’da Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Başkan Yardımcısı Han Zheng, başkan seçilen Trump ve yardımcısı J.D. Vance’e tebrik mesajları göndererek Çin’in ikili ilişkilerde tutarlı prensiplerini vurguladı ve diyalog beklentilerini dile getirdi. Trump liderliğinde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl şekilleneceği, dünya barışı ve güvenliğinin belirleyici unsurlarından biri olacak ve küresel ilginin odak noktası haline gelecektir.

ABD’deki liderlik değişimiyle en büyük kayıplardan biri, Tayvan bağımsızlık hareketi savunucuları olabilir. Cumhuriyetçi Parti’nin platformunda Tayvan’a dair savunma taahhütlerinin olmaması dikkat çekiyor. Trump, daha önce Tayvan’dan güvenlik sağlamak için GSYİH’nın yüzde 10’unu “koruma bedeli” olarak talep etmişti; bu, Tayvan’ın güvenliği konusunda da pragmatik ve ticari bir yaklaşımın sinyalini veriyor.

Biden yönetiminin, Tayvan Yarı İletken Üretim Şirketi’ni (TSMC) “Made in America” modeline geçirme çabası, Tayvan’ın temel endüstrilerine zarar verirken, daha fazla zorluğu da beraberinde getiriyor. Trump’la yakın ilişkileri olan ve “Tek Çin” ilkesini destekleyen Elon Musk, kısa süre önce uzay-havacılık tedarikçilerini Tayvan’dan parça alımını durdurmaya teşvik etmişti. Bu adım, Musk’ın Çin pazarına olan bağlılığını yansıtırken, Trump’ın Tayvan politikasının da Musk’ın stratejik çıkarlarına paralel olabileceğine işaret ediyor. Bu durumda, Tayvan bağımsızlık hareketinin önde gelen isimlerinden William Lai gibi liderler, siyasi ve iktisadi olarak büyük bir belirsizlikle karşı karşıya kalacak.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Belarus Halk Meclisi: siyasi sistemin güçlendirilmesi ve demokrasinin geliştirilmesi  

Yayınlanma

Nadejda Sablina
Gazeteci

Bu yılın nisan ayında Minsk’te Belarus Halk Meclisi’nin 7’nci birleşimi yeni anayasal yetkilerle ve tam bir iktidar organı olarak toplandı. Belaruslu gazeteci Nadejda Sablina, kapitalist restorasyon sonrası Belarus tarihini özetliyor ve meclisin ülkenin yakın geleceğinde taşıdığı önemi analiz ediyor.

Çağdaş Belarus’ta siyasi sistemin kuruluşuna bir bakış

1991 karşıdevrimi ve SSCB’nin yıkılması diğer eski Sovyet cumhuriyetlerini olduğu gibi Belarus’u da 70 yıldır bir şekilde işlemekte olan devlet yönetim aygıtının yerle bir edilmesi nedeniyle iktisadi bir yıkıma ve siyasi krize sürükledi. Halk demoralize olmuş ve şaşkına dönmüştü; Belarus Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nde siyasi sistemin çekirdeğini teşkil eden Belarus Komünist Partisi ise daha bundan önce faaliyet yeteneğini kaybetmiş ve ideolojik olarak bozguna uğramıştı. Ülkede karşıdevrime karşı koyabilecek ve sosyalist yapıyı, Sovyet iktidarını koruyabilecek bir güç kalmamıştı. Dahası, SSCB’nin yekpare kamu ekonomisinden kopartılan Belarus ekonomisinde de sosyalist üretim tarzı bunun için gerekli üretici güçlerin gelişme seviyesini kaybetmesi nedeniyle korunamadı.

Meydana gelen bu durumda Belarus’un önünde objektif olarak iki yol vardı. Birincisi, emperyalizmin sömürgesi haline gelmekti; buysa ardı sıra birçok iktisadi sektörün yok olmasına, sosyal alanın özelleştirilmesine, doğal zenginliklerin (en başta potas cevherlerinin ve ormanların) talan edilmesine yol açacaktı. İkinci yol, kapitalist temelde bir milli ekonomi geliştirmek, bunu yaparken de egemenliği ve emperyalizmden bağımsızlığı korumaktı.

1990’ların başlarında iktidar organlarındaki vekillerini kullanan emperyalistler ülkeyi ilk yola sürüklediler ve Belarus’un neoliberal reformlar aracılığıyla sömürgeleştirilmesi sürecini başlattılar. Ancak 1994’te başkan seçilen Aleksandr Lukaşenko fikirdaşlarıyla birlikte ülkenin tuttuğu yolu kökten değiştirdi. Yeni yol, iktisadi yıkımdan başka Belarus içinde gergin sosyal-siyasi ortam ve emperyalizmin istila niyetleri karşısında ve bu şartlarda büyük çaplı iktidar yetkilerinin merkezde toplanmasını gerektiriyordu. Geniş başkanlık yetkilerine sahip güçlü bir dikey iktidarın oluşturulması zaruriydi ve bu başarıyla gerçekleştirildi.

Belarus’ta 30 yılda halka epey yüksek sosyal destek sağlayan efektif bir kapitalist ekonomi inşa edildi. Başarı pek çok açıdan hem emekçi halkı desteklemeyi hem de kapitalistlerle yerli ekonominin kalkınması hususunda anlaşmayı başaran Aleksandr Lukaşenko’ya bağlıydı. Devlet başkanı Lukaşenko, yetkileri ve objektif imkanlar çerçevesinde kapitalizmin üretim araçları ve ücretli emek üzerinde özel mülkiyet şartlarında kaçınılmaz olarak ortaya çıkan çelişkilerini yumuşatmayı hedeflemişti ve bunu başardı.

Aleksandr Lukaşenko’nun devlet başkanlığı görevinde bulunduğu çeyrek asrın sonunda ülkenin içinde bulunduğu iktisadi ve sosyal-siyasi durum en genelde istikrar kazanmıştı. Ancak kimisi milli ölçekte önem bile taşımayan birçok kararın başkan tarafından alınması, güçlü dikey iktidarın kurulmasının yarattığı bir problem, bir yan etkiydi. Böyle bir devlet iktidarı sistemi idarenin etkinliğini düşürüyor ve devlet başkanının değişmesi yahut geçici yokluğu halinde siyasi kriz riskini artırıyordu. Böylece devlet idaresi sisteminin başkanın yetkilerini azaltmak ve bakanlıkların, devlet organlarının, parlamentonun ve yerel iktidar organlarının yetkilerini artırarak reforme edilmesi meselesi ortaya çıktı.

Lukaşenko 2004 referandumundan sonra Belarus anayasasının etraflıca analiz edilmesi ve mümkünse değişiklikler yapılması zarureti üzerine ilk defa 2016’da konuşmaya başladı. Üç yıl sonra, 2019’da Belarus halkına ve Milli Meclis’e sesleniş konuşmasında Belarus anayasasında değişiklik hazırlıklarını ayrıntılı şekilde anlattı. Bu konuşmada öngörülen değişikliklerin temel nedeni olarak iktidar yetkilerinin devlet başkanından diğer iktidar organlarına yeni baştan dağıtılması gereğini ifade etti.

Lukaşenko bu konuşmasında şöyle demişti:

“… Güçlü, yani bizde olduğu gibi bir iktidarın şart olduğu aşamayı geride bıraktık. İktidarı bölüşmemek gerek, iktidar bölünmezdir; ama iktidarın diğer organlarına ve kollarına iktidar yetkileri yüklemek gerek. … Başkana, kendisinin devletin başı olarak yerine getirmesi gereken işlev ve yetkileri bırakmanın zamanı geldi; bunlar her şeyden önce kadro meseleleri ve siyasi partilerin bize devlet seviyesinde yöneticiler üretmeleri için işe koşulmasıdır.”

Bir sonraki aşama, 2021’de anayasa komisyonunun kurulması oldu. Bu komisyon 2021 sonuna doğru gözden geçirilmiş bir anayasa tasarısı hazırladı. Proje ülke çapında referanduma sunuldu ve 2022 şubatında seçmenlerin çoğunluğu tarafından onaylandı.

Referandum sonucunda devlet idaresi alanında yapılan başlıca değişikliklerden biri yeni bir anayasal iktidar organının: Belarus Halk Meclisi’nin kurulmasıydı. Belarus Halk Meclisi, halk iktidarının en yüksek temsil organı statüsü kazandı ve geniş yetkilerle donatıldı; bunlar arasında daha önce başkana tevdi edilen yetkiler de vardı.

Belarus yönetimi, bir anayasa reformuna girişmekten başka, son yıllarda partileri ve sosyal birlikleri de siyasi süreçlere daha aktif şekilde çekmeye başladı. Bu adımlar, Belarus Halk Meclisi’ne ülkenin en yüksek temsil organı yetkilerinin tevdi edilmesiyle birlikte, Belarus’ta demokrasinin gelişmesinden başka bir anlam taşımıyor. Bu gelişme ise emekçilerin menfaatine ve onlar tarafından kullanılmalı.

Ancak, Aleksandr Lukaşenko’nun yetkilerin yeniden dağıtılması zaruretini beyan ettiğinden beri geçen beş yıl boyunca ülke içindeki siyasi durumun ve uluslararası ortamın ciddi biçimde değiştiğine de dikkat çekmek gerek. Bu dönemde Belarus için en önemli olaylar şunlardır: 2020’deki devlet darbesi girişimi ve Rusya’nın 2022’de özel askeri harekatı başlatması. Bu olaylardan sonra emperyalizmin Belarus üzerindeki siyasi ve iktisadi baskısı katlanarak arttı; keza, başta ABD’nin Avrupa’daki menfaatlerinin köprübaşı olan Polonya olmak üzere askeri saldırganlık tehdidi de yükseldi.

Bazı yetkilerin başkandan diğer iktidar organlarına sakin bir şekilde devredilmesinin mümkün olduğu istikrarlı bir kalkınma ve öngörülebilir gelecek dönemi sona erdi. Belarus, ya emperyalizmin askeri saldırganlığına maruz kalma yahut Rusya’ya karşı ABD ve NATO’nun savaşının içine çekilme tehdidiyle karşılaştı. Buna bir de Belarus işletmelerine karşı yaptırımlar yüzünden karmaşıklaşan uluslararası ticaret şartları eklendi. Bu, ihracat odaklı bir ekonomi olan Belarus için ciddi güçlükler yarattı.

Bizim düşüncemize göre bu saydığımız sebepler devlet idare sisteminin reforme edilmesine yönelik iktidar tarafından yapılan ilk planlardan kısmen vazgeçilmesi sonucuna yol açtı. Günümüzdeki durum yetkilerin yeniden dağıtılmasını değil, tersine, bunların merkezde, Belarus’un en üst düzey yetkililerinin elinde toplanmasını gerektiriyor. Belarus Halk Meclisi herhalde bu nedenle Aleksandr Lukaşenko başkanlığında toplandı. Lukaşenko’nun 26 Ocak 2025’te yeniden başkan seçileceği de kesin.

Belarus Halk Meclisi: halk iktidarının en yüksek temsil organı

Belarus Halk Meclisi, Belarus’un sosyal-siyasi hayatında büsbütün yeni bir görüngü değil. Bu meclis anayasal bir kuruluş haline gelmesinden önce de toplanıyordu, ama o sırada bir danışma organı olarak faaliyet gösteriyordu ve gerçek iktidar yetkilerine sahip değildi. Meclis ilk olarak devlet başkanı Aleksandr Lukaşenko’nun inisiyatifiyle 1996’da, iç siyasi kriz ortamında toplanmıştı. Kriz, 1994’te halk tarafından başkan seçilen ve 1991 karşıdevriminden sonra ilk defa bağımsız bir ekonominin inşasına girişen Lukaşenko’nun, emperyalizmin siyasetinin ve neoliberal reformların acentesi olarak hizmet eden Yüksek Sovyet’le karşı karşıya gelmesinin sonucu olarak ortaya çıkmıştı.

İlk Belarus Halk Meclisi, Aleksandr Lukaşenko’ya siyasi-iktisadi çizgisinde (meclisin delegeleri olan) halkın muhtelif sınıf ve kesimlerinin desteğini kazanma fırsatı verdi. Belarus Halk Meclisi 1996’da beş yıllık sosyal-iktisadi kalkınma programını ve anayasa değişikliği yapmak için referanduma gidilmesini onayladı.

Bu referandumun sonucunda Yüksek Sovyet (başında bulunan, emperyalizmin kuklası Şuşkeviç ile birlikte) lağvedildi ve Milli Meclis adıyla çift meclisli bir parlamento kuruldu; ülke de parlamenter başkanlık sisteminden doğrudan başkanlık sistemine geçti. İç siyasi kriz çözülmüş, Aleksandr Lukaşenko’nun siyasi-iktisadi çizgisi zafer kazanmıştı. Emperyalizmin Belarus’u Yüksek Sovyet’teki işbirlikçileri üzerinden sömürgeleştirme girişimi ise çökmüştü.

Belarus Halk Meclisi’nin bundan sonraki beş birleşiminde ülkenin bu birleşimlerden önceki beş yıllık dönemlerde yaşanan gelişmeler özetlendi, bir sonraki beş yıllık dönem için öngörülen sosyal-iktisadi kalkınma programının ana hükümleri onaylandı.

Belarus Halk Meclisi’nin 7’nci birleşimi 2024’te anayasal iktidar organı statüsüyle toplandı. Meclis, yenilenen anayasa gereğince iç ve dış siyasetin başlıca istikametlerini, askeri doktrini, milli güvenlik konseptini, ülkenin sosyal-iktisadi kalkınma programını onaylıyor. Devlet başkanını görevden alma, seçimlerin meşruluğu meselesini değerlendirme hakkına sahip; kanuni düzenlemeleri, devlet organlarının ve yetkilerin milli güvenlikle çelişen kimi kararlarını (yargı organlarının tasarrufları dışında) iptal edebilir, ayrıca başka geniş yetkileri de kullanabilir.

Belarus Halk Meclisi yılda en az bir defa toplanır. Belarus Halk Meclisi prezidyumu bu meclise karşı sorumlu bir heyet olarak daimi faaliyet gösterir.

Prezidyuma 15 kişi seçildi. Prezidyumun faaliyet organı olarak da bir sekreterlik oluşturuldu.

Belarus Halk Meclisi’nin şu anki 7’nci birleşimine 1166 delege katıldı. Şunlar da meclisin re’sen delegesi sayıldı:

— Devlet başkanı,

— Yasama erkinin temsilcileri (Belarus parlamentosunun tüm üyeleri, ani Temsilciler Meclisi vekilleri ve Cumhuriyet Konseyi üyeleri),

— Yürütme erkinin temsilcileri (bakanlar konseyinin bütün üyeleri; oblast, ilçe ve şehir yürütme komitelerinin bütün başkanları),

— Yasama erkinin temsilcileri.

Vekillerin yerel konseyleri kendi bünyelerinden 290 delege daha seçerken sivil toplumun kurumları 400 delege seçtiler. Belarus’ta sivil toplumun kurumları kanunla tanımlanmış beş büyük sosyal birliktir: Belarus Gaziler Birliği, Belarus Cumhuriyeti Gençlik Birliği, Belarus Kadınlar Birliği, “Belaya Rus” birliği ve Belarus Sendikalar Federasyonu. Bu örgütlerin her biri de Belarus Halk Meclisi’ne kendi bünyesinden 80’er delege seçti.

Belarus Halk Meclisi’ne delege olarak seçilenlerin isim listesi incelendiğinde bunların büyük çoğunluğunun devlet organlarının (örgütlerinin) ve devlet işletmelerinin yöneticileri olduğu görülüyor. Seçilen delegelerin geri kalan ve sayıca önemsiz olan kısmı da öğrenciler, işçiler, memurlar ve emekliler. Dolayısıyla, Belarus Halk Meclisi’nin bileşimi incelendiğinde bunun, gerçekte, devlet memurlarının, devlet örgüt ve muhtelif seviyelerdeki devlet işletmelerinin yöneticilerini birleştiren bir organ olduğu sonucuna varmak mümkün.

Belarus Halk Meclisi’nin kadro yapısını incelemek de önemli, zira meclisin siyasi çizgisi ve onun tarafından alınan kararlar pek çok bakımdan buna bağlı.

Meclisin başkanı olarak Belarus devlet başkanı Aleksandr Lukaşenko seçildi. Onun vekili ise deneyimli bir yüksek bürokrat ve Lukaşenko’nun dava arkadaşı olan Aleksandr Kosinets. Dolayısıyla, bizim düşüncemize göre Belarus Halk Meclisi önümüzdeki beş yıl boyunca (meclis delegelerinin ve yönetiminin görev süresi bu kadar) Belarus’un şimdiki yönetiminin siyasetini yürütmeye devam edecek. Bu siyaset, emekçilere güçlü bir sosyal destek ve özel sermaye üzerinde kontrolün uygulandığı kapitalist düzenin devamına ve devletin emperyalistlerden bağımsızlığının güçlendirilmesine yönelik.

Ancak Belarus’ta özel mülkiyet ve ücretli emeğin geri dönmesiyle birlikte, emekçilerin sömürüsünü artırma yolundaki engelleri temizlemeyi ve kârını artırmayı hedefleyen bir burjuvazinin de doğduğunu göz önünde bulundurmak gerek. Bu da kuşkusuz ücretli işçilerin durumunun kötüleşmesine yol açacak.

Özetlersek, şunu söylemek mümkün: Belarus Halk Meclisi bir anayasal iktidar organı olarak Belarus’ta devlet idaresi sistemini güçlendiriyor ve bu sistemin iktidarda kuşak değişimi, keza devlet başkanının değişimi halinde sürdürülebilirliğini artırıyor. Meclis aynı zamanda devlet iktidarının faaliyetini daha açık, kamusal hale getiriyor; bütün devleti ilgilendiren meselelerde alınan kararlara üç erkin temsilcileriyle birlikte ülkenin farklı seviyelerde yöneticilerini de katıyor.

Belarus’ta bu şekilde reforme edilen devlet iktidarı sistemi mevcut düzeni ve sosyal-siyasi çizgiyi en azından orta vadeli bir perspektifte korumayı sağlayacaktır.

Çeviren: Hazal Yalın

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English