Bizi Takip Edin

DİPLOMASİ

Suriye’de rejim değişikliği ve büyük güçlerin sorumluluğu

Yayınlanma

Moskova’nın Suriye’de yaşananlara dönük resmi görüşüne dair elde detaylı pek veri olmasa da Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi Araştırma Direktörü Andrey Kortunov’un, ilk olarak Çin’in Guancha portalında yayımlanan ve kuruluşun internet sitesinde İngilizce tercümesine yer verilen, uzun ama vakit ayırmaya değer makalesi faydalı olabilir. Rusya, Tartus ve Hmeymim üsleri gibi kritik askeri varlıklarına ve 20 milyar doları aşan yatırımlarına rağmen, Suriye’deki gelişmeler karşısında stratejik zorluklarla karşı karşıya. İran, İsrail, Türkiye ve diğer bölgesel aktörler de Suriye’nin geleceğini şekillendirmek için yoğun çaba sarf ediyor. Kortunov’a göre büyük güçler, “Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması, insani yardımın sağlanması ve terörün önlenmesi” gibi ortak çıkarlar doğrultusunda hareket etme gerekliliğiyle karşı karşıya.


Suriye’de Beşar Esad yönetiminin aniden çökmesi, görünen o ki Moskova da dahil olmak üzere tüm dış aktörler için tam bir sürpriz oldu. Elbette, uzun bir süre boyunca pek çok Rus bölge uzmanı, Suriye’deki artan iktisadi ve sosyal sorunlara, inanılmaz boyutlara ulaşmış yolsuzluklara ve devlet yönetimindeki etkisizliğe dikkat çekmişti. Ayrıca, hükümetin silahlı kuvvetlerinin savaş kabiliyeti ve motivasyonu sorgulanmış, özellikle İdlib gibi kopmuş bir vilayetteki radikal İslamcı grupların büyüyen askeri potansiyeline vurgu yapılmıştı. Rus uzman topluluğu, aynı zamanda Şam’ın muhalif güçlerin en azından bir kısmını anlamlı bir ulusal uzlaşı sürecine dahil etmedeki belirgin yetersizliği konusundaki hayal kırıklığını da dile getiriyordu. Anayasal reformlara düzenli bir şekilde geçişi hedefleyen sözde Cenevre süreci, büyük ölçüde Şam’ın aldığı katı tutumlar nedeniyle tıkanmıştı.

Ancak, özellikle Suriye ordusunun neredeyse çeyrek yüzyıldır iktidarda olan ulusal liderini savunmayı tamamen reddettiği kasım sonu ve aralık başındaki dramatik olayları kimse öngörememişti. Esad ailesinin 1970’ten beri ülkeyi yönettiği düşünüldüğünde, bu tür kişisel rejimlerin bir özelliği göze çarpıyor: Bu rejimler, hızlı ve kontrolsüz bir şekilde dağılmaya başlamadan hemen önce çok güçlü ve neredeyse dokunulmaz görünür.

Suriye’de yaşananların yarattığı şok, eğer daha büyük değilse, geçen yıl 7 Ekim’de Hamas’ın güney İsrail’e düzenlediği saldırının duygusal etkisiyle karşılaştırılabilir. Bölgesel krizin iki aşaması yakından bağlantılı; hatta 2024 aralık ayının, 2023 ekim ayının doğrudan bir devamı olduğu bile söylenebilir. İsrail’in, Lübnan Hizbullah’ını ve İran İslam Cumhuriyeti’ni zayıflatmaya yönelik başarılı çabaları olmasaydı, Suriye rejiminin bu denli hızlı çöküşü mümkün olamazdı. Ancak, Şam’daki rejim değişikliğinin olası etkilerinin, yalnızca İsrail ile İran arasındaki güç dengesi değişiminin ötesine geçerek çok daha geniş kapsamlı sonuçlar doğuracağı kesin.

Moskova’da bugünlerde, Suriye’ye yapılan geniş çaplı siyasi, mali ve askeri yatırımlar hakkında büyük bir hayal kırıklığı yaşanıyor. Bu yatırımlar arasında Suriye’deki iki askeri üs de yer alıyor. Tartus Deniz Üssü, Rusya’nın Akdeniz’deki tek tam teşekküllü deniz tesisi olup, deniz operasyonları ve lojistik açısından kritik bir erişim noktası sunuyor. Bu üs, Rus gemilerinin Karadeniz limanlarına dönmek zorunda kalmadan yakıt ikmali ve bakım yapmasını sağlar ki bu durum, özellikle Ukrayna ile süregelen çatışma nedeniyle Karadeniz’in bazı bölgelerine erişimin sınırlı olduğu bugünlerde daha da önem kazandı. Tesis, nükleer denizaltıları barındırabilmekte ve 2011’de Suriye savaşının başlangıcından bu yana kapsamlı bir şekilde modernize edildi. 2017 yılında imzalanan bir anlaşma ile Rusya, bu üssü 49 yıl boyunca süresiz kullanma hakkı kazandı.

2015 yılında kurulan Hmeymim Hava Üssü ise, Rusya’nın Suriye’deki operasyonları açısından önemli bir hava üssü olarak hizmet veriyor. Bu üs, savaş uçakları ve helikopterler dahil olmak üzere çeşitli hava araçlarına ev sahipliği yapıyor. Ayrıca, altyapısı oldukça güçlü olan bu üs, iç savaş boyunca radikal muhalif güçlere karşı düzenlenen hava operasyonlarında hayati bir rol oynadı. Dahası, bu hava üssü, Rusya’nın Afrika’daki çeşitli ülkelerdeki operasyonlarını destekleyen personel ve kargo transit merkezi olarak da hizmet verdi. Her iki üs şu an için güvenli ve Rusya’nın tam kontrolü altında kalmaya devam etse de bu tesislerin akıbeti belirsiz ve Moskova’nın bu tesisleri uzun vadede, en azından mevcut şartlarda elinde tutabileceğine dair makul şüpheler bulunuyor.

Rusya’nın Suriye’deki diğer değerli varlıkları arasında bu ülkenin başlıca ticaret ortaklarından biri olması yer alıyor. Enerji, ulaşım ve lojistik alanlarındaki projeleri de içeren toplam birikimli yatırımları 20 milyar doları aşıyor. Ayrıca, eski Sovyetler Birliği’nde veya Rusya’da eğitim almış ve Moskova’ya siyasi ve kültürel olarak bağlı kalan pek çok Suriyeli var. Rusya, küçük fakat iktisadi açıdan başarılı ve toplumsal olarak aktif bir Suriye diasporasına da sahip. Rus ve Suriyeli üniformalı personel arasında yıllar süren askeri kardeşlik bağlarının yarattığı derin bağlantılar göz ardı edilemez. Kısacası, Kremlin’in Suriye’de pek çok somut çıkarı söz konusu ve bunların yanı sıra, Rusya’nın güvenilir bir güvenlik sağlayıcı olarak uluslararası imajı üzerindeki potansiyel etkileri de göz önünde bulundurulmalı.

Elbette, Rusya’nın Suriye’deki müdahalesinin her zaman oldukça sınırlı olduğu ve esasen Şam’a hava desteği sağlamaya odaklandığı söylenebilir. İran ve Tahran destekli yerel Şii milisler ise kara desteği açısından daha kritik bir rol oynadı. Bazıları, siyasi esnekliği olmayan ve reformlara karşı direnişiyle bilinen Beşar Esad’ın Kremlin için bir varlıktan çok bir yük olduğunu, bu nedenle Esad’ın Suriye siyaset sahnesinden çekilmesinin tarihi bir trajedi olarak değerlendirilmemesi gerektiğini savunabilir. Esasen, eski Suriye lideri ile Vladimir Putin arasında hiçbir kişisel uyum olmadığı da bir gerçek. Ancak, Suriye’deki rejim değişikliği Kremlin için yeni bir stratejik meydan okuma anlamına geliyor ve Moskova’nın şu an Suriye ve genel olarak Orta Doğu’da oynaması gereken oyun, hasar kontrolü üzerine odaklanmaktan başka bir şey değil.

Suriye’ye dönük yeni bir yaklaşımı tanımlamak, büyük ölçüde şu anda tamamen iktidarda olan eski siyasi muhalefetin olası evrimine bağlı. Bu son derece amorf koalisyon, İslamcı köktencilerden ve şeriat hukukunun tavizsiz savunucularından, Batılı neoliberal siyasi modellerin şampiyonlarına kadar pek çok farklı grubu içeriyor. Gruplar arasındaki kırılgan denge, tahmin edilmesi zor bir yönde kelimenin tam anlamıyla bir gecede değişebilir. Bugün Suriye’de zafer kazanan grupların hiçbiri Rusya’nın stratejik ortakları veya destekçileri olarak değerlendirilemez, ancak hepsi de Rusya’nın sürekli düşmanları değil. Bu grupların çoğu, İran’a karşı Rusya’ya olduğundan çok daha fazla düşman; bunun temel sebebi, sahada Ruslardan çok İranlıların daha görünür olması.

Bu durum, Rusya için bazı fırsat pencereleri sunuyor. Örneğin, Moskova, el-Kaide’ye dayanan kökleriyle, Beşar Esad sonrası en radikal siyasi gündeme sahip olan Heyet Tahrir eş-Şam’a (HTŞ) karşı mücadelesinde Beşar Esad’ı desteklemişti. Fakat şimdi, Rusya HTŞ ile Suriye’deki gelecekteki varlığı hakkında müzakereler yürütüyor. Rusya’nın, Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu ve Kürt temelli Suriye Demokratik Güçleri dahil olmak üzere Suriye’deki diğer etkili gruplarla da temasları bulunuyor. Ayrıca, Rusya’nın ülkenin batısındaki Alevi topluluğu ile olan derin bağları küçümsenmemeli.

Elbette, Suriye’nin kaderi nihayetinde Suriyelilerin kendilerine bağlı ve ne Türkiye ne İran ne Rusya ne de Amerika Birleşik Devletleri bu geleceği belirleme konusunda mutlak bir söz sahibi olabilir. Ancak gerçek şu ki, ülke uzun yıllardır güçlü yabancı ortakların ve sponsorların her bir siyasi ve askeri grup arkasında yer aldığı uluslararası bir çatışma odağı oldu. Bu nedenle, Esad sonrası siyasi geçiş sürecindeki dış aktörlerin rolü göz ardı edilemez ve Kremlin’deki karar mercileri, diğer bölgesel ve bölge dışı etkili aktörleri yakından izleyerek belirsiz siyasi sularda yol almak zorunda.

Komşu ülkeler söz konusu olduğunda, durum daha net görünüyor. Hiçbirinin, Suriye devletinin geleceği için gerekli olan askeri ve iktisadi kaynaklara veya siyasi taahhüde sahip olmadığı açık. Bu nedenle, komşu ülkelerin eylemleri büyük ölçüde mevcut fırsatçı çıkarlarına bağlı olarak belirlenecek ve Suriye’deki olayların dinamiklerine bağlı olarak değişime açık olacak. Bu ülkeler, Suriye krizinin belirli boyutlarına çözüm getirmek için birbirleriyle çeşitli ittifaklar ve koalisyonlar oluşturacaklar; ancak çıkarları uzun vadeli stratejik ortaklıklar kurmak için fazla farklı.

Türkiye için, Şam’daki yeni liderlik üzerinde maksimum etkiyi sürdürmek ve şu anda Türkiye’de bulunan milyonlarca Suriyeli mülteciden en azından bir kısmını memleketlerine geri göndermek önemli. Aynı zamanda Ankara, mümkün olduğu ölçüde, Türk sınırlarında radikal İslamcı bir devletin ortaya çıkmasını önlemeye çalışacak. Muhtemelen Recep Tayyip Erdoğan, Şam’ın kontrolünün Hayet Tahrir eş-Şam militanlarından ziyade Suriye Milli Ordusu birimlerinin elinde olmasını tercih ederdi ama Şam’da şu an için üstünlük radikal unsurlarda.

İsrail’in önceliği, Suriye’nin kalan askeri potansiyeline onarılamaz zarar veriyor ve İsrail hava kuvvetleri şu anda ülke genelindeki Suriye askeri teçhizatını hedef alarak aktif bir şekilde bunu yapıyor. Ayrıca, Binyamin Netanyahu’nun hedefleri arasında İran’ın tamamen Suriye’den çıkarılması (eğer bu mümkünse) ve daha önce işgal edilen Suriye Golan Tepelerinin Yahudi devletinin organik bir parçası olarak tam anlamıyla pekiştirilmesi yer alıyor.

Öte yandan İran, Şii azınlığın zafer kazanan Sünni gruplar tarafından daha da tehdit edileceği bir ortamda hem kendi çıkarlarına hem de Suriye’deki Şii toplumunun çıkarlarına verilen zararı en aza indirme görevini üstlenmek zorunda. İranlıların Suriye’de geniş bir mülk portföyü bulunuyor ve bu mülklerin geleceği şimdilik belirsiz. İran liderleri (özellikle İran Devrim Muhafızları Komutanları), bir yandan İsrail’in sürekli olarak yok ettiği Lübnan’a giden kara köprüsü gibi stratejik unsurları korumaya çalışırken, diğer yandan Tahran’ın müttefiki Hizbullah’a desteği sürdürmenin yollarını bulmak zorunda.

Irak ise Suriye’deki olayların doğudaki bölgeleri üzerindeki potansiyel istikrarsızlaştırıcı etkisinden endişe duymalı. İki ülke arasındaki yaklaşık 600 kilometrelik ortak sınırdan, eski Suriye ordusuna mensup çok sayıda üniformalı kişi de dahil olmak üzere mülteci akışı gerçekleşiyor.

Benzer bir şekilde, Suriye’deki istikrarsızlığın sınır ötesine taşma ihtimali hem Lübnan Başbakanı’nın hem de Ürdün Kralı’nın geceleri rahat uyumasını engellemeli. Mısır’da ise rejim değişikliğinin, özellikle 2013’te ordu tarafından iktidardan uzaklaştırılan Müslüman Kardeşler gibi yeraltı radikal grupları üzerindeki muhtemel etkisi konusunda endişeler olmalı.

Bir kez daha vurgulamak gerekir ki, bölgesel aktörlerin Suriye’deki siyasi geçiş sürecindeki rolü son derece önemli olacaktır ve bu aktörlerin birbirleriyle aktif bir şekilde iletişim kuracakları, güvenlik ve kalkınma gibi belirli meseleler etrafında geçici ittifaklar ve koalisyonlar oluşturacakları açık. Fakat kaynak kısıtları, çelişen çıkarlar ve karşılıklı güven eksikliği nedeniyle savaşın yıktığı bu ülkenin temel sorunlarına kalıcı çözümler bulma konusunda pek yeterli olmayacaklar. Bu noktada, denizaşırı büyük güçlerin müdahil olması neredeyse kaçınılmaz.

Sonuçta, büyük güçler “büyük” olarak adlandırılmalarının sebebi, birçok başka uluslararası aktör için tipik olan saf fırsatçılığı göze alamamaları. Tanımları gereği, yalnızca kısa vadeli sonuçları değil, aynı zamanda eylemlerinin uzun vadeli yankılarını da göz önünde bulundurarak stratejik düşünmek ve hareket etmek zorundadırlar. Ayrıca, büyük güçlerin sadece kendi çıkar ve tercihlerine değil, aynı zamanda küresel ve bölgesel kamu yararına da odaklanması gerekiyor. Bu durum, Suriye’deki mevcut kriz için de tamamen geçerli.

Tabi ki şu anda büyük güçler arasında bir uzlaşma arayışı için en uygun zaman değil; dünya şiddetli bir jeopolitik çatışma içinde. Durumu daha da karmaşıklaştıran bir diğer etken ise, Washington’da bir ay içinde gerçekleşecek olan siyasi değişim; bu durumun ardından, ABD’nin Orta Doğu politikasında bazı kaymaların yaşanması muhtemel. Ancak, siyasi retoriği bir kenara bırakırsak, büyük güçlerin Esad sonrası Suriye konusundaki çıkarları büyük ölçüde örtüşüyor.

Birincisi, hiç kimse Suriye’nin birden fazla mini devlete bölünmesinden yana değil. Bu durum sadece bu mini devletlerin sürdürülebilir olmama ihtimali nedeniyle değil, aynı zamanda Orta Doğu’daki sınırların yeniden çizilmesi zincirleme bir reaksiyon başlatabileceği ve öngörülemez ancak son derece tehlikeli sonuçlar doğurabileceği için de istenmiyor.

İkincisi, hiç kimse Suriye’nin, Arap dünyasının kalbinde yeni bir siyasi aşırılık ve uluslararası terör yuvasına dönüşmesinden fayda sağlayamaz. 2003 baharında Washington ve müttefikleri tarafından Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesinden sonra Irak’ın yaşadığı trajik akıbet, herkes için bir uyarı işareti olmalı. Irak’ta yaşananların Suriye’de tekrarlanması, sadece Şam’ın en yakın komşularını değil, aynı zamanda denizaşırı büyük güçleri de etkiler.

Üçüncüsü, Suriye’nin bir zamanlar sahip olduğu kimyasal silah potansiyelinin yeniden inşası büyük oranda önemli. Bu potansiyele yeniden ulaşma ihtimali belirsiz olsa da bu seçeneğin tamamen dışlanması gerekiyor.

Dördüncüsü, Suriye’deki uzun süredir devam eden savaşta birikmiş olan geniş ve çeşitli konvansiyonel silah cephaneliklerinin, ülke içinde veya dışında sorumsuz aşırılıkçı grupların eline geçmemesi ortak bir çıkar doğrultusunda. İsrail şu anda bu sorunun bir kısmını güç kullanarak çözüyor, ancak İsrail hava saldırıları, ülkenin dört bir yanındaki küçük ve taşınabilir silahların bolluğundan kaynaklanan sorunu çözmek için yeterli değil.

Beşincisi, Suriye’de, yiyecek, yakıt ve temel ilaçların yetersizliği; devlet ve belediye sistemlerinin çöküşü, silahlı şiddet odaklarının varlığını sürdürmesi, suç örgütlerinin artan faaliyetleri gibi faktörlerin neden olduğu büyük çaplı bir insani felaketin önlenmesi herkesin yararına. Batı tarafından Suriye’ye uygulanan tek taraflı yaptırımların bir an önce kaldırılması ve uluslararası insani yardımların önündeki mevcut tüm kısıtlamaların ortadan kaldırılması gerekiyor.

Altıncısı, herkes yeni siyasi rejimin kapsayıcı olmasını, Suriye’nin modern bir anayasa kazanmasını ve yeni siyasi sistemde ülkenin karmaşık toplumsal yapısını oluşturan tüm çeşitli etnik ve dini gruplara yer verilmesini arzu ediyor. Kimse, Suriye’nin Orta Çağ’daki gibi cinsiyet ayrımcılığı ve toplumsal eşitsizlik dönemine dönmesini istemiyor. Suriye, Taliban’ın Ağustos 2021’de Kabil’de iktidara gelmesinden sonra Afganistan’ın düştüğü duruma kıyasla çok daha iyi bir tablo çizebilir ve çizmeli ama bu yönde ilerlemeleri teşvik etmek için büyük güçlerin ortak bir duruş sergilemesi gerekiyor.

Yedincisi, Suriye’den yeni bir göç dalgasının başlaması kimsenin yararına değil. Bu durum, komşu ülkeleri alt üst edebilir ve diğer bölgelere de ulaşabilir. Dahası, şu anda Orta Doğu’da, Avrupa’da ve başka yerlerde yaşayan sekiz milyon Suriyeli mültecinin en azından bir kısmının evlerine dönmesi ve iç savaşın harap ettiği ülkenin yeniden inşasına katılması arzu ediliyor. Dünyanın dört bir yanına dağılmış geniş Suriye diasporası, ülkenin yeniden inşasında kritik bir rol oynayabilir ve oynamalı.

Sekizincisi, Esad sonrası Suriye’nin birkaç yıl önce başladığı Arap ailesine geri dönüş sürecini sürdürmesi, Arap dünyasının pek çok sorunundan biri olmaktan çıkıp bölgesel güvenlik ve kalkınma için yeni bir sistem oluşturmaya katkıda bulunan yapıcı bir katılımcı haline gelmesi ortak bir çıkar doğrultusunda.

Bu ortak çıkarlar, Suriye meselesini olumsuz küresel jeopolitik bağlamdan yalıtmak için yeterli mi? Şüpheciler, elbette, bunun yeterli olmadığını ve Suriye’deki gelişmelerin Brüksel’de, Moskova’da, Washington’da ve Pekin’de kaçınılmaz olarak bir “sıfır toplamlı oyun” olarak algılanacağını söyleyeceklerdir. Sahiden de mevcut koşullarda, savaş sonrası yeniden yapılanma için uzun vadeli çok taraflı programların benimsenmesi veya en azından Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından devlet inşasını teşvik etmek için bir yol haritasının onaylanması pek muhtemel değil. Yaklaşık yirmi yıl önce, büyük güçler İsrail-Filistin çatışmasının zorluklarını ortaklaşa ele almak için sözde Orta Doğu Dörtlüsü’nü (Rusya, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler) oluşturmayı başarmışlardı. Sonunda bu dörtlü, sorunu kalıcı bir çözüme ulaştırmada başarısız oldu. Bugün, Suriye için bir dörtlü, beşli veya benzer bir grup oluşturmak, jeopolitik gerçeklerle tamamen uyuşmaz görünüyor.

Fakat aceleci sonuçlara varmamalıyız; 9 Aralık’ta kapalı kapılar ardında gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi toplantısı, Suriye’deki olaylarla ilgili olarak büyük güçlerin nadiren görülen ortak bir yaklaşım sergilediğini göstermişti! Rusya’nın Daimî Temsilcisi Vasiliy Nebenzya, bu ortak duruşun “Suriye’nin toprak bütünlüğünün ve birliğinin korunması, sivillerin korunmasının sağlanması ve ihtiyaç sahibi nüfusa insani yardım ulaştırılması” konularını içerdiğini vurgulamıştı.

Elbette, bu büyük güçlerin birliği kırılgan ve kısa ömürlü olabilir. Suriye ihtilafındaki başlıca dış aktörlerin, ulusal uzlaşı çabalarında doğal bir lider olarak hareket etmelerini engelleyen uzun bir karşılıklı şikayetler, kuşkular ve anlaşmazlıklar geçmişi bulunuyor. Öte yandan, büyük güçlerin Suriye sorunundan tamamen “geri çekilmesi” ve Donald Trump’ın formülüne uygun olarak (“Bu bizim savaşımız değil, bu durumun kendi kendine çözülmesine izin vermeliyiz”) hareket etmesi, büyük güçlerin dünya politikasında önde gelen ve sorumlu oyuncular olarak meşruiyetini kaybetmesi anlamına gelecektir. Eğer büyük güçler, temel çıkarları paylaştıkları ve benzer endişelere sahip oldukları bir durumda sırtlarını dönerse, nasıl büyük güç olduklarını iddia edebilirler?

Bu koşullar altında, Suriye’deki olayların olumsuz bir gelişme senaryosunu önlemeye dönük ortak çaba girişimi, doğrudan askeri çatışmaya dahil olmayan ve dürüst arabulucular olarak hareket edebilecek ülkelerden gelebilir. Örneğin, Çin veya Hindistan, Suriye’de savaş sonrası yeniden yapılanma projeleri için çok taraflı bir platform oluşturma önerisi sunabilir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından böyle bir formatın onaylanması, sadece ulusal iktisadi yardım programlarını değil, aynı zamanda Avrupa Birliği, Doğu Asya ve Körfez ülkelerinden özel yatırımcıları da teşvik etmek için önemli bir adım olacaktır. İdeal olarak, 2025’in başlarında Suriye gündemiyle ilgili bir P5 (Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimî üyeleri) zirvesi yapılmalı; ancak daha düşük düzeyde bir toplantı bile mevcut koşullarda büyük bir ilerleme anlamına gelebilir.

Suriye’deki mevcut durum son derece değişken ve akışkan. Ilımlılar ve radikaller, pragmatistler ve ideologlar, hoşgörü ve hoşgörüsüzlük, düzen ve kaos, sivil barış ve iç savaş arasındaki denge her an değişebilir. Önümüzdeki aylar, haftalar, hatta günler, ülkenin gelecekteki yıllar boyunca izleyeceği rotayı belirlemede kritik bir rol oynayabilir. Tarihin dönüm noktalarında, büyük güçlerin dünya siyasetindeki özel statüsü sınanır. Tarih, pek çok büyük gücün bu testi birden fazla kez başarısızlıkla sonuçlandırdığını gösterir. Umarız bu kez, karşılaştıkları zorlukların üstesinden gelirler.

DİPLOMASİ

Trump yönetimi, Ukrayna’ya silah sevkiyatının faturasını AB’ye kesmeyi planlıyor

Yayınlanma

ABD Başkanı Donald Trump’ın yönetimi, Avrupa Birliği’nden Ukrayna’ya yapılan Amerikan silahı sevkiyatlarının maliyetini karşılamasını talep etmeye hazırlanıyor. Bu konunun, Münih Güvenlik Konferansı’nda ele alınması bekleniyor.

Reuters haber ajansının konuya vakıf iki kaynağa dayandırdığı haberine göre, ABD Başkanı Donald Trump yönetimi, Avrupa’daki müttefiklerinden Ukrayna için ABD’den silahı satın almalarını talep etmeye hazırlanıyor.

Kaynaklar, Ukrayna Özel Temsilcisi Keith Kellogg’un bu konuyu 14-16 Şubat tarihlerinde düzenlenecek olan Münih Güvenlik Konferansı’nda Avrupalı ülkelerle görüşeceğini belirtti.

Ajansın görüştüğü kaynaklar, bu adımın Trump yönetiminin Ukrayna’ya silah tedarikini sürdürme ancak mali yükü azaltma arayışının bir parçası olduğunu vurguladı.

Kellogg, söz konusu planın varlığını ne doğruladı ne de yalanladı. Kellogg, “ABD, Amerikan yapımı silahları satmak ister çünkü bu, [Amerikan] ekonomisini güçlendirir. Pek çok seçenek var. Şu anda her şey değerlendiriliyor,” ifadesini kullandı.

Trump’ın Özel Temsilcisi, Ukrayna’nın hâlihazırda Başkan Joe Biden döneminde onaylanan silah sevkiyatlarını almaya devam ettiğini de sözlerine ekledi.

Kellogg, “Önümüzdeki 24 saat içinde bir şeyi değiştirmek gerekmeyebilir,” diye konuştu.

Daha önce Trump, ABD’nin Ukrayna’ya 200 milyar dolar değerinde silah sağladığını belirtmişti. Bu harcamaların Avrupa Birliği tarafından telafi edilmesini talep edeceğini ifade etmişti.

Ayrıca Washington’ın Kiev ile Ukrayna’nın Amerikan yardımını nadir toprak elementleri karşılığında alacağı bir anlaşma yapabileceğini de dile getirmişti.

Trump, “Onlara 500 milyar dolar değerinde nadir toprak elementi karşılığı istediğimi söyledim ve onlar da bunu yapmayı kabul ettiler,” demişti.

Reuters‘in kaynaklarına göre, Trump’ın 20 Ocak’taki göreve başlama töreninin ardından ABD’nin Ukrayna’ya askeri yardımı askıya alınmış ve şubat ayının ilk günlerinde yeniden başlatılmıştı.

Kaynaklar, Beyaz Saray’ın başlangıçta Ukrayna’ya yönelik her türlü desteği kesme fikrinden vazgeçtiğini belirtti. Fakat Beyaz Saray çalışanları arasında, Amerikan stoklarından ne kadar askeri yardım sağlanması gerektiği konusunda hâlâ anlaşmazlıklar bulunuyor.

Dışişleri Bakanlığı verilerine göre, Rusya’nın tam ölçekli işgalinin başlangıcından 2025’e kadar ABD, Kiev’e 66 milyar dolar tutarında askeri yardım sağladı ve 2014’ten bu yana yapılan yardımın toplamı yaklaşık 70 milyar dolara ulaştı.

Zelenskiy ise Ukrayna’nın aldığı silahların değerini yaklaşık 76 milyar dolar olarak tahmin ediyor.

Trump yönetimi, Ukrayna’ya savaş sonrası güvenlik garantileri için Avrupa’yı işaret etti

Okumaya Devam Et

DİPLOMASİ

Trump’tan Mısır ve Ürdün’e “yardımı kesme” tehdidi

Yayınlanma

ABD Başkanı Donald Trump pazartesi günü yaptığı açıklamada, ABD’nin Gazze Şeridini “devralma ve geliştirme” planının bir parçası olarak Filistinlileri topraklarına kabul etmemeleri halinde Ürdün ve Mısır’a yardımı kesmeyi düşünebileceğini söyledi.

Trump’a Oval Ofis’te gazetecilerle yaptığı sohbet sırasında, “Filistinlileri almayı kabul etmezlerse bu ülkelere yardımı keser misiniz?” sorusu sorulunca, Başkan yanıt olarak, “Evet, belki. Elbette, neden olmasın? Eğer kabul etmezlerse, muhtemelen yardımı keserim. Evet,” dedi.

Ürdün ve Mısır, ABD’den en çok askeri yardım alan ülkeler arasında yer alıyor. Trump yönetimi, yeniden değerlendirme yapılana kadar ABD’nin tüm dış yardımlarını 90 gün süreyle durdurmasına rağmen İsrail, Mısır ve Ürdün’e istisna tanınmıştı.

ABD ve Ürdün 2022 yılında imzaladıkları bir mutabakatla, ABD’nin yılda 1 milyar dolardan fazla dış yardım sağlamasını taahhüt etmişti. ABD, 2023 mali yılında Mısır’a yaklaşık 1,5 milyar dolar dış yardım sağladı.

Trump geçtiğimiz ay Mısır ve Ürdün’e, Gazze’den daha fazla Filistinliyi kabul etmeleri çağrısında bulunmuştu.

O tarihten bu yana Trump, ABD’nin Gazze Şeridinin kontrolünü ele geçirmesini ve burayı “iktisadi bir kalkınmaya” dönüştürecek şekilde yeniden inşa etmesini öneriyor.

Beyaz Saray, Gazze yeniden inşa edilirken Filistinlilerin geçici olarak yerleştirileceğini söylese de Trump defalarca Filistinlilerin Gazze’ye dönmek istemeyeceklerini öne sürdü ve geri dönmelerine izin verilmemesi olasılığını gündeme getirdi.

Trump pazartesi günü yaptığı açıklamada, “Eğer gidecek bir yer bulabilirlerse Gazze’den ayrılmayı çok isterler,” iddiasında bulundu.

Bölgedeki Arap liderler Filistinlileri yerlerinden etme ya da komşu ülkelere yerleştirme çabalarının sonuçsuz kalacağını söylediler. İsrail’le barış anlaşmaları olan Mısır ve Ürdün, güvenlik riski oluşturduğunu, istikrarı bozacağını ve kitlesel muhalefeti kışkırtacağını iddia ederek Filistinlileri kabul etmeye karşı çıkıyor.

Ürdün halihazırda yaklaşık 3 milyon Filistinliye ev sahipliği yapıyor ve bunların çoğu daha önceki savaşlar nedeniyle yerlerinden edilmiş durumda.

Trump’ın bugün (11 Şubat) Washington’da Ürdün Kralı 2. Abdullah ile bir araya gelmesi bekleniyor ve Gazze Şeridi ve geleceği muhtemelen görüşmelerin kilit unsurlarından biri olacak. Kral Abdullah, Mısır gibi Gazze’den Filistinlilerin alınmasına karşı çıkmıştı.

Associated Press’in (AP) haberine göre Mısır pazar günü yaptığı açıklamada Filistinlilerin geleceğine ilişkin son gelişmeleri görüşmek üzere 27 Şubat’ta Arap ülkelerinin katılacağı bir zirveye ev sahipliği yapacağını duyurdu.

Okumaya Devam Et

DİPLOMASİ

ABD-Güney Afrika arazi yasası geriliminde yeni perde

Yayınlanma

ABD’de Doneld Trump yönetimi, Güney Afrika hükümetini beyaz Afrikaner çiftçilere yönelik şiddetli saldırılara izin vermek ve “etnik azınlık Afrikanerlerin tarımsal mülklerine tazminat ödemeden el koymasına” olanak tanıyan bir arazi kamulaştırma yasası çıkarmakla suçluyor.

Trump cuma günü imzaladığı ve hükümetin bazı beyaz vatandaşlarına yönelik “hak ihlalleri” nedeniyle ceza olarak Güney Afrika’ya yapılan tüm yardım ve mali desteği durduran kararname imzaladı.

Trump, Güney Afrika’yı beyaz çiftçilere karşı insan hakları ihlalleri yapmakla suçladığı Truth Social gönderisinde, “Güney Afrika topraklara el koyuyor ve bazı insan sınıflarına ÇOK KÖTÜ davranıyor,” iddiasında bulundu.

Başkanlın emrinde, ABD’nin “Güney Afrika hükümetinin ülkesinde hak ihlalleri gerçekleştirmesini destekleyemeyeceği” ve “bu adaletsiz ve ahlaksız uygulamalara devam ettiği sürece” ABD’nin yardım veya destek sağlamayacağı belirtildi.

Trump’ın beyaz Afrikalıları “yeniden yerleştirme” planı

Beyaz Saray ayrıca Washington’un Güney Afrikalı çiftçileri ve ailelerini mülteci olarak yeniden yerleştirmek için bir plan oluşturacağını açıkladı.

Açıklamada ABD’li yetkililerin, Güney Afrika’da yaşayan ve çoğunlukla eski Hollandalı ve Fransız yerleşimcilerin beyaz torunları olan Afrikalıların ABD Mülteci Kabul Programı aracılığıyla kabulü ve yeniden yerleştirilmesi de dahil olmak üzere insani yardıma öncelik verecek adımlar atacağı belirtildi.

Emirde ayrıca Güney Afrika’nın İsrail’e yönelik soykırım suçlamalarının Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) taşınmasındaki rolüne de atıfta bulunuluyor.

Kararda, “Buna ek olarak, Güney Afrika, UAD’de Hamas’ı değil İsrail’i soykırımla suçlamak ve ticari, askeri ve nükleer anlaşmalar geliştirmek için İran’la ilişkilerini yeniden canlandırmak da dahil olmak üzere ABD ve müttefiklerine karşı saldırgan tutumlar almıştır,” deniyor.

Hafta başında Trump gazetecilere verdiği bir brifingde Güney Afrika yönetiminin “korkunç şeyler yaptığını, korkunç şeyler yaptığını” söylemişti.

Trump, “Dolayısıyla bu konu şu anda soruşturma altında. Bir karar vereceğiz ve Güney Afrika’nın ne yaptığını öğrenene kadar; toprakları ellerinden alıyorlar ve topraklara el koyuyorlar ve aslında belki de bundan çok daha kötü şeyler yapıyorlar,” iddiasında bulunmuştu.

Musk da topa girdi, Bakanlık sömürgeciliğe işaret etti

Trump’ın Güney Afrika doğumlu yakın danışmanı Elon Musk da eleştirilere katıldı ve X’te Güney Afrika Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa’nın neden “açıkça ırkçı mülkiyet yasalarına” sahip olduğunu sordu.

Ramaphosa Musk’a yanıt vermedi fakat daha önce Trump’ın tehdidinin ardından Güney Afrika’nın toprak politikasını savunmuştu. Başkan, hükümetin hiçbir araziye el koymadığını ve politikanın halkın araziye eşit erişimini sağlamayı amaçladığını söyledi.

Güney Afrika hükümeti de ayrıca, beyaz çiftçilere yönelik herhangi bir saldırı olduğunu reddetti ve Trump’ın yeni arazi yasasına ilişkin açıklamasının yanlış bilgi ve çarpıtmalarla dolu olduğunu savundu.

Güney Afrika Uluslararası İlişkiler ve İşbirliği Bakanlığı, Beyaz Saray’ın söz konusu adımının “Güney Afrika’nın derin ve acı dolu sömürgecilik ve apartheid tarihini tanımakta başarısız olduğunu” söyledi.

Apartheid döneminin izleri: Toprakta eşitsizlik sürüyor

Güney Afrika’daki yeni arazi yasası geçen ay imzalandı ve belirli durumlarda tazminat ödenmeksizin arazilere el konulmasına izin veriyor.

Irkçı apartheid sisteminin sona ermesinden 30 yıl sonra Güney Afrika’da toprak mülkiyeti uzun zamandır tartışmalı bir konu olup özel tarım arazilerinin çoğu hâlâ beyazlara ait.

Hükümetin toprak reformunu ele alması ve ırk ayrımcılığının geçmişteki adaletsizlikleriyle başa çıkması için sürekli çağrılar yapılıyordu. Güney Afrika’nın yeni yasası, sadece “adil, hakkaniyete uygun ve kamu yararına” olduğu durumlarda tazminatsız kamulaştırma yapılmasına izin veriyor.

Bu, mülkün kullanılmadığı ve ondan geliştirme ya da para kazanma niyetinin olmadığı ya da insanlar için risk teşkil ettiği durumları kapsıyor.

Beyazlar 62 milyonluk Güney Afrika nüfusunun yalnızca %7’sini oluşturuyor. Buna rağmen, beyazların elinde yaklaşık 26 milyon hektarlık özel mülk var ve bu toplam arazinin yaklaşık dörtte üçünü oluşturuyor.

Özel mülkiyete ait arazilerin sadece %4’ü, Güney Afrika’nın 60 milyonluk nüfusunun yaklaşık %80’ini oluşturan siyahlara ait.

Apartheid rejiminde siyahların yaşadığı “adacıklar” olarak kısmi özerkliğe sahip bantustanlar, beyazların sahip olduğu çiftliklerle çevrili durumda. 1913’te İngiliz sömürge yönetimince çıkarılan Yerliler Toprak Yasası, siyahların “beyaz Güney Afrika’da” toprak satın almasını ya da kiralamasını kısıtlamış ve yerli sakinlerin zorla yerlerinden edilmesine yol açmıştı.

Ardından 1950’de Afrikaner Ulusal Partisi 3,5 milyon siyahı atalarının topraklarından uzaklaştıran bir yasa çıkardı.

ANC, zengin siyahlar yarattı ama topraktaki beyaz üstünlüğünü kırmadı

1994’te apartheid’ın sona ermesinin ardından Afrika Ulusal Kongresi (ANC) hükümeti 2014 yılına kadar bu arazinin %30’unu eski sahiplerine iade etmek istediğini söylemişti fakat ticari tarım arazilerinin yalnızca %10’unun yeniden dağıtıldığı tahmin ediliyor.

Toprak reformuna konu çiftliklerin çoğu, beceri aktarımı ve bunları sürdürecek sermaye eksikliği nedeniyle başarısız oluyor.

Kısa süre önce kabul edilen yasaya kadar, hükümet mevcut sahiplerinden sadece “istekli satıcı, istekli alıcı” ilkesi çerçevesinde arazi satın alabiliyordu ve bu durum bazılarına göre toprak reformu sürecini geciktirdi.

Apartheid döneminde siyah çoğunluğun topraksızlaştırılmasını Güney Afrika’nın “ilk günahı” olarak tanımlayan ülkenin yeni Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa, kullanılmayan kentsel arazilere odaklanarak toprak reformunu hızlandırma sözü vermişti.

Bu meselenin yakıcı hale gelmesinde, özellikle Ekonomik Özgürlük Savaşçıları (EFF) gibi radikal partilerin baskısının etkisi büyük. EFF, ülkenin altın ve platin madenlerini millileştirmek ve beyaz çiftçilerin topraklarına el koymak istiyor ve bu politikayla örgütleniyor.

EFF örgütleri, toprak sahibi olmak isteyen siyah yoksul köylüler ile zengin beyaz çiftlik sahipleri arasında arabuluculuk gibi fonksiyonlar da üstlenerek köylülerle ilişkilerini geliştirmiş durumdalar.

Otuz yıllık ANC hükümeti bir “süper zengin” siyah işadamları sınıfı yaratsa da yoksul siyah çoğunluk için çok az şey yaptığı genel kabul görüyor.

Güney Afrika’daki beyazlar, 1994 yılında beyaz azınlık yönetimine dayalı apartheid sisteminin sona ermesinin üzerinden 30 yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen genel olarak siyahlardan çok daha iyi bir yaşam standardına sahip.

Güney Afrika İnsan Hakları Komisyonu tarafından 2021 yılında yapılan bir araştırmaya göre beyazların %1’i yoksulluk içinde yaşarken bu oran siyahlarda %64.

Afrikanerler, ABD’ye göç planını reddetti

Öte yandan ülkedeki Hollandalı kolonicilerin torunları Afrikanerler, Trump’ın “yeniden yerleştirme” planını reddetti.

Cumartesi günü, Afrikanerleri temsil eden en önde gelen gruplardan ikisi, Trump’ın ABD’de yeniden yerleşim teklifini kabul etmeyeceklerini söyledi.

Yaklaşık 2 milyon kişiyi temsil ettiğini söyleyen Afrikaner işçi sendikası Solidarity’nin CEO’su Dirk Hermann, “Üyelerimiz burada çalışıyor, burada kalmak istiyor ve burada kalacaklar. Burada bir gelecek inşa etmeye kararlıyız. Hiçbir yere gitmiyoruz,” dedi.

Aynı basın toplantısında Afrikaner lobi grubu AfriForum’un CEO’su Kallie Kriel de “kategorik olarak” başka bir yere taşınmak istemediklerini söyledi.

Solidarity, AfriForum ve diğerleri yeni arazi kamulaştırma yasasına şiddetle karşı çıkıyor ve bu yasanın yıllardır bu arazileri geliştirmek için çalışan beyazların sahip olduğu arazileri hedef alacağını ileri sürüyor.

Ayrıca, yakın zamanda kabul edilen aynı derecede tartışmalı bir dil yasasının okullardaki Afrikaans dilini kaldırmayı ya da sınırlandırmayı amaçladığını söylerken, Güney Afrika’nın iş dünyasında siyahların çıkarlarını destekleyen “pozitif ayrımcılık” politikalarını da “ırkçı yasalar” olarak sık sık eleştiriyorlar.

Afrikanerlerin durumunu gündeme getirdiği için Trump’a teşekkür eden AfriForum’dan Kriel, “Bu hükümet nüfusun belli bir kesiminin hedef alınmasına izin veriyor,” dedi fakat Afrikanerlerin Güney Afrika’ya bağlı olduklarını da söyledi.

Güney Afrika hükümeti, eleştirilen yasaların, sömürgeciliğin ve ardından neredeyse yarım yüzyıl süren apartheid döneminin yanlışlarını düzeltmek gibi zor bir görevi hedeflediğini söylüyor.

Afrikanerler, 300 yıldan daha uzun bir süre önce Güney Afrika’ya ilk gelen başta Hollandalı olmak üzere Fransız ve Alman sömürge yerleşimcilerinin soyundan geliyorlar.

Güney Afrika’da gelişen Hollandacadan türetilmiş bir dil olan Afrikaans (Afrikanca) konuşurlar ve İngiliz ya da diğer kökenlerden gelen diğer beyaz Güney Afrikalılardan farklıdırlar.

Amerikan sağının savaş narası olarak “beyazlara zulüm”

Güney Afrika ve Batıdaki sağcı aktivistler yıllardır Güney Afrika hükümetini yasadışı toprak müsaderesi yapmakla ve beyaz çiftçilerin öldürülmesine göz yummakla suçluyor.

Trump 2018’de dönemin Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’ya “büyük çaplı çiftçi cinayetlerini” araştırması emrini verdiğini söylediğinde bu çağrıları yinelemişti.

Birleşik Krallık’ta da Katie Hopkins gibi sağcı yayıncılık figürleri “beyazlara yapılan zulüm” konulu haberler yapıyorlar. Dönemin başbakanı Theresa May’in Güney Afrika ziyaretini eleştiren Hopkins, “Güney Afrika’da beyazlar katlediliyor ve açıklanamaz bir şekilde Yatıştırıcı May kendini çarmıha germeyi seçiyor” demişti.

Hopkins, “Beyaz çiftçilerin silahlı siyah çeteler tarafından şiddet kullanılarak etnik temizliğe tabi tutulması çileden çıkarıcı ve yürek parçalayıcıdır ve dünyanın umurunda değil. Ya da en azından ana akım medyanın umurunda değil. Sizin umurunuzda mı?” diye sormuştu.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English