Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Seymour Hersh yazdı: Kuzey Akım sabotajında yalanlarla geçen bir yıl

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Pulitzer ödüllü araştırmacı gazeteci Seymour Hersh, geçen hafta Kuzey Akım sabotajının kim tarafından planlandığını ve nasıl gerçekleştirildiğini tüm ayrıntılarıyla anlatmıştı. Okur, makalenin Türkçe tercümesine şuradan ulaşılabilir. Hersh’in anlattıkları, öteden beri ismi meçhul kaynaklara dayanarak haber yapan Batı ana akım medyası tarafından şüpheyle karşılandı. Çoğu açısından anlatılanlar “komplo teorisi”ydi.

Alman Şansölyesi Olaf Scholz, Hersh’in ilk haberinden bir ay sonra Washington DC’ye ziyaret düzenledi ve burada, ana akım basına Hersh’i yalancı çıkaracak alternatif bir senaryo sunulması kararlaştırıldı.

Devamında New York Times ve Die Zeit’in “boru hatlarını Ukrayna yanlısı bir grubun sabote ettiğini” iddia eden haberleri yayımlandı. Bu senaryonun baştan savmalığı ilk göze çarpan şey oldu, zira sadece ikisi dalgıç olan beş kişinin iki ton patlayıcıyı küçük bir yelkenli yatla taşıyarak 80 metre derinlikte fark edilmeden boru hatlarına bağlamaları hiç gerçekçi değildi.

Ve her biri yaklaşık 500 kilogram ağırlığındaki patlayıcıları deniz dibine indirmek vinç olmadan mümkün değildi. Ayrıca bu işlem birden fazla dalış gerektiriyor ve iki dalgıcın 500 kilogramlık patlayıcıları yardım almadan o kadar derinliğe taşımaları — Hulk değillerse — imkânsız.

Batı basını, operasyon için kiralanan Andromeda yatının masasında patlayıcı kalıntılarının bulunduğundan söz ediyor, sanki yarım tonluk patlayıcılar yatın mutfak masasında hazır edilmiş gibi. Hatta failler, yatta sahte pasaportlarını bırakmışlar.

Nihayetinde Berlin soruşturmayı ağır aksak yürütüyor, Washington’un soruşturmaya katılmaya niyeti bile yok. Nitekim Rusya’nın BM’de uluslararası bir soruşturma komisyonu kurulması talebi de Batı tarafından oy çokluğuyla engellendi. Aradan geçen bir yılın ardından ilerleme yok.


Kuzey Akım hakkında yalanlarla geçen bir yıl

Seymour Hersh

26 Eylül 2023

Biden yönetimi ne boru hattının bombalanmasındaki mesuliyetini ne de sabotajın maksadını kabul etti

CIA’in gizli operasyonları hakkında fazla bir şey bilmiyorum —ki dışarıdan bakan hiç kimse bilemez— ama tüm başarılı görevlerin temel bileşeninin tamamen inkâr edilebilirlik olduğunu biliyorum. Bir yıl önce Baltık Denizi’ndeki dört Kuzey Akım boru hattından üçünün imha edilmesini planlamak ve gerçekleştirmek amacıyla aylar boyunca Norveç’e gizlice girip çıkan Amerikalı kadın ve erkekler, görevlerinin başarısı dışında hiçbir iz —ekibin varlığına dair en ufak bir ipucu bile— bırakmadılar.

Başkan Joe Biden ve dış politika danışmanları için bir alternatif olarak inkâr edilebilirlik son derece önemliydi. Görevle ilgili önemli hiçbir bilgi bilgisayara girilmedi, bunun yerine sanki internet ve çevrim içi dünyanın geri kalanı henüz icat edilmemiş gibi bir Royal ya da belki bir iki karbon kopyalı Smith Corona daktiloda yazıldı. Beyaz Saray, Oslo civarında olup bitenlerden uzaktaydı; sahadan gelen çeşitli raporlar ve güncellemeler doğrudan CIA Direktörü Bill Burns’e iletiliyordu ki Burns, planlamacılar ile 26 Eylül 2022’de görevin gerçekleşmesine izin veren Başkan arasındaki tek bağlantıydı. Görev tamamlandığında, daktilo edilmiş kağıtlar ve karbonlar imha edildi, böylece hiçbir fiziksel iz bırakılmadı; yani daha sonra özel yetkili bir savcı ya da başkanlık tarihçisi tarafından ortaya çıkarılacak hiçbir kanıt kalmadı. Buna kusursuz bir suç da diyebiliriz.

Görevi yürütenler ile Başkan Biden arasında, boru hatlarının imha edilmesi emrini neden verdiğine dair bir anlayış boşluğu vardı. Şubat ayı başında yayımlanan 5 bin 200 kelimelik ilk haberim, görev hakkında bilgi sahibi olan bir yetkilinin bana söylediklerini aktararak şifreli bir şekilde sona erdi: “Bu çok güzel bir örtbas hikayesiydi.” Yetkili sözlerine şunları da ekledi: “Tek kusur bunu yapmakta karar kılınmasıydı.”

Bu, patlamaların birinci yıldönümünde bu kusurun ilk izahı ve Başkan Biden ile ulusal güvenlik ekibinin hoşuna gitmeyecek bir izah.

Kaçınılmaz olarak, ilk haberim sansasyon yarattı ama ana akım medya Beyaz Saray’ın yalanlamalarını vurguladı ve Joe Biden’ın bu bir saldırıyla herhangi bir ilgisi olabileceği fikrini çürütmede yönetime katılmak için demode bir saçmalığa —isimsiz bir kaynağa güvenmeme— dayandı. Burada belirtmeliyim ki kariyerim boyunca New York Times ve New Yorker’da tek bir isimsiz kaynağa dayanan haberlerimle çok sayıda ödül kazandım. Geçtiğimiz yıl, Ukraynalı muhalif bir grubun Baltık Denizi’ndeki teknik dalış operasyonu saldırısını Andromeda adlı 49 metrelik kiralık bir yatla gerçekleştirdiğini iddia eden, birinci elden kaynak belirtilmeyen bir dizi aykırı gazete haberine şahit olduk.

İsmi açıklanmayan yetkilinin bahsettiği açıklanamayan kusur hakkında artık yazabiliyorum. Bu konu bir kez daha Merkezi İstihbarat Teşkilatı’nın neyle haşır neşir olduğuna dair klasik meseleye —çalkantılı Vietnam Savaşı yıllarında teşkilatın başında bulunan Richard Helms tarafından gündeme getirilen ve CIA’in Başkan Lyndon Johnson tarafından talimatlandırılan ve Richard Nixon tarafından sürdürülen Amerikalılara dönük gizli casusluk faaliyetlerine— dönüyor. Aralık 1974’te Times’ta bu casuslukla ilgili bir ifşaat yayımladım ve bu da Senato’nun, teşkilatın Başkan John F. Kennedy tarafından yetkilendirilen Küba lideri Fidel Castro’ya yönelik başarısız suikast teşebbüslerindeki rolüne ilişkin benzeri görülmemiş oturumlar düzenlemesine yol açtı. Helms, senatörlere CIA direktörü olarak kendisinin anayasa adına mı yoksa başkanlar Johnson ve Nixon’ın şahsında Kraliyet adına mı çalıştığının önemli olduğunu sordu. Kilise Komisyonu meseleyi çözümsüz bıraktı, fakat Helms, kendisinin ve teşkilatının Beyaz Saray’daki en tepedeki adam için çalıştığını açıkça belirtti.

Kuzey Akım boru hatlarına geri dönelim: Joe Biden, geçen 26 Eylül’de boru hatlarının havaya uçurulması emrini verdiğinde Kuzey Akım boru hatları üzerinden Almanya’ya Rus doğalgazı akmadığını anlamak önemli. Kuzey Akım-1, 2011’den bu yana Almanya’ya büyük miktarlarda düşük maliyetli doğalgaz tedarik ediyordu ve Almanya’nın bir üretim ve sanayi devi olarak statüsünü güçlendirmesine yardımcı oldu. Fakat Ukrayna savaşı en iyi ihtimalle bir çıkmaza girdiği için Ağustos 2022 sonunda Putin tarafından kapatıldı. Kuzey Akım-2 2021’in eylül ayında tamamlandı, ancak doğalgaz sevkiyatı, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesinden iki gün önce Şansölye Olaf Scholz başkanlığındaki Alman hükümeti tarafından engellendi.

Rusya’nın geniş doğalgaz ve petrol rezervleri göz önüne alındığında, John F. Kennedy’den bu yana Amerikan başkanları bu doğal kaynakların siyasi amaçlarla silah olarak kullanılabileceği konusunda tetikte olmuştu. Bu görüş, Biden ve şahin dış politika danışmanları, Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan ve şu anda Blinken’in yardımcısı olan Victoria Nuland tarafında baskınlığını koruyor.

Sullivan, Rusya’nın Ukrayna sınırı boyunca kuvvetlerini artırdığı ve bir işgalin neredeyse kaçınılmaz olarak görüldüğü 2021 yılının sonlarında bir dizi üst düzey ulusal güvenlik toplantısı düzenledi. Aralarında CIA temsilcilerinin de bulunduğu gruptan Putin’e karşı caydırıcı olabilecek bir eylem önerisi getirmeleri istendi. Boru hatlarını imha etme görevinin motivasyonu, Beyaz Saray’ın Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’i destekleme kararlılığıydı. Sullivan’ın hedefi net görünüyordu. Yetkili, bana “Beyaz Saray’ın politikası, Rusya’yı bir saldırıdan caydırmaktı. İstihbarat camiasına verilen görev, bunu yapabilecek kadar güçlü bir yol bulmak ve ABD’nin kapasitesini güçlü bir şekilde ifade etmekti,” dedi.

Rusya’dan Avrupa’ya uzanan başlıca gaz boru hatları / Harita: Samuel Bailey / Wikimedia Commons

Şu anda o zaman bilmediğim bir şeyi biliyorum: Biden yönetiminin “Kuzey Akım boru hattını devre dışı bırakmayı gündeme getirmesinin” gerçek nedenini. Yetkili, kısa süre önce bana, o dönemde Rusya’nın ondan fazla boru hattıyla dünyanın dört bir yanına doğalgaz ve petrol tedarik ettiğini, fakat Kuzey Akım 1 ve 2’nin doğrudan Rusya’dan Baltık Denizi üzerinden Almanya’ya uzandığını açıklamıştı. Yetkili, “Yönetim Kuzey Akım’ı masaya koydu, zira erişebileceğimiz tek boru hattı buydu ve yapılacaklar tamamen inkâr edilebilirdi. Sorunu birkaç hafta içinde, ocak ayının başında çözdük ve Beyaz Saray’a bildirdik. Varsayımımız Başkan’ın Kuzey Akım’a dönük tehdidi savaştan kaçınmak için caydırıcı bir unsur olarak kullanacağı yönündeydi,” ifadelerini kullandı.

O dönemde siyasi işlerden sorumlu dışişleri bakanlığı müsteşarı olan kendinden emin Nuland’ın 27 Ocak 2022’de Putin’i, açıkça planladığı gibi Ukrayna’yı işgal etmesi halinde “öyle ya da böyle Kuzey Akım-2’nin ilerlemeyeceği” konusunda sert bir şekilde uyarması, teşkilatın gizli planlama ekibi açısından sürpriz olmadı. Bu cümle büyük ilgi çekti ama tehditten önceki sözler ilgi çekmedi. Dışişleri Bakanlığı’nın resmi transkriptinde, Nuland’ın tehdidinden önce boru hattıyla ilgili olarak şunları söylediği görülüyor: “Alman müttefiklerimizle son derece şiddetli ve net temaslarda bulunmaya devam ediyoruz.”

Bir muhabirin “Almanların kamuoyu önünde söyledikleri ile sizin söyledikleriniz birbirini tutmuyor,” diyerek Almanların aynı fikirde olduğunu nasıl bu kadar net söyleyebildiği sorusuna Nuland, şaşırtıcı bir ikiyüzlülükle yanıt verdi: “Geri dönüp temmuz ayında (2021’de) imzaladığımız ve Rusya’nın Ukrayna’ya daha fazla saldırmasının boru hattı açısından ne gibi sonuçlar doğuracağını açıkça ortaya koyan belgeyi okuyun derim.” Ancak Times, Washington Post ve Reuters’ta yer alan haberlere göre, gazetecilere brifing verilen bu anlaşmada tehditler ya da sonuçlar belirtilmiyordu. Anlaşmanın yapıldığı 21 Temmuz 2021’de Biden, basın mensuplarına boru hattının yüzde 99’u tamamlandığı için “söylenecek ya da yapılacak herhangi bir şeyin bunu durduracağı fikrinin makul olmadığını” söyledi. O dönemde Teksas Senatörü Ted Cruz’un başını çektiği Cumhuriyetçiler, Biden’ın Rus doğalgazının akışına izin verme kararını Putin açısından “nesiller boyu sürecek bir jeopolitik zafer”, ABD ve müttefikleri açısından da “felaket” olarak nitelendirmişti.

Fakat Nuland’ın açıklamasından iki hafta sonra, 7 Şubat 2022’de, Beyaz Saray’ı ziyaret eden Scholz ile ortak basın toplantısı düzenleyen Biden, fikrini değiştirdiğinden ve boru hattını durdurmaktan bahsederek Nuland ve aynı derecede şahin olan diğer dış politika yardımcılarına katıldığının sinyalini verdi: “Eğer Rusya [Ukrayna’yı] işgal ederse, bu tankların ve askerlerin Ukrayna sınırını tekrar geçmesi anlamına geliyor, bu durumda Kuzey Akım-2 artık olmayacak. Buna bir son vereceğiz.” Boru hattı Almanya’nın kontrolü altında olduğu için bunu nasıl yapabileceği sorulduğunda ise şunları söyledi “Yapacağız, size söz veriyorum, bunu yapabiliriz.”

Scholz, aynı soru üzerine şunları söyledi: “Birlikte hareket ediyoruz. Kesinlikle birlik içindeyiz ve birbirimizden farklı adımlar atmayacağız. Aynı adımları atacağız, bunlar Rusya için çok çok zor olacak ve bunu anlamalılar.” Almanya lideri o zaman da şimdi de CIA ekibinin bazı mensupları tarafından boru hatlarını imha etmek üzere yapılan gizli planlamadan tamamen haberdar olarak görülüyordu.

Bu noktada CIA ekibi, donanma ve özel kuvvetler komutanlıklarının gizli operasyon görevlerini teşkilatla paylaşma konusunda uzun bir maziye sahip olduğu Norveç’te gerekli temasları kurmuştu. Norveçli denizciler ve Nasty sınıfı devriye botları, 1960’ların başında Amerika’nın hem Kennedy hem de Johnson yönetimleri döneminde ilan edilmemiş bir savaş yürüttüğü dönemde Amerikalı sabotaj casuslarının Kuzey Vietnam’a kaçırılmasına yardımcı olmuştu. CIA, Norveç’in yardımıyla işini halletti ve Biden Beyaz Sarayının boru hatlarına yapılmasını istediği şeyi yapmanın bir yolunu buldu.

O dönemde istihbarat camiasına düşen görev, Putin’i Ukrayna’ya saldırmaktan caydıracak kadar güçlü bir plan ortaya koymaktı. Yetkili bana şöyle dedi: “Başardık. Rusya üzerindeki iktisadi etkisi nedeniyle olağanüstü bir caydırıcılık bulduk. Putin de tehdide rağmen bunu yaptı.” Bu görev için tutulan iki uzman ABD Donanması derin deniz dalgıcının Baltık Denizi’nin çalkantılı sularında aylarca araştırma ve pratik yapması gerekti. Norveç’in mükemmel denizcileri boru hatlarını havaya uçuracak bombaları yerleştirmek için doğru noktayı buldular. Ortak karasularında neler olup bittiği hakkında hiçbir fikirleri olmadığında ısrar eden İsveç ve Danimarkalı üst düzey yetkililer, Amerikalı ve Norveçli casusların faaliyetlerini görmezden geldi. Görevin ana gemisi olan Norveç mayın tarama gemisindeki dalgıç ve destek personelinden oluşan Amerikan ekibinin, dalgıçlar işlerini yaparken saklanması zor olacaktı. Ekip, Kuzey Akım-2’nin içindeki 750 mile yayılmış doğalgazla birlikte kapatıldığını bombalamadan sonra öğrenecekti.

O zamanlar bilmediğim ama yakın zamanda öğrendiğime göre, Biden’ın Scholz’un yanındayken dile getirdiği Kuzey Akım-2’yi havaya uçurma tehdidinin ardından, CIA planlama ekibine Beyaz Saray tarafından iki boru hattına hemen saldırı yapılmayacağı ama ekibin gerekli patlayıcıları yerleştirmek için hazırlık yapması ve “talep üzerine” —savaş başladıktan sonra— bunları tetiklemeye hazır olması gerektiği söylenmiş. Oslo’da Norveç Kraliyet Donanması ve istihbarat teşkilatlarıyla birlikte proje üzerinde çalışan küçük planlama ekibi, “İşte o zaman boru hatlarına saldırının caydırıcı olmadığını anladık, zira savaş devam ederken hiçbir zaman emir alamadık,” dedi.

Biden’ın boru hatlarına yerleştirilen patlayıcıları tetikleme emrinden sonra, bunu yapmak için sadece bir Norveç savaş uçağıyla kısa bir uçuş ve Baltık Denizi’nde doğru noktaya değiştirilmiş bir hazır sonar cihazının bırakılması gerekti. O zamana dek CIA ekibi çoktan dağılmıştı. Yetkilinin bana söylediğine göre: “İki Rus boru hattının tahrip edilmesinin Ukrayna savaşıyla ilgili olmadığını anladık —Putin istediği dört Ukrayna bölgesini ilhak etme sürecindeydi— fakat kış yaklaşırken ve boru hatları kapalıyken Scholz ve Almanya’nın ürkmesini ve kapatılan Kuzey Akım-2’yi açmasını engellemek neocon siyasi ajandanın bir parçasıydı. Beyaz Saray’ın korkusu, Putin’in Almanya’yı kontrolü altına alması ve ardından Polonya’yı ele geçirmesiydi.”

Dünya sabotajı kimin yaptığını merak ederken Beyaz Saray hiçbir şey söylemedi. Yetkili bana, “Başkan böylece Almanya ve Batı Avrupa ekonomisine darbe vurdu. Bunu haziran ayında da yapabilir ve Putin’e şöyle diyebilirdi: Size ne yapacağımızı söylemiştik. Beyaz Saray’ın sükuneti ve inkârı ise yaptığımız şeye ihanetti. Eğer bunu yapacaksanız, bir fark yaratacağı zaman yapın,” diye konuştu.

Yetkilinin bana söylediğine göre CIA ekibinin liderleri, Biden’ın boru hatlarını imha etme emrine yönelik yanıltıcı yönlendirmesini, “Üçüncü Dünya Savaşı’na doğru stratejik bir adım atmak olarak” görüyordu: “Ya Rusya şöyle karşılık verseydi? Siz bizim boru hatlarımızı havaya uçurdunuz, biz de sizin boru hatlarınızı ve iletişim kablolarınızı havaya uçuracağız. Kuzey Akım Putin için stratejik değil, iktisadi bir meseleydi. Gaz satmak istiyordu. Ukrayna savaşı başlamadan önce Kuzey Akım 1 ve 2 kapatıldığında halihazırda boru hatlarını kaybetmişti.”

Bombalamadan birkaç gün sonra Danimarka ve İsveç’teki yetkililer soruşturma yürüteceklerini açıkladılar. İki ay sonra hakikaten de bir patlama olduğunu bildirdiler ve daha fazla soruşturma yapılacağını söylediler. Ortaya hiçbir şey çıkmadı. Alman hükümeti bir soruşturma yürüttü ama bulgularının önemli bir kısmının gizli tutulacağını duyurdu. Geçtiğimiz kış Almanya makamları, işlerini yürütmek ve evlerini ısıtmak için daha yüksek enerji faturalarıyla karşılaşan büyük şirketlere ve ev sahiplerine 286 milyar dolar teşvik tahsis etti. Bunun etkileri, Avrupa’da daha soğuk bir kış beklendiği için bugün hala hissediliyor.

Başkan Biden boru hattı bombalamasını “kasıtlı bir sabotaj eylemi” olarak nitelendirmeden önce dört gün bekledi. Şunu söyledi: “Şimdi Ruslar bu konuda dezenformasyon pompalıyor.” Boru hatlarının gizlice imha edilmesi önerisine yol açan toplantılara başkanlık eden Sullivan’a daha sonra düzenlenen bir basın toplantısında Biden yönetiminin “şimdi sabotaj eyleminden Rusya’nın sorumlu olduğuna inanıp inanmadığı” soruldu.

Sullivan’ın yanıtı, hiç şüphesiz pratikti: “Öncelikle, Rusya bir şeyden sorumlu olduğu zaman sıklıkla yaptığı şeyi yaptı, yani bunu gerçekten başkasının yaptığına dair suçlamalarda bulundu. Buna zaman içinde defalarca şahit olduk. Fakat Başkan bugün ayrıca, ABD hükümetinin bu meselede bir suçlamada bulunmaya hazır olmadan önce soruşturmada yapılması gereken daha çok iş olduğu konusunda da netti.” Şöyle devam etti: “Tüm gerçekleri toplamak için müttefiklerimiz ve ortaklarımızla birlikte çalışmaya devam edeceğiz ve daha sonra buradan nereye gideceğimiz konusunda bir karar vereceğiz.”

Sullivan’a daha sonra Amerikan basınından birileri tarafından “tespitinin” sonuçlarının sorulduğuna dair herhangi bir örnek bulamadım. Sullivan’ın ya da Başkan’ın o tarihten bu yana nereye gidileceğine ilişkin “tespitin” sonuçları hakkında sorgulandığına dair herhangi bir kanıt da bulamadım.

Başkan Biden’ın Amerikan istihbarat camiasından boru hattının bombalamasıyla ilgili olarak geniş kapsamlı bir soruşturma yürütmesini talep ettiğine dair bir kanıt da bulunmuyor. Bu tür talepler “görevlendirme” olarak bilinir ve hükümet içinde ciddiye alınır.

Tüm bunlar, bombalamalardan bir ay kadar sonra Amerikan istihbarat camiasında uzun yıllar çalışmış birine yönelttiğim rutin bir sorunun beni neden Amerika’da ya da Almanya’da kimsenin peşine düşmek istemediği bir gerçeğe götürdüğünü açıklıyor. Sorum basitti: “Kim yaptı bunu?”

Biden yönetimi boru hatlarını havaya uçurdu ama bu eylemin Ukrayna’daki savaşı kazanmak ya da durdurmakla pek ilgisi yoktu. Beyaz Saray’ın, Almanya’nın tereddüt edip Rusya’dan doğalgaz akışını durduracağı ve Almanya’nın ve ardından NATO’nun ekonomik gerekçelerle Rusya’nın ve onun geniş ve ucuz doğal kaynaklarının egemenliği altına gireceği korkusundan kaynaklanıyordu. Ve böylece nihai korku —Amerika’nın Batı Avrupa’da uzun süredir sahip olduğu üstünlüğü kaybetmesi— ortaya çıktı.

DÜNYA BASINI

Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı

Yayınlanma

Lizzi C. Lee, Foreign Policy
13 Kasım 2024

Çin bilinen zorluklara ve bilinmeyen risklere karşı hazırlanıyor.

ABD’nin seçilmiş Başkanı Donald Trump Beyaz Saray’a dönmeye hazırlanırken, küresel gözlemciler tedirginlik ve ihtiyat karışımı bir tutumla gelişmeleri izliyor. Çinli akademisyenler, ekonomistler ve politika uzmanlarıyla yapılan görüşmeler, Pekin’in ikinci bir Trump başkanlığının sonuçlarını incelerken çok daha incelikli bir bakış açısını ortaya koyuyor. Trump’ın 2016 zaferi Pekin’i hazırlıksız yakaladı. Ancak gümrük tarifeleri, teknoloji kısıtlamaları ve ticari gerilimlerle geçen dört yıl, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve danışmanlarına ABD başkanının oyun kitabını daha iyi anlamalarını sağladı.

Çin için Trump’ın dönüşü, giderek karmaşıklaşan jeopolitik ortamda yeni riskler ve bazı sınırlı ancak anlamlı fırsatlar getirebilir. Trump’ın ilk döneminden alınan dersler bazı fikirler verebilir ancak dünya önemli ölçüde değişti: Çin ekonomisi yumuşadı, COVID-19 salgını kalıcı bir iz bıraktı ve Rusya-Ukrayna çatışması ittifakları yeniden şekillendirdi. Trump’ın kendi fayda-maliyet hesabı bile değişti ve politikaları artık ikinci dönem başkanlığın kendine özgü dinamiklerini yansıtıyor. Bir danışmanının, Xi’nin de bir zamanlar atıfta bulunduğu eski bir atasözünden alıntı yaparak ifade ettiği gibi, “Akıllılar zamana uyum sağlar, zeki olanlar ise koşullara yanıt verir.”

Pekin’in ikinci bir Trump yönetimine karşı izleyeceği yüksek riskli strateji, ulusal güvenliğin ağır topu Donald Rumsfeld’in sözleriyle, farklı miktarlarda hem bilineni hem de bilinmeyeni içeriyor. En üstte en tanıdık olan “bilinen bilinenler” var ve bunların başında da gümrük tarifeleri geliyor.

2016’dan farklı olarak Pekin, Trump’ın dönüşünü, önceki politikaları sayesinde ne bekleyeceğini daha iyi bilerek karşılıyor. Beklenen zorlukların başında Trump’ın yoğunlaştırılmış ‘reshoring’ gündemi ve tüm ithalatlara %10-20 ve Çin’den ithal edilen mallara %60-100 ek gümrük vergisi gibi potansiyel tarifeler geliyor. Bunlar, ülkenin hala yavaş bir toparlanma, emlak istikrarsızlığı ve zayıflayan tüketici talebi ile mücadele ettiği bir dönemde Çin’in ihracata dayalı ekonomisine doğrudan tehdit oluşturacaktır.

Çinli uzmanlar ikinci bir Trump döneminde, ticaret şahini Robert Lighthizer gibi isimlerin daha korumacı ve çatışmacı bir yaklaşıma işaret ettiği sert bir kabine öngörüyor. Steve Mnuchin gibi isimlerin zaman zaman politikalarını yumuşattığı Trump’ın ilk yönetiminin aksine, birleşik şahin bir ekip muhtemelen ılımlılığa çok az yer bırakacaktır. Yine de Pekin, her zaman başarılı olmasa da, iç tüketimi artırmayı ve ihracata bağımlılığı azaltmayı amaçlayan “çift dolaşım” stratejisine hazırlanıyor, ancak sonuçlar durdu: İç talep gecikmekte ve ihracat seviyeleri sabit kalmakta. Pekin, tedarik zincirlerini çeşitlendirmek ve ekonomisini ticari şoklardan korumak için uğraşırken, Güneydoğu Asya’daki Çin yatırımlarının artmasında bu stratejik eksen belirgin bir şekilde görülüyor.

Pekin, konumunu güçlendirmek için ABD şirketlerine karşı önlemlerini artırdı ve uyarı ateşi açmaktan somut darbeler vurmaya geçti. ABD’nin en büyük drone üreticisi Skydio, Çin’in Tayvan Ulusal İtfaiye Teşkilatı’na yaptığı satışlar nedeniyle yaptırım uygulamasının ardından tedarik zincirinde kritik aksamalarla karşı karşıya kaldı. Calvin Klein ve Tommy Hilfiger’ın ana şirketi PVH Corp. şimdi Sincan pamuğunu boykot ettiği iddiasıyla Çin’in “güvenilmez kuruluşlar listesine” girme riskiyle karşı karşıya ve bu da önemli bir pazardaki büyümeyi tehlikeye atıyor. Intel de Çin Siber Güvenlik Derneği’nin, Intel’in gelirinin yaklaşık dörtte birini oluşturan bir pazardaki hakimiyetini tehdit eden güvenlik kusurları iddialarına ilişkin bir soruşturma başlatması nedeniyle inceleme altında. Bu yaptırımlar ve soruşturmalar, Pekin’in misilleme cephaneliğinin Trump’ın ilk döneminde olduğundan çok daha güçlü olduğunu gösteren daha cesur bir duruşu ortaya koyuyor.

Çinli uzmanlar da ABD ekonomisi için potansiyel bir geri tepme görüyor. Yüzde 60’lık bir gümrük vergisi ABD enflasyonunu yukarı çekerek Federal Rezerv’i daha fazla faiz artırımına zorlayabilir. Çin politika çevrelerinde bazıları bu enflasyon riskini Trump’ın hırsları üzerinde olası bir kontrol olarak görüyor ve artan borçlanma maliyetleri ile varlık oynaklığının Trump’ın agresif gümrük tarifelerine verdiği desteği azaltabileceğini belirtiyor.

Tarifelerin ötesinde Pekin, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’daki alternatif üretim merkezlerinin karşılaştığı kısıtlamaların da farkında. İşgücü kıtlığı, altyapı zorlukları ve kaynak kısıtlamaları gibi bölgesel darboğazlar, bu bölgelerin Çin’den uzaklaşan üretimi tamamen absorbe etmesini engelleyebilir. İronik bir şekilde, Trump’ın gümrük tarifeleri yerleşik tedarik zincirlerini uygun alternatifler olmadan bozarsa, bu sınırlamalar ABD enflasyonunu daha da kötüleştirebilir.

Trump’ın küreselleşme karşıtı duruşu tanıdık, ateşlediği ideolojik değişimler ise stratejistlerin “bilinmeyen bilinenler” olarak adlandırdığı, anlaşılan ancak tam etkisi belirsiz kalan faktörlere giriyor. Pekin için Trump’ın izolasyonist söylemi, Avrupa’da ve Asya’nın İtalya, Macaristan ve Filipinler gibi bölgelerinde yükselen popülizm dalgasıyla yankı buluyor ve Çin’in küresel hedeflerini hem zorlayan hem de karmaşıklaştıran ideolojik alt akımlar yaratıyor.

Çin’deki bazı milliyetçi sesler Trump’ın “Önce Amerika” yaklaşımını bir fırsat olarak görüyor. Mantık basit: Eğer ABD küresel çerçevelerden çekilir ya da NATO gibi ittifaklardan geri adım atarsa, diğer ülkeler alternatif olarak Çin’e bakabilir. Ancak Pekin’in deneyimli politika uzmanları bu fikre ölçülü bir gerçekçilikle yaklaşıyor. Çin, Batı ittifaklarının parçalanma potansiyelinin farkında olmakla birlikte, Pekin’e doğru toptan bir “pivot ”un olası olmadığının da farkında.

Avrupalı liderler Trump’ın izolasyonizminden dolayı hayal kırıklığına uğramış olabilirler ancak Çin’in artan etkisine karşı temkinli olmaya devam ediyorlar – özellikle de Pekin’in Rusya’nın Ukrayna’daki eylemlerini kınama konusundaki isteksizliği göz önüne alındığında. Rusya ‘ya yönelik bu zımni destek algısı, Avrupa’nın şüpheciliğini derinleştirdi ve Çin’in genişleyen erişiminin Avrupa’nın stratejik çıkarlarıyla uyumlu olup olmadığına dair şüpheleri körükledi.

Pekin’in danışmanları, Trump’ın geri dönüşünü sağlayan aynı popülist güçlerin Avrupa’da da zemin kazanmakta olduğu gerçeğinin de farkında. Ekonomik sıkıntılar korumacılığı teşvik ediyor. Bu hissiyatın somut ekonomik sonuçları var: Çin’in elektrikli araçlarına yönelik gümrük vergileri ve özellikle yüksek değerli sektörlerde diğer ticari korumalar için yapılan çağrılar, Avrupa’nın kendi endüstrilerini koruma arzusunun yoğunlaştığını yansıtıyor.

Pekin için ikinci bir Trump döneminin ideolojik boyutları yeni komplikasyonlar ortaya çıkarıyor. ABD’nin geleneksel küresel rolünden geri çekilmesi yeni açılımlar yaratabilirken, Avrupa’nın Çin’e daha yakın durması pek olası görünmüyor. Çin’in stratejisi, kendisini Trump’ın Amerika’sına doğrudan bir alternatif olarak konumlandırmaktan kaçınmaktır. Bunun yerine Pekin, Trump’ın aksaklıklarının tetiklediği belirsizliklerin ortasında kendisini pragmatik ve istikrarlı bir ortak olarak konumlandırıyor.

Xi yönetimi Afrika, Latin Amerika, Güneydoğu Asya ve Avrupa’nın bazı bölgelerindeki yükselen ekonomilere bu pratik duruşun altını çizerek yatırım teşviklerini, vizesiz girişi ve yeşil ve geleceğin sanayi altyapısına odaklanan yeniden canlandırılmış bir Kuşak ve Yol Girişimi’ni destekledi. Pekin’in amacı, büyüme ve istikrar arayan ülkeler için güvenilir bir ekonomik ortak olarak itibarını güçlendirmek ve bunu yaparken de Trump’ın izolasyonizminin Batı’da ortaya çıkardığı ideolojik çatlaklardan yararlanıyor görünmemek.

Xi, Çin’in özellikle teknoloji alanında kendine güvenme çabalarını hızlandırıyor; bu strateji Çinli danışmanlar arasında popüler olan bir deyimle özetleniyor: “sürekli değişen koşullara sabit bir çekirdekle yanıt vermek”. Kendi kendine yeterlilik dürtüsü yeni değil; “Made in China 2025” bu dürtünün zeminini hazırladı. Ancak Üçüncü Plenum’dan gelen son direktifler ve Xi’nin sık sık tekrarladığı “yeni üretken kalite güçlerini” teşvik etme çağrısı, yapay zeka, robotik ve yarı iletkenler gibi yeni nesil teknolojilerdeki atılımlara odaklanarak bu tutkuyu daha da ileri götürdü. Bu vizyon sadece Batı teknolojisine bağımlılığı azaltmayı değil, aynı zamanda dördüncü sanayi devrimine öncülük etme hedefiyle Çin’in öncü endüstrilerdeki hakimiyetini de ortaya koymayı amaçlıyor. Xi için bu ekonomik bir stratejiden çok daha fazlası; Çin’in iç baskılarına karşı temel bir cevap ve ABD ile rekabetinde nihai koz.

Bu kendine yeterlilik arayışı aynı zamanda küresel güney ile daha güçlü ekonomik bağlar kurmayı da kapsıyor. Xi’nin amacı Batı etkisine alternatif ticaret ağları kurmanın ötesine geçiyor; yaptırımlara dayanıklı bir tedarik zinciri ve finans ağı, yani Çin’in hırslarını bağımsız olarak besleyebilecek Batı baskılarına karşı bağışık yeni bir küresel pazar öngörüyor.

Bir de “bilinen bilinmeyenler” var – tahmin edilemeyecek kadar öngörülemez olan, Trump’la birlikte çok daha ön planda olan bir şey. Trump’ın siyasi üslubunun belirleyici özelliklerinden biri, son derece işlemci bir yaklaşım sergilemesi ve aksi takdirde basit olabilecek politikalara bir öngörülemezlik katmanı eklemesi. Pekin bu pragmatizmi yakından gözlemledi ve Trump’ın ticari içgüdülerinin çoğu zaman ideolojik bağlılıklarından daha ağır bastığını ve zaman zaman müzakere için kapılar açtığını fark etti.

Örneğin ABD Çinli telekom devi ZTE’ye yaptırım uyguladığında Xi bizzat Trump’la görüşerek yaptırımların geri çekilmesini sağladı. Pekin için bu durum, Trump’ın esnekliğinin, kişisel kabul olarak algıladığı yüksek profilli jestlerden etkilenebileceğinin altını çizdi ki Pekin bu dinamiği potansiyel olarak faydalı görüyor.

Pekin ayrıca Trump’ın şov dünyasındaki geçmişini ve imaj ve egoya verdiği önemi de anlıyor. Xi, 2017 yılında Trump ve ailesini geleneksel olarak Çin imparatorlarına ayrılan Yasak Şehir’de eşi benzeri görülmemiş bir resepsiyonla ağırlayarak etkinliğe yabancı liderlere nadiren verilen bir ihtişam kattı. Özenle hazırlanmış bu gösteri Trump’ın yüksek profilli etkinliklerden hoşlanmasını sağlamış ve Xi hakkındaki olumlu izlenimlerini derinleştirmiştir. Bu “kişiselleştirilmiş diplomasi” Pekin’in Trump’ın hassasiyetlerini anladığını gösterdi ve iki lider arasında işbirliğine dayalı bir yakınlığın temelini attı.

Çinli danışmanlar bunu akılda tutarak ikinci bir Trump döneminde de benzer ticari açılımlar yapmaya hazırlanıyor. Perde arkasında Pekin, Trump’ın yakın çevresine gayrı resmi aracılar olarak hizmet edebilecek etkili Amerikan iş dünyası figürleriyle bağlarını geliştiriyor. Örneğin Tesla operasyonları Çin pazarına derinden bağlı olan Elon Musk, ABD’nin ticari çıkarları ile Çinli politika yapıcılar arasında potansiyel bir köprü olarak ortaya çıkabilir.

Bazı danışmanlar da Trump’ın ailesiyle, özellikle de damadı Jared Kushner ve kızı Ivanka Trump ile daha önce yakın ilişki kurmuş olan eski büyükelçi Cui Tiankai gibi isimleri savunuyor. Cui’nin bağlantıları Pekin’e arka kapı diplomasisi için değerli bir “track 1.5” kanalı sunabilir ve ekstra bir erişim ve etki katmanı ekleyebilir.

Yine de Pekin, Trump’ın bu eğilimlerine çok fazla bel bağlama konusunda temkinli. Tayvan’ın ABD koruması için daha fazla ödeme yapması gerektiğini öne süren son açıklamalar Çin’de karışık tepkilere yol açtı. Bazıları bunu ABD’nin Tayvan’a verdiği desteği azaltmaya yönelik bir açılım olarak görürken, diğerleri Trump’ın her an gözden çıkarabileceği bir pazarlık kozu olarak değerlendiriyor. Pekin için bu karışık sinyaller hassas bir dengeleme hareketi yaratıyor: Trump’ın pragmatizminden yararlanmayı hedeflese de, algılanan herhangi bir tavizin bir anda geri alınabileceğini biliyor. Çin, Trump’ın anlaşma yapma tarzını yönlendirirken, onun öngörülemezliğinin tamamen farkında olarak ihtiyatlı bir iyimserlikle ilerliyor.

Trump’ın alışılagelmiş pragmatist tarzının ötesinde Pekin, planlarını altüst edebilecek joker kartlara karşı tetikte. Bilinmeyen bilinmeyenlerin doğası gereği neyi kaçırdığınızı bilmeniz imkansızdır, ancak ABD-Çin ilişkilerini sarsabilecek bazı ciddi ancak öngörülemez değişiklikler var. Örneğin ABD-Rusya ilişkilerindeki ani bir değişim Pekin için önemli sonuçlar doğurabilir. Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasındaki daha yakın bir ittifak, Çin’in Moskova ile ilişkilerini zorlayabilir ve Pekin’i küresel güç yapısı içinde potansiyel olarak izole edebilir. Aynı şekilde Trump’ın Hint-Pasifik bölgesindeki beklenmedik manevraları Çin’in Japonya, Güney Kore ve Hindistan gibi bölgesel güçlerle dikkatle yürüttüğü ilişkilerini sarsabilir.

Çin’in hırsları üzerindeki kritik bir kısıtlama, Washington’un teknoloji ihracatı üzerindeki sıkılaştırıcı kontrolünde yatıyor ve bu da Pekin’in stratejik hesaplarına daha fazla bilinmeyen katan bir taktik. ABD’nin genel niyeti açık olsa da (Çin’in ileri teknolojilere erişimini sınırlamak) Washington’un ne kadar ileri gideceği belirsizliğini koruyor. Son ihracat kontrolleri yarı iletkenler ve yapay zeka gibi önemli alanları hedef alarak Çin’in teknolojik ilerlemesini çok önemli bir zamanda engelleme tehdidinde bulunuyor.

Çinli analistler bu hamleleri sadece rekabetçi engeller olarak değil, Çin’in stratejik alanlarda, özellikle de hem ekonomik büyüme hem de askeri güç için kritik önem taşıyan yapay zeka ve kuantum bilişim alanlarındaki yükselişini durdurmaya yönelik hesaplanmış bir strateji olarak yorumluyor. Pekin yeni kısıtlama katmanlarını izlerken, ABD’nin eylemlerinin ölçeği ve etkisi değişkenliğini koruyor ve Çin’in teknoloji yörüngesine istikrarsızlaştırıcı bir belirsizlik enjekte ediyor. Bu belirsizliklere hazırlıklı olmak için, Xi’nin daha geniş vizyonu, Trump 2.0 ya da diğer güçler tarafından tetiklenen öngörülemeyen küresel değişimlere karşı dayanabilecek kadar dirençli bir ekonomi inşa etmektir; bunu yaparken ekonomik çalkantıları ya da daha da kötüsü Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) kontrolünü istikrarsızlaştırmayı riske atmamayı hedeflemektedir.

Trump’ın dönüşü aciliyet yaratabilir, ancak Pekin Trump’ı kaotik bir dünya düzeninin nedeni olmaktan çok belirtisi olarak görüyor ve bu da Xi’nin Çin’in kendine güvenini güçlendirmeye yönelik uzun süredir devam eden inancını pekiştiriyor. Xi’ye göre teknoloji, tedarik zincirleri ve eğitim alanlarında dayanıklılığı artırmak Çin’i dış şoklardan korumak ve ÇKP’nin iktidarı için gerekli olan istikrarı sağlamlaştırmak anlamına geliyor.

Gerçekte Xi’nin “Trump tarzı” aksaklıkları yönetme zemini Trump’ın ilk döneminden çok önce başladı. Çin’in yaklaşımı her zaman dış baskılara karşı kırılganlıkları en aza indirmeye dayanmıştır ve bu Xi’nin dünya görüşüyle derinlemesine bağlantılı bir yöndür. Yine de bu dayanıklılık arayışı ince bir çizgide yürüyor. Savunmanın güçlendirilmesi Çin’in izolasyonunu derinleştirebilir; bu da paradoksal olarak yeni zayıflıklar yaratabilecek bir kalkan. Yerli tedarik zincirleri ve teknoloji bağımsızlığındaki kazanımlar gerçek bir ilerlemeye işaret ediyor, ancak Xi’nin vizyonunun büyük bir kısmı hala hedefe yönelik. Pekin, giderek daha fazla çalkantıyla tanımlanan bir dünyada Çin’in gücünün hızlı büyümesinden ziyade türbülanslara dayanma kapasitesiyle ölçüleceğinin farkında olarak bu savunmaları güvence altına almak için yarışıyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Batı medyası ve onların anti-komünist temayüllü ideologlarının “despotik”, “merkeziyetçi”, “bürokratik” olarak sıfatlandırdığı “geleneksel sosyalist” devletler, Alman Demokratik Cumhuriyeti, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti, Polonya Halk Cumhuriyeti, Macaristan Halk Cumhuriyeti, Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, Çekoslovakya Sosyalist Cumhuriyeti ve Romanya Sosyalist Cumhuriyeti…

Hemen tamamında kadının ev köleliğinden kurtulması ve ev işleri gibi kadını bunaltan, köleleştiren işlerin endüstrinin bir parçası haline getirilmesi, yani evin ekonomik bir birim olmaktan çıkarılması, toplumun yeniden üretimi sorununu ve doğan çocuğun devlet tarafından bakımının sağlanarak kadın üzerindeki yükün hafifletilmesi ve giderek tamamen bir yük, biyolojik olarak gerileten bir yük, olmaktan çıkarılması için muazzam çabalar harcandı. Belki bu çabalar yetersiz kaldı, çok sonraları yavaşladı hatta bir kısmı geri alındı ama bu çabalar harcandı. Bu haklar aynı zamanda, en ileri burjuva demokratik ülkelerde bile, bazı ileri liberal çevreler tarafından sözü edilen ama asla gerçekleştirilmeyen haklardı. Öyle ki kadınlar, ilkel komünal toplumdan bu yana en geniş haklarını ilk olarak bu rejimler altında elde ettiler ve bu hakları fiili olarak da onlarca yıl uyguladılar.

Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, bu “reel sosyalizm” deneyimlerinin kadınlara yönelik politikalarındaki tılsımın sadece rakamsal olarak daha çok istihdamda olmalarında değil, kadını boyunduruğu altına alan bağların kökünden çözülmesinde olduğunu “içeriden”, Alman Demokratik Cumhuriyeti deneyimi üzerinden anlatıyor. Yazarın temel tezi ise, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna bağlı olarak üretim koşullarında gerçekleşen radikal değişimlerin, kadınların toplumsal konumunu dönüştürmekteki gücünü kanıtlayan onlarca yıllık bir deneyimin, bugünkü feminist tartışmalara katkı sunabilecek yeni bir perspektif getirebileceği.


Demokratik Almanya deneyiminin ışığında: Kadın özgürlüğünden öğrenebileceklerimiz ve koruyabileceklerimiz

Florentine M. Sandoval
Internationale Forschungsstelle DDR
2 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) sona ermesi Doğu Alman kadınlarını bir çağ kadar geriye götürdü. 1989 sonrası gelişen kadın hareketi hâlâ sosyalizmde neyin övgüye değer neyin kınanabilir olduğunu tartışadursun, bu tartışma aslında çoktan gereksiz hale gelmişti: Zira DDR’nin yasaları artık geçerli değildi; aile ve sosyal politika da dahil olmak üzere hiçbir alanda sosyalist sistemle devamlılık yoktu ve olmayacaktı. Aile hukuku alanı yeniden burjuva yasallığı ile düzenleniyordu. Almanya’nın imparatorluk döneminden kalma ceza kanunu maddeleri tekrardan yürürlüğe giriyor, kürtaj ve muayene hizmetlerine erişim yeniden tanımlanıyordu. Doğu Alman ekonomisinin eşi benzeri görülmemiş şekilde özelleştirilmesi ve sanayisizleştirilmesi karşısında kadınlar ya yeni Batı Alman üstlerinin hor görmesi ile ya da işsizlikle sınanacaklardı. Ve genellikle erkeklere olan ekonomik bağımlılıklarına [yeniden] geri dönmek zorunda kaldılar. Kaybedilen asıl şey, kadınların özgürleştirilmesi sorumluluğunu üstlenmiş bir devlet ve toplumdu.

Sosyalist Doğu Almanya’da yaşanan devrimci altüst oluşlar öylesine muazzamdı ki, ortadan kalkışından otuz yılı aşkın süre sonra dahi hissedilmeye ve ölçülmeye devam ediyor. Bu, 2023 itibariyle Doğu’da kadın istihdamının daha yüksek olması, kreşlerin Batı’ya kıyasla yaygınlığı ve Batı’da yüzde 19 olan kadın-erkek ücret farkının Doğu’da yüzde 12 olması gibi göstergelerde kendini sürekli yeniden hatırlatmakta. DDR’nin 40 yıllık varlığı boyunca birçok çelişki ortadan kaldırılamamış olsa da (ev işleri ve [eşit] ücret başta olmak üzere), bu çelişkilerin kapitalist koşullar altında daha da yoğunlaştığı bugünden geriye bakıldığında yine de pek çok şey kaybedilmiş gibi görünüyor.

Fakat DDR, geçmişten bugüne düşürdüğü gölgeyle Batı Alman toplumunu ifşa etmeye devam ediyor ve bugünkü feminist tartışmalarda genellikle eksik olan bir perspektifi açıyor. Çünkü DDR deneyimini Batı’daki ve günümüzdeki feminist hareketten farklı kılan şey, toplumsal üretim ilişkilerinin ve kadınların özgürleşmesi için toplumsal ve kitlesel seferberliğin rolüdür.

DDR’deki kadın politikasının en temel hedefi, mümkün olan en geniş kadın kitlesini üretim sürecine dahil etmekti ve bu da ancak DDR’de bunun toplumsal temeli sağlandığı için mümkündü. Bu strateji, 19. yüzyıl boyunca devrimci işçi hareketi içinde olgunlaşan, kadınların demokratik, sosyal ve ekonomik haklar mücadelesinin bir bütün olarak işçi sınıfının kurtuluşuyla yakından ilişkili olduğu anlayışına dayanıyor. Proleter kadın hareketinin öncülerinden Clara Zetkin gibi isimler, kadınların ezilmişliğinin ve yüzyıllar içinde gelişen ataerkil ilişkiler ile ahlaki değerlerin, özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla sıkı bir bağ içinde olduğunu ve kapitalist üretimle iç içe geçtiğini; dolayısıyla da yalnızca üretim koşullarında radikal bir değişimle kadınların kurtuluşu için gerekli koşulların yaratılacağını savunmuşlardı.

Her ne kadar kapitalist ekonomilerde kadınlar için kaçınılmaz olarak sömürü koşulları yaratsa da, kadınların iş gücüne dahil olması, DDR gibi üretim ilişkilerinin sosyalist tarzda örgütlendiği bir devlette tarihsel olarak ilerici bir tekamül yaratmıştır. Zira özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna eşlik eden emeğin doğasındaki değişim, kadınların toplumsal konumunu kökünden değiştirmişti.

Elbette bu, kadınların kendi çabaları olmadan başarılamazdı. Kadınların istihdama kazandırılmak için seferber edildiği pek çok girişimden birine örnek olarak “ev kadınları birlikleri” verilebilir. 1950’li yıllarda, çalışmayan kadınlardan oluşan bu kolektifler, iş gücüne acil ihtiyaç duyulan projelerde çalışmış kadınları daha sonra kalıcı bir işe girmeleri için teşvik ediyordu. Kocalar ile ev içinde yaşanan çatışmaların bu noktada tayin edici bir rolü olduğunun altı kalınca çizilmeli. Kadınların hane içindeki izolasyonuna ilişkin siyasal tartışmalar yeniden canlandı, bu da kadınların üretim sürecine katılımını arttırdı ve dolayısıyla da ekonomik bağımsızlıklarına giden yolu açmış oldu. Diğer bir deyişle, maddi teşvikler ve bilinçlendirme birlikte çalışmış ve etkili olmuştu.

İstihdamın kendisi kapsamlı bir çocuk bakım altyapısının geliştirilmesini ve eş zamanlı olarak ev işlerinin azaltılmasını ve daha iyi bölüşülmesini gerektiriyordu Bunlar birbirini etkileyen ve birbirine bağlı süreçlerdi. Sosyalist işyeri aynı zamanda kadınlar için toplumsal görevlerin iç içe geçtiği bir merkezdi – kültürel etkinlikler, eğitimler ve çocuk bakımı ve sağlık hizmetleri bu merkezler aracılığıyla organize edilmekteydi. Buralarda kadın işçiler kendi başlarına etkili olabiliyor, haklarını talep edebiliyor ve savunabiliyorlardı. Sendikaların kadın komisyonları, bir işyerinin tüm kadın işgücünün kişisel ve mesleki gelişimi için kolektif bir araç olan Frauenförderpläne’nin (“kadınların terfi planları”) hazırlanmasını ve uygulamanın izlenmesini sağlıyordu. Üretken emek en önemli itici güç haline gelirken, yeniden üretim emeği kadınların özgürleşmesinin önündeki en büyük engel olmaya devam edecekti.

Kırk yıl oldukça kısa bir süredir. 1990 yılına kadar çözülmeden kalan sorunlar ve çelişkiler değerlendirilirken bu gerçek muhakkak göz önünde bulundurulmalıdır. Teknik yeniliklere, ev içi sorumlulukların kısmen de olsa toplumsallaştırılmasına ve medyanın erkeklere yönelik çağrılarına rağmen, yeniden üretim işi büyük ölçüde kadınlara bırakıldı. Nitelik farkının kapatılamaması ve/veya kadınların aynı niteliklere sahip olmalarına rağmen yönetim pozisyonlarına ulaşamamaları nedeniyle kadın-erkek ücret farklılıkları devam etti; DDR’nin Gençlik Araştırmaları Merkez Enstitüsü (ZIJ) tarafından yürütülen çalışmaların da gösterdiği gibi, genç nesillerde daha az yaygın olsa bile, aile içindeki geleneksel roller hâlâ varlığını sürdürüyordu.

DDR’de kız çocukları, farklı bir kadın imajıyla büyüdüler ve doğalında hayata dair yüksek beklentiler geliştirdiler; ancak DDR’li son yılların zorlu gerçekliği düşünüldüğünde bu beklentiler her zaman karşılanamadı. DDR’de sosyalizm ve kadın özgürlüğü arasındaki bağlantı kesin bir şekilde kurulmuş ve kanıtlanmış olsa da sosyalist devletin erken yıllarındaki devrimci enerjinin üzerine dahasını inşa etmek mümkün olamadı.

Aslında, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayabilme yolunda eşit işe eşit ücret, eşit eğitim olanakları, eşit ortak karar alma hakkı gibi önemli ilkeler henüz Sovyet İşgal Bölgesi’ndeyken (1945-1949) ortaya konmuştu, çünkü komünistler ve sosyalistler için bunlar, [kadınlar mevzubahis olduğunda] müzakere edilemez, temel haklardı. Ancak DDR’deki deneyimler, bu hakları güvence altına alan temel yapıları inşa etmenin karmaşık ve uzun bir görev olduğunu ve basitçe “yukarıdan” empoze edilemeyeceğini de kanıtlar nitelikte. Doğu Almanya’daki kitlesel inisiyatifler ve demokratik yapılar olmasaydı, gerekli zihniyet değişimini sağlamak ve çeşitli toplumsal grupları kadınların kurtuluşu lehine kazanmak mümkün olamazdı. Birlik meclisleri, kadın komisyonları ve teşvik planları gibi somut araçlar, bu toplumsal zorluğu aşmak için vardı. Bu araçlardan yararlanıp yararlanmamak bireylere bağlı olsa da kullanımı istisna değil kuraldı.

Yoksulluğun arttığı, güvencesizleşmenin olağanlaştığı ve kadın haklarının dünya çapında geriletildiği bir dönemde, bireyselleştirme ilkesinin tam tersini, yani DDR’de olduğu türden kadınların kitlesel ve toplumsal seferberliğini düşünmek önemlidir. DDR’deki 40 yıllık kadın politikası ve teşvikinde nelerin kaybedildiği ve geriye nelerin kaldığı, çözülemeyenler ve mümkün olanlar, günümüzün kadın eşitliği tartışmalarına ve mücadelesine verimli bir şekilde taşınabilir, tabii eğer izin verilirse. Kadınların kurtuluşunu bireysel ilişkilerin bir vaadi olarak görmek yerine tarihsel ve toplumsal bir görev olarak belleyen DDR’nin hem ulaşılan hem de ulaşılamayan politik hedefleri, parçalanmış olan kadın hareketine bir yön sağlayabilir. Bu, her şeyden önce DDR mirasının da bir parçası.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Trump’ın seçim zaferi ve Ukrayna

Yayınlanma

Editörün notu: Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü’nde Moszkvater dergisine verdiği mülakatta, Rusya’nın Ukrayna savaşına ilişkin duruşunu ve Batı ile olan gerilimli ilişkilerini değerlendirdi. Ayrıca, Donald Trump’ın olası seçim zaferinin Avrupa ve küresel siyaset üzerindeki etkilerine dair görüşlerini paylaştı. Peskov, Trump’ın seçim kampanyasında barış çabalarına vurgu yapmasına rağmen, bu vaatlerin nasıl hayata geçirileceğine dair belirsizliklerin sürdüğünü ifade ediyor. Trump’ın önceki döneminde ABD ve Rusya arasında gergin de olsa bir diyalog olduğunu belirten Peskov, mevcut Biden yönetiminde bu diyaloğun tamamen kopmuş olduğuna dikkat çekiyor.


Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Rusya ile diyalog fırsatları, Trump’ın seçilmesi ve Ukrayna savaşı

Gábor Stier, Moszkvater (Macarcadan Almancaya çeviren: Éva Péli, NachDenkSeiten)

“Donald Trump’ın barışı nasıl tesis edeceği henüz net değil. Ancak Batı ittifakı, bu savaşı başlatmak bile istemeyen Rusya’yı stratejik bir yenilgiye uğratmayı hedefliyor.”

Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü toplantısında Moszkvater’e verdiği mülakatta bu sözleri dile getirdi. Peskov, Rusya ile AB arasındaki ilişkilerin geleceği ve Viktor Orbán’ın barış çabaları hakkında da soruları yanıtladı.

Gábor Stier: Donald Trump’ın zaferi, dolaylı olarak Viktor Orbán için de bir zafer anlamına geliyor. Zira muhtemelen AB liderleri arasında Trump’ı en çok destekleyen isim Macaristan Başbakanıydı. Ayrıca Orbán, Trump’ın vaatlerinden biri olan Ukrayna’da barış için de kararlı bir şekilde çalışıyor. Sizce Trump’ın zaferi, barışa ya da en azından müzakerelere bir adım daha yaklaştırır mı? Bu sonuç herhangi bir fark yaratır mı?

Dmitriy Peskov: Şu anki durum belirsiz ve bu konuda bir şey söylemek için henüz erken. Orbán’ın pragmatizmini biliyoruz ve bu krizden bir çıkış yolu bulma konusundaki kararlılığını görüyoruz. Aynı zamanda, Macaristan Başbakanının bu çatışmada Avrupa Birliği liderlerinin görüşlerini paylaşmadığını da gözlemliyoruz. Diyaloğu reddediyorlar. Fakat bir sorun bu şekilde nasıl çözülebilir? Bu mümkün değil. Trump da seçim kampanyası sırasında barış için çaba göstereceğini söyledi. Fakat bunu gerçekten yapacak mı? Bu fikri nasıl hayata geçirmeyi planlıyor? Bu kesinlikle belirsiz.

Henüz kimse barışın formülünü bilmiyor…

Evet, aynen öyle. Trump, önceki başkanlık döneminde de pek çok şey söyledi. Ancak Rusya bağlamında bunların hiçbirini görmedik. Yine de iki ülke arasında bir diyalog süreci olması onun lehine bir durumdu. Bu görüşmeler oldukça gergindi ama yine de bir diyalogdan söz edebiliriz. Trump’ın başkanlığı, bu anlamda Biden yönetiminden temel bir fark taşıyor.

Trump’ın zaferinin AB üzerindeki etkileri ne olacak sizce? AB elitleri bu sonucu çaresizlikle karşıladı…

Bakın, bu konuda da yalnızca Trump’ın geçmişte ya da seçim kampanyası sırasında söylediklerine dayanarak bir şey söyleyebiliriz. Trump bariz anlamda bir izolasyonist, bu yüzden Avrupa mallarının ABD’ye ihracatını kısıtlayacağı kesin. Gümrük vergilerini artıracak ve böylece Avrupalı üreticiler açısından işleri zorlaştıracak. Avrupa halihazırda Rusya’nın ucuz doğalgazı olmadan zor durumda. Onun yerine, pahalı ABD LNG’sine mahkûm oldular. Böylece Avrupalılar ABD’ye iki kat bedel ödüyor: Önce Rus gazının iki katı fiyatına LNG’yi ithal ediyorlar, sonra da mallarını ABD pazarında satmaya çalışırken zorlanıyorlar. Bu açıkça görülebiliyor.

Gábor Stier: Sizce bu durum AB için bir fırsat oluşturabilir mi? Trump’ın Avrupa’dan biraz uzaklaşması, ABD’nin sunduğu güvenlik garantisinin maliyetini artıracaktır…

Dmitriy Peskov: Evet, Trump zaten ilk başkanlık döneminde NATO üyelerinden savunma harcamalarını gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 2’sine çıkarmalarını talep etmişti. Şimdi ise bu koruma kalkanının maliyeti yüzde 3 ila 4 arasında olabilir.

Gábor Stier: Bu, ihtimal dışı değil. Fakat AB, stratejik özerkliğini güçlendirmek ve kendi savunma kapasitesini oluşturmak zorunda kalacak. Bu nedenle, Trump’ın zaferinin AB için bir fırsat da olabileceğini düşünüyorum.

Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Avrupa öncelikle kendi kimliğiyle ilgilenmeli. Bağımsız bir yapıya kavuşmalı ki kendi güvenliğini düşünmeye ve korumaya başlayabilsin. Şu anda Avrupa, Rusya’dan korkuyor. Ancak korkuyorsa, neden diyalog kurmuyor? Bunu anlamıyorum.

Gábor Stier: AB-Rusya-ABD üçgeninden baktığımızda mevcut durum, bu çatışma ve bölünme hem AB’yi hem de Rusya’yı etkiliyor. Ancak üçüncü taraf olan ABD, bu durumdan kazançlı çıkıyor. Siz de öyle düşünmüyor musunuz?

Dmitriy Peskov: Evet, AB ve Rusya kaynaklarını tüketirken, ABD bu durumdan ciddi paralar kazanıyor. Yaklaşık iki yılda bir buçuk trilyon dolarlık bir kazanç söz konusu.

Gábor Stier: Ayrıca Washington, stratejik hedeflerine de ulaşıyor…

Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Bu durum AB’yi ABD’ye daha da bağımlı hale getiriyor…

Gábor Stier: […] ve hem Avrupa’yı hem de Rusya’yı zayıflatıyor.

Dmitriy Peskov: ABD bu stratejik hedefi bir asırdır izliyor ve şimdi istediklerini aldılar. Çünkü Rusya ile AB arasındaki ilişkiler neredeyse tamamen bozulmuş durumda ve taraflar arasında artık neredeyse hiçbir diyalog yok.

Gábor Stier: Evet, bu oldukça mantıksız ve kesinlikle iyi bir şey değil. Peki sizce “askerî özel harekâtı” sona ermesinin ardından, savaşın bitiminden sonra, diyaloğu yeniden başlatmak ve ilişkileri yeniden şekillendirmek mümkün olacak mı?

Dmitriy Peskov: Tabii ki, ancak yeni bir temelde. Çünkü Rusya değişti. Neden bu özel askerî harekâtı başlattı? Çünkü kimse onun çıkarlarını dikkate almaya yanaşmadı. Daha önce de söylediğim gibi, Rusya değişti. Fakat yine de mantıklı bir diyaloğa açık kalmaya devam ediyor.

Gábor Stier: Eğer bu çatışmadan çıkış yolu bulma ve bir barış formülü geliştirme gerekliliğinden bahsedecek olursak, Ukrayna’nın silahsızlandırılması meselesinin müzakerelerde NATO üyeliği meselesinden daha önemli olabileceğini düşünüyorum. Zira NATO’ya katılmasa bile Kiev, Batı tarafından silahlandırılmaya devam ediyor. Bu durum Rusya için kabul edilemez bir senaryo ama Avrupa’daki istikrarı da güçlendirmiyor, aksine gerilimi sürdürmeye devam ediyor. Sizce Ukrayna’nın silahsızlandırılması için bir şans var mı?

Dmitriy Peskov: Şu an için böyle bir şans yok. Şu anda neredeyse herkes, savaşın devam etmesi gerektiğini ve Rusya’ya stratejik bir yenilgi yaşatmayı hedeflediklerini söylüyor. Washington’dan Paris’e, Londra’dan Berlin’e kadar bu söylem tekrarlanıyor.

Gábor Stier: Son bir soru: Eğer bu savaş çok uzun sürerse, diyelim ki beş yıl daha devam ederse, Rusya hayatta kalabilir. Ancak bu senaryo, ABD’nin çıkarlarına daha uygun görünüyor; zira Rusya’yı zayıflatmak onların stratejik amacı. Bu durum, nihayetinde Sovyetler Birliği’ni çökerten sürece oldukça benziyor. Sizce bu nedenle, savaşın bir an önce sona ermesi Rusya’nın çıkarına mı?

Dmitriy Peskov:

Evet, bu doğru. Rusya’nın bu savaşı istemediği aşikâr. Böyle bir niyeti yoktu. Savaş, her zaman çıkarların korunmasında başvurulacak son çaredir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English